
Selam dramaçileler ve dramrallar...
Biliyorum, bende sizlerdenim, dramı okur, ağlar, şikayet eder ve tekrar yeni bir drama geçerim. Bence Belgi Deran ve Noyan Cenker'de bu yüzden çıktı ortaya. İçimiz dışımıza çıkana kadar dram okuyup yaşayalım diye. Keza kendi yazdığım bölümleri de okuyup ağlıyorum, yetmiyor kendime de kızıyorum, o da yetmiyor tekrar yazıyorum. Dibine kadar kazma kürekle dalmazsam, yanımıza bir kutu peçete aldırmazsam rahat edemiyorum.
Zaten bu hikaye ile ilgili en büyük sıkıntım burada patlak veriyor sanırım. Yani en azından ben öyle düşünüyorum. Tamam şuan ülkemizde engeli olan bir site ama okuyan var, sırf bu yüzden başka bir sitede daha yayınlamaya devam ediyorum ama dram kusma isteği getiriyor sanırım ki yorum yok, beğeni yok...
Acı ama gerçek bunlar. Kimse kendini de kandırmasın. Zaman harcadığımız, emek verdiğimiz şeylerde bir kişinin dahi yorumunu görmek bizi şevke getiriyor. Bu en yüksek okunmaya sahip hikayemde de aynıydı, en düşük okunmaya sahip hikayemde de aynı. Sizlerin orada olduğunu görmek ama yazdığım karakterlere ağladığım gibi emin olamama durumu bu. Bir ses verin, bir tepki gösterin, hiç olmadı 'Ne ulan bunlara çektirdiklerin! Daha var mı!' diye kızın yine tamamım.
Daha fazla da uzatmayayım, gelin anlaşalım... Sizlere bölümü fırlatayım, siz de bana yorumları fırlatın.
İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Gri bir duman işledi içime,
Canını kurtarmak isteyen her anı atladı yüksekten,
Kızıl çeldi aklımı,
İntihar etti, zannedilen her hakikat.
Huzur herhangi bir günün, belirlenemez veya belirlenmek istenmez zaman dilimlerinde saklı gibi gelirdi insana. Bir evin balkonuna oturup dumanı üzerinde kahveni yudumlamak, sevdiğin insana samimi ve içten şekilde kısacık bir an dahi olsa hissederek sarılmak, dışarıda yağan karı izleyerek sıcacık evde kedi sevmek, ışıl ışıl yaz günü bir köpekle oyun oynamak, tütsülü bir ortamda kitap okumak, en sevdiğin filmi yüzüncü kez olsa dahi yeniden aynı heyecanla izleyebilmek, hepsi huzura dahildi.
Huzursuzluk ise benim için sadece Zeren İmerler demekti. Huzuru tanımladığımdan çok daha uzun şekilde dile dökebilirdim onu. Karanlıkta kalkmak, fiziksel ve psikolojik şiddet, mutlu eden tek şeyin yani kitaplarının elinden alınması, hayal kırıkları, yalnızlık, tükenmişlik, korku, ölüm, tehdit, penceresiz bir oda, sürekli damarından verilen sakinleştirmeyen sakinleştiriciler, kısa saçlar, uzun saçlar hepsi ama hepsi tek isimle bütünleşirdi hayatımda.
Dışarıdan bakınca ışıl ışıl olan bu evin içine girmem ve Noyan’ın gözlerindeki o kararma tüm ışıkları söndürmüş gibiydi. Kulaklarımda bir uğuldama, uğuldamanın gerisinde ise ayırt edebildiğim tek cümle.
‘Şanze ve Deran’ı sakla Gizay.’ Tuttuğu bileğimi Gizay’ın parmakları arasına bıraktığında sanki tek dayanağım bileğimi tutması gibi uğuldama yitip gitti. Sanki sadece Noyan’ın tenini hissettiğim için o bulanık ruh haline bürünmüştüm de artık olmayınca dik durmam veya direnmem gerektiğinden eminmişim gibi. Sesler yerini buldu, birkaç parçalanmanın gürültüsü, bir de kurulan cümlelerin kalabalıklığı yerleşti zihnime.
Başımı sağa sola sallayıp, dirensem de bana bir an dönüp bakmıyordu. Gizay ise sanki robotmuş gibi tuttuğu bileğimle çekiştiriyordu. İnat etme çabasında olsam da gözlerimin önünde açık pencereden giren kurşun sürahiyi parçaladığında Gizay daha da hızlandırdı adımlarını, bir taraftan da ardından çektiği bedenimin önüne siper oldu.
‘Gizay bırak!’ bir kez kolumu kurtarmaya çabalasam da zerre duymuyordu beni. Hatta sanki bir insanı değil de boş bir çantayı çekiştiriyor gibiydi. Şanze’nin kaldığı odanın kapısını sertçe açtığında o da irkilerek kalkmıştı ki tek kelime etmesine müsaade etmeden onu da çıkardı yataktan.
‘Gizay, Noyan tek! Bırak diyorum!’ tekrar hamlede bulunduğumda kendisine karşı çıkmayan Şanze’nin bileğini bırakıp önüne geldiğimiz kilerin kapısını açtı. Sağ taraftaki dolabın kenarında bir şeylerle uğraştıktan sonra dolap öne doğru kaydığında kaşlarımı çatarak baktım.
‘Ya duymuyor musun beni! Noyan tek başına!’
‘Geç Şanze.’ Şanze’nin gözleri korkuyla beni bulsa da Gizay’ın söylediğini ikiletmeden ilerlediğinde bakışları çok şükür beni bulabilmişti adamın.
‘Belgi, içeri geçiyor, tüneli takip ediyorsun.’
‘Noyan tek diyorum sana!’ içeri tıkıştırma çabası olsa da itiraz eden halimle beraber ikimizin de gözleri yanımıza ulaşan Noyan’ı buldu. O ise dolabın tam karşısındaki çekmeceleri açıp çıkardığı silahları Gizay’a vererek başıyla arkasını işaret ettiğinde benim kollarımı iki yanından yakaladı.
‘Tek kelime bile itiraz duymak istemiyorum. Gizay’ın dediğini yap, ben gelene kadar da çıkma.’
‘Sensiz gidemem!’
‘Deran! İtiraz yok!’ bakışlarındaki donuklukla kaşlarımı çatıp dudaklarımı aralamıştım ki daha cümle kurmama fırsat bırakmadan içeri doğru bedenimi ilerletip dolabın üzerime kapanmasını sağladı. Son olarak ufacık ışıktan görebildiğim sertçe kilerin kapısını örtmesi ve kilitlemesi olmuştu. İçinde olduğum alanda gözlerimi gezdirdiğimde sıfır bakış toleransı vardı. Ellerimi iki yanıma açar açmaz bir kapı genişliğinden bile dar alanla sertçe yutkundum.
‘Belgi, gel hadi.’ Karanlığa rağmen Şanze’nin eli omuzuma dokunduğunda bir kez daha sertçe yutkundum. Aklıma hücum eden hiçbir fikir iyi değildi. Asla beni iyi olan tarafa da itmiyordu. Beynim iki ana konuya odaklanmıştı sanki. Bir tarafta Noyan. Bir yanda da penceresiz ve karanlık olan o oda.
‘Belgi, on adım, on adım sonra oturacağız gel hadi.’ Omzumdaki eli kayıp parmaklarımı yakaladığında ilerleyecek olsa da sırtımı duvara yasladığım için gidemedi.
‘Şa-Şanze …’ boğazımın sıkıldığını hissettiğimde zorlukla bir kez daha yutkundum. Açıklayamıyordum, durumu açıklayacak halim yoktu. Boğazımı sıkan o görünmez el bir an önce çekip gitmezse kafayı yerdim.
‘Ne oluyor?’ şaşkın konuşması sanki içinde bulunduğumuz ufacık tünelin duvarlarında çarpıp benim kulaklarıma öyle ulaşıyordu. Öyle bir yankı ki içine çekiliyor, orada küçülüyor ve dahası bir kaşık suda boğuluyor gibiydim.
‘Ben- ben burada- duramam.’ Derin nefeslerim arasında sırtımı zorlukla yasladığım o duvardan bir ihtimal alışması için gözlerimi etrafta gezdirdim ama mümkün değildi. Alışamazdım, imkansızdı. Burada duramazdım. Burada yarım saat falan kenarda dursun on dakika bile geçiremezdim. Ruhumu sıkıştırıyor, boğazımı sıkıyor, hatta birisi kalbimi avuçları arasında parçalıyor gibi hissettiriyordu.
‘Çıkaracaklar birazdan inan bana, korkma. Geçecek, hep geçer.’ Diyerek parmaklarımı sıkıca kavradığında bir kez daha soluklanmaya çabaladım. İyi olan yanı düşünmeliydim. Zeren bey beni karanlık, nem ve rutubetin kol gezdiği bir odaya tek başıma atardı. Burada Şanze vardı. Ellerimi sıkıca tutuyordu ve ben bu dört duvarın arasında yalnız değildim. Bu ihtimal bile içimin rahatlamasını sağlamalıydı. Fakat olmadı. Aklımda sürekli dolaşan Şanze’nin varlığı dahi o öldürücü hissiyatın içinden koparamadı zihnimi.
‘Şanze karanlıkta duramam.’ Sıktığım dişlerime rağmen sonunda açıklama getirdiğimde bacaklarımdaki güçsüzlükle sırtım duvara sürtünürken oturdum zemine. Şanze’nin söylediği çok şey vardı ancak benim duyduğum sadece köpeklerin uluma sesiydi. Sürekli, devamlılığı olan ve gittikçe yaklaşan şekilde. Üstelik bu adada köpek dahi yokken. Bacaklarımı istemsizce sektirmeye başladığımda gözlerimi de sımsıkı kapattım. Şanze’nin bir eli hala parmaklarımda çaba harcıyordu farkındaydım ancak bu durumda ufacık bir tünelde çözüm falan bulamazdı. Köpek olmayan adada onların uğuldamaları kulağımın dibindeydi, tıpkı su damlalarının beton zemine düşme sesi gibi…
‘Benimle konuş. Hadi, konuş rahatlatır belki.’ Bacaklarımı bacakları arasına alarak oturduğunda karşıma geçtiğini de hissetmeme rağmen durduramıyordum kulaklarımdaki o garip uğultuları. Sayamıyordum, hayal alemine dalamıyordum ve beni yutmaya çalışan karanlıktan çıkamıyordum. Elimi enseme atıp sertçe sıktığımda dahi avucumun için sırılsıklam oluyordu.
‘Bak çok sık nefes alıyorsun bayılacaksın. Konuşmaya çalış, kapat gözlerini düşünme burayı.’ Ensemdeki parmaklarımı boynumu sıkan görünmez eli çekmek adına boynuma götürdüğümde yeniden sertçe yutkundum.
‘Çok karanlık.’ Fısıltımı ben bile duyamıyordum ki. Sadece beynimin içindeki karıncaların farkındaydım, kulaklarımdaki uğuldamaların, bir de boğazımı sıkan o elin. Hepsinin farkındaydım ve asla iyi değildim.
‘Biliyorum, biliyorum çok karanlık ama sana Ahter hakkında bir şey daha söyleyeyim. Ahter kimseyi arkasında bırakmaz, hele ki bizi, seni ve beni burada asla bırakmaz. Uzun sürmeyecektir, sadece biraz sabretmemiz gerek.’ Diğer eli saçlarımda dolaşsa da söylediği fikre tutunmaya çalıştım. O fikirden de kaydı parmaklarım çünkü buradaki asıl konu birine güvenmek değildi. Karanlık ve kilitli kapılardı. Etraf ise zifiri bir renkte canımı, kanımı, ruhumu emiyordu.
‘Çıkamayacağım buradan…’ dudaklarımdan istemsizce firar eden cümleyle beraber ellerim sıkı sıkıya yakalandığında artık gerçeklikle hayal dünyam birbirine karışıyordu. Bunun farkında olsam da engelleyemiyordum. Zeminine oturduğum yer bir adanın tam ortasındaki her yeri cam olan tek evin gizli tüneli değildi. Artık yıllar öncesindeydim. On sekiz yaşımda, tırnaklarımı dahi kapıya vurarak kanattığım, ağzımda yoğun metalik bir tat varken rutubetli ve penceresi dahi olmayan odada...
‘Yapmayacağım bir daha…’ karşımda gördüğüm yüz gerçek miydi değil miydi bilmiyordum ama bu sinirli bakışlar her şeyden vazgeçirirdi beni. Sırtımı yasladığım duvardan çekip diğer tarafa doğru sürünmeye başladığımda tekrar sertçe yutkundum. Oradaydı, üzerime geliyordu, durmuyordu. Eline sımsıkı doladığı bir şey vardı, yalvarıyordum durmuyordu. O sıkıca tuttuğu şey kendimi korumak için kaldırdığım kollarıma çarpıyordu, canım acıyordu, hatta artık acıdan canım dahi uyuşuyordu ancak durmuyordu.
‘Yemin ederim yapmayacağım. Dur artık. Çıkar beni buradan.’ Tüm sürünmem sırtımın değdiği yerle beraber son bulduğunda gözlerimi sıkıca kapatıp dizlerimin üstüne gömdüm yüzümü. Kollarımı bir çift el kavrıyordu, canımı yakmıyordu fakat o olduğunu biliyordum. Beni bir yere kapatmak, karanlıkta bırakmak yeterli gelmemişti ona. Fiziken zarar vermiş daha da vermek istiyordu, yapmamalıydı, söz verip yemin ediyordum bana zarar vermemeliydi.
‘Söz veriyorum… Söz veriyorum yapmam bir daha… Lütfen, lütfen çıkar beni.’ Kulaklarımdaki uğuldamalar daha çok yükselirken ellerimi daha sıkı bastırdım. Ne yaptığımı bile bilmiyordum fakat beni bırakması gerekiyordu. Bu karanlıktan çıkartmalıydı bir an önce. Yine hastanelik olmak istemiyordum, yine tek başıma bir hastane odasında bekleme niyetinde değildim.
‘Yalvarırım çıkar!’ bağırdım mı yoksa bir mırıltıdan ibaret miydi bilmiyorum ama beynimin içi talan olmuş haldeydi. Bütün köpekler dibime kadar girmişte öyle uğulduyorlardı sanki. Allak bullak olan zihnime rağmen onların sesleri hiç azalmıyordu. Zihnimle ruhum talan oluyor, tüm gerçeklik önemini yitiriyordu.
Defalarca cinayete kurban gittin sen Belgi. Üstelik ortada ceset dahi yoktu. O kadar öldürdü ki seni aynı kanı taşıdığın adam, yaşamaya fırsat bulamadın. Tüm heyecanların bir mumun alevi kadar korkak ve titrekti. Hepsi ama hepsi bir nefeste söndü, yine de durmadı o.
Hep umut ettin oysa ki. Baba diyerek boynuna atlamayı, birinin saçlarını okşaması, sana doğru ve yanlışı anlatıp, yanlışında saçlarını okşayarak doğru olanı göstermesini. Sen hiç dahasını istemedin ama saçlarını okşaması gereken o el seni boğdu. Öldüğün halde de asla boğazından çekmedi ellerini.
