Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Bölüm 2

@biceruvar

İçimizde kocaman boşluklar biriktirdik çoğu zaman. Nasıl dolacağını veya nasıl dolduracağımızı bilmediğimiz boşluklardı. Bana göre her boşluğun bir zamanı vardı. Kara delik gibi duran, bizi içine çeken, eksikliğini bildiğimiz ama gerekliliğini çözemediğimiz. Bir yapbozun binlerce parçası arasında kaybolmuş yerlerdi onlar ve eninde sonunda bulunuyordu. Bu er veya geç meselesinden çok tam zamanında olmasıyla alakalıydı. Koca bir zaman geçen evim dışında bir eve daha sahip oldum, bugün oraya veda ettim. İki yıl önce bir kapının kilidi açıldı, ikinci evim oldu. Bugün bir kapının kilidi kapandı, evim gibi insanlar kaldı. İşte tam da bu anda kendi hayatımdaki o eksik yapboz parçalarından bir kısmı tamamlanmış olarak kapandı kapı. Dışarıda denk gelsek birbirimizi tanıyamayacağımız, ön yargıların esiri olacağımız, birbirimize asla benzemeyen suretlere bürünmüş, önce dinleyip sonra anlayabilen bir sürü kadın en güzel gülümsemeleri ve parlayan gözleriyle miras kaldı bana. Kapı kapanıyor diye küsmedik ama kapanırken de tek başımıza hissetmedik, çünkü bir aradaydık. Ve pek tabi yeni kapıların açılacağını biliyorduk. O yüzden ilk başta Tiny tabelası olan sonra birer birer isme bürünen canım kadınlar iyi ki var oldular hayatımda. Sustuğumuzda dahi anlayabildik birbirimizi. Kızdık, kırıldık, yalnız hissettik, utandık, döküldük, öfke kusmak istedik ve hepsinde de iyi ki vardılar.

İki yıl önce bir tabeladan ibaret olan Tiny, sana koca bir hoşçakal borcum var. O yüzden hoşçakal fakat Amazon Kadınları başlığı altında, Ezgi, Hazal, Fatma, Gamze, Gülseda, Saadet, İzel, Gülşah ve Aycan, defalarca iyi ki geldiniz. Bir çatıya değil, sizin varlığınıza ihtiyaç varmış. Eksik bir çok parçam sizdeymiş. Direniş, baş kaldırı, kahkaha, gözyaşı, panik, sövmeler, serserilik, tebessüm hepsi sizinle ne güzel tamamlanmış, ne güzel tamamlanmaya devam edecekmiş. Sizinle bin farklı yer de yurt olabilirmiş. Yalnızsanız gölgeniz, ağlamak isterseniz omuz, sarılmak isteseniz yastık, mutlu edecekse gülüşünüz olurum. Görmesem özleyeceğim, konuşmasam eksik hissedeceğim bağımlılık yapan dostlarsınız... Aklımın kılavuzu, hayatımın eksik ancak bulduğum yapboz parçaları olduğunuz için teşekkürler. Hatrımız daim olsun...

 

 

----------------------------------------------------------------

 

 

Bir nefes aldım, son kez.

 

 

Son bir kıyamet için,

 

 

İçimdeki devrime son vermek için,

 

 

Ölmeden önce kafamda son bir cinayet için,

 

 

Kendimi, kendi içimde asmak için…

İçimde bir nokta daha çürüyordu fakat benim için Gizay o kadar değerliydi ki kaybetmek istemiyordum. Bir kez daha eksilere düşmek, bir insanı daha hayatımdan çıkarmak akıl kârı bir fikir gibi gelmiyordu. Kâğıdın üzerinde kararlıca oynattığı kalemi kaldırıp atmak, parçalamak istedim. O sözleşmenin bizim arkadaşlığımız olmadığını kanıtlamak istercesine sayfaları yırtmak istedim. Konuşmasındı fakat gitmesindi de Gizay. Yüzüme bakmayabilirdi fakat uzaklaştırmamalıydı. Çünkü adım kadar emindim, ilişiğimi kesmeye çalıştığı bu spor salonu benim için sığınaktı. Kaçış noktamdı ve koca İstanbul’da yüzlerce spor salonu olsa da hiçbiri burası kadar sığınak olmayacaktı. Çünkü bu sığınağın, korunmanın verdiği rahatlığın hissiyatının sebebiydi Gizay. Yaptığı artık spor koçum olmasından kaçmak değil, olduğu sınırlarda gezinmemi engellemekti ve bunu bile isteye yapıyordu. Çünkü onun ve Can’ın dışında olan diğer hocalar sadece aldıkları paraya bakıp kendilerine hukuksal düzeyde işlem yapılmayacağından emin olduğu için benim istediğim gibi hareket edeceklerdi ve Gizay buna seyirci kalmazdı.

‘Buna sen mi karar veriyorsun? Sen benim arkadaşımsın!’ bakışlarım müdahale etmesini rica edercesine ve bir o kadar da endişeli halde Noyan’a dönerken sessizliğini derinleştirerek bakışlarını Gizay’a çevirdi. Onun bir an olsun başını kağıtlardan kaldırmadığını, büyük bir sessizliğe gömüldüğünü görerek uyum sağladı fakat bu trans halinden çıkarmak istediği belliydi de.

‘Gizay.’ Derken olabildiğince anlayışlı haldeydi ses tonu. Konuya itiraz edecek gibi değildi ancak biraz daha konunun üzerine konuşulmasını gerektiğini düşünürcesineydi.

‘Abi, ben hizmet vermeyeceğim, Belgi hanım bir daha bu salona uğrarsa bundan sonra da eğitim vermeyeceğim. Zaten benim bu salonda ne işim var ya!’ Bakışları Noyan’a döndüğünde aralarındaki iletişim sadece bakışmaktan ibaretti. Fakat bu benim için iletişim kurmak bile sayılmazdı, onlar ne konuştuklarını anlasalar da ben bu dili bilmiyordum. Uzun süredir sadece bakışarak anlaşabilecek kadar samimiyetim kalmamıştı sosyal çevremle, öylece gözümü kapatıp bir arkadaşıma güvenemezdim daha doğrusu onların bana güvenmesine izin vermezdim. Benim dostluğum son dört aydır yoktu ve hayatımın sonuna kadar olmayacaktı, fakat Gizay ile Noyan’ın arasındaki dostluk gördüğüm kadarıyla bir üyesinin iptalini sağlayacak kadar samimiydi.

‘Yapmayacağım abi.’ tekrar inatla mırıldanıp gözlerini Noyan’dan çekmezken o derin bir nefes alıp yaslandı arkasına. Hiç sesi çıkmıyordu, hatta o kadar ki Gizay kendisine baksa bile başını çevirmiş pencereden dışarıdaki manzarayı izliyordu. Gizay’da burnunun dikine gitme konusunda usta olduğu için poşet dosyalardaki kağıtlardan birkaçını daha çıkararak en alttaki fesih sözleşmesini açtı.

Bakışlarını bir an bana çevirmezken önüme ittiğinde çantamdan kalem çıkarıp derince nefeslendim. Gizay ve Can benim arkadaşımdı. Dışarıda görüşmez, gezip eğlenmezdik, bir samimiyet kurmak adına hamlemiz olmamıştı ama hayatıma dair birçok şeyi daha uzun süredir tanıdığım insanlardan fazla bilirlerdi. Benim onları dinlediğim kadar onlar da beni dinlerlerdi. Biriyle dost olmayı zaten aklımdan çıkarmıştım, çünkü bu durum düşünmek istemeyecek kadar kötü bir tercihti, fakat bu iki salağı seviyordum.

Can’ın küstah şekilde laf sokmasını, Gizay’ın bir abi edasıyla davranmasını. İmerler’in tek çocukları olmama rağmen bana farklı davranmıyor, statüm yüzünden çevremde dolaşmıyorlardı ve bu benim gibi parası olanların dokunulmazlığı varmış gibi yaşadığım dünya için bulunmaz nimetti. Bana olay ve durum ne olursa olsun acımıyorlar, büyüklük taslayıp korumaya çalışmıyor bunlar yerine güveniyorlardı. En çok bunu seviyordum, kendimi koruyabileceğime dair inançlarını ve yara alsam da güçlü kalacağımı düşünmelerini ama aynı zamanda da bir o kadar gizliden koruma çabalarını. Annem veya babam yüzünden bir kez olsun acıdıklarına dair ifade olmamıştı suratlarında veya Ilgın hanımı duyduklarında garipsememişlerdi bile. Gizay’ın çok ama çok sevdiği iki abisi vardı mesela, bir de çok yakın bir dostu, bir de kız kardeşim olsa ancak bu kadar severim dediği uslanmaz kızıl şeytanı. Yıllardır ne abilerini tanıma fırsatım olmuştu, ne dostunu, kız kardeşi yerine koyduğu kişi hakkında ise sadece saçlarının kızıl olduğunu biliyordum ancak anladığım kadarıyla o dostla şu an tanışıyordum. Noyan onun bahsettiği dostuysa zaten benim mızmız arkadaşlığıma pek ihtiyacı yoktu.

Elimdeki kalemi bir tur parmaklarım arasında çevirip kağıdın en altına ilerlettiğimde ortadan çeken el üzerinde kocaman bir iz kalmasına sebebiyet vermişti. Bakışlarım elin sahibine döndüğünde derince soluklandım.

‘Gizay, çık dışarı.’ Noyan’ın ifadesizlik akan sesiyle Gizay başını bir ara kaldırıp yüzüne bakmak istese de vazgeçip söylediği direktifi ciddiye alarak ortamdan kaybolmuştu bile. Sanırım bundan sonrası gerçekten profesyonel iş hayatı ve kuralları evresine girecekti.

‘Deran, Gizay benim dostum, sırtımı dayayabileceğim insan, üstelik bir an tereddüt etmeden. Kardeşim desem yeridir, normal şartlarda bu meseleye el atmam, bir karar aldıysa düşünmüş taşınmıştır çünkü. İş onun hassas davrandığı bir konu, fakat görüyorum ki bir samimiyetiniz var. Eğer ki duygusal bir karar aldığını düşünmesem feshi bende onaylardım fakat o şuan bu salonun bir üyesinin sağlığını değil arkadaşının iyi olmasını düşünüyor. Hayatında ne olduğunu bilemem, bu tamamen de sizin aranızdadır ancak-‘ bir anlığına sustuğunda kıstığım mavi gözlerimi gözlerinde gezdirdim. Ne düşündüğünü bir türlü anlayamıyordum ancak pek sormamı gerektirecek gibi de bakmıyordu. Daha çok laflarını tartıp ona göre konuşmak ister gibiydi.

‘Spor insanın akıl sağlığını korur. Bunu düşünmekte haklısın, fakat kontrollü spor hem akıl sağlığını hem beden sağlığını korur. O yüzden şöyle bir öneri sunmak istiyorum. Salonda uzun zamandır üyemizsin, tanışmak yeni kısmet oldu, muhtemelen çalışan personeli benden daha çok tanıyorsun?’ o da benim gibi gözlerini kısıp sorgularcasına baktığında başımı onay vererek salladım.

‘Her iş yerinde olduğu gibi burada da insanlar iletişim içerisinde. Öncelikle Gizay veya Can dışında çalışabileceğin bir eğitmenim var mı? Sana yeterli geleceğini düşündüğün herhangi birisi?’

‘İkisi var sadece. Diğerlerini kötülemek istemem ama çoğu ben burada spor yapmaya başladıktan yıllar sonra geldi. Ve ben onlardan daha fazla çalışıyorum salonda.’ Dalga geçercesine omuz silkip gülümsediğimde Noyan’da hafif bir tebessümde bulundu.

‘Hırs ve sinir kontrol problemin var?’ hala kısık olan gözleriyle sorguladığında başımı tekrar salladım.

‘Bana Gizay’ın bahsettiği rahatsızlıklara dair kullandığın ilaçları yazabilir misin?’ az önceki fesih evrakını ters çevirdiğinde boş sayfaya göz atıp omuz silkerek yazmaya başladım. Parmaklarım istemsizce kalemi yönlendiriyordu. Sanki çok lazımmış gibi yazılan onlarca ilaç vardı ve evdeki Özge hanım olmasa neyi ne zaman içtiğim aklıma bile gelmezdi. Sadece isimleri aklımdaydı, o da acil bir durumda yanımda olmazsa söyleyebileyim diyeydi. Benim için çok mühim bir konu da değildi bu zaten. Bir avuç dolusu ilaç içmek, kafası milyon halde sınavlara giriyor olmak, hiç ama hiç önemli değildi. Sonunda kalemi kaldırdığımda neredeyse sayfanın yarısının dolduğunu görerek kaşlarımı çatıp Noyan’a baktım. O ise kağıdı kendine çevirip yazdıklarımı okuduktan sonra tekrar bana döndürdü.

‘Bir de mümkünse müsait olduğun zamanları öğrenebilir miyim?’ dediğinde dudak bükerek baktım haline.

‘Spor için müsait olmadığım zaman yok ki.’ Omuz silkip mırıldandığımda Noyan yarım bir tebessüm gönderdi. Gözleri bir anlığına karalama yaptığı kağıttan bana döndüğünde kaşlarını da havalandırıp indirdi. Bir umutsuz vakaya bakar gibi…

‘Okumuyor musun? Üniversite de gibi gözüküyorsun.’ Açıkçası bunların sadece prosedür icabı sorular olduğunu düşünüyordum. Evet Gizay bir sırdaştı, ağzı da çok ama çok sıkıydı fakat daha önce bahsi geçen ve şimdi karşımda oturan dostu Noyan’a benim ruh hastalıklı halimi ve bozuk aile düzenimi bahsetmiştir diye tahmin ediyordum. En azından ben olsam Simay’a anlatırdım ve gerçekten de Simay Gizay ile alakalı çok özel şeyler dışında genel bilgilerden haberdardı.

‘Okuyorum.’ Başımı usul usul sallarken derin bir nefes çekip kaşlarını kaldırıp indirdi.

‘Ders saatleri?’

‘Gitmem pek okula.’ Derken sol omuzumu kaldırıp indirdiğimde halimi tasvip etmediği ufak bir çocuğun haşarılıklarıyla uğraşan baba gibi başını sallamasından anlaşılıyordu.

‘Hangi günler ders yoğunluğu var peki?’

‘Salı ve Perşembe.’ Mırıldanıp arkama yaslandığımda kül tablasındaki bitmemiş sigaramı alarak derince zehri ciğerlerime doldurdum. Noyan yazıcıdan başka bir kağıt alarak notlar yazmaya başladı bu kez. Ne yaptığını bilmiyordum, sunacağı diğer opsiyonu merakta ediyordum fakat burada böylece otururken odadan çıkmış Gizay’a sinirim daha da alevleniyordu. Bana resmen fesih evrağı sunmuştu ve eğer ki karşı karşıya kalırsak parçalara ayırabilirdim. Haklı bile olsa onunla bağıra çağıra kavga etmek, bana bunu nasıl yaptığını sorgulamak istiyordum. Beni gözden çıkarıp üstelik tekrar iletişim kurmayalım diye resmen kovması aklımın aldığı veya alacağı bir durum değildi.

Noyan önce aldığı yeni kağıda da karalamalar yaptı, ardından benim ilaçları yazdığım buruşmuş fesih evrağına dönerek birkaç işaretlemede bulunmaya başladı. Ne yaptığını anlamak için dikkat kesildiğimde yazdığım hapları oldukça aşina şekilde gruplandırıyordu. Yanına da birkaç psikolojik bozukluk ismi ekliyordu. İlaçlarımdan dört tanesinin üzerini çizdikten sonra öncelikle başka bir tertemiz sayfaya hafif italik bir eğimle, oldukça güzel bir el yazısıyla karaladığı programa benzer tabloyu uzattı.

‘Kabul edersen-‘ elindeki kağıdı alıp çektikten sonra yazdıklarına göz attığımda cümlesine devam etti, ‘verilen hizmetten yararlanabilirsin. Benim gözetimim altında. Yoğun çalıştığım için ancak bu şekilde ayarlayabiliyorum.’ Gözlerim kağıtta gezerken Salı ve Perşembe gününün bomboş olması, geriye kalan günlerde de akşam sekiz on arası kardiyo odaklı, on on iki arası da boks için not alınmıştı. Bence Salı ve Perşembe günleri de dolabilirdi fakat yoğun çalıştığını belli edişiyle itiraz etme hamlesinde bulunmadım. Sadece sunduğu seçenekleri o kadar naif bir üslupla önüme diziyordu ki bu istemsizce pamuk prensesmişim gibi davranacağını düşündürüyordu bana.

‘Sende çocuk gibi davranacaksın bana.’ Yüzümü buruşturduğumda kaşlarını havalandırıp derin bir nefes aldı. Bakışları birkaç saniye üzerimde gezindikten sonra puslu mavileri benim mavi gözlerimi bulduğunda dudaklarını ıslatarak kollarını masaya yaslayıp sigarasını parmakları arasına sıkıştırıp gülümsedi. Bu gülümsemenin hayırlı olmadığını bakışlarındaki dalga geçen ifadeden anlayabilirdim fakat anlamak istemedim.

’Yirmi beş yaşında genç bir kadınsın evraklara göre… İstersen sözleşme iptali sağlar içerideki paranı çekersin fakat ben çocuk bakıcılığı yapmam Deran. Ben sana sev veya sevme sinirini nasıl yönetebileceğini, hırsının senin dışında birilerine zarar vermesini gösteririm. Asla adil dövüşmem, dövüşmek zeka işidir elbette fakat üstünlük göstermezsen korkutamazsın. Ben acımam, aynı zamanda kaybetmem de. Tercih senin, ya Figen hanımdan ücreti talep edelim ya da ben sana kendini yönetmeyi öğreteyim.’ Gözlerimi kısarak baksam da karşımdaki bünyeye pek etki ettiği söylenemezdi. Gönül isterdi ki üzerindeki gömlek yüzünden kasın var mı anlaşılmıyor ne öğreteceksin demeyi fakat birkaç saat önce ayan beyan gördüğüm kasları bir de üzerine yapışmış kıyafetinden belli olan adonisler, bicepsler, tricepsler pek yardımcı olmuyordu, sağ olsunlar.

Üstelik garip bir şekilde Noyan’ın mavi bakışları karanlık göründüğü kadar beni yansıtıyor gibiydi. Sanki karşımda bir tane daha benden vardı da inatçılığını biliyormuşum, o inadı yıkamayacakmışım gibi hissetmeme neden oluyordu. Noyan karşımda soğukluğuyla ürpertecek puslu mavileriyle adeta bir duvar gibi duruyordu. Yıkılması imkansız, yenilmesi güç, üzerine çıkılması için fazla yüksek bir duvar…

‘Bir de böyle deneyelim. Fakat.’ Gülümseyip başını sallarken fakat dememle duraksayıp yüzümü süzdü, ‘İki gün sonra pes etmeyeceksiniz.’

‘Ben pes etmem Deran, genelde karşımdakiler pes ederler.’ Gülümsediği gibi kapıya ilerleyerek açtığına büyük yapay bitkinin saksısına yaslanmış Gizay’ın eline kağıtları tutuşturdu. Aralarında geçen diyalogla bakışları kısa bir anlığına bana dönse de sonrasında Noyan’ın söylediklerine odaklanarak Figen hanıma ilerledi Gizay. Noyan içeri tekrar döndüğünde ise koltuğuna yerleşip derince soluklandı.

‘Panik atak korkacak bir durum değildir bu arada, sakinleştirmesini bildikten sonra en azından.’ Nereden çıkmıştı, neden böyle bir açıklama yapmıştım, Noyan’a durup dururken panik atak özgeçmiş formu mu veriyordum bilmesem de, kelimeler ağzımdan bir anda çıktığında keyifle gülümsedi. Belki de o müsvedde kağıda aldığı notlardan gözüme çarpan panik atak teşhisi yüzünden yapmıştım bu açıklamayı.

‘Panik atak geçirebilirsin, sorun değil.’ Kaşlarımı çatarak bakmaya başladığımda önüme bırakılan kağıtlarla gözlerim yeniden Gizay’ı buldu. O ise sitemkar şekilde Noyan’a bakmakla meşguldü ve ben aradığım kişiye ulaşamıyordum.

‘Panik atağın asıl nedeni zaten içinde kalanları yansıtamadığın içindir, o yüzden ağlayabilirsin, kahkaha atabilirsin, panik atak geçirebilirsin, hatta hepsini bir arada dahi yapabilirsin.’ Bakışlarım Gizay’ın üzerine çivilenmiş olsa da konuşmasına devam eden Noyan sayesinde birkaç saniye ona dönüp sonra tekrar karşıma geçip oturmuş Gizay’la onun kaş çatmasına rağmen sözleşme maddelerini incelemeye başladım.

‘Ne okuyorsun Deran?’

‘Sözleşmeyi.’ Şaşkınca Noyan’a döndüğümde kağıtları kast etmediğini anlayarak tebessüm ettim, ‘Tıp.’ Gözümü yeniden beyaz sayfalara çevirirken mırıldandığımda şaşkınca baktığının farkındaydım. Gizay zaten bildiği için durumu garipsemiyordu fakat okula pek gitmediğimi öğrenen Noyan durumu elbette enteresan karşılardı. Çoğu insan şaşırırdı, hala bana alışamamış psikoloğum da dahil olmak üzere. Tıp okuyan yirmi beş yaşındaki genç bir kadın avuç dolusu ilaç alıp, derslerine de fazla katılmadığını beyan edince genel tepkileri bu oluyordu. Hepsi bir kenarda dursun avuç dolusu psikolojik ilaçla hayatını idame ettiren bir kadının kırmızı reçete ile doktor olamayacağını kim olsa bilirdi. Tabi o kırmızı reçeteler benim üstüme kayıt olmuş olsaydı… İşte tam bu noktada soyisim ve paranın gücü ortaya dökülüyordu. İnsanları aptal gibi kesip biçecek, hayatlarına mal olacak bir insan değildim, ben işime aşıktım ve sırf bu yüzden terapilerime devam ediyor, okul bittiğinde ruh sağlığıma tamamen kavuşarak işimin başına geçmeyi planlıyordum fakat yine de ne acıdır ki Zeren beyin o gölgesinden bin kat büyük ismi sayesinde ilaçlar kenarda dursun psikolojik problem adına tek kelime geçmiyordu ismimin yakınlarından. Çünkü onun kızı olmak, yani Belgi Deran İmerler demek mükemmel bir kılıfa sahip biblo bebek olmaktı. İnsanlar dokunmaya korkarlardı dışarıdan bakınca. Hatta o kadar ki bilmedikleri lanet hayatıma eminim ki özenenler dahi olurdu. İşte o da sadece bilmediklerindendi…

‘Alan seçimi hakkında ne düşünüyorsunuz?’ Noyan’ın sesini tekrar duyduğumda derin bir nefes aldım.

‘Genel cerrahi, düşünmüyorum, yaptım.’ Cevaplarım netti, kesindi, bekleme yoktu. Noyan sadece ama sadece okurken aynı zamanda dinleyerek bir de üzerine cevap vermeme şaşırıyordu. Ben zeki bir kadındım, yaptıklarım aksini gösterse bile öyleydim. Sadece bazı problemlerim vardı ve aşamayacağım şeyler değildi.

Benim için zaman aşırı yavaş gelirdi mesela. O kadar yavaş gelirdi ki uyku ve yemek konusunda çok gereksiz boşluklar olduğunu düşünürdüm. Herkes kısa aralarda kendilerini yemeğe ve sohbete adarken ben okurdum. Çünkü ilaçlardan önce de kaçabileceğim sınırlı noktalardan birisi bu olmuştu. Küçük bir kız çocuğuyken bağrışmalar arasında okumayı öğrenme çabasında olunca insan istemsizce algılarını açıp kapatmayı öğrenebiliyordu. İstersem çevreyi dinlemez hatta gürültülü bir ortamda fısıltı dahi duymazdım. Böyle yetişmiştim, belki kötü talihti, belki de iyi fakat bir başka çare yoktu bana göre. Yani diyeceğim o ki hayatım kötü olan şeylerden nasıl profesyonel şekilde saklanılacağını öğrenerek geçmişti. Ki bahsettiğim kaçmak değildi, tamamen saklanmaktı. Çünkü Zeren bey kaçabileceğim bir adam değil, alışılmış bir acıydı.

Hal böyle olunca koca bir denizde kağıttan kayık yüzdürmek gibiydim ben. Gözlerim ışıldayarak o kağıdı katlardım, açtığımda bir kayık olmasına mucize gibi bakardım, sonra onu suya bırakır ve yavaş yavaş erimesini izlerdim. Ben de o kayık gibi erirdim, zaten zamanın yaptığı da buydu. Yemek ve uyku için olan zamanları okumak için ayırırken geriye kalan vaktimde de eğlenirdim. Dört ay önceki Belgi Deran İmerler buydu en azından. Derslere girmeme gerek yoktu, zaten henüz lisenin son senesinde sınava girip test kitaplarını kapattığımda idealimin ne olduğunun bilincindeydim. Bu ideal doğrultusunda da veda ettiğim soru bankalarının yerini anatomi kitapları almıştı. İnsanın organlarını görmek, daha sonra da yıllar önce Gökmen abinin çok sevdiğim kayıklara mikroskopla bakmamı sağlaması o beyaz parçanın kaslar gibi usulca birbirlerine sarılıyor olmasını görmemle daha da hoşuma gitmişti. Delicesine heyecanlanmış, henüz o yaşlarda iken doktor olacağım diye düşmüştüm ortaya. Yalan yoktu Zeren bey bu konuda bana çok şey katmıştı. Mesela artık acı, hüzün, ağıt, boyun eğme, gerilim ve korku acaba görev anında yaşar mıyım diye çekindiğim duygular değildi onun sayesinde. Fakat en büyük kattığı özellik ise mükemmel olmasını istediği sözde biricik kızının beyninin en üst kapasitesini kullanması adına aldırdığı eğitimlerdi.

Okuduğum sayfalardan sonra sehpaya bıraktığım kaleme uzanırken Noyan’ın bana uzattığı kağıda takılan gözlerim o puslu mavilere döndü. İtiraz etmeden elindeki buruşuk kağıdı aldığımda gözlerim ilaçlarda, onların ayrıldığı gruplarda ve o grupları kapsayan bozukluklarda gezindi. Unipolar depresyon, panik atak, travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete… Tüm bunları ilaçların isimlerine bakarak atmış ve tutturmuş muydu yani? Kaşlarım çatılırken gözlerim bu kez üzerini dümdüz paralel çizgilerle karaladığı dört ilaçta gezindi. Bakışlarım şaşkınlıkla Noyan’a döndüğünde benden ne istediğini anlamama rağmen salağa yatma yanlısıydım.

‘Üzerini karaladığım dört ilacı kullanmamanı istiyorum, tabi doktoruna da danışarak. Doktorun mümkün olmadığını söylerse ve tercih edersen kullanmaya devam edebilirsin.’

‘Uyumama yardımcı oluyor bunlar.’ Sessim fısıltı gibi çıktığında başını bildiğini belli edercesine salladı.

‘Uyuman için ilaca ihtiyacın olmayacak, dediğim gibi sana kendini yönetmeyi öğreteceğim.’ Gözlerim tekrar kağıt ve Noyan arasında gezindi. Ardından usulca odada var olsa da yokmuş gibi davranan Gizay’a döndüğünde yutkunuşu boğazına takılı kalmış halde Noyan’a baktığını fark ettim. Gizay’ın gözlerinde ciddi bir hüzün vardı, ağır, tarifi zor ve bir o kadar yıpratıcı bir hüzün. Onu izlediğimi ancak anlayabilmiş olacak ki Noyan’ın üzerindeki harelerini hızlıca çekip derin bir nefes alarak koltuktan kalkarak pencerenin önüne doğru yürüdü. Ellerini eşofmanının cebine yerleştirirken bende sözleşmeye ve ilaç listesine dönüp dudaklarımı ıslatarak kalemi sehpadan aldım. Bir an düşünmeden altına imzamı attığımda hafif bir tebessümle Noyan’a uzattım.