Şimdi seni kurtaracağını düşündüren o yanılgı ne? Sanıyor musun ki üzerine yürüyen o beden bu kez acıyacak canındaki yangına. Seni bir tek o gömdü Belgi. Seni bir tek o çıkaracak çukurundan. Mezarının yerini kendi bile unuttu her seferinde. İstediğin o aile kül oldu. İstediğin o baba masallarda kaldı. Sana asla anlatılmamış fakat senin defalarca okuduğun o masallarda. Şimdi bu çukurda bir kez daha öldürecek seni ve yeniden bir hastanenin dört duvarında tek başına bırakacak ruhunu.
Sana senin baban acımadı Belgi!
Bak kollarında acı var fakat iz yok. Çünkü hepsini yok etti. Tıpkı seni yok ettiği gibi. Diz kapaklarında bir çizik dahi olsa iz yok senin. Teninde, damarlarında, kanayan hiçbir yerinde iz yok. Hepsi ruhuna saplanıp kaldı ama vücudunda kalmadı. Yine uzatmayacak elini Zeren bey. Sana hayatın boyunca tek öğüdü oldu, seni baban bile ağlattıysa kimse güldürmez Belgi demişti, haklıydı ve başka da bir yararı olmayacak. Baban hayatın boyunca idam sehpasında ayaklarının altındaki tek bacağı kırık tabure olacak. Ya öleceksin, ya öleceksin sen kızım.
Ölmek kolaydı. Asıl zor olan seni her gün öldüren o şey ile yaşamaya alışmaktı. En kötü alışkanlık, en pis esaret olabiliyordu. Kaybolurdu insan. Kendinde, etrafında, hep bildiği bir odada veya defalarca geçtiği yollarda. Ölsek bir kere öldürdük fakat bu durumda binlerce kez o acıyı hissede hissede yaşamak zorunda kalırdık. Bir ip vardı, defalarca atladık, sonunda ağaca takıp kendimizi astık. Çünkü bana sadece bu öğretildi. Yaşamak zorunda kalmak ise yok olmakla aynı kapıya açılan bir cehennemdi. Ben ise o cehennem ateşinde hala pervasızca uçmaya çalışan fakat her seferinde kanatları yanan bir kuş gibi hissediyordum kendimi.
İnsan her fotoğraf karesinde defolu bir kuş gibi görünür müydü peki? Eğer ki büyükler açtıysa çocuk yerlerinde yaralar öyle görünüyordu işte. İnsan kalbinin üzerindeki darbeye alışır mıydı peki? Eğer kalbinin kanatları yakıldıysa bir yetişkin tarafından ona da alışılırdı. Peki neden bize düşen bu olay yerindeki delileri temizlemek oluyordu. İnsan kendi cinayetinin delillerini karartır mı? İnsan yaşarken cinayete kurban gidecek kadar güçlü kalmak zorunda bırakılır mıydı? İnsan ölümü bu kadar tanır mıydı?
‘Deran! Deran kendine gel!’ sarsılan bedenimin acısıyla kendimi geriye çektim.
‘Bırak!’ gözlerimi açıp korkuyla sürünüp gerilemeye devam ettiğimde gördüğüm aydınlık gözlerimi yaktı. İki elim havada önüme sanki gard almışım gibi dururken korkuyla bakmaya başladığımda olduğum anın farkına varmaya çalıştım. Neredeydim? Ne oluyordu? Ne olmuştu? Kilerin girişindeydim en son Gizay’a direniyordum, sonra Noyan gelmişti, karanlık çökmüştü… Bir anda etraf zifiri karanlıkla kucaklaşmıştı. O gelmişti. Elinde bir kemerle üzerime yürümüş, kollarımı çürütmüştü. Çocukluğumu, gençliğimi, var oluşumu, ruhumu, hepsini paramparça etmişti.
‘Ne oldu Şanze içeride!’ Noyan’ın yüksek sesi irkilmemi sağladığında onun bakışları direkt olarak kardeşinin üzerindeydi.
‘Abi vallahi bilmiyorum, yemin ederim, titremeye başladı, terledi bir anda. Sonra bağırmaya başladı.’
‘Ne bağırması?’ kaşlarımı çatıp tekrar etrafa bakındığımda Denker abinin dikkatle beni izlediğini fark ettim. Yapacağı şeyden emin olamasa da elini uzattığında sanki bu desteği bekler gibi yakaladım parmaklarını.
‘Yapmayacağım falan dedi, söz veriyorum yapmayacağım dedi.’ Şanze’nin ne anlattığını bilmesem de Denker abi oturduğu koltuktan hızlıca inip yanıma kadar ulaştığı gibi beni kendine çekti. Kardeşi gibi başımı göğsüne yaslayıp sarıldığında hala sık olan nefeslerimi serbestleştirmeye çabaladım.
‘Geçti kızım, tamam… Abin yanında bak, geçti.’ O ana kadar fark etmediğim gözyaşlarımı Denker abi silip başımı göğsüne yasladığında ayırt edebildim. O ana kadar ne yaptığımı ayırt edemesem de şu an bilincine varabiliyordum. Noyan çatık kaşlarıyla beni izlerken gözleri yüzümden ziyade sanki ilk kez görüyor gibi kollarımdaydı. Ben de dahil olmak üzere ne olup bittiği hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu. En son hatırladığım o dolabın kapanmasıyken bir anda kendimi önce karanlık o odada sonra evin salonunda yerde otururken bulmuştum. Abi şefkatiyle başımı göğsüne bastıran Denker abi ise hıçkırarak göz yaşlarımı dökmemi sağlamıştı. Bunun iyi geleceğini bilerek durdurmadım kendimi. Dakikalarca, dakikalarca gözümü tekrar kapatmaktan korkarcasına karşıma yere oturmuş Noyan’a bakıp abisinin göğsüne yaslanıp gözyaşı döktüm.
‘Noyan, su getir abicim.’ Bir türlü sonu gelmeyen hıçkırıklarım arasında Noyan kararsız kalsa da karşımdan kalktığında Denker abi saçlarımı okşamaya devam etti.
‘Karanlıktan mı korkuyorsun abicim sen? Kötü bir şey mi yaşadın karanlıkla alakalı?’ sorusu zaten dudaklarımdaki ağlamamı daha da güçlendirdiğinde derin bir nefes aldığını hissettim, ‘Sormadım Belgi, tamam abicim, sormadım boş ver. Ağla, ağla rahatla kızım.’ İnsana bazen ailesinden çok daha farklı kişiler aile olabiliyordu. Asıl zarar ziyan birinci derece akrabalardan gelirken daha birkaç aydır tanıdığın insanlar o zararı toparlamaya çalışabiliyordu.
Sanki bir çölün ortasında yeniden diriliş bitkisi gibi savrulurken insan ummadığı anda suyu bulup orayı kendine ev bilircesine hissetmesine neden olabiliyordu böyle insanlar. Evsiz, yurtsuz ve savrulmaya alışmış halinden çok daha öte içinde taşıdığın onlarca tohum sımsıkı suya sarılıp, yemyeşil hale gelebilir kılıyordu seni. Birileri öldürüyor, başka birisi yaşa diye çaba harcayıp duruyordu.
Sakinleştiğimi hissederek başımı yaslandığım göğüsten kaldırdığımda gözlerim Denker abiyi bulmuştu ki gülümseyerek baktığı gibi başımı ufak bir çocuğun başını okşarcasına sevdi. Omuzundaki Şanze’nin de başına dudaklarını bastırdığında o da doğrulduğunda gülümsemesi daha da büyüdü.
‘Konuşmak ister misin? Neler olduğunu anlatmak… Bana veya bir başkasına?’ gülümsemesine rağmen kaşları da sorusuyla havalandığında sertçe yutkunup başımı sağa sola salladım. Noyan’ın uzattığı suyu titreyen elimle alıp birkaç yudum içtiğimde gülerek başını sağa sola salladı Denker abi.
‘Mız mız mısın sen biraz? Ahu’da nazlı, sende nazlısın. Ben ikinizin birden nazını nasıl çekeyim, abi olarak bir atarım olmasın mı ya?’ diğer tarafında olan Şanze’yi de başıyla işaret ettiğimde omzuma doğru devirdiğim başımla iç çektim.
‘Özür dilerim, ben, bir anda sinirlerim boşaldı.’
‘Abiden özür dilenmez Belgi hanım.’ Kaşları çatılınca elimin tersiyle yüzümü temizleyerek baktım gözlerine.
‘Abiye özür de sunulmaz, teşekkür de edilmez. Abiye kalkılır Türk kahvesi yapılır. Gelin kahveni içmedim ben senin, hadi bakayım, marş marş. Sende kalk çikolata bul bana Ahu gözlüm.’ Durumumuz içler acısı olsa da keyfimiz paşada yok tabiri an itibariyle geçerliydi herhalde. Şanze tek kelime etmeden ayağa kalkıp bana elini uzattığında yakalayıp bende ahşap parkeden kalkıp derin bir nefes alarak yatak odasına ilerledim. Odaya gireceğim esnada salonda gözüme çarpan ise abisine sımsıkı sarılmış Noyan ve onun sırtına hafifçe vuran Denker abinin elleriydi.
Banyoya girip aynadan halime baktığımda suratım resmen kıpkırmızı görünüyordu. Kollarımı lavabonun kenarına yaslayıp yüzüme soğuk su çarptıktan sonra derin bir nefes daha aldım. Zihnim bana yine o çirkin oyunlarından oynamıştı. Aklım tekrar tarumar olmuş, uzun zaman sonra kabus halinde önüme çıkmayan tüm o şeyler yeniden yaşanmış gibiydi. Fiziken acısını şu an hissetmediğim her bir detay ruhen etrafımı çevreleyip beni köşeye sıkıştırmıştı fakat buna devam edemezdim. Bu çıkmaz sokakta yolun kapalı olan tarafına bakıp duramazdım. Geldiğim yoldan dönüp sokağın başındaki bedenimi bulmalıydı ruhum. Olan biten her şey gerginken bir de ben onları zora sürükleyemezdim.
Yüzümdeki ıslaklığı silmeden dışarı çıktığımda Noyan’ın yatağın kenarında oturan haliyle duraksadım bir anda. Hızlıca ayağa kalkıp yaklaşırken sarılacak olsa da bir anda duraksayıp gözlerime baktı. Bırak, diye bastığım yaygaranın sonrasında ne yapacağını bilemeyerek çekiniyordu haliyle. Onun yerine son adımı ben tamamlayıp kollarımı boynuna doladığımda nefesini rahatlarcasına bırakıp belimi sıkıca sardı.
‘Ben sana bağırmak istememiştim, farkında değildim senin olduğunun.’ Mırıldanırken başımı boynuna gömdüğümde derince nefeslendi.
‘Anladım orasını güzelim. Takma kafana.’ Bir kolu belimdeyken diğer eli başıma yerleştiğinde saçlarımın arasına da derince bir öpücük bıraktı.
‘İyi misin şimdi?’ başımı sallayarak bedeninden hafifçe uzaklaştığımda yüzündeki hafif tebessümle tekrar süzdü beni. Milim milim, ezberine kaydetmek istercesine baktı. Elimi hafifçe kaldırıp sakalları arasına götürecekken fark ettiğim kızıllıkla kaşlarımı çatarak bir adım geri çekildim.
‘Yaralandın mı sen?’ şaşkınlıkla aralanan dudaklarımdan sonra onun da kaşları çatılmaya başladığında aslında gerçekten de kafamızın yerinde olmadığının bilincine ancak varıyordum. Loş odaya rağmen kolunu yakalayıp hızlıca arkasını çevirdiğimde orada da bir şey olmadığını fark etmiştim ama çok geçmeden tişörtünün bittiği yerden kumaşın emdiği ıslaklıkla daha çok büyüdü.
‘Sıyırmış, bir şey olmaz.’
‘Dalga geçiyor olmalısın benimle, geçmiyorsan olay çıkarırım çünkü. Dikiş atılması lazım.’ Tişörtünün bittiği yeri hafifçe yukarı kaldırdığımda yüzüm istemsizce buruşmuştu ki gülümseyerek belimi sardı. Adam vurulmuştu ve söylediği tek şey bir şey olmazken bir de gülümseyerek belimi sarıp odadan çıkarıyordu.
‘Abim dikiş atar şimdi. Sen kahveyi yap.’ Sesindeki boş vermiş tınıya göz devirmemek elde değildi. Beni, ailesini bu kadar koruyup kollarken kendini bir o kadar umursamayışı canımı sıkıyordu. Gecenin bir vakti üzerimize ateş açılıyordu ve Noyan beni içeri Gizay’la itip kendini o kurşunların önüne fırlatıyordu. Geriye çekilip baktığımda net bir şekilde Denker abiyi ve Gizay’ı arka safta tuttuğunu, hiç bu işe bulaştırmadığını görebiliyordum. Onlarda ufacık çizik yokken Noyan bağımlısı gibi sürekli vuruluyordu. Henüz bir yarası iyileşmeden yenisi açılıyor, buna ufacık bir tepki vermiyordu. İnsan fiziken acı çektiğini şoktan çıktıktan sonra fark ederdi, etmeliydi ama Noyan sanki tüm hayatı boyunca şoktaymış gibi hissetmiyordu.
‘Sökük dikmeyecek farkındasın değil mi?’ inanasım gelmiyordu bu sakinliğine, çok saçmaydı. Az önce ev taranmaya başlamıştı, ki pencerelere saplı kurşunlardan fikir yürüterek kurşun geçirmez camlar sayesinde ölmediklerini düşünüyordum ve kolunu kurşun sıyırmış kocam sanki ufak bir sökük varmış gibi davranıyordu.
‘Panik yapılacak bir durum değil güzelim. Sen kahveleri getirene kadar bitmiş olur işimiz, takma kafana.’ Yok ben zaten kafayı yemiştim ancak daha da yiyebilmem mümkünse en azından bir üst seviyesi varsa hakkımdı. Noyan omuzuma dudaklarını basıp müsait bir yerde yolcu indiren dolmuş misali ilerlemeye devam ettiğinde yanımdan geçen Denker abi duraksayarak elindeki ufak çantayı gösterdi.
‘Kocanı dikeceğim iznin olursa, ha dersen ki tıp bizim işimiz, dokunmayayım, sen hallet.’
‘Abi ben ruh hastasıyım ama siz de kafayı yemişsiniz ya.’ Yüzümü buruşturup kahve yapmak için ilerlediğimde Denker abi kahkaha attığı gibi Noyan’ın yanına ilerledi ancak duraksayarak tekrar baktı.
‘Hazır başlamışken ağzını da dikmemi ister misin?’ göz devirmeme gülüp bu kez bedenini dışarı attı. Durum artık gerçekten garipliğini koruyacağı seviyeye geçmişti çünkü herkes günledik yaşadıkları bir düzen içinde davranıyordu. Bu halin gülünmelik mi yoksa ağlanmalık mı bir durum olduğu ise tamamen belirsizdi. Çünkü ağlanacak halimize gülüyorduk. Ya da ben henüz alışamadığım için ilk önce ağlayıp daha sonra gülmeyi tercih ediyordum.