Noyan’ın elini sıkıp bakışlarımı Gizay’a yeniden çevirdiğimde başını bize çevirmiş ve işimizin bittiğini anlayarak yavaş adımlarla yaklaşıp derin bir nefes alarak uzatmıştı elini. Sözleşmeyi imzalamış, kalan son birkaç yudumluk kahvemizi bitirmiş, birer sigara içmiş ve veda etmek adına harekete geçmiştik. Ortamın bir anda sessizleşmesi garip olsa da Noyan puslu bakışlarını bir iğne batırırcasına Gizay’a diktiğinde rahatsız kıpırdanmalarına ara verememişti. Şimdi bana uzattığı bu el zeytin dalı, bir bakıma barış protokolü olabilirdi görünürde fakat ben ayan beyan sırtını gördüğüm bir arkadaşımı izliyordum. Sırtını dönüp gidenleri tanırdım, ezbere bilirdim. Verdikleri tepkiler, utangaç haller, bir veya iki saniyelik bakışmadan sonra göz kaçırmalar.

Eğer ki Gizay sevgilim olsaydı şu an ilişkimize nokta koyduğunu düşünürdüm. Ancak arkadaşımdı, bundan oldukça emindim, çünkü benim anlattığım kadar onun da sırları vardı bende. Mesela ölse kimsenin onu bisiklete bindiremeyeceğini söylerdi, havuzda asla ama asla yüzemezdi, hayatının hiçbir noktasında şekere dair bir şey barındırmazdı. Hatta şekerden nefret ederdi. Sadece gıcık etmek için yanına uğradığımda elime bir paket jelibon alırdım ve bana dünyadaki en iğrenç şeyi yiyormuşum gibi bakardı.

Gizay kendisi için basit olsa da aslında net ve keskin kuralları olan bir adamdı. Onu gördüğüm her anda da dik duruşluydu. Yıkılmaz bir egosu var gibi görünürdü fakat özgüvenini destekleyecek bir egodan fazlasına sahip değildi. İnsanları önemsemiyor gibi davranır ancak belirli kişileri kendi hayatını yok sayacak kadar ciddi şekilde koruyup kollayabilirdi. Gizay benim tanıdığım en dürüst insanlardan biriydi mesela. Başlı başına dilinin kemiği olmayan, saygısını bozmayan, başı hep yukarıda, insanlara gösterdiği kadar kendisine de saygılı davranan, Gizay Keskin’di o. Benim bu salon içerisinde sırdaşım, bu dört duvar dışına çıkarmadığım gerçek arkadaşımdı. Fakat hala aynı mıydı durum, işte ondan emin değildim.

İş ikimiz içinde çığırından çıkmamış olsaydı eğer uzattığı ele sertçe vurup, hadi oradan, der ve yanından gülüp geçerdim fakat çığırından çıkmak şöyle dursun bir rampadan aşağı yuvarlanmıştık. İlk kez bu denli ters düşmemizden, belki de Gizay’ın sessizlik yemini etmiş gibi davranmasından dolayı bende geriye çekilme ihtiyacı hissettim. Uzattığı eline ve yüzüne bir kez daha bakıp sıktıktan sonra adımlarım dışarıya yöneldi. Çok dramatik bir an değildi bu fakat ben olayı dramatize etmeyi seviyordum. Salondan çıktıktan sonra arabama yerleştiğimde kontağı çevirmemle anahtarlık elime takılsa da yola koyuldum.

Anahtarlar, çok garip objelerdi aslında. Bugün ikinci kez arabamın kontağındayken dahi elime dolaşmasında fark edebilmiştim garip olduklarını. Bir kapının açılması kadar, sonsuza kadar kapalı kalmasını sağlayabilirlerdi. Aslında büyük bir güç vardı fakat o gücü kullanabilmek için başka bir ele ihtiyaçları vardı. Arabayı çalıştırdığı kadar durdurabilir, gizli bir kasayı açtıkları gibi tüm giziyle beraber sakınabilirdi. Bir gün ortadan kaybolup, ki ayakları olduğunu dahi düşünmeme yetecek kadar çok aramışlığım vardı anahtarlarımı, saatlerce onu bulmaya çabalayabilirdik, başka gün ise çantamızda asla onu aramıyorken elimize takılıp durabilirdi.

Park ettiğim arabamdan inip ceketimin kapüşonunu çektiğim gibi ellerimi de cebime yerleştirdim. Bakışlarım etrafta gezinmekten ziyade koca bir boşluğa bakıyordu. En azından zihnim böyle algılamak istiyordu durumu. Geçip gittiğim bütün yolları yıllar sonra görür gibiydim fakat inatla hayata bakış açımı değiştirmiyordum. Sahil boyunca gülerek, hatta kahkahalar atarak yürüyen insanlara rağmen bu derece melankolik olmam enteresan kaçabilirdi ancak benim de yaratılışımın böyle olduğu düşüncesindeydim.

Saatler önce çıktığım spor salonundan sonra eve dönsem de bir türlü huzurlu hissedememiştim kendimi. İşin asıl enteresan yanı ise ilk kez salon, okul veya sevgili yatağım dışında bir yerlerde olmak istemiştim. Normalde asla olmayacak bir istekken kendimi sahilde yürürken bulmam da garipti. İnsan içine çıkmayan birine göre öyleydi en azından. Gözüme kestirdiğim boş banka doğru ilerlemeye başladığımda benden önce davranan üstü başı harap, doğru dürüst beslenemediği sayılabilecek kadar belli olan kemiklerinden anlaşılan ufak erkek çocuğuna gülümsemekten alamadım kendimi. Adımlarıma devam edip yanındaki boş alana baktıktan sonra tekrar döndüm güneşten kararmış tenli ufaklığa.

‘Oturabilir miyim?’ sorumla beraber gözleri yerden anında bana dönerken şaşkınlıkla baksa da etrafımızı süzmeyi de ihmal etmedi. Bu kadar garip olan neydi bilmiyordum ama dilini yutmuş gibi başını onaylarcasına salladığında oturdum. Ellerim hala cebimdeyken daha fazla rahatsız etmek istemediğim için bakışlarımı katran karası denize diktim. Bugün yirmi beş Ocak’tı. Bugün Arıkan gideli tam dört ay olmuştu. Tamı tamına dört ay, günü gününe. On beş Eylül’de hep beraber kutladığımız o doğum gününde, henüz yeni bardan çıktığımız saatlerde kalmak istiyordum, Atakan’ın barından çıkmak istemiyordum. O gün çok istemiştim ama bugün istemiyordum. Çünkü on beş Eylül gecesi çıktığım o bardan sonra Arıkan tam on gün acı çekmişti. On gün sonra o acıya katlanamayan bünyesi benim ruhuma koşarak geldiği gibi çarpmıştı. Dört ay önce bugün, yirmi beş eylülde Arıkan son kez nefes almış ve dünyaya son kez nefesini bırakmıştı. Hayata karşı ilk kez nefes aldığı günden on gün sonra bir daha nefes almamaya karar vermişti.

‘Çay içer misin abla?’ az önce dilini yutmuş gibi duran ufaklığın sesini ilk kez duyduğumda irkilsem de kaşlarımı havalandırıp gülümseyerek döndüm. Çevremizde çaya dair bir şey yokken o da bana gülümsemeye başladı.

‘Yok ki çay.’ Ufak bir omuz silkmemle beraber gülümsemesi daha da genişledi.

‘İçer misin?’ sanki ilk kez biriyle iletişime geçer gibi gözleri parladığından olsa gerek normalde pek sevmediğim bir tada başımı sallayarak onay verdim. Bir çırpıda yanımdan atlayıp indiği gibi arkamızda kalan parka daldığında izlemeye devam etsem de karanlıkta kaybolmasıyla beraber iç çekip tekrar denizin uçsuz bucaksız haline çevirdim bakışlarımı. Karşının yansıyan aydınlatmalarını, telaş veya mutlulukla önümden geçip giden, kayaların üzerine çıkıp muhabbete dalmış insanları süzdüm. Hatta bir miktar kendimi de sorguladım. Bu yaşıma kadar sahile çıkıp böyle yürümediğim ve aslında buraya çok yabancı olduğum için.

‘Abla.’ Daldığım dipsiz kuyudan gelen sesle çıktığımda gözleri parlayan ufaklığı ve elinde güçlükle duran bardağı gördüm. Yanmamak için parmaklarının uçlarıyla tuttuğu karton bardağı anında aldığımda tekrar yanıma oturdu.

‘Ellerim kirlidir diye şeker atmadım. Peçeten varsa annemden alıp geleyim.’ O kadar gerçek bakıyordu ki hala birisi cebimde olan elime değen parayı avucuma aldım. Kararsızlıkla çocuğa bakarken onun asıl amacının bana çay getirip para almak değil de, burada olduğunu fark etmiş olmamın teşekkürü olarak çayı kabul etmem olduğunun bilincindeydim. İkilemde kalıyordum, her durumda ikilemde kalıyordum ve yine öyle bir andaydım. Para versem belki karnı açtı ve doyuracaktı, belki de onu görmüş olmamı yanlış anlayacak ve gururu kırılacaktı.

‘Şekersiz de içerim. Teşekkürler, eline sağlık.’ Belki de kalkarken rica minnet parayı vermem daha doğru olurdu. En azından değerli olduğunu hissederek gözlerinin parlayışına destek verecek şekilde biraz muhabbet edebilirdim. Eğer ki babam burada, onun gözlerine görünmeyen insanların tam ortasında, bir parkta, üstü başı kir içinde bir çocukla konuştuğumu görse gözlerinden ateşler çıkardı. Onun için insanların gözlerinin içi değil, kıyafetlerinin temizliği önemliydi. Onun düşüncelerine göre benim biriyle iletişim kurmam için o kişinin aç olup olmamalarından daha çok eğitim gördüğü kolejlerin ismi ve hangi firmanın sahibi veya sosyal çevresinin bize hitap ediyor veya etmiyor oluşu daha mühimdi. Çünkü sevgili babam insanlığın sadece para ve güçten ibaret olduğunu düşünürdü. Yani ona göre paran yoksa yoktun. Saygınlığın, dünyada yerin, gururun, mutluluğun, hatta bir hastanede tedavi olman bile paranla ve gücünle doğru orantılı büyürdü. Haksız mıydı? Asla değildi fakat insanlar parası olmadıklarında bir vebalıya da dönüşmüyordu veya görünmez olmuyorlardı.

‘Afiyet olsun.’ Başını sallayıp benim ona yaptığım gibi bakışlarını üzerimden çektiğinde elimdeki bardaktan bir yudum alıp derince soluklandım.

‘İsmin ne?’

‘Ager.’ Aramızda on saniyelik sessizlik olduğunda gülümsemesi yüzünde hala olsa da gözleri bir miktar çekinircesine bakmaya başlamıştı, ‘Senin ismin ne abla?’

‘Belgi Deran.’

‘İkisini de beraber mi söylüyor arkadaşların sana?’ az önce gözlerinde olan parlamalar dudaklarından ufak bir kıkırtı şeklinde döküldüğünde bende gülümsedim.

‘Belgi derler genelde.’

‘Bende öyle mi diyeyim?’

‘Nasıl istersen öyle söyle.’ Başını onay verircesine salladığında çaydan bir yudum daha alarak bende gülümsememi büyüttüm.

‘Okula gidiyor musun Ager?’

‘Gidiyorum tabi, kocaman adam olacağım ben, bir sürü para kazanacağım. Onun için de okumam gerek. Sen gittin mi okula?’

‘Gittim, hala gidiyorum.’ Cevabım hüsrana uğratmışçasına yüzünün düşmesine neden olduğunda sebebini anlamasam da iç çekti.

‘O kadar çok mu gitmem gerek okula? Sen çok büyüksün. O kadar gidemem ki ben.’ Diyerek düşen omuzlarını silkip sıkkınca bıraktı nefesini. Boyu ufacık olsa da sırtında bir yük var gibi hissetmeme, o ağırlığın altında ezildiğini fakat sesini çıkarmadığını, çıkaramadığını hissettim bir an bu tavrıyla.

‘Neden gidemezsin?’

‘Benim hemen gidip okumam lazım. Hemen okulun bitmesi gerek.’ Derken olan ısrarcı haline gülümsemeye çalıştım. Boyu gibi yaşı da küçüktü fakat karşımda kocaman bir adam varmış gibi konuşuyordu. Sorumluluklarını bilip ona göre hayatını yönetir gibi.

‘Niye?’

‘Para kazanacağım, hem abim var bir tane benim. Ama kardeşim olan abim değil. O söz verdi bana, okursam derslerim de iyi olursa hemen işe alacak beni. Bir sürü para kazanacağım, kocaman bir ev de alacağım. Ama senin kadar büyük olmam gerekiyorsa…’ yüzündeki bin parça kendini belli ederken omuzları yeniden düştüğünde bakışları parkın karanlığında birkaç saniye dolaşıp tekrar bana döndü, ‘O zaman annem hiçbirini göremez ki.’

‘Görür, neden göremesin?’

‘Ben ilk paramı kazanınca onu doktora götüreceğim Belgi abla. İyileşecek ama senin kadar olunca iyileşemez ki.’ Kaşlarım çatıldığında kapüşonumu da geriye çekip dikkatle süzdüm ufaklığı. Az önce bozulan morali şimdi ağlamak ile ağlamamak arasında gidip geliyordu.

‘Ben götürürüm anneni doktora olmaz mı?’

‘Olmaz. Çok para isterler. Benim o kadar param yok ki.’

‘Şöyle yaparız Ager, ben anneni doktora götürürüm, iyileştiririz inşallah. Sen de okuyup koca adam olunca, o abinin yanında çalışmaya başlayınca bana borcunu ödersin olur mu?’

‘Hem Ahter abiye hem sana borçlanıyorum ama o zaman. Çok oluyor borcum, nasıl ödeyeceğim?’

‘Ödersin, sen çok akıllı bir adam olacaksın belli ki. Nerede annen senin?’ arka tarafı işaret ettiğinde derin bir nefes aldım. Birazdan yapacaklarım muhtemelen insanın hayatı boyunca emin olamayıp, yapmayacağı şeydi. Daha iki dakikadır gördüğüm çocuğun getirdiği çayı içmiştim, şimdi de kalkıp onunla annesinin yanına gidecektim. Ve tüm ümidim anlattıklarının bakışları kadar temiz olmasından yanaydı.