Elimdeki tepsiyle bende yanlarına ulaştığımda Noyan’ın kolunun kapatılmasına bakarak göz devirdim. Fincanları bir bir herkesin önüne bırakıp yanına yerleştiğimde puslu mavileri beni buldu.
‘Senin laptop pert güzelim haberin olsun. İnşallah notlar mailde falan kayıtlıdır.’ Gülümseyerek dışarıdaki parçalanmış ekranı işaret ettiğinde bende sırıtmaya başladım.
‘Benim kocamı da perte çıkardılar ama görüldüğü üzere gülerek yanımda oturuyor.’ Cümlemle hepsinden kahkaha koparken Noyan beni kendine çekip şakağıma dudaklarını bastırdı.
‘Senin kocanı kimse perte çıkaramaz.’ Göz devirdiğimde herkes kahkahalarına yenisini ekledi. Neden durumdan sadece ben rahatsız olmuştum fikrim yoktu ancak kesinlikle en insancıl tepkiyi ben veriyordum bunun bilincindeydim.
‘Hadi, bir saat uyuyalım yarın şu projeyi hallederim, sonra yola çıkarız.’ Noyan’ın cümlesiyle kaşlarım çatılırken başımı omuzundan kaldırıp ciddi olup olmadığını anlamak için yüzüne baktım. Ortalık talan olmuşken uyuyalım mı demişti o?
‘Ne yapalım?’
‘Uyuyalım Deran.’ Dudak büküp mırıldandığında derin bir nefes alarak gözlerine baksam da ayağa kalkıp elimi yakaladı. İtiraz etmeden bende kalkıp takip ettiğimde odaya girer girmez üzerindeki tişörtten kurtuldu.
‘Uyuyabilecek misin sahiden?’
‘Evet güzelim, insani bir ihtiyaç uyku sonuçta.’ Evet, insani bir ihtiyaçtı fakat ölmek istememekte insani bir ihtiyaç olmalıydı. Ateş hattının tam orta yerinde, hedefinde kalmamakta… Normal bir nefes almakta… Öyle değil mi?
‘Az önce ev tarandı ve sen rahatça uyuyacaksın?’ giyinme odasına ilerlediğinde bende takip ederken elindeki tişörtü kenara bırakıp başını onaylarcasına salladı.
‘Noyan, ölebilirdin?’ şaşkınlıkla mırıldandığımda başını tekrar onaylarcasına salladı.
‘Ama ölmedim.’ Yaklaşıp belimin iki yanına ellerini yerleştirdiğinde şaşkınlıkla inceliyordum yüzünü, bedenimin bedenine yaslanmasını sağladığında dudaklarımın üzerini kapattı. Derin öpüşü ruhuma işlerken hafifçe geri çekilip alnını alnıma yasladığında ufacık tebessümü meydana çıktı.
‘Senin gördüğün tek bottu adaya elli tane adam indi. Sizi o tünele sokma amacım tam anlamıyla hayatınızı garanti altına almak için olan bir aksiyondu. Pencerelerinde kurşun olsa da bu evin içine girmek kolay bir iş değil. Yani görünürde saldırıya açık bir ev olabilir ama değil işte…’
‘Nasıl yani?’
‘Sen bana güven. Bu evde uyurken başına bir şey gelmesi mümkün değil.’
‘Sen nasıl vuruldun madem başıma bir şey gelmesi mümkün değil?’
‘Dışarı çıktım çünkü.’ Duyduğum açıklamayla kaşlarımı çatıp yüzümü yüzünden uzaklaştırdığımda derin bir nefes aldı. Belimdeki eli çekilip boynundan sarkan zincire ulaştığında alınlarımızı tekrar birleştirip benim başımdan geçirdi o uzun zinciri. Boş gözlerle bir Noyan’a bir de kolyeye bakmaya devam ederken başımı ne var dercesine sağa sola salladım. Şu dakika pek adabı muaşeret kurallarını umursayacak değildim. Tamam insanlara öyle kafa göz sallanıp hayırdır denilmezdi fakat bu ev güvenli diyerek vurulan, üzerine de bir kolyeyi boynuma takan kocama el ense dahi çekebilirdim.
‘Hayat garantimiz, onu dışarıda bırakamazdım.’ Sanki bana gerçekten açıklama yapmış gibi bir ciddiyetle bakarken kaşlarımı çattım. Bu adam beni çıldırtmak istiyordu. Eğer ki Simay’ın kilitlenip kaldığı Müge Anlı’da olsam eminim Müge ablada kocama, Beni çıldırtmak mı istiyorsun?, başlıklı bir konuşma yapardı. Ne kadar velvele dolu bir vakitten geçiyorduk farkında değil miydi sahiden. Her yerden üzerimize gelen o absürt olayları bir kolye ile mi koruyacağını düşünüyordu veya sarih olmayan her bir anın üzerini böyle basit gibi kapatılmasını mı sağlayacaktı?
‘Ne bu?’ zincirin ucundan sarkan ufak metal dikdörtgen prizmayı parmaklarım arasına aldığımda eli tekrar belimde yerini alırken gülümsedi.
‘Kimse bilmese de hayat garantimiz dediğim gibi.’ Ben mi aptaldım, Noyan mı açıklama yapamıyordu acaba? Çünkü iki seferdir aynı cümleyi kursa da ben ikisinde de aptal aptal suratına bakıyordum. Parmaklarım arasındaki dikdörtgen prizmayı alıp serbest bıraktığında elimi avucunun içine hapsetti. Ardından usulca omuzuna yerleştirirken aklımda hala ne bu sorusu olsa da yaklaşan nefesini dudaklarıma mühürledim.
Dokunuşunda, bakışında, nefesinde bile kaybolunur muydu bir adamın? Kayboluyordum. Sanki göğüs kafesinin altına hapsetmek ister gibi kavradığı bedenim can ata ata tutunuyordu ruhuna. Bir anda, akıl almaz şekilde nasıl bu hale bürünmüştüm en ufak bir fikrim yoktu. Oysa mantığıyla hareket eden bir kadındım ben, akıllıca davranırdım. Şimdi ne aklım başımdaydı, ne de mantığımı devreye sokabiliyordum. Sadece Noyan’ın kolları arasında her saniye daha da güvende hissediyordum kendimi. Buna karşı çıkıp soruma cevap almam gerektiğinden emindim ama ne düzgündü ki dünya üzerinde ben olması gerekeni yapacaktım? O yüzden belki de yatağa uzanmamızı sağladığında da sesim çıkmadı, kolları bedenimi sararken de. Hatta otelde dikkatimi çektiği kadarıyla genellikle yatağın kapıya yakın olan tarafında yatan Noyan pencereye yakın olan kısma geçti onda dahi laf sokma dürtümü durdurdum.
Yüzüme çarpan güneşle homurdanarak bedenimi diğer tarafa çevirdim. Yanımdaki yokluk hissiyatıyla kaşlarımı çatıp kirpiklerimi zorlukla araladığımda Noyan’ın olmayışı daha çok kaşlarımı çatmamı sağlamıştı. Herhangi bir su sesi yoktu, duşta değildi, görünürde giyinme odasında da koca bir boşluk vardı. Başımı hafifçe kaldırıp etrafa bakındığımda camın önüne ne zaman getirdiğinden haberim olmasa da bir masada sadece altındaki şortla ve çıplak üstüyle önündeki bilgisayara odaklı uğraşıyordu. Dirseklerimden destek alıp doğrulduğumda gözlerim de komodinde duran dijital saate döndü. İki saat mi uyumuştu sahi? İki saat uyumuştu ve çalışıyor muydu?
‘Saldırı kafana mı vurdu senin?’ dediğimde şaşkınlıkla bakışları bana dönerken gözlüğünü çıkarmayı ihmal etmedi.
‘Sesli küfür mü ettim fark etmeden?’ kendisinin ayakta olması normalmiş de benim uyanmam çok enteresanmışçasına bakmaya başladığında çatık kaşlarımı düzeltip başımı sağa sola salladım. O ise derin bir nefes alıp yayıldığı sandalyeden ayaklanarak yanıma yaklaşıp tek dizini kırarak üzerime eğilip alnıma dudaklarını bastı.
‘Niye tedirgin uyuyorsun sen sürekli?’ sorgulayan puslu bakışlarıyla başımı tekrar yastığa atıp derin bir nefes aldım.
‘Tedirgin mi uyudum ki?’ başını onay verircesine salladığında yatağa oturup yüzümü gölgeleyen saçlarımı okşayarak geriye itti.
‘Sürekli tedirgin uyuyorsun, ilk uyuduğumuz günden beri hem de, uykunda sıçrıyorsun, mırıldanıyorsun. Neden?’ nasıl bir yanıtı vardı ki bu sorunun. İçimde kanayan onca şey, o kadar travma nasıl açıklanırdı? Galiz hatıratlar dört yanımı kuşatırken onları ortalığa saçıp sırçalar gibi kalbime saplanmalarını engelleyerek neleri dile getirebilirdim mesela? Hiç birini. O yüzden belki de kaçacaktım. Çünkü vereceğim gerçek cevaplar ne bana iyi gelecekti, ne de Noyan’a.
‘Bilmem, farkında değilim.’ Gözlerindeki tedirginlik o kadar içimi acıtmıştı ki, ben sürekli kendi kabuslarım içinde kaybolurum, diyesim gelmedi. Zaten Noyan’a söylesem bunun için yapacağı pek bir durum da yoktu, sadece ekstra dert edinirdi kendine o kadar. Az önce olan şaşkınlığımı hatırladığımda araladım dudaklarımı, ‘İki saatlik uykuyla çalışmaya mı başladın sen?’
‘Uyuyamadım, bende uzanacağıma işi bitireyim en azından dedim.’ Gözlerim masaya tekrar dönerken üzerindeki dört fincanla derin bir nefes aldım.
‘Dört bardak kahve içersen uyuyamazsın zaten. Bir bardak kafeinle ortalama beş saat uykusuz kalabilirsin.’ Açıklamamla yüzünde hafif bir tebessüm belirdiğinde dudakları çıplak omuzuma dokunup geri çekildi.
‘Kahveye bağımlıyım ben, uykum ile kendisi çok karşı karşıya kalmaz.’
‘Üniversite döneminde çok içermişsiniz, Şanze anlattı.’ Başını onay verircesine sallarken bağdaş kurduğumda yüzündeki tüm masumiyetiyle bana bakmaya devam etti. Dudaklarında belli belirsiz bir gergin ifade oluşurken derin bir nefes aldığında anlamıştım ki aklından geçenler ne ise sormak üzereydi. Üstelik benim kaçmamı engelleyecek kadar da ısrarcı olacaktı. Biliyorum zül değildi bu fakat acısı büyüktü. Kanattığı yerler kadar, yeniden açacağı yaralar vardı. Tüm soracakları sancı ve kalp kırgınlıklarını zerk edecekti vücuduma. Geçmişim ağır müsecceldi ve ben buradan sağ çıkamazmışım gibi geliyordu.
‘Gece üzerine gelmek istemedim ama…’ alt dudağını sıkıntıyla ısırdığında derin bir nefes daha alarak devam etti konuşmasına, ‘Karanlıktan niye korkuyorsun Deran? Kime neyi yapmayacağın için söz veriyorsun?’ dizimdeki parmaklarımı avuçları içine alıp merakla bakmaya başladığında sıkıntılıca omuzlarımı oynattım. Dillendirmek dahi istemiyordum, umursamak, hatta hatırlamak bile.
‘Boş versek?’ ufak bir kız çocuğu gibi mırıldandığımda gülümsemeye çabalasa da o puslu maviler usulca soğumaya başladı. Noyan kadar gözleriyle konuşabilen başka bir adama sanırım hiç şahit olmamıştım. Bu sadece bana özel davranış değildi üstelik. Onun gözlerine bakan birine ne zaman denk gelsem cümleye ihtiyaç duymadan onay verebiliyor veya ne diyeceğini tahmin edebiliyorlardı. Gerçekten bu kadar tahmin edilebilir bir adam olması hakkında kuşkularım olsa da harelerinin alenen buz gibi bakmaya başladığını, hatta duygusuzlaştığını söyleyebilirdim.
‘Seni bir yere mi kapattı uzun süre yoksa başka bir olay mı geçti başından?’
‘Noyan.’ Sesim yalvarırcasına çıkıyordu fakat karşımdaki yansımam gibi olan gözler kesin ve net şekilde öğrenmek istiyordu. Bakışlarımı gözlerinden kaçırdığımda nefesini sıkıntılıca bıraktı ama bu asla durduğunu işaret eden bir eylem değildi. Hali hazırda ben Noyan’ın istediğini öğrenene veya alana kadar duraksadığına hiç şahit olamayacakmışım gibi hissetmeye başlamıştım.
‘Bak.’ Bedenini biraz daha yaklaştırıp tuttuğu parmaklarımı dizine çektiğinde kafasında cümleleri toparlar gibi gözlerini iç içe olan ellerimize çevirmiş ardından tekrar bana yönlendirmişti, ‘Unutmak, yok saymak istiyor olabilirsin, emin ol benim de öyle yapmayı çok istediğim anlar vardır. Fakat sürekli kriz geçiriyorsun Deran. Öyle üstten atlatılacak şeyler de değil, ağır krizler geçiriyorsun.’ Dikkatle bakmayı sürdürdüğünde başımı onaylarcasına sallayıp karşılık verdim.
‘Krizlerden sonra ne yaşadığını hatırlamıyorsun. Dün gece sizi oradan çıkarmak için geldiğimde tırnaklarını derine gömmüştün. Tepki verene kadar kaslarını açmaya çalıştım ve muhtemelen bunların hiçbirinin farkında değildin o anda. Etkisini hala atlatamadığın için bilincinde değilsin ama saçlarının arasında yaralar var, tırnaklarını bastığın için. Daha önce barda avuç içlerine de aynısını yaptın. Normal şekilde kriz geçirsen beklerim, susarım fakat kendine fiziksel olarak zarar veriyorsun.’ Elim istemsizce saç diplerime gittiğinde anında yakalayıp parmaklarıma dudaklarını bastırdı durdurmak istercesine.
‘Kendini kontrol etme, en azından şuan. Sadece… Panik atak, ağlama nöbeti, akluofobi … Bunların dışında ne var? Nelere reaksiyon gösteriyorsun bilmem gerek. Dün gece canın daha önemli olduğu için gözüm karardı, aklımdan çıktı ama ne olduğunu bilmem gerek.’
‘Çok mu kötü?’ kaşlarımı çatıp tekrar elimi saç diplerime götürmeye çabalasam da Noyan bırakmadan gülümsemesini gösterdi.