‘Hadi gidelim annenin yanına.’ Heyecanla yanımdan indiğinde bende ayağa kalkıp takip ettim onu. Önce ağaçlık alana daha sonra da caddenin karşısına geçtiğimizde titrek sokak lambalarının sarı ışığının altında ıssız yolda ilerlemeye devam ettik. Koca bünyeme rağmen korkuyla tarumar olan ruhum ufacık Ager’in cesur yürüyüşüne hayretle bakıyordu doğrusu. Köşe başlarında duran gerçekten de sıkıntılı oldukları belli olan tiplerin yanından kaç kez geçtim hiç fikrim olmasa da az önceye oranla ışığın daha azaldığı bir sokağa girdiğimizde adımlarım kararsızlaşmaya başladı. Gündüz vakti gelsem daha mükemmel bir fikir olurdu muhtemelen ama ne yazık ki tercihim gecenin bir vakti kuş uçmaz kervan geçmez yerde ilerlemek olmuştu. Bir süre sonra sokak daralmış ve hiç ışık kalmamışken rahatsızca omuzlarımı oynattığımda bir adım önümden ilerleyen Ager’in bana baktığını fark ettim.

‘Korkuyor musun? Korkma Belgi abla, bir şey olmaz ki burada sana. İzin vermem ben.’ Küçücük bünyesindeki cesaret biraz da bende olsa kesin dünyayı fethederdim ama ben sertçe yutkunmak dışında bir şey yapmıyordum.

‘Sen çayı bu kadar uzaktan mı getirdin?’ en azından ses olsun düşüncesiyle mırıldandığımda elimi tutan ufacık parmaklarla derin bir nefes daha aldım. Panik atağıma ise ne olur şimdi gelme diye yalvarıyordum içimden.

‘Yok, Bıçkın abi vardı parkta ondan aldım. Bu kadar yoldan ışınlansam getiremem ki.’ Zifiri karanlığa ulaşmak üzereyken bir yanıp elli kez sönük kalan sokak lambasında gözlerimi gezdirdiğimde yolun kalan karanlığına da bakmaktan alı koyamadım kendimi. İleride görünen kırmızı, muhtemelen motor ışığı dışında bir iz bile yokken Ager bir anda elimi bırakıp koşmaya başladı.

‘Ahter abi!’ nedensizce bu ismi daha önce de duyduğumu düşünüyordum fakat nerede duyduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bahsettiği o abi her kimse Ager’in çoktan kalbini çalmıştı belli ki, çünkü ufaklık koşarak motorun yanına gittiğinde ben hala sakin adımlarla ilerliyordum. Ager belki bana bir şey yapamazdı ama Ahter dediği abisinin karanlıktan seçilebildiğim kadarıyla boyunu posunu görünce istemsizce adımlarım yavaşlıyordu. İçimden bir nebze geri dönmek gelse de ufaklığa verdiğim söz ve hayallerimin zorlu yollardan ilerleyeceği aklıma gelince vazgeçiyordum bu fikirden.

O uzun boylu ve kalıplı beden hafifçe bana döndüğünde zaten yavaş olan adımlarım bu kez yarım hale düştü. Ki çok geçmeden boynuna sarılmış Ager’i yere bırakıp başını okşayarak kaskı takıp motora yerleşti. İyice yanlarına yaklaştığımda Ahter beyler belli ki kimliğini saklamak isteyen bir vatandaş olarak siyah vizörü indirip kısa bir baş selamıyla ayrıldı yanımızdan.

‘Seninle tanıştırmak istedim ama çok acil işi varmış, sonra tanışırım dedi.’ Ager anlam veremeyen haliyle arkasından baksa da hafifçe tebessüm ederek önünde durduğumuz ev demeye bin şahit isteyecek harabeye göz attım. Sağlıklı bir insanın burada yaşaması başlı başına problemken bir de hastanın hayatına devam etmesi akıl alacak iş olmazdı. İnsanlar çoğunlukla kaderden bahsederlerdi fakat bu gözleri parlayan, ruhu dağların üzerinde kanat çırpan ufak çocuğun böyle bir evde yaşamasına kader değil tamamen adaletsizlik denirdi. Başlı başına, delicesine bir haksızlıktı bu.

‘Ayaklarına sağlık Belgi hanım.’ Kırk kere kalkmaması için itiraz etsem de Ager’in annesi Nigar hanım kapıya kadar eşlik ettiğinde gülümseyip kolunu okşadım.

‘Belgi deyin lütfen. Yarın da mutlaka bekliyorum, gelemezseniz arayın numaramı bıraktım, ben alırım. Israr ettiniz gelirim diye, o yüzden baskı kurmuyorum.’

‘Senin aklın kalmasın Belgi, gelirim ben. Çocuklar seninle arabana kadar gelsinler, ne olur ne olmaz, tekinsiz buralar.’

‘Ben giderdim.’ Ne kadar bu cümleyi söylemiş olsam da evin bahçesinden sokağa adım attığım an topuklarım totoma vura vura koşardım. Umarım giderim dememe tamam demezdi karşımda duran Nigar hanım.

‘Olmaz öyle şey, buraya kadar zahmet etmişsin zaten, Allah korusun başına bir iş gelir.’

‘Bir iş gelmez de kaybolmayayım en azından.’ Tabi durumun bir vahimliği de buydu çünkü gelirken korkudan etrafa bakmayı düşünememiştim bile. Nigar hanımın yanından sıyrılan iki büyük oğlu, bir kızı ve Ager bahçenin dışına yöneldiğinde Nigar hanımın elini yakaladım anında.

‘Nigar hanım, bunu kabul edin olur mu? İnanın yanımda fazla yok.’

‘Olmaz kızım, zaten geldin buraya kadar, gerek yok.’

‘Olur, çokta güzel olur. Bir ihtiyacınız olursa da arayın, elimden geleni yaparım.’

‘Allah senden razı olsun güzel kızım, Rabbim sevenlerine bağışlasın seni.’ Başımı onaylarcasına sallasam da sevdiklerim kelimesi aklımda onlarca tilkinin ayak izi bırakmasına neden olacaktı. Sevmek başkaydı fakat sevilen olmak, işte tam da o çok başkaydı. Kutu gibi harabe bir evde hastalığına rağmen çocuklarıyla, sabahlara kadar çalışan eşiyle yaşayan Nigar hanıma bakınca istemsizce özeniyordum. Başta olan bu evde nasıl yaşanır düşüncesi gidip içine gireceğim evi hatırladıkça değişiyordu.

Benim evimin hayalleri, bu evin ise duvarları yıkıktı. Hangisi daha iyiydi karar bile veremiyordum. Dört çocuğu okusun diye gece gündüz çalışan bir baba, tüm yokluğa yoksulluğa ve hastalığına rağmen çekip gitmeyen bir de anne vardı bu evde. Oturduğum yirmi dakikada kırk kez kızına beni gösterip oku diyen Nigar hanıma rağmen babam sürekli şirket diyerek eğitimden koparmaya çalışıyordu. O yirmi dakikada sadece benim değil, Ahter bey her kimse onun da ismi kırk kez geçmişti. O da anneleri tarafından oğullarına örnek verilmişti. Nigar hanım çocukların olmadığı bir anda Ahter beyin özellikle her seferinde farklı arabalarla geldiğini söylemişti. Sadece özensinler, bu mahalledeki uğursuz uğursuz davrananlar gibi olmasın diye hep kendini gösterir demişti. Hatta bir ara yaşları tuttuğu için büyük oğullarına arabasının anahtarını verdiğini bile anlatmıştı, Nigar hanıma da sürekli rahatı görsünler, ona alışsınlar ki istesinler demişliği bile olmuştu.

Adamcağız defalarca evi değiştirmek konusunda ısrar etse de Nigar hanımın eşi bu kadarını kabul edemem diyerek geri çevirmişti. Çünkü Ali bey daha öncelerde eli epey maharetli bir marangoz olmasına ve zamanın şartlarında iyi kazanmasına rağmen çalıştığı şirketin batmasıyla işten çıkarılmıştı. Yaklaşık iki sene farklı farklı yerlerde kısa süre çalıştıktan sonra daha fazla ekonomiye direnememişti bulduğu iş yerleri. Kader bu ya, o günlerde dibi gördüğünü düşünürken de en büyük oğulları Ahter beyin gururla abim dediği bir adamın bozulmuş arabasını görmüştü yol üzerinde. Hiç sorgulamadan da sanayide çalıştığı için bilgisi kadar yardımcı olup adamın o geceyi atlatmasını sağlamıştı. Nigar hanım, çok değil iki gün sonra o gururla bahsedilen abinin değil ama Ahter beyin kapılarını çaldığını dile getirmişti. Başlarda Ahter bey ne yapacağını bilemese de muhabbetti hoş bir adammış meğer, cana da yakınmış üstelik. İlk geldiği gün oturduklarının üzerinden yarım saat geçmeden söz ekonomiye, çocuklara, ev geçindirmeye gelmiş. O sırada Ali beyin kutu kadar derme çatma duran işliğindelermiş. Muhabbet oraya kadar gelip, işlikte de el emeği oyma ahşapları görünce Ali beye anında iş teklif etmiş. Nigar hanım bu konu için sürekli aslında para vereyim diye geldi ama gururumuzu kırmak istemedi demişti. Tabi sonrasında da öyle de düşünceli adamdır diye de eklemekten kaçınmamıştı. Haliyle bu teklif karşısında ekmek kapısına yok diyememiş Ali bey, bir gün sonra da bir şirketin fabrikasında çalışmaya başlamış. Ahter bey arkadaşımın fabrikası dese de hepsi ona ait olduğundan emin gibi konuşmuşlardı. Seneler önce bir bozulan araçla başlayan bu tanışma da şimdi Ali beyin emeği ve azmiyle beraber işinde yükselmesine de sebebiyet vermişti. Nigar hanım her seferinde eşi için çok gururludur, Ahter beye mahcup olmamak için emeğinin son damlasına kadar çalışır ama kimsenin hakkını yiyemem Allah razı olsun çalıştığı yerdekiler de asla Ali’nin hakkına girmediler, diyerek minnet duyduğunu açıkça belli etmişti.

Ben farklı tedaviler ve başka bir doktorun görmesi için ısrar ettiğimde ise zorla kabul etmişlerdi fakat Ahter bey bu noktaya da el atmıştı elbette. Sürekli hastalığı takip eden, gerçekten de iyi bir doktorla görüştüğünü, Ager’in telaşlanmasın diye detaylardan haberdar olmadığını ve Ahter beyin Ager’le bir anlaşma yaparak ancak o eğitimini tamamladığında annesine yardımcı olabileceğini ortaya sürdüğünü dinlemiştim. Yine de içim rahat etmediği için başka bir doktorun da görmesini istemiştim çünkü sadece bir kaskla baş selamı veren adamın ne kadar maddi gücü var tahmin edemezdim. Gerçi ismi geçen doktor hatırı sayılır ve dünyaca adı tanınmış bir hekimdi. Yine de sürekli halimiz iyi diyen fakat bir harabede yaşayan Nigar hanımın da birisi için onun da durumu yok diyeceğini düşünmüyordum.

Bunların dışında evi değiştirmek veya çocukların özel okulda okutulmasını da eşinin kabul etmediğini anlatmıştı zaten Nigar hanım. Hem iş vermiş, hem de Nigar hanımın tedavisinde beş kuruş harcatmayan adama bir de ev aldırıp çocuk okutmak haksızlık ve görgüsüzlükmüş öyle dedi. Ama bir yandan da bunca sene Ahter beyin de desteğiyle Ali bey para biriktirmiş çok yakında daha iyi şartlara sahip eve de geçeceklermiş. Muhabbetten arta kalan zamanda sık sık eşinin çok iyi biri olduğunu fakat çokta gururlu olduğunu anlatmıştı. Kaçar gibi gitse de Ahter bey bu evin bir ferdi gibiydi bu aile için. Onu benimsemeleri, gurur duymaları o kadar net şekilde anlatıyordu durumu.

Yürüdüğümüz yol boyunca en büyüğü yirmi beş yaşında olan Ager’in abisi kendi numarasını da bana verdi. Olur da ziyaret etmek istersem mutlaka aramamı, mahalleye asla tek başıma girmememi, ne zaman istersem kapılarının açık olduğunu ve istediğim zaman beni mahallenin girişinden alabileceklerini, bir telefon etmemin yeterli olacağını dillendirmişti. Araya da biz zengin insanlar değiliz fakat annemle babam misafiri çok severler, bir kase çorba da olsa beraber içeriz demekten kaçınmadı. Bizim olduğumuz dünya paylaşmayı asla bilmezken birilerinin yarım ekmeğini maddi olarak kendilerinden daha güçlü biriyle pay edebilmeleri hem şaşırmama hem de duygulanmama neden oldu. Arabaya kadar süren o muhabbet sonrasında da hepsine sıkıca sarıldım fakat en çok Ager’e sarıldım. Defalarca geldiğim için teşekkür etmesine karşı çay için onlarca kez bende teşekkür ettim. Bir günü daha güzel asla kapatamayacağımı bilerek arabama yerleşip döndüm eve.

Basamakları koşarak çıkıp kendimi spor salonuna attığımda direkt olarak soyunma odasına girdiğim gibi kıyafetlerimi değiştirdim. Siyah taytımın belini düzeltip saçlarımı da aynadaki yansımadan at kuyruğu yaptığımda kenara bıraktığım kulaklıklarımı aldım. Geldiğim basamakları aynı hızla çıkarak kendimi koşu bandına yönlendirdiğimde yine aynı kafaya girebilmeyi selamlıyordum.

Ormanlık alanlar, çam ağaçları, çam ağaçlarının reçine kokusu. En sevdiğim ise çıra kokusu. Hayran olabilirdim, doğal ortamda bu denli olmayı reddeden ben bir o kadar doğadan kaçardım fakat aşkta yaşardım onunla.

Önümden uzatılan el acil durum butonuna bastığında duran şeritle şaşkınlıkla elin sahibine döndüm. Kaşlarım havalansa da Noyan başıyla arka tarafı işaret etti. Kulağımdaki kulaklıkları çıkarırken tekrar yüzüne baktım.

‘Senin vücudunun ham denilecek kadar spordan uzak olduğu düşünülemez sanırım, bu kadar koşu yeter. Bir ara çocuklarla grafik konusunda konuşmam lazım, bisiklete geç, yarım saat.’ Gülüp omuz silkerek üzerinde olduğum koşu bandından inerek arkadaki bisikletlere yöneldim. Normal şartlarda vücut ısıtmak için illa ki koşmam gerekirdi fakat bir kere Noyan’ın eğitim şartlarına tamam demiştim. O yüzden koşu bandına olmamaya da boyun bükebilirdim ki çok sevmeme rağmen. Sadece ne yapacağını, bana ne kadar sert davranabileceğini görmek istiyordum. Gerçekten dediği gibi pes etmeyecek mi bire bir şahit olmak şevklenmemi sağlıyordu.

Önümdeki manzaraya inat penceredeki yansımayı kontrol ettim. Üzerindeki iki gün önce olan haline benzer siyah koşu şortu, gri neredeyse yine olmasa da olur diyebileceğimiz atletiyle kendine tamamen zıt biriyle konuşuyordu. Ellerini arkasında bağlamış geniş omuzlarını göstermek istercesine iki ayağını da omuz hizasında açarak yanındaki takım elbiseli adamın dosyalarda gösterdiklerine dikkatle bakıyordu. Elini havalandırıp işaret verdiğini gördüğümde kaşlarım çatılsa da sağ tarafımdan uzatılan bardakla şaşkınlıkla Gizay’a döndüm.

‘Teşekkür ederim?’ tüm suratımdan sorgulayıcı ifade akıyordu. Akmalıydı da, öncelikle ensesinde gözü olmadığı halde Gizay’ın kendisine gideceğini nereden anlamıştı, daha sonra da bu yeşil ama tortusuz şey de neydi.

‘Rica ederim… O tamamen bitecek bu arada.’ Kaşlarımı havalandırıp bir yudum aldığımda yüzümü buruşturdum. Bitki çayını ılık ikram etmek hangi damak zevkine sığardı ki? İçindeki bitkilerin birbirine geçmiş tadına rağmen ben bunu nasıl anlayabilmiştim üstelik?

‘Bitki çayımı bu, ya sıcak olsaydı ya soğuk. Bu ne Gizay imamın abdest suyu gibi.’ İsyan ederek bakmaya başladığımda o usulca omuz silkti.

‘Noyan özellikle böyle olmasını istedi. Ve üzgünüm Belgi ama büyük kayaya tosladın bu kez.’ Kaşlarımı çatıp yüzünü süzdüm önce. Ne demek istediğini anlamıyordum.

‘Bu ne-‘

‘Devam!’ arkamdan gelen bariton sesle sıçradığımda Gizay’la muhabbet edeceğim diye duran ayaklarımı yeni fark ediyordum. Belki on saniye bile olmadan nasıl fark ederdi canım insan.

‘Bu ne demek?’ beynim kodlamış gibi pedalları çevirmeye devam ettiğimde parmaklarını dijital ekranda hareket ettirip zorluk seviyesini de yükseltti.

‘Acımasızdır, Noyan senin istediğinden çok daha acımasızdır.’

Kaç set olmuştu? Sahi kaç set olmuştu ve ben neden her bir seti otuz saniyede bitirmek zorundaydım. Kafayı yememe çok az kalmıştı çünkü ne zaman nefes almak için duraksasam sabır çekmeme sebebiyet sağlanıyordu. Bakışlarım barın önündeki taburede oturan Gizay’ın dalga geçen gülümsemesiyle çarpıştığında kaşlarımı çatıp mekik çekerken kalktığım gibi duraksadım. Sırtımda destek olan parmakları hissettiğimde artık ecelimin görünebilir olduğuna kanaat getiriyordum. Çünkü kendisi bir doksan boylarında, muhtemelen yüz kiloya yakın, kapalı bir havadaki gibi puslu mavi gözleri olan, çizilmiş gibi duran yüz hatlarına sahip, esmer bir Azrail’di.

‘Hareketi hakkını vererek yapmıyorsun. Boşa yoruyorsun kendini.’ Kaşlarım sanki mümkünmüş gibi daha çok çatıldığında bedenimi arkaya atmam için başıyla işaret verdi. Kendimi arkaya tamamen bıraktığımda bir elinin parmakları hala sırtımdayken diğer elinin parmakları yarım sporcu atletim sayesinde açık kalan ufak karın kaslarımın üzerindeydi. Hafifçe bastırdığını hissettiğimde söyleyeceği direktif için yüzüne baktım.

‘Kullandığın ilaçlar yüzünden kas kontrolün tamamen sende değil, daha doğrusu zihnini yönetemiyorsun. Eğer başarabilseydin bunca senelik çalışmanın sonucunda dış görünüşün Gizay’a benzerdi. O yüzden omuz kaslarını tamamen kontrol etmeye çalışmak yerine derin bir nefes alıp omuzlarını serbestleştir. Seni kaldıran kolların veya sırtın değil. Ayrıca kalkarken de karnını ve kalçanı sık.’ Başımı onaylarcasına salladığımda beklercesine bakışlarıyla mekik çektiğimde karnımdaki ellerinde daha çok baskı hissettim.

‘Karın kaslarını sık.’ Bir kez daha yaparken yüzünde memnun bir tebessüm oluşmaya başlamıştı.

‘Şimdi oldu, her set 40, setlere tekrar başla.’ Duyduklarımla gözlerimi belertsem de bisiklette iken gelen adama benzeyen bir başka takım elbiseliyle itiraz edemedim. Mekik çekerken enerjimi tüketmek istiyor olabilirdi fakat ben bununla pes edecek bir kadın değildim. Yanındaki adamın getirdiği evraklara imza attıktan sonra onu da gönderdiğinde gözlerim yeniden kıs kıs gülen Gizay’a takılı kaldı. Eğer Noyan’ın ortadan kaybolduğumu anlamayacağını düşünsem buradan vitamin bara kadar uçar ve Gizay’a tanıştığımız süreç içerisinde hiç atamadığım kadar sert bir yumruk atardım. Üstelik tam olarak sol gözüne. Bir anda ve kayıtsız kalacağı, aynı zamanda sol gözünün moraracağı cinsten bir yumruk olurdu bu.

‘Gizay’ın oradan gülmesini sen mi engellersin, yoksa ben gidip onu parçalayayım mı?’ konuşmaya mecalim kalmayacağını düşünmüş olacak ki şaşkınlıkla baktığında gözlerimi takip ederek Gizay’a döndü. Sadece iki saniye gözlerini onda tuttuktan sonra Gizay hafifçe elini kaldırıp gülümsemesini sırıtmaya çevirip parmaklarını oynatmıştı ki yeniden odağı beni buldu. Yollarda olan buzlanma riski an itibariyle Noyan’ın gözlerindeydi. Bakışları bir anlığına beni tedirgin ederken harelerinin yakıcı şekilde buz mavisine döndüğünü fark ettim. Hayır hayır, göz rengi değişmemişti, bakışları soğuklaşmıştı. Öyle bir soğuk bakıyordu ki ben hala puslu olan mavileri buz gibi görüyordum.

Çığlık atarak kaçmak isteyen ruhum spor salonunun ortasında olduğum gerçeğiyle sakinleşirken bench sehpasında belimden arta kalan alana iki elini yerleştirerek hafifçe üzerime eğilip gözlerime dik dik bakmaya başladı. O an Noyan’ın iyi olup olmadığımı sorgulayan tanımadığım, büyük bir sakinlikle Gizay’la kavgamızın bitmesini bekleyen veya kahve içip içmeyeceğimi soran o adam olmadığını fark ettim. Noyan benim rastladığım, durgun, sessiz ve iyi bir dinleyici olan o kişiden çoktan vazgeçmiş gibi duruyordu. Karşımda, hemen üzerimde bambaşka bakışlar vardı ve olabildiğince ürkütücü haldeydi. Aynı zamanda alay eder gibi…

‘Hırsların mı var Belgi?’ derken tek kaşını havalandırdığında dudakları dalga geçen ufak tebessümüyle yukarı doğru kıvrıldıktan sonra devam etti, ’Göster hırslarını o zaman. Tüm öfkeni göster ki Gizay eğlenmek yerine dumur olsun.’ Başını onay verircesine salladığında konuşması esnasında düzelen sağ kaşı yeniden havalandı, ‘Yapamaz mısın yoksa?’ yüzündeki dalga geçen gülümsemeyle kırmızı görmüş boğa misali soluduğumdan olsa gerek geriye çekilip kollarını göğsüne bağlayarak izlemeye başladı. Gözlerimi sıkıca kapattım yeniden. Geçmiş, şimdi veya yarın hiç önemli değildi.

Odaklanabileceğim tek şey vardı o da çam ağaçları. Yeşil ve dikenli. Kışın, baharda veya yazda fark etmeksizin hep orada olurlardı. Hatırlamıyordum, sadece çam ağaçları yüzünden mevsimin ne olduğunu bile anımsayamıyordu zihnim o çocuk yaşlarımı. Noyan’ın birkaç cümlesi, dalga geçen gülümsemesi ve buz gibi bakan gözleriyle bilincimi kapatmış, sadece benden yapmamı istediği şeyi yapıyordum. Mekik çekmek. Arka planda birkaç ses vardı ancak tüm algılarımın sesini kıstığımdan ve bu saatlerde salonun normalden çok daha az insanı ağırlamasından olsa gerek anlayamıyordum. Vücudumun yorulduğunu veya yıprandığını hissetmemek, bunu sadece sinirlenerek yapmak bambaşka bir duyguydu. Kaçıncıydı bilmiyorum ama nefesim kesilene kadar bu harekete devam edebilirdim. Noyan’ın sesi olmadığına emin olduğum bir sesin saymalarını işitiyordum. Muhtemelen kendi seti için sayıyordu fakat ben kim olduğunu bilmeden o işittiğim sesle, kesilmeyen nefesimle ve gözlerimi kapatmadan hemen önce burnumun ucunda duran puslu mavilerle mekik çekiyordum. Benim kaçıncıda olduğumu bilmesem de sayan adam doksan dörtteydi. Doksan beş, doksan altı, doksan yedi, doksan sekiz, doksan dokuz, yüz. Yüz-

‘Kalk.’ Beynim adeta beni terk etmiş Noyan’dan emir alır gibi harekete geçtiğinde benchden kalkıp karşısına dikildim. Komutları artık düşünmüyor, sadece yapıyordum. Gözlerimin önü biraz kararmıştı, hala da o kararma etkisini kaybetmemişti ama kötü de hissetmemiştim. Gerçekten kafayı yiyecektim. Şurada yuvarlan dese beynim yadırgamaz tüm sinir, kas ve eklemlerime sinyal gönderirdi herhalde. Nasıl ayağa dikildiğimi anlamadan şaşkınca bakarken Gizay’ın iyi olup olmadığımı kontrol eden gözleriyle çakıştı mavi harelerim. Dalga geçer gibi burun kıvırdığımda Noyan’ın başıyla, muhtemelen takip etmem için verdiği işaretle peşinden ilerlemek için hamlede bulundum. O sırada Can’la çakıştı gözlerim. Şaşkınlıkla aralanmış dudakları, şok içerisinde bakan haliyle inceliyordu beni. Sayan Can mıydı? Dahası saydığı benim hareketlerim miydi?

‘Deran!’ Noyan’ın bağırmasa da diktatörlüğünden baskın çıkan ve tedirgin edici sesiyle yaklaştığım merdivenleri seri adımlarla inmeye başladım. Salonlara yöneleceğini zannederek indiğim katta duraksamıştım ki onun bir kat daha aşağı inen basamaklara yönelmesiyle kaşlarımı çatıp takip ettim. Aşağısı karanlık gözüküyordu, hatta zifiri karanlık gözüküyordu. Gün ışığının basamaklara yansıması kaybolurken olduğum yerde kaldığımda onun gıcırdayan spor ayakkabılarının sesi de kesilmişti. Ben ise bomboş karanlığa bakıyordum. Ne kadar uzun olduğu belli değildi fakat bana sonsuz gibi gelmişti. Sanki kilometreler boyunca simsiyah bir alanda yürüyecektik. Ellerimden kanım çekilirken üşümeye başladığımda vücudumu esir alan titremeye engel olamadım.

‘Deran?’ ses tonundaki o ne olduğunu anlamaya çalışan hal içten içe ruhumu daraltmaya başladı. Yukarıda kükreyen, direktif savuran, katı, kararlı adamın sesi şuan merak ve tedirginlikle çıkıyordu. Sorgulayıcı halini hücrelerimde hissediyordum fakat yapamazdım, bir adım daha atıp yüzüme hala değen gün ışığını kaybedemezdim. Adımlarım benim isteğime bırakmadan harekete geçip bir basamak yukarı çıkmama neden olduğunda trabzanın soğuk yüzeyini sımsıkı kavradım. Sanki Noyan yanıma gelip beni sürükleyerek götürmeye kalkabilirdi ve ben koca bedenli o adama ince bilek ve parmaklarımla karşı çıkabilecektim. Düşüncesi bile komikti bunun.

‘İnemem.’ Olduğum yerde başımı sağa sola sallarken yüzümü aydınlatan gün ışığı artık göğüs hizama kadar ulaşmıştı, Noyan’ın yüzünü ben göremiyordum ancak o boş bakışlarımın farkında olmalıydı. Ayakkabılarının zeminde çıkardığı ses gittikçe bana yaklaştığında tutulan bileğimle bir basamak daha geriye kaçtım. Artık gün ışığı belime denk geliyordu ve ben ne kadar karanlıktan vücudumu kurtarırsam o kadar rahat ediyordum. Yüzü, teni, gözleri karanlıkta kalan Noyan’ın bileğimdeki elinde ışık yansıması vardı ve sanki bir canavar beni o karanlığa çekiyor gibi hissetmeme neden oluyordu.

‘Akluofobi mi?’ sorusuyla başımı onaylarcasına salladığımda bileğimdeki el tenimden kayıp gitti. Ayak sesleri benden uzaklaştığında duyduğum şalter sesinden sonra aydınlanan koridora baktım. Zannettiğimin aksine on adımlık bir mesafe vardı, on adımlık mesafe sonrasında da kocaman koyu gri metal bir kapı. Kalan üç basamağı da inip çatık kaşlarımla baktığımda Noyan harelerime dikkat kesilmişti ki atacağım adımı durdurmak istercesine elini havalandırdı.