‘Uyurken krem sürdüm o yüzden kontrol etme diyorum. Biz dört gün önce bir söz verdik, farkındasın değil mi?’ başımı onay verircesine salladığımda dudaklarını ıslattı, ‘Bütün bunları en çok benimle paylaşırken rahat olmalısın. İnsanın kendine en yakın olacağı kişi psikoloğu veya psikiyatrı değil eşidir. Gel hadi.’ Yataktan kalkıp tuttuğu elimle benim de kalkmamı sağladığında kenardaki ipek siyah sabahlığı aldığı gibi omuzlarıma bıraktı. Tekrar elimi tutup ilerlemeye başladığında odadan çıkıp mutfaktan da iki bardak kahve alıp bu kez dışarı yöneldik. Adımlarımız dün Şanze’yle oturduğumuz şezlonga ulaşırken kupaların ikisini de sehpaya bırakıp şezlonga uzanmış, ardından hafifçe kayıp yanına yerleşmemi istercesine elini uzatmıştı. İstediğini yaparak bende oturduğumda fincanın birini alıp bana uzatıp, kenardaki kül tablasını dizine yerleştirdikten sonra iki dal sigara yakıp onunda birini bana vererek kendi kupasını da alıp bakışlarını dingin denize dikti.
‘Şimdi dökül bakalım Deran’ım.’ Sigaradan derin bir nefes alıp başımı omuzuna yaslayıp bende onun gibi ileriye bakmaya başladım.
Hayatımda olan her şeyi gizli saklı yaşamayı adet edinmiştim. Bu bir bakıma mecburiyetti fakat nedense insanların iyi ve mutlu bir ailede annesiz de olsa büyüdüğümü düşünmesi işime gelmişti. Veya babamın yaşattıklarının mantığımda tutar bir tarafı olmadığı için sessizliğimi korumuştum. Şimdi birisi, daha doğrusu sevdiğim adam gelmiş ve bana geçmişin acı yanlarından bahset diyor, hatta o acıların travmalarını soruyordu. Kendime dahi açıklayamadığım muhteriz şeylerdi hepsi. Habis zamanlar, nedamet dolu anılar ve saçmalıklardan ibaretti.
Travmalar çekilmezdi, altında bin tane dert yatar, hiçbiri de öyle kolay tedavi edilmezdi. Kendisiyle bir daha görüşmeyeceğimden emin olduğum psikoloğumdaki son seferde kadın bana kendinle barışmalısın demişti. Travmalar o kadar ağır yüklerdi ki kadın bana kendimle barışıp, kendimi affetmemi söylemişti. Ailemin yıkılmasında suçlu olmayan bana kendimi suçladığımı dile getirmişti. Bu bana ilk anda bir bina yıkıldığında aynı caddedeyim diye kendimi sorumlu tutmamla eş değer gelmişti fakat daha sonra içimdeki bana, babama, anneme, hatta hayata küs kız çocuğunu gördüğümde haklı olduğunu anlamıştım. Suçlu değildim fakat suçlu hissettirilmiştim.
‘Ritmik sayamıyorum. Annem giderken saydım en son, sonra tekrar sayma çabasına girdiğimde yapamadım. Onun yerine çam ağaçlarını düşünürüm panik atak sırasında, yürüdüğü patikayı, kuş seslerini, sonra çıra kokusunu hatırlama çalışırım…’ dudaklarım ufak bir tebessümle kavislenirken derin bir nefes doldurdum ciğerlerime. Genzim hem denizden vuran tuzlu su, hem de Noyan’ın çıra kokusuyla dolarken gözlerimi kapatsam da şakağıma basılan dudaklarla tekrar araladım.
‘Güzel. Bir daha karşılaşırsak çıkış kapımız belli.’
‘Biliyor musun normalde hastaneye kaldırılacak düzeyde oluyorum panik atak geçirirken ama sen olunca…’ kısaca duraksadığımda meraklı gözlerinin bana döndüğünü fark ettim, ‘Sen çıra gibi kokuyorsun, o bardayken muhtemelen hastanelik olmamamın sebebi kokundu.’
‘O zaman her daim daha yakınında duracağım ve asla parfümümü değiştirmeyeceğim.’ Gülümseyerek ileriye tekrar dönerken başımın üzerinde dudaklarını hissettikten sonra mırıldanmasını da duydum, ‘Başka?’
‘Araknofobim var.’
‘Örümcekler… Örümceklerden korkuyorsan burada nasıl rahatsız olmadın?’ açıkça söylemesiyle rahatsızca boynumu kıpırdattığımda yeterli gelmemişti. Sigaramı dudaklarım arasına sıkıştırıp o rahatsız hissiyattan kurtulmak istercesine boynumu okşadım. İsmi bile deli ediyordu insanı resmen.
‘Görmedim hiç, adı da geçmedi, söyleme bir daha.’
‘Onlardan niye peki?’
‘On iki, on üç yaşımdayken oldu o. Kolumu ısırdı, çok kötü şişmişti, canım çok acımıştı.’ O acı hala arada sırada kolumu yoklardı. Evet yarası orada değildi, şişlik kalmamıştı fakat bazen tam da o noktaya parmağım değdiğinde derimin içten içe ateşler arasında kavrulduğunu hissediyordum anlamsızca.
‘Akluofobi ve klostrofobim var ikisi karışık. O da bir gün annemi savunduğumda, yani gitmesini haklı bulduğumda evin altındaki kilere kilitlemişti. Sonra yalvardım çıkarması için, çıkardı da ama hassasiyetim olduğu için sürekli o kilerle kilitlemekle tehdit etti. O zaman oldu sanırım.’
‘Bir kez mi kilitledi?’ dediğinde iç çektim. Bazen Noyan’ın böyle bodoslama soruları can sıkıcı oluyordu. Bir şeyleri görmezden gelse epey rahatlatırdı fakat o inatla olan biteni tüm şeffaflığı ile bilmek istiyordu. Kaldı ki ben anlatmasam dahi bir şekilde kendinin öğreneceğini daha önce ismi saklı şekilde Noyan’ı anlatan Gizay’dan tahmin edebiliyordum.
‘Birkaç defa.’ Sesim fısıltı gibi çıkarken bedenimi saran koluyla tüm bedeninin gerilmeye başladığını hissettim. Sanki şu dakika parmakları arasında Zeren beyin boynu varmış gibi kaskatı kesilen elini açıp kapattıktan sonra duyacağım kadar seslice yutkunduğunda bekledim devamını. Bir kurbanın beklediği gibi üstelik.
‘Dün fark edebildim, daha doğrusu taşlar yerine oturdu. Ameliyata girmeden önce dikkatimi çekti aslını istersen, kollarında-‘ derin bir nefes aldığında ne dediğini anlamak için yüzüne baksam da gerginliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu, ‘Kollarında silik izler vardı, şiddet mi uyguladı sana?’ sorusu dumur olmamı sağladı. Ben bile kollarımda iz kaldığını fark etmemiştim. O kadar kan kaybetmişken nasıl fark etmişti ki? Dahası yıllar önce her yara bir iz halini aldıktan hemen sonra lazerle sildirilmişti. Çok dibine girip bakılmadığı sürece belli olmaz, hatta bilmeyen birisi yakından baksa da tahmin edemezdi. Yüzüm şaşkınlıktan nasıl bir hale girdiyse gerginlikten kaçamasa da yarım ağız gülümserken başımı sağa sola salladım, ‘Nasıl kollarında iz var o zaman? Gece kendini korumak adına aldığın pozisyondaki yerlerdi, çok net hatırlıyorum.’
‘Kilitledi.’ Sesim fısıltı gibi çıkarken gözlerimi çoktan o puslu mavilerden kaçırmıştım. Noyan ise çok şey söylemek istiyor fakat susma ihtiyacı duyuyor gibi derin bir nefes aldı. Az veya çok olan biteni tahmin ettiği için belki de her soluğu kesik kesik olurken birbirine bastırdığı için gıcırdayan dişleriyle bende yutkundum. En başından beri zorlukla olan o yutkunuşum boğazımı yırtıp geçti ama bir kez daha yaşananları yuttum.
‘Saçlarını neden kestin peki?’ yine bodoslama olan sorusuyla iç çekip omuz silktiğimde dişlerinin gıcırtısı tekrar ulaştı kulaklarıma, ‘Tutamasın diye mi?’ hem kendisinin hem benim nefesim kesiliyordu. Sorularını cevap vermeyeceğimi bilir gibi arka arkaya sormaya başlamıştı. Çünkü bir cevap istemiyordu. Dilimden onaylama dolu herhangi bir nara kopsun istemiyordu.
‘Kısa saçta sana çok yakışıyormuş bu arada.’ Yüzüne bakmasam da yorumuyla gülümsediğimde sigaramdan derin bir nefes çektim.
‘Bunlar özgül fobiler, atlatırız.’ Bedeni kaskatı olsa da sesi kadife yumuşaklığında çıkarken derin bir nefes daha aldı, ‘Atlatacağız.’ Sanki kendi kendini ikna edercesine bir kez daha mırıldandığında başımı onaylarcasına sallayıp sigaramdan son bir nefes çektim. Dizindeki kül tablasına söndürüp kahvemden yudumladığımda koca bir sessizliğin içinde kalmıştık.
‘Senin yok mu? Korkuların, fobilerin…’ Kasveti dağıtmak istercesine mırıldandığımda hala saçlarımın arasındaki dudakları muhtemelen tebessüm ederek kıvrıldı.
‘Bir tane var sadece, o da yanarak ölmek.’ Kaşlarımı çatıp başımı kaldırırken yandan bir gülüş gösterdi.
‘Kötü bir şey tabi ama neden?’
‘Mezuniyetimdi, lise mezuniyetim. Abim, ben ve Şanze okuldaki törenden sonra annem ve babamla dönmedik eve. Gizay hastaydı, daha doğrusu bahar nezlesi var onun, o yüzden de gelmemiş, evde kalmıştı. Annem ve o herif arasında hep enteresan kavgalar olurdu, nedenini bilmezdik ama o gün kavgalı değillerdi. Eve geri döndüğümüzde…’ sertçe yutkunup gözlerini kapattığında bir an yeter anlatma demek istemiştim, devamını tahmin etmek asla zor değildi o yüzden bire bir o anın içinde yaşarcasına olan haline yüreğim el vermemişti ancak gözlerini açıp zorlukla bir nefes daha aldı.
‘Tüm ev alevler içindeydi. O herif kenarda ambulansın içinde oturuyordu, sanki o yapmamış gibi… Eli yüzü simsiyah is, Gizay baygın ambulansta yatıyordu. Kahrolmuş gibiydi Kubilay bey…’ Yıllar öncesine dair bir haber hatırlıyordum, kahvaltı masasında babamın okuduğu gazetenin ilk sayfasında kocaman bir yanmış ve sadece bir köşesinden daha önce beyaz mı gri mi olduğu anlaşılmayan yapı. O haber Noyan’ın ailesine ait miydi, değil miydi bilmesem de koca ahşap bir evin simsiyah olmuş hali gazetenin ilk sayfasına basılmıştı. Görür görmez ürküttüğü için dikkat kesilmemiştim. Fakat şimdi o veya ona benzer bir hikaye gelecek gibi hissediyordum.
‘Onun yaptığından nasıl bu kadar eminsin?’
‘İfadesinde annem su ısıtıcısını prize taktığında bir anda ateş çıktığını, annemin yere düştüğünü söyledi. Etrafı alev kaplamış, annemi sözde çıkarmaya çalışmış ama yapamamış. O herif doksan kiloydu Deran, benim annem elli kilo belki vardı. Hadi kucağına alamadı, duman yüzünden yapamadı, kolundan tutup sürükleyebilirdi. Gizay o seneler çok zayıftı ama annemi çıkaramadığı için aylarca kendini suçladı. Arka kapıdan çıkmış o, evde aramak için çaba harcamış ama evimizin içinde de dışında da ahşap çoktu bizim, annem çok severdi ahşabı, onlar devrilmiş, tek çıkış kapısı da Gizay için arka bahçe olmuş. Bir umut çıkınca aramış etrafta annemleri fakat sadece o dışarıdaymış, Kubilay bey. O zamanlar buna çalıştı aklım ama konduramadım, bir sene sonraydı herhalde, tıpkı bizim o evde çıkan gibi bir yangının başlangıcı gibi şeyler anlatırken duydum çalışma odasında. Gözüm karardı, hesap sordum, itiraf etti. Alenen kendi yaptığını, annemi bayıltıp evi yaktığını söyledi. Ne kadar çaba harcasam da tutanaklar öyle sağlamdı ki inanmadılar. Diri diri yaktı, diri diri…’ gözünün önünden görüntüyü silmek istercesine başını sağa sola salladığında derin bir nefes almayı ihmal etmedi.
‘Sormasam daha iyiydi sanırım.’ Mırıldanmamla bakışları bana döndüğünde yüzündeki o ufacık tebessüm bile aslında acı çektiğini, o günü hatırlayınca kahrolduğunu anlatır gibiydi. Hayır Noyan’ın gözleri konuşmuyordu, Noyan’ın gözleri istediği zaman cümle kurabiliyordu belki fakat acı çektiği zaman acı çektiğini asla dile getirmiyordu. Yüzündeki tek bir mimik dahi oynamadan anlattığı, hala da ufacık bir kıpırdanma olmayan haliyle kimse onun ne yaşadığını, hissettiğini, ne kadar üzüldüğünü tartamazdı. Ben hissediyordum fakat tüm hissetmelerime rağmen görmüyordum.
‘Abim ile Şanze dalga geçiyorlar ya ev yaptırmam konusunda.’ Derin denizler gibi bakan harelerine başımı sallayarak onay verdiğimde bir kez daha gülümsemeye çalıştı.
‘Bu mevzu yüzünden. Tasarladığım yerde yaşamayı seviyorum ama onun dışında burası, İstanbul’da olan ev, diğerleri, hepsinde yüksek güvenlik önlemleri var, sadece çakmak ateşini algılamıyorlar.’ Az önce olan acı çeken bakışları bir anda parlamaya başladığında dudaklarındaki tebessüm gülümsemeye dönüştü.
‘Ne oldu?’ az önce acı bir geçmiş anlatan kendisi değilmişçesine unuttu sanki tüm olup biteni ve gülümsemeye devam etti. Eğer ki bu ana şahit olmasam dakikalar önce olan Noyan’ı aslında seneler önce görmüşüm gibi kafamda bir yere oturturdum.
‘En son eve yerleşirken sipariş kodları karışmış, ocağı standart göndermişler, benim de haberim yoktu, özel eşyalarımı Şanze yerleştirdi iş yoğunluğum sebebiyle. O sırada abim de uğramış, kahve yapası tutmuş Şanze’nin. Ocağı yakar yakmaz mutfak su altı olmuş. Eve telefona düşen uyarı yüzünden panikle geldim, hallerini görmen gerekiyordu. Sistem sadece benim telefonumdan durduruluyor, bilmedikleri için ellerinden bir şey de gelmemiş, bende çalışma devam ediyor o kadar insan var diye durdurmadım tabi. İnat edip ocağın üzerine dosya tutup yapmışlar kahveyi, haliyle soğutma sistemi çalışmaya devam etmiş. Bahçede sırılsıklam ellerinde kahve fincanlarıyla bana öyle kötü bakıyorlardı ki anlatamam sana.’ Dudaklarımdaki kahkahaya engel olamadığımda Noyan’da gülmeye başladı. İkisinin o anlarını hayal etmek güç bir durum değildi. Her ne kadar Denker abi en büyükleri olsa da kız kardeşi için küçük bir çocuk gibi olan hali, Şanze’nin zaten tümden şımarık gibi davranmaya çalışması zorlamıyordu insanın hayal gücünü.