‘Şimdi aydınlatmaları tekrar kapatacağım, olduğum yerde duracağım, kapı ile olduğun yer arasında sekiz adım var, derin bir nefes alacaksın, beşinci adımında zaten sağ tarafında olacağım.’ Derken başımı hızlıca sağa sola salladığımda kaşlarını havalandırdı.

‘Yapma.’ Sesimdeki tedirginlik alenen ortadaydı fakat Noyan bunu önemsiyor gibi bakmıyordu. Başıyla arkasındaki gri metal kapıyı işaret etti.

‘O kapının arkasında ışık var. Ve ben sana kendini yönetmeyi öğreteceğimi söyledim.’ Derken alay edercesine gülümsedi, ‘Her anlamda.’ Diye devam ederken hala elinin altında olan şartellerden birisinin sesini duydum. Az önceye oranla loşlaşan ortamda kaşlarını havalandırdığında birini daha indirdi. Daha karanlıktı fakat hala ortamı seçebiliyordum. Bundan vazgeçmeyecekti. En başta ne demişti? Ben pes etmem Deran, genelde karşımdakiler pes eder… Ben karşısındaki pes edenlerden olmayacaktım. Olamazdım, henüz burada korkup kaçarsam pes etmiş sayılırdım fakat ben bunu asla yapacak bir kadın değildim. Derin bir nefes aldığımda sadece kenarlarda yanan ledleri kapatmadan önce hızlı adımlar attım, yanına ulaştığım dakika onları da kapatmıştı ki kalan üç adımı da koşmak ister gibi bitirdiğimde metal kapıyı büyük bir gürültüyle ittim.

‘Bilgin olsun diye alt yazı geçiyorum ben yanında değilsem veya benim iznim yoksa içeri alamazlar seni. Olur da iznim olduğunu söylersen, onay almak için ararlar. O yüzden deneme.’ Gürültüyle açılan iki kanatlı kapıdan içeri girdiğimizde Noyan az önce olan gergin halimi zerre yaşamamış gibi davranma taraftarıydı. Takım elbiseli iki adama bakarak çattım kaşlarımı yeniden. Bomboş bir oda görünüyordu, fazla büyük değildi, ortalama on iki kişilik yemek masası alacak kadar olabilirdi ki yerde zerre kadar koruyacak bir şey yoktu. Bu da muhtemelen gerçekten duvardan duvara vurulma eylemimi gerçekleştirecekti. Çünkü kollarımı iki yana açsam ve benden bir tane daha aynı şekilde bıraksam parmak uçlarım duvarlara değerdi. Odada yeni fark ettiğim üçüncü adam önümüzdeki koca ana şartel dolabını yerinden çıkardığında büyümüş gözlerimle baktım.

‘Ahter!’ Gizay’ın sesi koridorda yankılanırken bakışlarımı o tarafa çevirsem de görememiştim ancak seslendiği kişinin daha önce telefonda isyan ederek konuştuğu kişiyle aynı olup olmadığını anlamak adına kıstığım gözlerimi Noyan’a çevirdim. Gizay bir kez daha kükrerken kıstığım gözlerim büyümeye başladı. Ahter… Gizay’ın telefonda isyan ettiği Ahter ve Ager’in, Ager’in annesinin, abisinin, ablasının kahraman gibi bahsettiği Ahter. Rahatı tatsınlar ki istesinler diyen, izbe bir sokakta başına taktığı kaskla ufak bir baş selamı vererek karanlığın içinde kaybolan Ahter.

‘Geç sen.’ Eliyle işaret ettiği duvarın diğer tarafına baktığımda küçücük odanın aksine olabildiğince büyük bir alanla karşılaştım. Basketbol sahası kadar vardı. Omuz silkme isteğimi içime bastırarak oyuktan girdiğimde tamamen yaklaşmış ayak sesleriyle Gizay yeşil gözlerini üzerime dikti. Öyle bir bakıyordu ki bir yandan deliye döndüğünü, diğer taraftan da yakın bir arkadaşını korumaya gelmiş gibiydi. Kumral teni sinirden neredeyse kızıla çalmak üzereyken, hatta bir miktar alnındaki damar belirginleşmişken konunun benimle alakası olmadığını düşünmek istedim. Benimle alakası varsa da salağa yatmak o sırada işime gelirdi. Çünkü Gizay sinirlendi diye o karanlık koridora dönmeyecektim O da biraz spor yaparken kendini zorlamış olabilirdi öyle değil mi? Gerçi biz merdivenlere yönelirken sadece bar taburesinde oturup izliyordu.

‘Ne yaptığını sanıyorsun?!’ sesi yükselmemişti fakat dişlerinin arasından öyle bir konuşmuştu ki Gizay’ın içten içe kükrediğini hissedebiliyordum. Bakışlarımı onlara çevirmemek adına etrafı süzmeye devam etsem de az önce Noyan’a tıslar gibi konuşan Gizay’ın sesini yeniden duydum. Bu kez Noyan’la değil benimle iletişim kuruyordu sanırım, en azından ismimle hitap etmesi gerçeğini atlamamak gerekirdi.

‘Gel bu tarafa Belgi.’ Emir vermekten çok rica edercesine bakıyordu. Cümleler bazen tek düze olmazdı çünkü. Sesin, tınının da bir hükmü olmalıydı ve Gizay son yirmi saniyedir bunu gayet profesyonelce kullanıyordu. Noyan’a deliye dönmüşçesine kısık sesle bağırıyor, bana ise emir verircesine ricada bulunuyordu. Öyle güzel kendini kontrol ediyordu ki itiraz edesim gelmiyordu fakat beni Noyan’ın parça pinçik etme ihtimaline göz yumduğu için bakışlarım puslu mavilere döndü.

‘Müsaade edersen üyeme eğitim vereceğim.’ Noyan’ın kinayeli sesiyle beraber Gizay’ın bakışları tekrar bende dolaştı. Dudaklarında asla gizlemediği kibirli bir gülümsemeyle hareleri tekrar dostuna dönüp bakışlarını birbirlerine diktiklerinde yine o dost meclisinden hallice konuşma senfonisi girmişti devreye. Sinirlerinin gerildiği o kadar belli oluyordu ki sıkıntı yok ya diyerek oldukları tarafa atlamam an meselesiydi. Fakat ben bunu yapacak kadar mantıklı bir kadın mıydım? Asla! Kaldı ki Gizay o üyelik fesih evrağını ortaya çıkardığında bana göre aramızda soğuk bir savaş başlamıştı, her ne kadar çocukça olsa da bu savaştan vazgeçmeyecektim.

‘Özel konuşacaksınız sanırım sizi yalnız bırakayım.’ Kaşlarımı havalandırıp indirerek Gizay’ın damarına basmak istercesine hafif bir tebessümle onlara arkamı dönüp ilerlemeye başladığımda derince nefeslendim. Koca bir basketbol sahasının dört yerine konumlandırılmış ringler vardı, sadece bir duvarda asılı olan pota, saymak için erindiğim iki sıra halinde nizami olarak dizilmiş kum torbaları, ayağımın altındaki ahşap parkeler, sahanın dört köşesine yerleştirilmiş put gibi duran takım elbiseli adamlar…

Beni hangi filmin içine atmışlardı bilmiyordum fakat burası seyircisiz bir maç izlemek için tasarlanmış gibi duruyordu. En azından kafamı gözümü yarıp hastaneye kaldırılarak dikiş atılmayacaktı. Bu da bir artıydı benim için az önceki odayı düşününce. Ve eğer bir pay çıkarmam gerekirse o içinden az önce çıktığım ufak odada Noyan tek eliyle beni parçalara ayırabilirdi.

Gizay ve Noyan’ın arka taraftaki konuşmaları hala devam ediyordu ancak dinleme niyetinde hiç değildim. Merak etmiyordum, çünkü ayan beyan tartışıyorlardı.

Ben tartışmaları sevmezdim, zaten oldum olası yapıma tersti. Bir insanı gıcık edeceksem en etkili yöntemim kelimelerim olmuştu her zaman, yüksek sesim değil. Boğazımı bunun için yoramazdım. Tabi bir başka yöntem de yokmuş gibi davranmaktı ama bulunduğumuz ortamla alakası yoktu. Kavganın galibi hala burada olmamdan ve arkamdan gelen ana şalter kapağının kapanma sesinden anlaşılıyordu.

‘Tribünsüz maçın tadı olmaz.’ Yaklaşan ayak sesleriyle mırıldandığımda Noyan’ın da gelip yanımda durduğunu fark ettim. Derin bir nefes çekerken benim gibi olduğumuz noktadan etrafa göz atıyordu. Sessiz kalışıyla ortam olduğundan gergin hissettirmeye başladığında iç çekerek dudaklarımı ıslattım.

‘Ager…’ göz ucuyla ona bakıp mırıldandığımda hafifçe tebessüm etse de bu kez o derin bir nefes aldı.

‘Spor yaparken özellikle dinlediğin bir parça var mı?’ sorduğu soru afallamamı sağladığında başımı usulca ona çevirdim. Ager’i duymamış gibi davranmaya devam ediyordu. Uyarı yapmıyordu, buradan bahsetmememi, ki dışarıda üç içeride dört adam olunca istemiyordu ve beni motive eden parça var mı diye soruyordu. Gizlediği ama bir o kadar da elimi kolumu sallayarak içeri girmeme izin verdiği bu yerin varlığı enteresandı doğrusu. En azından ufak bir uyarı yapabilirdi veya Ager’den bahsedebilirdi. Ancak bende onun gibi davranıp derin bir nefes aldım. Madem konuşmaya böyle yön vermeyecekti, istediği olsundu. Normal bir yerde olmadığımızın farkındaydım fakat bunu pek önemsemezdim. Önemsemiyordum da.

‘Genelde kahkaha atarlar ama gülmeyeceksen söyleyebilirim.’ Yüzümü buruşturup baktığımda Noyan göz ucuyla süzerek dudağının kenarının hafifçe yukarı kalkmasını sağladı. Gamzesi kendisini ben buradayım diye göstermeye başladığında attığımız adımlarla az önce dört tarafta olan adamlar da yaklaşmış hatta ikisi direkt olarak kalın halatları açarak geçmemiz için alan yaratmışlardı. Noyan cebindeki telefonu çıkarıp bir şeylerle uğraştıktan sonra hala kenarda bekleyen adama teslim etti. Tüm salonda Fight Club filminden Where İs My Mind parçası yankılanmaya başladığında gözlerindeki dalga geçen halinde farkındaydım.

‘Senin gibi küçük hanımlar bu parçadan başlarlar bence.’ Kaşlarını kaldırıp gülümsemesini daha da genişlettiğinde hala durmam garibine gitmiş olacak ki yumruklarını hafifçe kaldırıp bedenini biraz öne eğerek parmaklarıyla harekete geçmemi işaret etti.

‘Elastik bant kullanmayacak mıyız?’ kaşlarımı çatarak mırıldandığımda onun dudaklarından gür bir kahkaha koptu.

‘Gerçekten mi? Sen spor yapmak istemiyorsun, kendine zarar vermek istiyorsun Deran. Bende bu talebine onay veriyorum.’ Rahatlığı mı, kahkahası mı bilmiyorum ama bedenimi esir almaya başlayan öfkenin gözlerime kadar yansıdığına emindim. Neden sinirlendiğimi bilmesem de Noyan’ın küçük görücü ve beni okyanusta ufak bir balıkmışım gibi basitsercesine gülüşü tüm mekanizmamın bozulmasını sağlıyordu. Hırsla yaklaşıp savurduğum yumruktan kolayca kurtulduğunda karın boşluğumda hissettiğim darbeyle çattım kaşlarımı. O ise umurunda olmadan hala parmak uçlarında ritmik şekilde hafifçe yaylanıyor ve gülüyordu.

‘Denk mi getiremedin yoksa?’ şaşırmış gibi olan ifadesine istinaden saygı dahi duyabilirdim, tabi yumruk yememiş olsaydım. Gerçekten de dalga geçecek bir malzeme ararken beni bulduysa şanssız günündeydi. Çünkü benimle dalga geçilmesini sevmezdim. Kendimi kontrol etmeye çalışsam da tamamen boş olduğunun bilincinde olarak iki kez yumruk savurduğumda ustalıkla kaçışından sonra belimdeki kolunu ve bacağımın arkasını saran ayak bileğini hissettiğimde sırtım sertçe zemine çarptı. Puslu bakışları direkt olarak tepemden gözlerime dikiliyken kaş çatarak izliyordum olan biteni.

‘Sen bu kadar kolay yeniliyorsun işte.’ Duyduklarım ruhuma küfür yemişim gibi işlerken omuzuna attığım yumrukla gerilemesini fırsat bilerek ayağa kalktım. Fakat benim yumruğumdan değil, daha fazla dalga geçmek adına geri çekilmiş gibi bakıyordu. Burnumdan soluyan halime rağmen histerik bir kahkaha attığında iki elini de havalandırdı.

‘Bu kadar zayıfsın işte Deran.’ Zayıf değildim, asla ama asla zayıf olamazdım. Ne yaşadığımı bilmediği için böyle kolay yargılıyor olabilirdi ancak buna hakkı yoktu.

‘Ağlayacak kadar güçsüz müsün bir de!’ histerik kahkahası bitmiş olsa da yüzündeki küçümser bakışlar bire bir yerinde dururken gırtlağıma kadar gelen çığlığımı engelleme çabasına girdim.

‘Ben zayıf değilim!’ Öfkemi de yanıma alıp tekrar hamlede bulunduğumda daha ne olduğunu ayırt edemeden sırtımın keskin ağrısıyla yerde yatarken bulmuştum kendimi. Buruşan yüzüme rağmen gözlerimi araladığımda kollarını ringin halatlarına yaslayıp bana yukardan bakan puslu mavilerle karşılaştım. Sahiden oradan beni aşağı atmış mıydı? Dümdüz uçmuş muydum? Gerçekten Gizay’ın söylediği kadar acımasız mıydı? Elbette bu karşılığı istiyordum, yara alayım, parçalanayım, haşatım çıksın istiyordum fakat yaklaşık iki metrelik bir yerden çakılırsam boynumu kırma ihtimalimi de hesap etmeliydi. Henüz on dakika bile olmamasını da! Henüz ısınmamıştık bile!