‘Hadi kalk bakalım.’
‘İyiydik.’ Burun kıvırıp mırıldandığımda derince soluklanarak süzdü yüzümü. Dakikalarca tek kelime etmeden bakarken dudaklarının tebessümüyle kıvrılışı bir saniye bile bozulmadan öylece izledi.
‘Ben projeyi bitireyim, sende biraz daha uyu. Sonra İzmir’e geçelim.’
‘İzmir’de ne yapacağız?’
‘Önce… Şu konuştuğun adam… Evren miydi adı?’ başımı onaylarcasına salladığımda o da gülümsemesini büyüttü, ‘Onun yanına uğrarız, ifade için gel demiştir muhtemelen, hem baban tutup kaçırıldı falan derse gözüyle görsün. Babaanneni bildiğine göre onu da tanıyordur.’ Başımı tekrar onay verircesine salladığımda derin bir nefes alarak bakışlarımı denizin sakin haline çevirdiğimde aklıma gelen şeyle ayaklarımı kumlara gömüp oturuşumu dikleştirdim.
‘Zeytinliğe uğrayalım mı?’
‘Uğrayalım tabi, bakalım karım hangi ağaç diplerinde kahkaha atmış, bir göreyim.’ Ayağa kalkıp elimi uzattığımda bir an itiraz etmeden parmakları yakalayıp kendisi de kalktı. Attığımız birkaç adımdan sonra bakışları gökyüzünü bulurken bende onunla baktığımda artık neredeyse gün ışığı sayesinde silinmek üzere olan ayın yanındaki ufak parlaklığı işaret etti.
‘Venüs.’
‘Nereden biliyorsun?’
‘Küresel ısınmadan, belki de artık çocuk olmamaktan…’ Bakışlarım hala parlayan noktadayken sakince ona dönüp kaşlarımı havalandırdığımda gülümsemesi daha çok büyüdü.
‘Pek görünmez küresel ısınma işin dalgası ama evrenin de dengesi değişiyor artık. Belki de ben büyüdüğüm için dikkatimi çekiyor. Dünyanın ikizi…’
‘Hala net değil ama olmayabilir de.’ Biraz olsun kafasını dağıtmak adına inatla mırıldandığımda yan bir bakış atarak gülümsedi. Kısa süre sonra cebindeki telefonu çıkardığında bir uygulama açarak derin bir nefes aldı.
‘İddiaya girelim mi?’
‘Olur… Kazanırsam ne alırım?’ derken kollarımı da boynuna sardım. Muhtemelen Venüs çıkacaktı, hatta bu kadar net şekilde söylediğine göre kesin öyle olacaktı ancak şuan olan çocuksu halini kaçırmanın bir faydası olmadığı için mühim değildi.
‘Sen kazanırsan… 38 milyon kere öpersin beni.’ Diyerek yanağıma dudaklarını bastırdığında başımı onay verircesine salladım.
‘Peki sen kazanırsan?’
‘O zaman da ben 38 milyon kere seni öperim.’ Kaşlarını havalandırıp muzurca güldüğünde derin bir nefes alarak burun kıvırdım.
‘İkisi de aynı yere çıkıyor.’
‘Çünkü yan yana olduğumuz her günde ikimiz de bir şekilde kazananız.’ Dudaklarımda kocaman bir gülümseme varken yeni yeni kendini belli etmeye başlayan gözlerindeki parlamalarla dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes aldım.
‘Niye 38 milyon peki?’
‘Çünkü Venüs, Dünya’ya 38 milyon metrekare uzakta fakat biz dünyadan onu görebiliyoruz. Ben senden 38 milyon kilometre uzakta olsam da seni hep göreceğim. Tam da bu yüzden.’ Elini belime yerleştirip bedenlerimizin birbirine yaslanmasını sağladığında dudaklarının üzerini kapatıp geri çekildim.
‘Hadi kanıtla o zaman, kabul.’ Az önce çıkardığı telefonun kararmış ekranını aydınlatıp gökyüzüne kaldırdığında dışarının aydınlığına rağmen ufacık ekrandaki lacivertlikte olan yüzlerce noktaya baktım. Ufacık beyaz pırıltılar öylece telefon ekranında isimsiz şekilde yansırken aslında gökyüzünün perdesinde kalmış olmaları üzüyordu insanı ve ben muhtemelen yapabiliyor olsam tıpkı gece gibi gündüzleri de tüm yıldızları görmek isterdim.
‘Dokun bakalım.’ Bakışlarıyla telefonu işaret ettiğinde en belirgin noktanın üzerine parmağımı götürmüştüm ki altında beliren Venüs yazısıyla gülümsemem daha da büyüdü.
‘Ben kazandım.’ Omuz silkerek telefonu aşağıya indirirken bakışlarım yukarıdaki mavilikten Noyan’ın mavilerine döndü. Parmaklarımı usulca sakallarına yerleştirip okşadığımda yeniden kapattım dudaklarının üzerini. Ne nefesinin nefesimden kopması niyetindeydim ne de teninin tenimden. Tüm yaşamlar boyunca bir çekim kuvveti gibi Noyan’ı öpmeye, onda kaybolmaya ve daha çok var olmaya devam edebilirdim. Sanki onun da kafasında aynı düşünceler dolaşırmış gibi parmaklarını saçlarımın arasında gezdirip daha derin öptü. Yüzyıllar kadar derin bir hukukun içerisinde, milyonlarca değerde öptü hem de.
‘Az önce beni tüm ömrün boyunca öpmek mecburiyetinde bıraktım seni, farkındasın değil mi?’ alnıma yasladığı alnına rağmen başımı onaylarcasına salladığımda derin bir nefes alıp hafifçe geri çekildi.
‘Çok güzelsin Deran… Haddinden fazla güzelsin.’ Saçlarımın arasında parmakları gezmeye devam ederken dikkatle yüzümü incelediğinde derin bir nefes alarak bir kez daha öpüp geri çekildi.
‘Keşke bu acıları, sancıları, kötü zamanları yaşamadan yetişebilseydim sana.’
‘Yetiştin sonuç olarak.’ Çocuk gibi omuzumu hafifçe kaldırıp indirdiğimde dudaklarını ıslatıp sıkkınca bıraktı nefesini.
‘Geç kaldım, gözyaşı dökmeden, o ilaçları kullanmaya başlamadan, tüm bunlar olmadan önce gelmeliydim.’ Başını usulca sağa sola sallarken yüzünde kırgın bir tebessüm belirdi, ‘Çok daha önce girmeliydik bu savaşa.’ Saçlarımın arasındaki parmakları bu kez yanağımda yer edinirken boşta olan diğer yanağıma dudaklarını bastı, ‘Millattan önceler kadar bir zamanda…’ kokumu derince içine doldururken aslında ne kadar gerçek ve bir o kadar da aksine ütopik bir zaman diliminde olduğumuzun farkındaydım. Ayaklarımız asla yeryüzüne basmazken kumların üzerine yürüyor, aklımız başımızda hiç değilken birbirine sarılıyordu.
Bazen incinmekten daha çok korkardık incitmekten. Birinin kalbini kırabilmek, ki kalp kıramazdık ancak zihin yaralayabilirdik, ayak parmaklarımızdan saç uçlarımıza kadar titretirdi bizi. Girdiğim nadir derslerin birinde o kalıba sığmayan aşkların anatomisi gibiydi durum. Orada hoca demişti ki; Aşkın bilimine dair iki hatırlatma vardır… Tutku ve yakınlık. Bazı faktörlerden etkilenir; benzerlik, yakınlık ve bağımlılık. O ders dün gibi aklımda olsa da unutmak isteyeceğim kadar güzeldi Noyan. Bunun aklımla, duygularımla alakalı olmasını değil, bire bir kalbimle alakalı olmasını isteyecek kadar güzeldi bakışları.
İnatla uyumam konusunda dirense, üç kez yatağa yatırmaya çalışsa da bedenimi kucağında bulduğunda dudaklarındaki tebessümle sarılıp bakışlarını yeniden bilgisayara dikti. Başımı yasladığım omuzdan gözlerimi bir an yüzünden ayırmadan izlerken daha da aydınlanan yeryüzünde bir mimik bile kıpırdamayan halini daha çok seyrettim. Neler yaşayacağımızı bilmeden, bunu pekte önemsemeden izledim üstelik.
‘Çok inatçısın.’ Dudaklarını alnıma sıkıca basıp mırıldandığında tebessümle bakmaya devam ettim omuzundan. Arada sırada beni sarmak zorunda olmayan kolu klavyeye uzanıyor, bazen bedenimi daha sıkı kavrayıp sandalyeye yayılıyor, fakat sanki kurulu bir saat gibi dudakları gelip tenimi bulmaktan vazgeçmiyordu. Başa sarıp eksiklerini kontrol ettiğini düşündüğüm anlarda fareyle uğraşmayan parmakları da bacağımı veya belimi okşamaktan geri kalmıyordu. Masanın kenarındaki telefonun çalmasıyla gözünü diktiği ekrandan ayırmadan yanıtladı aramayı.
‘Söyle.’ İçten içe bir selam sabah verseydin be adam demiyor değildim fakat uzunca dinlemesinin sonunda anladığım kadarıyla hattın ucundaki zaten alışkındı buna.
‘On mimar bir araya gelip çıkaramadınız ya bu işi, ben döndüğümde yapacağımı biliyorum size.’ Sıkıntıyla konuştuktan sonra karşı tarafı dinlemeye devam ettiğinde gerilen yüz hatlarından ayan beyan bağırası olduğunun farkındaydım.
‘Si-‘ bakışları kısa bir anlığına bana döndüğünde sıkkınca nefesini bırakıp gözlerini yumdu, ‘Bahane sunma, iş sun bana. Modelleme bile yapamayan insanlarla ben ne yapacağım. Elinde somut şeylerle gel. O senin haricinde olan dokuz kişiye de ilet büyük hesap var sizin için. Ayaklarını denk alsınlar, toplantıya da adam akıllı hazırlansınlar.’ Daha fazla konuşma ihtiyacı hissetmemiş olacak ki kulağından çekip anında kapattığında dilini dişlerinin üzerinde gezdirerek çatık kaşlarıyla bilgisayar ekranına bakmaya devam etti. Tekrar klavyede parmaklarını gezdirirken çıkan tıkırtıları dinlediğimde bedenini hafifçe doğrultmuştu ki gözleri eş zamanlı bana döndü.
‘İki büklüm belin ağrıyacak güzelim.’
‘Memnunum halimden.’ Mırıldandığımda önce çatık kaşları düzelmiş, ardından yüzünde hafif bir tebessüm oluşmaya başlamıştı. Bilgisayarla mücadele içindeki eli kalçamda yerini aldığında tekrar alnıma dudaklarını bastırdı. Kalçamdaki eli çekilip bacaklarımın altına geçerken sıkıca kavrayarak ayaklandığında kollarımı boynuna dolayıp bir milim kıpırdamadım yerimden.
‘Yatağa bırakırsan tekrar kalkacağım.’ Açıklamam hoşuna gitmiş olacak ki dudaklarından kahkaha firar ettiğinde sırtımın yumuşacık yatakla buluşmasını sağlasa da bu kez bırakıp masaya yönelmemiş dirseklerinden aldığı destekle üzerime eğilmişti.
‘Niye insanların konuşmalarını dinlemiyorsun?’ aklıma oteldeki personelden kart alışı, az önce telefon konuşması gibi şeyler geldiğinde derin bir nefes alarak alnımdan şakağıma doğru süzülen saç tellerimi okşayarak gülümsedi.
‘Fuzuli konuşuyorlar.’
‘Nasıl yani?’
‘Dümdüz, bomboş şekilde. Bir işi yapamadığında özür dilemezsin, yapamadım çünkü bu yüzden dersin, o ışıkta bir dahaki sefere yapabilmen için yol çizilir. Fakat ben kimseden bu yüzden yapamadım duymuyorum. Sürekli bahaneler, saçma sapan özürler, gereksiz açıklamalar… Spor yaparken de söyledim sana, on beş saniye ayıracak vaktim yok benim. Saatlerce özürler dinleyemem.’
‘İnsanlar telafi etmek istiyor olabilirler?’ kaşlarımla beraber omuzlarım da havalandığında yüzündeki gülümseme bozulmadan başını sağa sola salladı.
‘Telafi için fikir ve bilgi alınır. Nasıl örnek verebilirim…’ gözleri usulca yatakta, yastıklarda, dağılmış saçlarımda gezdikten sonra son olarak gözlerime tekrar odaklandı, ‘Final sınavına girdin ve üç soruyu yapamadın diyelim. Hocadan gidip öğrettiklerine rağmen yapamadığın için özür dilemen telafi anlamına gelmez. Ancak gidip veya dersini bekleyip yapamadığın o üç soruyu sorarsan, anlayana kadar üstelersen ve bir daha o soruyu sorduğunda cevabı bilirsen bu telafidir.’
‘Sen onların hocaları değilsin ama? Yani çekiniyor olabilirler, dönüp mezun oldukları halde neden bilmedikleri hakkında kızabilirsin.’
‘Bir gün beraber şirkete gidelim ve bak bakalım hocaları mıyım değil miyim…’ ne dediğini anlamak istercesine gözlerimi kıstığımda dudaklarımın üzerini örtüp derince öptü. O dakika itibariyle sorularım da meraklarım da bir perde arkasına koşarak kaçma niyetine girdiler. Üzerimdeki zaten kısa olan gecelikten açık kalan bacağımda parmakları gezinmeye başladığında vurulan kapıyla dudaklarımız ayrılmış gözlerimiz ise birbirini bulmuştu.
‘İki dakika romantizm yapacağız kapı çalıyor.’ Fısıltısına gülmek istesem de dudaklarımı sıkı sıkıya birbirine bastırdığımda tekrar kapının tok sesini duymuştuk.
‘Efendim?’ olduğu yerden kıpırdamadan seslenirken gülmeme çabamı fark ederek ufak bir öpücük daha bıraktı dudaklarıma.
‘Öğlen oldu abi, öleceğiz açlıktan kalkın kahvaltı yapalım.’ Şanze’nin sesiyle göz devirip bir kez daha öptüğünde doğrulmaya çalışsam da üzerimdeki bedeni engel olduğunda tekrar uzandım yatağa.
‘Göbeğiniz bizimle bir mi kesildi, yapın kahvaltınızı.’ Sesi sertti ancak ters değildi. Belki bu yüzden belki de Şanze alışkın olduğu için umursamayacağını düşünüyordum.
‘Belgi ablaya söyle o zaman. Sen aç değilsin ama kadın belki açtır.’
‘Ben daha çok Belgi ablana açım ama…’ fısıldayarak konuşup bu kez boynuma dudaklarını bastırdığında üzerimden kalkıp sıkıntıyla nefesini bıraktı.
‘Geliyoruz Şanze, geliyoruz.’
‘Çabuk!’ çocuk gibi isyan eden haliyle ayak sesleri kapının önünden uzaklaştığında bende sonunda bedenimi dikleştirdim.
‘Biz Monte Carlo’ya falan gitmeyelim, hatta ne yapalım biliyor musun?’ gözlerini kıstığında hala yüzümdeki gülümseme yerli yerindeyken başımı sağa sola salladım.
‘Ne yapalım?’
‘Biz geliyoruz diyelim, bindireyim bunları uçağa göndereyim. Biz de dünyanın öbür ucuna, en azından kapıyı çalamayacakları bir noktaya gidelim.’
‘Çok atarlandın gibi geliyor bana biraz.’ Omuzuna dudaklarımı basıp başımı omuzuma doğru yatırarak mırıldandığımda Noyan derin bir nefes daha çekti.
‘Atarlanırım tabi. O gün evde de, şimdi burada da geldi kapıya dayandı. Otelde de Gizay. Ne bitmez çilem varsa bir bıkmadılar. Sabah uyandırırlar, akşam uyutmazlar, hayır işin kötüsü Şanze şimdi sana da sardı.’
‘Sardı?’ yataktan inip giyinme odasına yönelirken şaşkınlıkla sorduğumda Noyan’da peşimden gelip başını onaylarcasına salladı.
‘Sardı tabi. Sabah boyoz için aradım, abim araba kullanıyormuş telefonu Şanze açtı. Belgi abla nerede, istediği bir şey var mı, versene bir telefona. Hastanede sonuç beklerken aradı sabah biz konuşmaya katılacaktık Belgi abla nerede. Şimdi sen yap istediğini Belgi ablayı gönder. Benim karımsın benden çok isteklerini yerine getirmeye çalışıyor.’
‘Dur bir dakika.’ Üzerime geçirdiğim kot şort ve askılıyla kaşlarımı çatarak Noyan’a döndüğümde giydiği beyaz tişörtü düzeltip dikkatle baktı bana, ‘Sen bizi kıskanıyor musun?’
‘Seninle ben ilgilenirim, gitsin saracak başka bir insan bulsun. Bekar abisi var dışarıda, ona baksın.’ Gözlerini kaçırıp kapıya yöneldiğinde arkasından tüm şok olmuş halimle bakıyordum. Saçmaladığının bilincinde olsa da hala devam ediyor olabilmesi üzerime güzel bir şok etkisiyle gelip yerleşirken bende arkasından ilerledim. Çıktığımız odayla anında kolunu omuzuma çekip baktığımda Noyan bir an bakışlarını çevirmese de askılımın önünü tutup yukarı çektiğinde devirdim gözlerimi.
‘Yuh artık, o kadar da değil.’ Hızlıca askılıyı tekrar düzelttiğimde bir an boşluk bırakmadan yeniden çekti yukarı.
‘Noyan saçmalama.’ Herhalde akşama kadar bu mücadele sürerdi. Tutup ah canım sen kıskandın mı diyerek boyun eğecek değildim elbette, ki üzerimdeki askılı zaten aşırı dekolteye sahip bir şey değildi, olsa da durduramazdı beni. Benim düzeltmem ve Noyan’ın kendi çapında düzeltmesi tekrar çakıştığında askılıyı tekrar çekiştirmiştim ki sırtım bir anda duvarla birleştiğinde derin mavilerine şaşkınlıkla baktım.
‘Güzelim…’ kaşlarımı havalandırıp ne var dercesine başımı salladığımda ince parmakları göğüs dekoltemin hizasına uzanmış yavaş hareketlerle tekrar üzerimdekini çekip dudaklarını ıslatmıştı, ‘Bu benim için. O yüzden o güzel ellerin dursun yerinde, tamam mı?’
‘Ne alaka ya?’ kaşlarım birbirine geçecek seviyede çatılırken şaşkın gözlerim de Noyan’ın üzerindeydi.
‘Çok alaka. Eğer görebileceğim halde olursa masaya değil odaya gitmemiz gerekecek.’ Belime değen parmaklarıyla yüzüne en alasından çapkın bir gülümseme belirirken alakasını anlamamın kesinliği için o belimdeki parmaklar kalçama doğru inmiş Noyan ise anladın mı dercesine başını sallayarak bakmaya başlamıştı. Öylece baktığım gözlerden öksürme sesiyle şaşkınlıkla kurtulduğumda etrafta kimse olmasa da uyarıcı tonla Noyan’da üzerimdeki etkisini çekmişti. Şu dakika itibariyle çalıştırmadığım kafam adına sessizliğimi korumak istiyordum. Hatta öksüren ancak görünmeyen kimse onun da hafızasını falan silmem şarttı.
Çıktığımız bahçede hazır olan menemene gülümsediğim gibi yerleştim boş sandalyeye. Herkesin tabaklarına odaklanması işime gelse de duruma kimin şahit olduğunu anlamak istercesine bakışlarımı üç bedende de dolaştırsam bile net cevabı olmayacaktı. Gerçi cevap bulsam ne işime yarardı orası da meçhuldü.
Kahvaltıdan sonra ortalığı toparladığımızda Noyan hepsinin evde kalması direktifini, hatta açık açık bizi rahat bırakın cümlesini dile getirdikten sonra bindiğimiz tekneyle kendimizi İzmir’e attığımızda içi sıcaktan erimek üzere olan arabaya yerleştik. Çalışan klimaya rağmen öylesine kavurucu sıcak vardı ki gittiğimiz asfalt yolun üzerindeki o ufak dalgalanmalar dahi bunu destekliyordu. Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde Karşıyaka’da olduğumuzu fark ederek kaşlarımı havalandırdım.
‘Bornova’ya gitmiyor muyduk biz?’ bakışlarım anında Noyan’a sorarcasına döndüğünde usulca başını salladı.
‘Gideceğiz, ondan önce ufak bir işimiz var.’
‘Ne işimiz var?’ parmaklarımın arasına kenetli parmaklarıyla elimi kaldırıp dudaklarına götürdüğünde gerçekten de sorgulamam gereken şeylerin varlığından emindim. Mesela ben neden sorduğum sorulara cevap alamıyordum? Veya neden adamın her sorusuna bir şekilde kendimi cevap verirken buluyordum? Bu büyülü bir etkiydi de ben mi ayırt edememiştim? Veya manipüle oluyor olabilir miydim? Neden her dakika elimi tutuyordu? Kaçırılacak gibi bitişik neden geziyorduk? Tamam çiçeği burnunda tabirine uyuyor olabilirdik ama biraz abartı değil miydi bu? Bir de tüm bu soruların başına hava kırk beş derece iken eklemem gerekiyordu muhtemelen. Aklımdaki veya dilime döktüğüm sorulara hiçbir cevap alamasam da arabanın hızını kesmesiyle gözlerim tekrar etrafta gezindi. Umarım Noyan havanın içerideki klima serinliğiyle eş değer olduğunu düşünerek sahilde birkaç tur atalım demezdi çünkü dondurma olmasak da erime veya tepemize güneş geçince hastanelik olma payımız vardı.
‘Hadi güzelim.’ Başıyla dışarıyı işaret ettiğinde bakışlarımı sahilin upuzun berraklığında gezdirip gözlüğümü saçlarımın arasından burnumun üzerine çekerek indim arabadan. Arkamızdaki ardı ardına dizili aynı tip beş arabaya dikkatimi vermemeye çalışarak arabanın önüne doğru ilerlediğimde Noyan elimi avucunun arasına alarak ilerlemeye başladı. Yönlendirdiği mağazaya göz attığımda anlamaz bakışlarım ona dönse de bir çırpıda üç basamağı tırmanıp içeri girmiştik.
‘Hoş geldiniz Noyan bey. Sizde hoş geldiniz.’ Gözlüğümü çıkarıp tebessüm eden adama baş selamı verdiğimde tepkisizce ortada dikilen Noyan’ın da ağzının üzerine bir an çarpmak istedim. Gerçekten istedim, insan selam alır verirdi çünkü.
‘Alyanslara bakacağız.’ Az önce olan tebessümünü gram kaybetmemiş halde duran adam arkasında kalan kapıyı işaret ettiğinde oraya ilerleyerek girdiğimiz alandaki deri koltuklara yerleştik. Önümüze beşe yakın kutu dizildiğinde hala mimik kıpırdamıyordu Noyan’da.
‘Bunlar değil, daha özel parçalarınız olsun.’
‘Tabi getireyim, ne içersiniz bu arada?’ Noyan’ın bakışları bana döndüğünde başımı sağa sola sallamıştım ki derin bir nefes alarak ilk kez göz teması kurmak için adama döndü.
‘Kahve, sade. Eşim bir şey almayacak.’ Adam bir anlığına donup kalacak gibi olsa da bakışları bana dönme hamlesini henüz göstermemişken anında odadan çıktığından tek kaşımı kaldırarak süzdüm Noyan’ı. Üzerimdeki gerginliği hissetmiş olacak ki ufacık bir tebessümle baktı.
‘Her şey yarım, bari bu tam olsun.’ İçten içe biraz olsun evdeki halin gibi ol be adam demek istesem de Şanze’nin, Ahter ve kurallarından bahsetmesi aklıma üşüşüyordu. Bu mevzuyu detaylıca Noyan’dan dinlemem gerektiğini zihnime kazırken tekrar dönen adam bu kez ortadaki sehpada olan beş kutuyu kaldırıp yerine ayrı ayrı ufak kutuların içindeki on çift alyansı bıraktı. Ardından gelen bir kadın da kahve fincanını yerleştirirken Noyan bakışlarını yeniden adama çevirmişti.
‘Müsaade edin, lütfen.’ Herhalde çevresindeki insanlara benim gördüğüm zaman dilimindeki tek nazik anı bu olabilirdi. Tabi adama lütfen derken dahi emreder gibi bakıyor olmasaydı. Adam başını sallayıp o hiç bozmadığı tebessümle odadan çıkarken sanki benim omuzlarımdan bir yük kalkmışçasına bıraktım nefesimi.
‘Ne gerdin ortamı ya.’ Kızgınlıkla konuştuğumda az önceden beri buz gibi olan yüzünde yine bir tebessüm oluştu. Oturduğu koltukta dirseklerini dizlerine yaslayıp hafifçe eğilirken gözleri de bir süre kapakları açık kutularda gezindi.
‘Hangisi olsun sence?’ derin dondurucu hali usuldan ayaklanıp müsaade istediğinden olsa gerek dudak büküp bende baktım parçalara. Aklımın ucundan geçmeyen alyans fikri şimdi önüme çıkınca haliyle bir fikir yürütemiyordum. Kaldı ki ben pek aksesuar kullanan bir tip olmamıştım. Her daim fazlalık gelirdi bana. Bu yaşıma kadar kullandığım tek şey ince bir bileklik olmuştu onu da Zeren bey kopararak almıştı. Geriye kalanlar daha doğrusu davetlerde üzerimde taşıdığım bir servet tutan parçalar ise Zeren beyin bana uygun gördükleriydi. Yani etiketim…
‘Kendine yakıştırdığın diyeceğim ama sana yakışmayacak bir şey yok bu dünyada, çok kötü bile olsa seninle güzelleşir.’ Elime aldığım bir kutuyu incelemeye başladığımda kaşlarımı havalandırıp mavilerimi onun puslu gözlerine çevirerek derince nefeslendim.
‘Çift kişilikli misin sen?’ şayet bana kalırsa kesinlikle çift kişilikliydi. Hatta o kadar ki iki tane olmasını kenara bırakırsak beş on farklı kişiliği vardı ve sürekli ama sürekli değişkenlik gösteriyordu. Fakat Noyan sanki çok doğal bir soru yöneltmişim gibi hafifçe omuz silkip başını olumsuzca sağa sola salladığında derin bir nefes alma ihtiyacı duydum.
‘Yok, daha çok karşımdaki insana göre değişkenlik gösteren bir kişiliğim var. Bu nasıl?’ elindekini çevirip siyah alyansları bana işaret ettiğinde uzanıp aldığımda alt dudağımı ısırarak inceledim. Parmağımda sürekli olacak bir parçaya bakıyordum, siyah, bir kadın için tasarlanan eşinin üzerinde ufak serpiştirilmiş taşlar olan yüzük aslında garip olduğu için değil bana göre farklı geldiğinden bir enteresan duruyordu.
‘Evin dışında farklı birisin ama. Bu güzel de çok şey, taşlı.’ Üzerindeki taşları incelemeye devam ederken yüzüm buruşsa da benim için asıl meselenin ilk cümleme vereceği karşılık olduğunu bilerek tek kaşım havalandırıp ortada kalanı aynı modelin hiç taşı olmayanını fakat içinde koca bir galaksi barındıranını gösterdim.
‘Çünkü evde olan Noyan, dışarıda…’ kararsızlıkla bakmaya başladığımda usulca başımı salladım.
‘Dışarıda?’
‘Dışarıda Ahter diye birisi, haz etmeyeceğin, sevmeyeceğin bir tip kendisi.’ aldığı kutunun içindeki alyansı çıkararak parmaklarını bana uzattığında elimi avucuna bırakmıştım ki takıp gözlerini onay almak istercesine bana çevirdi. Başımı sallayıp onay verdiğimde kutuyu kapatmak üzereyken işaret parmağımı havalandırıp durdurdum.
‘Ne oldu güzelim?’
‘Sen neden takmıyorsun?’ merakla yüzüne bakmaya başladığımda tek kaşımı kaldırıp elimi takılı olan yüzüğe götürüp çıkarmak üzereyken kutuyu tekrar açtığı gibi o siyah halkayı parmağına geçirdi. Daha sonra gülümseyerek tekrar çıkardığında sehpanın üzerindeki tuşa dokunmuştu ki içeri anında giren adama şaşkınca çevirdim bakışlarımı.
‘Buna Deran, diğerine benim ismim yazılacak.’ Elindeki alyansı adama uzattığında bende parmağımdan çıkarıp uzattım.
‘Tarih atmamızı ister misiniz?’
‘Gerek yok.’ Başını sağa sola salladığında adam dışarı çıkmıştı ki kaşlarını havalandırıp gülümsedi.
‘Zamansız severken bir tarihe ihtiyaç duymamız aptallık olur.’ Benim de yüzümde gülümseme oluşmaya başladığında dudaklarını sıkıca birbirine bastırarak atacağı kahkahayı gizlemeye çabalasa da kelimelerine engel olamamıştı, ‘Bir de bana kıskandın mı diyorsun sen değil mi?’ gülerek mırıldandığında omuz silktim anında. Benim aklımda bile yokken buraya çıkıp geldiysek ve benden bir alyans takmamı istiyorsa kendisinin de yapması gerekirdi. Hayatımda çoğu zaman haksızlığı kabullenmiş, sessiz kalmıştım ancak o evden çıktığım günden beri olağan herhangi bir haksız duruşa da karşı çıkacağımı aklıma yazmıştım. Bunun için karşımda Zeren beyin olması şart değildi, kim olursa olsun eğer haksızlığa uğrar gibi hisseder veya eşit görülmediğimi sezersem baş kaldıracaktım ve şimdi tam olarak onu yapıyordum.
‘Şartlar eşit Noyan’cım. Ben takıyorsam sen de takarsın.’ Gülümsemesi daha da büyüdüğünde başını onaylarcasına sallamıştı ki başıyla dışarıyı işaret etti.