‘Ya boynum incindiyse!’ sanki daha geçen gün ofisinde Gizay’a döv istiyorum diye bağıran kadın ben değilmişim gibi bir yüzsüzlükle cırladığımda elim enseme gitti. Resmen ince sızısı bedenimi ele geçiriyordu.

‘Sen istedin, ben senin talebin dışında bir şey yapmıyorum.’ Olduğu yerden bir milim bile kıpırdamadan zevkle izlediğinden olsa gerek daha da sinir bozucuydu. Burada kafes dövüşü yapmıyorduk sonuçta! Ağrıyan sırtıma rağmen ayağa kalktığımda başımı hafifçe kaldırıp kaş çattım.

‘Ne o şikayet mi edeceksin bir süs bebeği gibi?’ derken bir de elini uzatıyordu, çıldırmamak elde değildi! Hırsla ayak bileğini yakalayıp çektiğimde onun da sırtı ringin zeminiyle birleşmişti ki bir çırpıda çıkarak dizlerinin üzerine oturdum. Haksız rekabetse kuralsızca oynardım. Hiç problem değildi. Yumruğumu sertçe indirirken yuvarlanmasıyla beraber bacaklarını da bana kenetleyip tam tersi halimize getirdiğinde yumruğumu ringin zeminine hırsla indirdim.

‘Kontrolsüzsün ama fark etmez devam et. Çaylaksın nasılsa.’ Bacaklarımı saran bacaklarını gevşettiğinde gülerek zemine bağdaş kurma hamlesinde bulunuyordu fakat bilmediği bazı şeyler vardı. Buradan bu maç dönerdi ve ben hırslarım söz konusuysa dış görünüşümün tam aksine birisi olabilirdim. Henüz ayak bileği tam olarak bacağımdan kopmamışken bacaklarımın arasından attığım elimle hızlı bir hamleyle bileğini yakalayıp bacağımın arkasıyla sıkıştırdığım gibi kendimi geriye doğru üzerine attığımda bu hamleyi beklemediği çenesine inen dirseğimden anlaşılıyordu.

‘Tanımadığın çaylak profesyonel çıkabilir.’ Diyerek zemine çarpmış başıyla bacağını serbest bırakıp havaya kalkmış kolunu yakaladım. Güçlerimiz eşit olmayabilirdi ama gelişi güzel kendime zarar verdiriyor olmam teknik bilgim yok demek değildi. Kolunu sırtına çevirirken yanağı ringin yüzeyine yapıştığında bu kez gülümseme sırası bendeydi sanırım. Kas gücünün önüne bazen esneklik geçebilirdi işte.

‘Çok çabuk kazandığın yanılgısına düşüyorsun ama öğrenirsin…’ hafifçe kulağına eğilip fısıldayarak geriye çekilirken sırtına bastırdığım kolu esaretimden kurtulup belime sarıldığında sırtımı ringin zemininde bulsam da hemen yüzümün karşısında Noyan’ın gerilmiş çehresi vardı. Burnumun ucunda aldığı sık nefesler yüzümü rüzgar misali yalayıp geçerken bulunduğumuz konumu çözmeye çabaladım. Bunu yapması imkansızdı! Bunu yapması için kolunun çok ama çok saçma bir şekilde fazla esnek olması gerekiyordu!

‘Kazanmak için yapacaklarımın etik ve sağlık kurallarıyla alakası olmaz Deran.’ Derken elinin biri ring ile sırtım arasında kalsa da diğerini çekip omuzuna götürdüğünde büyümüş gözlerle baktım yüzüne. Kolunu omuzundan çıkarmıştı! Ring ile sırtım arasında kalan parmaklarının baskısını bundan hissetmiyordum! Boşta olan kolunu dirseğinden tutup sırtımdan çekerken şaşkınlıkla aralanmış dudaklarıma gülümseyerek omuzunun biraz altından tutup az önce çıkardığı kolunu bir hamleyle tekrar yerleştirdiğinde dirseklerimden destek alarak doğruldum.

‘Manyak mısın sen!’ sesim boş sahada yankılanırken çıkardığı ama umursamadan tekrar taktığı omuzuna hafif masajlar yapıyordu. Yüzünde yaptığının saçma olduğuna dair ufacık bir ifade yoktu fakat ben dehşete düşmüştüm. Dirseklerimden aldığım desteği kesip dizlerimin üzerine çıkarak yaklaştığımda masaj yapan elini de omuzundan çekti. İnsan kolunu böyle saçma bir nedenle bile isteye çıkarıp takamazdı! Mantıksızdı bu. Aklı başında birinin yapacağı işte değildi. Parmaklarım omuzunu kontrol ederken harelerinin üzerimde dikili olduğunun bilincindeydim ancak dönüp yaşadığım şok yüzünden bakamayacak haldeydim.

‘Kafana göre bunu yapman çok tehlikeli. Sinirlerin ve kasların her seferinde zarar görür. Canın istediğinde kolunu çıkarıp geri takamazsın.’ Omuzunu kontrol etmeye devam ederken konuştuğumda tepkisiz haliyle nefesimi sıkıntılıca bırakarak geri çekildim.

‘Sürekli yaptığım bir şey değil zaten.’ Diyerek az önce hamlam yüzünden kuramadığı bağdaşı kurarak omuz silkti. Bende tek dizimi kırıp çenemi yasladığımda, diğerini de altıma alarak sinirlice yüzüne bakmaya başladım. Elini hafifçe kaldırıp çevredeki dört adamın uzaklaşması için hareket ettirdiğinde dudaklarını ıslatıp kenardaki su şişesini aldığı gibi bana uzattı.

‘Pes etmiyorsun, takdir edilesi.’

‘Belgi Deran İmerler pes etmez.’ Omuz silkip burun kıvırarak karşılık verdiğimde kırgın bir gülümseme gönderdi. Yıllarca duyduğum cümle bundan ibaretti zaten. İmerler pes etmez, İmerler üzülmez, İmerler ağlamaz, İmerler onu bunu şunu yapmaz. Belgi Deran İmerler ise hep kazanmak zorundadır ve onun önünde kimse duramaz.

‘Bu öfkeyi tanıyorum Deran. Acımasız bir öfke bu hissettiğin, kendini parçalatmak istemene neden olacak bir öfke. Fakat daha da fenası korkutan bir öfke.’ Kaşlarım derinlemesine çatıldığında Noyan o kırgın gülümsemesini göndermeye devam etti.

‘Öfken seni korkutuyor, ne yapacağını bilemiyorsun, onunla başa nasıl çıkarsın bilemiyorsun. Öfken seni içine çekerken öldürdüğünü hissediyorsun. Deran’ı öldürüyor…’ sanki benden değil de kendinden bahseder gibi sitemle konuştuğunda artık kaşlarımın ortasında oluşacak çizgileri önemsememeye başladığımı fark ettim. Son günlerde o kadar kaş çatmıştım ki kafaya bir de bunu takarsam sıyırmam garantiydi.

‘Nereden biliyorsun?’ umursamazca mırıldandığımda bağdaş kurduğu ayaklarını çözerek uzatıp ardından elleri zemine yaslayarak derin bir nefes aldı.

‘Bende samimiydim o öfkenle, çok yakın arkadaşımdır kendisi.’ Bana neden anlattığını, beni neden yerin dibine soktuğunu bilmiyordum. Bunu çok rahat şekilde yukarıda olan boş salonlardan birinde de yapabilirdik fakat tüm gün boyunca sürekli takım elbiseli tiplere imza veren, ensesinde gözü olduğunu düşündüğüm, böyle gizlenmiş bir alanı olana da sorasım gelmiyordu. Kesin ve net şekilde işin içinde bir pislik vardı fakat ben bununla zerre ilgilenmiyordum.

‘Ölmeden önce bir dakikan olsa ne yaparsın?’ aniden sorduğu sorusuyla dudak büktüğümde aklımda bir cevap belirlemem için süre tanır gibiydi.

‘Kimsenin olmadığı bir yerde avazım çıktığı kadar bağırırdım herhalde. Peki sen?’ yarım ağız gülüp ellerini düzelterek avuç içlerini birbirine çarptı.

‘Bir sahile gidip öylece uzanır ve ölene kadar da oradan kalkmazdım.’ Bu yapması çok mümkün bir durum değilmiş gibi bahsettiği bir konuydu. Bende imkansızı söylememiştim ama Noyan için bu uçurumdan kendini atmakla eş değermiş gibi söylemişti.

‘Şimdi de yapabilirsin?’ kaşlarımı havalandırıp çenem ve dizimin arasına ellerimi yerleştirdim.

‘Bunun için vaktim yok.’ Dediğinde şimdiye kadar hiç karşılaşmadığım bir Noyan’a bakar gibi hissediyordum. Nazik, öfkeli, küçük gören veya dinlemeyi bilen Noyan’lardan herhangi biri değildi artık. Şeffaftı, yorgundu, kendine kızgındı, umutsuzdu, mutsuzdu da üstelik. Karşımdaki Noyan tam olarak bu tabirlerin hepsini yaşarken gösteriyordu da.

‘Nasıl yani, bir sahile gidip sadece bir dakikacık uzanacaksın, altmış saniye…’ yüzümdeki garipseyen ifadeye güldüğünde oturduğu zeminden ayaklanıp uzattı elini.

‘Altmış saniyeyi bir köşeye bırakalım on beş saniyem bile yok.’

‘Beni buraya neden getirdin o zaman? Veya madem o kadar yoğunsun neden eğitim için teklifte bulundun?’ bir insan bu kadar yoğun biriyse neden hiç tanımadığı benim için bir zaman dilimi ayırırdı ki? Gizay yüzünden olabilirdi. Yakın arkadaşının benim için üzüldüğünü görmüş ve sadece bu yüzden, o üzülmesin diye bana eğitim vermeyi düşünmüş olabilirdi.

‘Fazla göz önünde dövüşmem ve az önceki uçuşunu yukardaki salonda yapsaydık muhtemelen üzerinden cımbızla cam kırıkları topluyor olurduk. Eğitim vermek istememin sebebi de dediğim gibi öfkenle daha önce tanışmış olmak. Bazen benim de eğlenmeye ihtiyacım olur bunu da atlamayalım.’ Uzattığı parmakları yakalayıp bende kalktığımda elini çekip etrafa tekrar baktı.

‘Bir kum torbasının bile sana karşılık verebileceği kadar açık oynuyorsun.’ Çenesiyle ilerideki kum torbalarını işaret ettiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Son zamanlarda almadığımı hissettiğim kadar derin bir nefes…

‘Ben oynamıyorum, oynamakta istemiyorum.’ Omuz silktiğimde adımlarını ringin diğer tarafına yönlendirdi. Adamlar tıpkı girerken yaptığı gibi yine halatlar arasında mesafeyi açarken aşağı indik.

‘Bence oynamalısın. Hayat senaryosunu sadece senin yönlendirebileceğin bir oyun çünkü.’ Küçük adımlarla girdiğimiz sözde kapıya yaklaşmaya başladığımızda derin bir nefes daha aldım.

‘Beni dövebildiğine, affedersin beni kendi kendime dövdürdüğüne göre senaryon hazır olmalı.’ Önümüzdeki metal kapakla bakışlarımı Noyan’a çevirdiğimde hafif bir tebessümle başını sağa sola salladı.

‘Benim senaryom yok, tercih etmiyorum diyelim.’ Kapak yeniden açılırken eliyle geçmem için işaret verdiğinde çıktım ufacık yerden.

‘Gizay gelişine yaşıyoruz işte kasmaya gerek yok diyor. Arkadaşların kafa yapıları hep aynı olur herhalde.’

‘Gizay gelişine yaşamaz, o genelde gelişine hayata vurmayı tercih ediyor.’ İstemsizce dudaklarımdan dökülen kahkahayla beraber basamaklara kadar ulaşmıştık ki dönülecek alandaki duvara yaslanmış kollarını da göğsünde birleştirmiş Gizay’la göz göze geldim.

‘Sen çık hadi, Gizay hayattan sonra gelişine bana da vuracak.’

‘Teşekkürler, görüşürüz.’ Başımı sallayıp basamakları çıkmaya başladığımda yanından geçecekken Gizay’ın da omuzuna dokundum.

‘Görüşürüz.’

‘Görüşürüz Belgi, dikkat et kendine.’ Yüzündeki hafif tebessümle başımı salladığımda kalan merdivenleri de tırmandım. Hayatım boyunca sporla atmaya çalıştığım öfkem bugün dinmiş miydi bilmiyordum. Fakat kesinlikle normal şartlarda olandan çok ama çok daha rahatlamıştım. Sanırım kontrol altında tutulmamak bana iyi gelmişti veya birinin beni bu kadar ciddiye almazken gösterdiği tavra karşı duruşum. Karnıma yediğim yumruk veya gelişi güzel aşağıya uçmam pek anlam ifade etmiyordu. Neler döndüğü, yıllardır geldiğim bir spor salonunun alt katının enteresan bir basketbol sahası olması, samimi olarak dövülmek değil kendimi dövmeme müsaade etmem, hatta kazanan olmak için kolunu çıkarabilen Noyan’da kafaya takmam gereken meseleler değildi.

Nemli saçlarımla çantamı omuzuma atıp soyunma odasından çıktım. Üst kata ulaşmak için merdivenleri de tırmandıktan sonra spor salonundan çıkarak arabama ilerledim. Hayat garip geliyordu. Çünkü hali hazırda yirmi beş yaşında, tıp okuyan ama babasının inatla şirket koltuğuna zamk ile yapıştırmak istediği bir bireydim. Ben ise o koltuğa oturma niyetinde hiç ama hiç değildim. Gerçi Zeren İmerler’e göre benim istememin bir önemi yoktu. Matematiksel ve kavramsal zekam üst düzeydeydi ve nöbet tutacağım bir iş yaparak onun deyimiyle üç beş kuruş kazanacağıma, şirkette milyon dolarlarla oynayabilirdim. Benim ise nöbet tutmakla bile derdim yoktu, çünkü standart bir şekilde hastanede çalışma fikrine çok ama çok uzaktım.

Türkiye’den belki de binlerce kilometre ötede, ki Türkiye için de olması mümkündü, yolu dahi yapılmamış, suya muhtaç insanlara yardım etmek istiyordum. Gerekirse onlar için günlerce uyumadan çabalayıp, sağlıkla gülmelerini sağlamak. İyi şeyler yapmak istiyordum, yaşatmak, daha iyi imkanlarla yaşatmak, daha da sağlıklı yaşatmak. Bu babamın fazla umurunda değildi, hatta tercih yapacağım dönemde gözünü sapıtıp tamamen tıp yazmasam eminim ki hepsi işletme olurdu. Ki o dönemde sen işletme oku yurt dışında, ben o bahsettiklerin için hastane yaptırırım demişliği vardı. Bu söylediği kulağa normal ve güzel gelebilirdi ama o bahsettiklerin yerine o insanlar deseydi net bir şekilde yaptıracağına inancım olurdu. Sadece beni ikna etmek için ortaya atılmıştı bu.

Geldiğim bol ağaçlıklı alana göz attığımda derince soluklandım. Gökyüzü katran karasıydı ve aynı zamanlarda benim de içim siyahlaşmaya yüz tutuyordu. Şuan burada olmak isteyip istemediğimden emin değildim fakat veda etmem gerekiyordu. Belki oturup onunla konuşmaya ihtiyacım vardı, belki de pişmanlığımı dile getirmeye. Fakat ne olursa olsun bir şekilde arabayı bu ürkütücü yere getirmiştim. Önünde durduğum demir kapıya uzanıp iteklediğimde demirden gelen o gıcırtıyla dudaklarımı ıslatarak yeniden baktım etrafa.

Çok büyük bir alandı, aşırı derecede büyük, sessiz ve ıssızdı. Ölülerden korkulmaması gerektiğini bilirdim, korkmazdım da zaten ama burası tüylerimin ürpermesine neden olmuştu. Açtığım kapıdan bir adım atacak olsam da duraksadım. Yapamıyordum, orada, ıslak ve üzerinde karlar olan toprağa dokunmaya, yeni bırakılmış çiçeklerle yüzleşmeye, o mermerde yazan ismi okumaya cesaretim yoktu.

Şimdi değildi, henüz Arıkan’a veda edemezdim.

Onu öylece orada bırakıp eve dönemezdim gördükten sonra. Geldiğim kadar aklım havada halde açtığım demir kapıyı gıcırtıyla kapattım. Arabama yeniden döndüm, şimdiye kadar titrediğini fark etmediğim elime takıldı gözüm. Neden bu kadar sarsıntıyla dolup taştığımı bilmesem de derin bir nefes almaya çabalayıp unutmak istedim. Ruhumun da elim kadar titrediğini, kendime olan öfkemi, en yakın dostuma yaklaşamamanın acısını, her hücremi yok etmek isteyişimi, hepsini ama hepsini unutmak istedim.

Arabamı geçtiğim taşlı alandan sonra durdurup indiğimde teslim alan korumaya da gülümseyerek baş selamı verip çıktım merdivenleri. Bu evde rahatsız hissetmek garipti, en azından benden sadece on yaş büyük üvey annem olunca elimde olmuyordu. Gerçi bana zararı dokunmadığı için muhatabım da değildi, hatta olaylara hiç karışmıyor oluşu kafamı da rahatlatıyordu. Fakat yine de diğer insanların doğdukları evde rahatsız hissedip hissetmedikleri konusunda kafamda büyük bir çelişki vardı. Çünkü daha önce kalabalık bir arkadaş grubum varken her birinden evim kelimesini işitmiştim. Ben ise hep ev derdim. Asla bana ait hissetmediğim bu yer sığınak olmalıydı belki de ancak bana göre hapishaneydi.

Bana göre hapishane olan bu evde ise onlarca çalışan, Zeren bey ve Ilgın hanım vardı. Dış cephesi cennet gibi olan duvarlara sahip yapı başkalarının görmediği çığlıklara ev sahipliği yapıyordu. Çok sağlam gibi dursa da bana göre içten içe çürüyordu burası. Başta onu sahiplenmiş Zeren İmerler’in diktatör hali çürütmüştü çimentosunu ve tuğlalarını. Bir de kabullenip kabullenmediğinden emin olmadığım Ilgın hanım vardı, ki kendisine hala abla falan diye hitap etmeye niyetim yoktu, enteresandı. Varla yok arası, sürekli olarak tartışmaların baş rolü ama sadece babamla, gözünün gördüğü davetler ve o davetlerdeki kombinleriyle mücevherleriyle ilgilenirdi. Kendine ait herhangi bir zevki yoktu mesela, odaklandığı bir konu da olmaz, oradan başka bir yere atlardı. Babamla olan evlilikleri ise senelerdir kurulu yalan bir düzenden ibaretlerdi. Neden evlendiler, birbirlerini seviyorlar mı ondan dahi bir haberdim. Zaten bana danışılacak bir konu değildi bu. Danışmamışlardı da. Bir gün ansızın babaannem çıkıp gelmiş ve beni İzmir’e yazlığa götürmüştü, bir hafta sonra başka bir gün Gökmen abi gelip artık üç kişi yaşayacağımız bu eve geri getirmişti. Evlendiklerini dile getirmemişlerdi, hatta o kadar ki o gün İzmir’den geldiğimde salonda olsalar da sanki yıllardır bu ortamdaymışım gibi yüzüme dahi bakmamışlardı. Yine salona aynı yerlerinde oturuyorlardı. Yine Zeren beyin elinde ekonomi dergisi, Ilgın hanımın elinde ise moda dergisi vardı. Yine dönüp bakmadılar. Bu sahneye o kadar alışkındım ki bende önemsemedim sanırım, salona dahi uğramadan çıktım basamakları.

Odama girip çantamı kenara atıp topukluları sonunda ayağımdan çıkardığımda kendimi yüz üstü yatağa bıraktım. Yorgun değildim, bünyem kendinden geçmiş değildi fakat önceki kadar ağır değildim. Yetmiş yaşında gibi hissetmiyordum en azından. Gözlerim penceremden dışarı kaydığında derin bir nefes alarak ellerimi yüzümün altında birleştirdim.

Ön bahçenin tam ortasındaki çam ağacı, o çam ağcının dallarına asılan çocukluğumla beraber rüzgarda usul usul sallanıyordu. Bir gün bana çam ağaçlarını bu kadar sık anacağımı söyleseler şaşkınlıkla nedenini sorardım. Fakat şimdi benim için nedeni olmasına gerek yoktu çünkü onları anmam için gözyaşlarıma sarılmayı kendilerine adet edinmişlerdi.

Gözlerimin kapanmaya başladığını hissedince başımı kaldırıp yatağın hemen dibindeki komodinde olan ilaçlarıma uzandım. Bir çırpıda alıp içtiğimde artık onları yutmak için suya bile ihtiyacım olmadığını biliyordum. İlaçlar da garipti bana göre zaten. Bin bir bitkinin özünden gelirdi onlar, bu kadar bitkinin yardımına rağmen lanet tatları olurdu.

Zamanında, küçükken, belki de on iki yaşındayken ateşim çıktığı için içmek zorunda kaldığım haptan nefret etmiştim. Hem de çok nefret etmiştim. O hap benim için mide bulantısı demekti, istemiyorum diye bağırmak demekti. Tek başıma odama kapatılıp üzerime kapı kilitlenmesi ve kimsenin o kapıyı açmaya cesaret edemeyişi demekti. On iki yaşında bir kız çocuğuyken tam hatırlamadığım bir nedenden ötürü çıkan ateşim ve babam yerine onun en yakın korumasının doktor çağırmış olması demekti. Canım acırken ağladığım için ateşimin daha çok yükselmesi, ateşim yükseldiğinde daha çok ağlamam ve ağlama sesim evde yankılanırken babamın susturun şunu diye kükrerken Gökmen abinin sıkıca bana sarılıp kulağımı kapatması demekti. O gün midemin bulanması yüzünden değil, babamın midesini bulandıran ben olduğum için ilaçlardan nefret etmiştim. O gün defalarca olduğu gibi, yine kendimden ve dünyaya gelişimden tiksinmiştim.

‘Kızım…’ yüzüme çarpan gün ışığı yüzünden gözlerimi sıkıntıyla açmaya çabaladım. Bu tınıdan da kelimeden de nefret ediyordum. Birisi Ilgın hanıma kızı olmadığımı anlatmalıydı. Çünkü ben anlatsam da dinlemiyordu. Kolumdaki parmaklarının okşamasını hissettiğimde derin bir nefes alarak pencereye sırtımı dönüp açtım gözlerimi.

‘Ay uyandın ne güzel.’ Gerçek olduğuna inanmasam yeriydi herhalde. Önce uyandırıp sonra da kendiliğimden uyanmışım gibi davranması gerçeklikten öte bir durumdu. Şaşkınlıkla yüzümü ona çevirip baktığımda konuşmayacağımı anlamış olacak ki yatağın kenarına oturup bacak bacak üzerine attığında muhtemelen on santim olan ince topuklarına takıldı gözüm. Topuklu ayakkabıları severdim ama ön platformu olanlar bana ucuz görünürdü. Ki Ilgın hanımın da neden bu tür bir moda hatasını giydiğini anlayamıyordum.

‘Yarın akşam davet var, kıyafetini bıraktım, bir de baban Çağdaş’ı bugün görürsen ters davranmamanı rica ediyor.’ Gözlerim usulca işaret ettiği giyinme odamın kapısında asılı olan elbiseye döndüğünde kaşlarım çatıldı.

‘Davete gelmeyeceğim.’

‘Orası baba kız sizin aranızda tatlım. Şirketten döndüğünde konuş istersen diyeceğim ama akşam toplantısı var, yarın da direkt olarak davete geçecek.’

‘Çıkar mısınız odadan Ilgın hanım.’ Sesimdeki gıcık olmuş tonu iliklerine kadar hissettiğini biliyordum. Fakat elimde olan bir durum değildi, zaten o asla ama asla umursamazdı. Kaldı ki bana gerçekten samimiyetiyle iyi davranmıyor, Zeren beyin tek çocuğu olduğum için öyleymiş gibi yaptığını biliyordum. Babamın bana rastlamadan önce şirkete gitmesinin nedeninin emrivakiler yüzünden tartışmaya girmesin diye olduğunu ve Çağdaş’la zaten problemim olmadığı halde ters davranmadan kastının aslında aranı daha iyi tut olduğunu bildiğim gibi. Bozuntuya vermemeye çalışarak dışarı çıktığında kapanan kapıyla gözlerimi tekrar asılı olan elbiseye çevirdim.

Kıyafetlerin bir kişiliği olabilir miydi bilmiyordum. Fakat bu kıyafete benim kişiliğim uyuşmuyordu. Ben sade giyinen genç bir kadındım ve yirmi beş yaşındaki bünyemle yürüyen bir disko topu olamazdım. Bunu her dile getirmem de ise cemiyet davetine kot pantolonla gidemeyeceğimi söyleyen bir babam vardı. Halbuki bilmediği tek nokta benim kot pantolonum zaten yoktu. Sevmezdim, onun sıkışmışlığını hiç ama hiç sevmezdim. Bir de o orman patikasında yere düşüp bayılmadan önce gördüğüm son şey beyaz spor ayakkabılar ve lacivert bir kot pantolon olduğu için sevmezdim. Sanırım topukluları da, elbiseleri de sadece bu yüzden seviyordum. Ufacık, maksimum on beş saniyesini hatırlayabildiğim bir anı sayesinde.

Yatağın içinde doğrulup etrafa bakındığımda kenardaki telefonumu alarak derince soluklandım. Zeren beyi aramak mantıklı mıydı? Evet. Tartışmak peki? Ona da evet. Peki açacak mıydı telefonumu? Hayır. Onuncu kez aradığımda hala yanıt hayırdı. Kendi kendime omuz silkip mesajlara girdiğimde hızlıca dokundum harflere.

Yarın akşamki davete gelmeyeceğim.

Telefonun kilidini kapatıp yataktan çıkarak giyinme odasına yöneldim. Tabi yönelirken de üzerimdekilerden bir bir kurtuldum. Özge hanım bana ilaçlar için gıcık oluyorsa, Firuze hanımın belki de tek gıcık olacağı nokta dağınıklığımdı. Daha doğrusu kıyafetlerimi ortalığa saçarak giyinme odasına girmemdi. Elbiselerin üzerinde parmaklarımı gezdirirken gelen mesaj sesiyle açtım kilit ekranımı.

Katılacaksın, konu tartışmaya kapalı Belgi. Sıkıntılıca nefesimi bırakıp klavyeyi açtım.

Orada olmama ihtiyacın yok baba, gelmeyeceğim. Sıkılıyorum.

Gelmediğin durumda hocalarınla iletişime geçeceğimi unutma. Nefesimi yeniden sıkıntılıca bıraktığımda yeni gelen mesajın da farkında vardım.

Annen gibi davranma artık.

Bir cümle bu kadar delici olamazdı. Böyle sol tarafımı zedeleyemezdi. Hiçbir cümle yapamazdı bunu ama yıllardır duyduğum bu cümle her seferinde ilk duyduğumda olduğu gibi nefesimi kesiyordu. Ağırlık veya yorgunluk değildi. Bir kız çocuğu, genç bir kadın veya erişkin bir birey, ne olursam olayım nefret edercesine anneme karşı kurulan cümlede midem kasılacaktı. Çünkü bırakıp gitmiş olsa da annemdi. Gözleri gözlerimle aynı kadındı. İsmi anılmayan bu evde en çok özlediğim insandı. Hatırladığım nadir anılarda acı yakalayamadığım, hatta o ormanda giderken olan görüntüsünde dahi onu anladığımı düşündüğüm kadındı. Hayatım boyunca en fazla empatiyi yaptığım kişiydi. Ona karşı öylesine bir empati duvarım vardı ki bazen kendi içimde kızarken dahi kendimi haksız çıkarıp onu savunuyorken bulurdum. Hangi kadın annesinden tükürülürcesine bahsedilmesini normal karşılardı ki? Yapamazdım, olmazdı…

Loading...
0%