‘Çıkalım mı haricen bakmak istediğin parçalar var mı?’
‘Takı toka meselesine gelemem ben fazla, o yüzden çıkalım.’ Başını onaylarcasına sallayıp ayağa kalkarak elini uzattığında yakalamıştım ki az önce yüzüğün takılı olduğu parmağımın üzerine dudaklarını basıp belimi sardı. Odadan dışarı çıkar çıkmaz hazırda bekleyen adama gülümsediğimde Noyan derin bir nefes alarak bakışlarını adama yönlendirdi.
‘Faturasını gönderirsiniz maille.’
‘Tabi Noyan bey, güle güle kullanın. Siz de güle güle kullanın Deran hanım.’ Elindeki kutuyu anında teslim ettiğinde Noyan alarak başını salladı fakat gözlerinde öyle bir değişim oldu ki karşımızda duran adam öylece kalsın ben bile ürkmüştüm. Allah aşkına iki saniye içinde ne olmuştu da nevri dönüyor gibi tavır takınıyordu.
‘Deran değil, Belgi, Belgi hanım. Kolay gelsin bu arada.’ Çatık kaşlarının altından tehditkar bir bakış atarken adam hızlıca başını salladığında avucunun içinde kaybolmuş parmaklarımı nazikçe çekerek kapıya yönelmemizi sağladı.
Önden indiğim basamaktan sonra buz gibi alandan çıkmanın etkisiyle yüzümüze çarpan yakıcı sıcakla adımlarımız direkt olarak arabaya yöneldi. O görmemeye çalıştığım arabaların çevresindekilere eliyle bir işaret verdiğinde ne olduğunu anlamasam da Adel hızlıca harekete geçip saniyeler önce çıktığımız mağazaya girerken derin bir nefes alarak Noyan’ın açtığı kapıdan koltuğa yerleştim. Belki içeride on dakika bile geçirmemiştik ancak yine cehennem sıcağıyla karşı karşıya kaldığımızda Noyan arabayla beraber klimayı da çalıştırarak az önce eline aldığı kutuyu açtı. Önce gözümün içine bakıp resmen nispet yaparcasına yüzüğü parmağına geçirdiğinde diğerini de alarak hafifçe bedenini bana çevirdi.
‘Senin görmeni istediğim tek kişi var, o da Noyan. İster soy ismiyle, ister tek başına nasıl tercih edersen ama senin için Cenker yok, Ahter’i ise tanımanı, onunla karşılaşmanı istemiyorum. Dışarıda onun sureti olması gerekiyor çünkü taviz vermek bana göre bir davranış değil. Ahter hakkında kafanda onlarca soru vardır muhtemelen ama eğer ki sen kabul edersen ömrümüzün sonuna kadar onunla seni tanıştırmak istemiyorum.’ Bir açıklama yapmış sayılsa da bana asla yeterli gelmiyordu. Karşımda oturan, aynı masada yemek yediğim, aynı yatakta uyuduğum ve sadece benim şahit olduğum iki adam vardı. Noyan’ın içinden onlarca adam da çıkardı fakat söz konusu ona hitap etmekse benim için kullanılabilir kabul edilen tek şey ilk ismiydi, onu başka birisi olarak değil sadece ve sadece Noyan olarak tanımamı, Noyan olarak sevmemi istiyordu. Hali hazırda olan ikinci ismi, ki Denker abinin fazlaca sinirlendiğinde kullandığı ikinci ismi Cenker’i neden bu kadar sevmediğini bilmesem de tahmin yürütebilirdim. Çünkü Cenker ismini Kubilay bey vermişti Noyan’a ve o bir türlü babasıyla barışamıyordu, ki bunun için haklı bir sebebi de vardı. Ahter ise kim olduğunu tanımadığım biriydi, arada sırada bakışlarında bahsi geçen o tavizsiz adamla karşılaşıyordum ancak olay yerini terk etmesi için harelerinin harelerimle çarpışması yeterli geliyordu.
‘Neden?’
‘Dediğim gibi seveceğin bir adam değil o.’
‘Ya karşılaşmam gerekirse?’ kaşlarımı havalandırdığımda içi titrercesine bir nefes alıp dizimdeki elimi yakalayarak diğer alyansı da benim parmağıma taktı.
‘Gerekmemesi için elimden geleni yapacağım. Gerekirse… Sana karşı dirense de uslanması gerekecek.’ Ne kadar merakla bakmaya başlasam da oturuşunu düzeltip arabayı harekete geçirdi. Bu bir bakıma konunun kendisi için kapandığını gösteriyordu fakat ben merak ediyordum. Sadece Ahter’i değil, Cenker’i de merak ediyordum. Parmakları yine yerli yerinde elimdeyken başımı koltuğa yasladığımda bir an gözleri bana kaymış ardından ne olduğunu anlamasam da sağa çekerek üzerime doğru uzanmıştı. Emniyet kemerinin ince sesini duyduğumda şaşkınlıkla baksam da çok uzaklaşmadan dudaklarımın üzerini örtüp gülümseyerek geri çekildi.
‘Sen bana ikinci ismimle sesleniyorsun, bende sana ikinci isminle seslensem?’ dikkatini tekrar yola verdiği anda konuşsam da tek bir mimiği dahi kıpırdamamıştı, hatta öyle ki duyduğundan dahi emin değildim, ‘Cenker desem?’ tüm odağı yoldayken ismini söylediğim anda çenesindeki kasın harekete geçtiğini fark etmiştim, konuya maksimum tepkisi içten içe bir çürümekti.
‘Öyle istiyorsan elbette yapabilirsin fakat tercih eder miyim onu sorarsan… Etmem.’
‘Sadece Kubilay bey ismini koydu diye mi peki?’ öyle böyle dercesine başını salladığında dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi. Makul bir açıklama yapmaya çalışıyordu, gözlerinde ufak hayal kırıklıkları vardı. Onun canını yakmak istemiyordum fakat Noyan birisi sormadığı hatta üstelemediği sürece ne olup bittiğini anlatacak tiplerden değildi. Fazlaca açık ve net gibi bir görüntü çiziyor olsa da sırları çok derinlerde kalıyor ve çıkarmak için de mücadele etmek gerekiyordu.
‘Çocukluğumdan beri herkes Noyan diye seslendi bana. İlkokuldan üniversiteye kadar tüm hocalarım ve arkadaşlarım, ailem, hatta babam da. Sadece annem Cenker derdi. Evlenirken bir anlaşma yapmışlar, çocukların isimlerini sırayla koyacaklarmış. Annem sözüne sadık kalmış fakat bana beş aylık hamileyken Noyan ismini seçtiğinde babam birazcık daha kafiyeli, abimle birbirine benzeyen isim seçmesini istemiş. Hamilelik hormonları herhalde annem inatlaşmış.’ Kaşlarım havalandığında gülümseyerek derin bir nefes aldı, ‘Evet annem çok güzel kadın fakat aynı zamanda da çok inatçıydı. Belki de inatçı olduğu için çok güzel geliyordu ama herkesin annesi güzeldir nihayetinde. Babam Noyan’ı kabullendiği halde sadece ricada bulunmasına rağmen ayak diretesi gelmiş. Tabi zamanında annemin anlattığı kadarıyla, babam belki annem fikrini değiştirir diye düşünerek Denker ile kafiyeli isim aramaya devam etmiş. Annemin kalbini kırmak istemediği için de evin farklı yerlerine isimler bırakmaya başlamış. Annem de çok sevmiş Cenker ismini ama inadı var ya yarım ağız iki ismim olmasını söylemiş. Noyan Cenker Visam olarak kaldım bende işte. Fakat babam yüzünden sanırım, Cenker hep başka biriymiş benimle alakası yokmuş gibi geldi. Bir de-‘ iç çekerek bakışlarını üç saniyeliğine yoldan ayırsa da ufak bir çocuk misali omuzlarını düşürdü, öyle bir kalp kırıklığı ve korkuyla bakıyordu ki gözleri hem merak ettim cümlenin devamını hem de söylemesin diye yalvardım içten içe.
‘Yıllar oldu hala annemin Cenker diye seslenişi kulağımda, başkası söyleyince onun sesini unutacakmışım gibi geliyor.’ Noyan’ın anlattığı tüm hikayede benim ilgimi çeken ayrıntı sayısı çok azdı. Çünkü o Cenker’den aslına bakılırsa nefret etmemişti, babasına olan kızgınlığı dahi uzaklaştırmamıştı, halbuki Noyan babasına duyduğu sinirle çoğu etkenden kaçıp gidebilirdi, annesi hep iyi anlarla kalsın, o iyi anları hiç unutmasın istiyordu. Ancak tüm bunlar dışında içimi bir kurt gibi kemiren ufacık ayrıntı kalbimin sıkışmasına sebebiyet verdi.
Noyan’ın anlattığı kadarıyla karısını akıl almaz bir vahşetle diri diri yakarak öldüren bir adam nasıl oluyordu da oğlunun ismini seçecekleri zaman kalbi kırılmasın gibi bir düşünceye sürükleniyordu. Veya bir ihtimal diye düşünüp naif bir zekayla çocuk isimlerini ortalığa dağıtan adam, sevdiği kadının katili nasıl ve neden olmuştu?
‘Peki o içerideki çalışan, onun neden Deran demesi seni rahatsız etti?’ bakışlarım hala üzerindeyken zihninin savrulduğu ve Noyan’a acı verdiği gözlerinden belli olan halinden sıyrılması adına konuştuğumda baş parmağıyla elimin üzerine okşadı usulca.
‘Bilmem, sana sadece ben Deran demek istiyorum. Kimse söylemesin, bana özel olsun istiyorum, o yüzden sanırım. Birisi sana Deran dediğinde damarıma basmış gibi hissediyorum.’ Yüzü sıkıntıyla kasıldığında girdiğimiz yol ayrımında gözlerimi gezdirip derin bir nefes aldım, ‘Çünkü sen eğer ki Tanrının hediyesiysen sadece benim için gönderilmiş ol diye diliyorum.’ Yavaş yavaş akşama çekilen havadaki kızıllık bire bir Noyan’ın yüzüne vururken o puslu mavileri ışığın etkisiyle daha çok açıldığında gülümsemiştim ki bir anda girdiğimiz tünelle irkilsem de ortama adapte olan gözlerim Noyan’ın şaşkın bakışlarına takılı kaldı.
‘İyi misin?’
‘İyiyim, adapte olamadım bir anda o kadar.’ Derken hafifçe omuz silktim. Noyan kuşku dolu gözlerle baksa da onun aklından geçtiğini düşündüğüm şekilde korku değildi bu. Zaten Noyan’ın yanındayken eskiye oranla çok daha az korkuyor, tedirgin oluyor ve ürküyordum. Onun yanında kendimi gerçek anlamda güçlü ve güvende hissediyordum. Fakat tüm bildiklerinden sonra Noyan bu durum içinde bir travmam olabileceğini aklında şekillendiriyordu. Etkilerini yaşıyor olsam da ben o travmalara sırt döneli çok uzun zaman olmuştu. Hatta o kadar ki Noyan bana neden karanlıktan korktuğumu sormasa o kiler aklıma dahi gelmezdi.
Bakışlarım tünelin aydınlatmalarıyla parlayan Noyan’ın avucunun içindeki yüzük parmağıma döndüğünde gülümsemem büyüdü. Simsiyah olan alyansın içinde ufak gümüş rengi parlamalar vardı ve bana anlamsızca gecenin bir vakti gökyüzünü izliyor gibi hissettirmişti. Koca bir galakside yerimi bulmuş, yıldız tozu olmaktan kurtulup koca bir göktaşına dönüşmüş gibi. İşaret parmağım Noyan’ın büyük eline rağmen usulca yüzüğün üzerinde gezindiğinde elimin üzerini okşayan baş parmağıyla bakışlarım ona döndü. Bakışlarını bir an yoldan çekmese de görebildiğini biliyordum. Üzerimizdeki koca gökyüzünde olduğu gibi burada da milyonlarca yıldız vardı ve biz bu bolluğa rağmen birbirimizi bulmuştuk. Belki de sadece bu yüzden bizi daha iyi simgeleyecek başka alyans bulamazdık.
Tüm yol boyunca gözümü dikip Noyan’ı izledim. Ciddi ciddi oturup adamdan bir an gözümü ayırmadım ki arada sırada o da göz ucuyla bakarak tebessüm etti. Tabi ilk tünel durumu aklındayken ikincisinde uyarı yaptığında gülerek karşılık versem de benim için böyle tedirgin olması bir yerde fethediyordu aklımı ve kalbimi. Hangi kadın düşünüldüğünü fark edince içinin ısındığını hissetmezdi ki? Veya kim gerçek ilgiyi görse yıllardır bunu beklediği düşüncesine kapılmazdı?
İçimde Noyan’a karşı durduramadığım bir dürtü varken, üstelik bir adım dışarı attığında buz kesen yüzüne rağmen benimle gülmesi söz konusuyken, başka biri gibi görünüyordu gözüme. Bu mesele muhtemelen yakışıklılıkla, kasla ölçülecek bir durum değildi. Neredeyse tüm zamanını spor salonunda harcayan ben onca kas yığını arasında dururken kimse dikkatimi çekmemişti sonuçta. Okulda inkar edemeyeceğim kadar yakışıklı adamlarda cezbedici gelmemişti. Muhtemelen şu elektrik dedikleri olayla alakası vardı bunun. Söz konusu yakışıklı herhangi bir adamken bende tık yoktu fakat Noyan mevzu bahis olduğunda aküm var, hatta trafonun kendisi benmişim hissediyordum. Çünkü adam günlerdir burnumun dibinde olduğu halde ben hala yüksek voltaj alabiliyordum kendisinden.
Girdiğimiz toprak yolun etkisiyle sonunda bakışlarım ondan koparken etrafa göz atmıştım ki zeytin bahçesinin önündeki kapıda duran siyah tişört, siyah eşofman altlarıyla dört, iki de üniformalarından polis olduklarından emin olduğum adamla kaşlarım havalandı. Siyahlar içinde olan dört kişinin polis olmadıkları gerçeği çığlık çığlığa bağırırken bakışlarım usulca Noyan’a döndüğünde o arabayı yavaşlatıp durdurarak gülümsedi.
‘İnmiyor muyuz?’
‘Adamları babam mı gönderdi acaba?’ kuşkuyla mırıldanıp aklıma ilk gelen seçeneği söylerken Noyan sanki ilk defa fark edercesine bakıp daha sonra garipseyen yüz hatlarını silerek bana döndü.
‘Benim çalışanlarım onlar.’
‘Sen bayağı bayağı çalışanlarını görmüyorsun, fark ettin mi bunu? Ayrıca-‘ kaşlarım tekrar çatıldığında bakışlarımı adamlara çevirip dikkatle süzdüm, ‘Sen nereden biliyorsun burayı?’ sanırım buraya ulaşır ulaşmaz sormalıydım bu soruyu çünkü benden yol tarifi istememiş, navigasyona dahi ihtiyaç duymamıştı.
‘Karıma ait bir şeyler bilmem neden garibine gidiyor? Hem benim bu detayları öğrenmem zor değil ki. Hadi inelim.’ Çok mantıklı açıklamalar yapmış gibi başıyla dışarıyı işaret ettiğinde ne kadar şaşırsam da indim arabadan. Gözlerim etrafta dolaştığında iki polis memurunun dikkat kesilmesiyle bende baktım adamlara. Asıl garip olan nokta Noyan’ın burayı bulmuş çalışanlarını göndermiş olması değildi. Evren amca dikkat edeceğini söylediği halde bu adamların burada durabiliyor olmasıydı. İşte Noyan’ın tam olarak bu meseleyi nasıl çözdüğü belki de en merak ettiğim konuydu.
Memurlara baş selamı verip Noyan’ın sırtımdaki destekleyen eliyle beyaz demir kapıdan geçtiğimizde derince nefeslendim. Toprak kokusu tamamen etrafı esir almışken hafif nemli topraktan sulama yapıldığını anlayabiliyordum, ki genzime de dolduğundan ciğerlerimdeki resmen bayram havası yüzümü gülümsetmişti.
‘Topuklularla nasıl yürüyeceksin?’ bakışlarım şaşkınlıkla ona döndükten sonra odak noktasını fark ederek gülümsememi büyüttüm.
‘Topuklularla yapabileceklerimin sınırı yoktur.’ Omuz silkip belimdeki elini yakalayarak bu kez ben parmaklarımızın kenetlenmesini sağlayıp ilerledim. Sırayla ve tamamen bir düzenle dizilmiş ağaçların arasında ilerlerken bakışlarım kısacık Noyan’a dönse de o hala garipsercesine ayaklarıma bakıyordu. Bir an toprağa batmayan topuklar, rahat rahat yürüyen tavrım ona göre uçak kullanabilme ihtimalimle aynı orantıya sahipmiş gibi tepki vermesi garibime gitse de daldan sarkan eskimiş ince mavi kurdeleyi gördüğümde gülümsemem daha da büyüdü.
‘Bunu ben diktim.’ Sonunda gözleri ayaklarımdan çekilip işaret ettiğim noktaya döndüğünde o anlamaz yüzü kaybolurken yerine gülümsemesi yerleşti. Diğerlerine oranla çok daha cılız olsa da toprağa dört elle sarılmış gibi canlı olan dallara göz attı. Zeytin bahçesindeki her bir ağaç büyük özenle dikilmiş, yerleri birbirlerine hizalı şekilde duruyordu fakat bu cılız ağaç o kadar destursuz duruyordu ki mavi bir kurdele olmasa dahi tanırdım. Çünkü hepsine çapraz kalacak ve aynı zamanda diğerlerinden daha uzakta, tek başınaydı o.
Yanına yaklaştığımız ağacın ince gövdesine dokunduğumda elime bulaşan kireçle bakımı hala devam ettiği için yüreğim ferahladı. Ben gelmesem de bir şekilde bakılıyor olduğunu bilmek, solup gitmeyeceğinden emin olmak yüzyıllardır topraklara sarılmış bu sarhoşluğu yaşamak tekrar çocuk yapıyordu beni. Zaten çocuk olmayı da sadece bu bahçedeyken özlüyordum.
‘Kireçten zehirleneceksin o olacak be Deran’ım.’ Eliyle anında parmaklarımı temizlediğinde omuz silkerek gülümsedim. Ben bu kirecin içinde büyümüş çocuktum, şimdiye kadar bir şey olmadıysa şimdiden sonra da olmazdı.
‘Kutsal kitapların hepsinde zeytin ağaçları adalet, sağlık, bereket, zafer, bilgelik ve bolluğun sembolü olarak kabul ediliyor biliyor musun? Eski Yunan ve Roma uygarlıklarında kutsal bir aileden gelmenin işareti de zeytin ağacı altında doğmuş olmakmış.’ Sanki bilgiyi ben değil Noyan anlatırmış gibi gözlerimi büyüttüğümde tebessüm ederek bakmakla sınırlı kaldı.
‘Niye öyleymiş?’
‘Çünkü Zeus’un çocukları Artemis ve Apollon zeytinlikte doğmuş, bir de o dönemlerde ölülerin sayısı kadar zeytin ağacı dikilirmiş.’ Elini yakalayıp adımlarıma devam ettiğimde bahçenin sonundaki manzaraya gelerek gülümsememi büyüttüm. Bir uçurumun ucundaydık. Eski Türkçe ’de yar denirdi uçurumlara. Sanki Farsça’da sevgili demek istenir gibi. Zaten sevmekte uçuruma benzemez mi? Çakılma ihtimalin olsa da paraşütsüz atlamak, bir an düşünmemek ve ölmeyi dahi göze alabilmek. Benimki de o misal hemen ayaklarımızın ucunda bir yar, bir de karşımızdan yüzümüze vuran kızıllıkla sırtımı yasladığım yâr vardı. Huzur bulduğum nadir anlardan birinde yine kokusu doluyordu ciğerlerime. Onu ve çocukluğumda aklıma iyi olarak kazınmış bu yeri bir arada bulabilmek nimet gibiydi. Aklımdaki düşünceleri hissetmiş gibi ellerini belimden karnıma doğru sararak sırtımı göğsüne yasladığında başımı usulca geriye, omuzuna yasladım.
‘Antik Yunan’da Atina’lı bilge kabul edilen devlet adamı Solon’un kanunlarına göre zeytin ağacı kesenler ölümle cezalandırılırmış.’ Olduğumuz yerden ilerideki yeni ışıldayan sokak lambalarını izlemeye devam ettiğimizde omuzumda hissettiğim dudakları derin bir nefes almamı sağladı.
‘Yaşam ağacı, ölmez ağaç, barış ağacı gibi bir sürü sıfatları var zeytin ağaçlarının. Varlığı kırk bin yıl öncesine dayanıyor söylenene göre ve bir sürü efsanesi var. Ben en çok yaşam ağacı denilmesini seviyorum.’
‘Bizde öyle deriz o zaman. Var mı bildiğin güzel bir efsane peki?’ başımı usulca salladığımda ellerimi karnımdaki kollarına yaslayarak iç çektim.
‘Bir rivayete göre Nuh Peygambere dayanıyor bu ağaçların soyu. Tufanla cezalandırılan insanlık dünyada hayatın normal olup olmadığını anlamak için bembeyaz bir güvercin gönderiyor. Güvercin geri döndüğünde ağzında bir sürü zeytin olan bir dalla geri dönüyor. Bu sayede insanlık ve yeryüzü arasında barış sağlandığına inanılıyor. O zamandan şimdiye kadar da güvercin ve zeytin dalının barışın simgesi olması bu yüzdenmiş.’ Bedenimi Noyan’a doğru çevirip arkasında kalan ağaçlara göz attığımda kaşlarımı havalandırarak yüzünü süzdüm.
‘Senin evinde de vardı, köşede.’ Başını onay verircesine salladığında kaşlarım usulca çatılmaya başladı, ‘O zaman bu anlattıklarımı sende biliyorsun?’ tekrar başını salladığında göz devirsem de tebessümle kavislenen dudakları dudaklarımın üzerini sertçe kapatıp geri çekildi.
‘Benim sevdiğim başka bir efsane var.’
‘Hangisi?’ iç çekip tekrar sırtımı dönmemi sağladığında hafifçe esmeye başlayan fakat mevsime rağmen soğuk asla olmayan havayı düşünerek olsa gerek kollarını kollarıma doladı bir zırh gibi. Sıcak nefesi omzumda ve boynumda gezinirken kapılıp gittim halimizde.
‘Mısır tanrıçası İsis, Mısırlılara zeytin ağacının nasıl yetiştirileceğini ve ondan nasıl faydalanılacağını öğretmiş. Milattan önce sekizinci yüzyılda yaşayan Homeros destanlarında zeytin ve zeytin ağacından bahsetmiş. Bu destanların birinde Homeros’un gölgesinde oturduğu zeytin ağacının yaşlı bilgenin kulağına söylediklerinden bahsedilir,’ nefesini yanağımda hissettiğimde kulağımın dibindeki fısıldamasını duyarak söyleyeceği cümlelere eşlik ettim, ‘Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Siz gelmeden önce de buradaydım, siz gittikten sonra da burada olacağım.’
İkimizin dudaklarından da aynı anda dökülen kelimelerle beraber derin bir nefes aldım. Zeytin ağaçları ve bu koca bahçe çocukluğumdu, gerçek kahkahalarım, umutlarım, boş verebildiğim nadir zamanlardı. Biraz büyüdükten sonra eskisi gibi oyun oynayamamış, önceki kadar hızlı unutamamıştım. Ergenliğimin kırık dökük pencerelerinin ardına dahi bu bahçede sığınağım olmuştu, başka yer değil. Yetişkin bir birey olduktan sonra ise tek iyi anım şimdiydi. Kaçmak için değil, gezmek için gelmiştim. Tek başıma yüzlerce cümle kafamda fink atmayacaktı, çünkü Noyan yanımdaydı. Ona aile evim diye gösterebileceğim bir şey yoktu, çocukluğumda burada ferahça oyun oynadım diyebileceğim İstanbul’da herhangi bir yerleşke söz konusu değildi. Fakat burası, kendime ait gösterebileceğim hem iyi, hem de gerçek anılarımla dolu tek adresti.
Yıllar önce gözyaşlarımla suladığım bu topraklar, yirmi altı yaşında yanımda hayatı paylaşmayı kabul ettiğim adamla ağırlıyordu beni. Karşımızdaki turuncuyla bezeli manzara gittikçe kızıllaşıyor, ardında siyahlık bırakıyordu. Kırık dökük duvarlarımı yüzüme çarpıyordu bu topraklar belki, ancak bir yandan da yanımdaki adamla o çatlakları yok edeceğimi kulağıma fısıldıyordu. Ege bana can acıtıcı olsa da hep gerçekleri söyleyen bir coğrafya olmuştu. Bu yüzden belki de hem yüzüme vurduğu, hem de kulağıma fısıldadıklarına sırt çevirmiyordum.
Görebildiğim en gerçek düş olan güneşin batışına kadar orada öylece dakika dakika kaldık. Denizden gelen o rüzgarın yüzüme vuruşunu, daha önce İzmir’in bu kadar kısa haline şahit olmadığı saçlarımın savruluşunu, Noyan’ın avuç içlerinin bedenimdeki sıcaklığını, sırtımı yasladığım güçlü duruşunu, arada gelip omuzuma yerleşen dudaklarının hissiyatını saniye saniye hissettim. Bu bahçeye dair aklımda kötü bir an vardıysa da artık yoktu. Şimdiden sonra ağaçların arasında koşup kahkahalara boğulan ufak bir Belgi ve sevdiği adama sırtını yaslamış huzurlu yetişkin Deran vardı sadece. Ne eksik ne fazla, sadece ufak neşeli Belgi, huzurlu yetişkin Deran…
Bahçeden çıktıktan sonra karakola geçip Evren amcayla resmi olarak işlem başlatmış ardından yönümüzü babaannemin evine çevirmiştik. Aramak için rekor kırma çabasında olan evdekiler en sonunda yarın döneceğiz diyerek bilgi veren Noyan’la beraber sessiz kalmaya karar vermiş olacaklar ki Arnavut kaldırımları arasında sarsılan arabayla pencereyi açtım. Ufacık kasaba içerisinde öylesine sakinlik vardı ki benim dahi aklım almayabilirdi durumu. Çünkü hali hazırda Nisan ayı iken burası dolup taşar, en kötü insanlar işlerini bitirip bahçelerine veya yürüyüşe çıkarlardı. Bu mevsimde genel olarak belki turist pek olamazdı ama ben bu ufacık kasabanın böylesine sakin ve ıssız oluşuyla ilk kez karşılaşıyordum. Kaldı ki İzmir’de kış olmazdı, ya yaz olurdu ya sonbahar, hal böyle olunca da insanlar kendilerini hep evlerinin önündeki bahçelere, denize, en kötü zeytinliklere atardı. Yani mevsimi de bahane edemezdik.
‘Etraf çok sakin, bu aylarda garip…’ mırıldanıp çevreye bakındığımda ışıkları yanmasına rağmen içi de önündeki taburelerde olan boş bakkalla kaşlarım çatıldı. Genzime dolan kokuyla odaklandığım sağ taraftan gözlerimi çektiğimde Noyan’ın çatık kaşlarını fark ederek yüzüme çarpmaya başlayan kızıllıkla donup kaldım. Zaten yavaş olan arabanın koluna elimi attığımda bileğimi yakalayan elle araba duraksadığında, hızlıca az önce çözmeyi akıl edemediğim kemeri çıkararak bedenimi aşağı attım. Koşar adım ilerlerken gerçeklikle sanrı arasında git gel yaşasam da atılan bedenimi sıkıca kavrayan kollar bir türlü izin vermedi bahçeden içeri girmeme.
‘Hayır, hayır, hayır…’ başımı sağa sola inanmak istemez halde sallarken bir kez daha kendimi zorladım. Herkes durup ne izliyordu! Biri bir şey yapmalıydı! Eğer şuan kimse bir şey yapmıyorsa beni tutan serbest bırakmalıydı çünkü ben yapardım!
‘Hayır!’ dudaklarımdan dökülen çığlık birkaç kişinin dönmesini sağlasa bile umurumda değildi. Zaten kim olduklarının bilincine varacak düzeyde çalışmıyordu zihnim. Koskoca iki katlı yapının alev topuna dönüşmüş haliyle boğazımdaki yumruya söz geçirme çabasına girsem de olmuyordu.
‘Bırak!’ çırpınıp kurtulmaya çalıştığım kollar daha sıkı kavradığında görüşümü engelleyen el çoktan göğsüne başımı gömmüştü.
‘Noyan!’ feryat edercesine inleyerek çıkan sesim gömüldüğüm göğüste patlarken parmaklarım çoktan içimdeki acıyı hissettirmek istercesine Noyan’ın kollarına geçmişti. Etraftaki büyük gürültü, itfaiye, ambulans sireni, insanların konuşması, hepsi birbirine giriyordu.
İnsanın çocukluğuna nasıl kıyılırdı ki? O iki katlı evde benim çocukluğum dumandan etkilenir, alevlerde kül olurdu. İyi anılarım birer birer can verirdi. İnsanın babası çocukluğuna kıymamalıydı. Fakat olmuştu işte, kıymıştı. Babalar kızlarının kahramanı olmaz mıydı? Babam benim kahramanım olmalıydı. Sahi öyle değil miydi bu düzen? O halde neden bir cellat gibi işlemişti zihnime. İçimden defalarca baba dediğim adamın yüzüne çok sınırlı sayıda söylemiştim bu unvanı. Belki de o da, bende hissedememiştik unvanının asıl hissettirmesi gerekenleri. Fakat ben onun katili olmamıştım. Bu zamana kadar canını yaktım mı onu bile bilmiyordum ancak o benim kaçıncı kez canıma kıyıyordu sayısını unutmuştum. İnsan kızının katili olur muydu sahiden?
O oldu.
Babam, Zeren İmerler, kızının çocukluğunun katili oldu.

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |