21. Bölüm

Bölüm 20

Ceren Öztürk
biceruvar

 

Bir yangındı yeni bir temele sebep,

 

Bin temeldi kendini inşa etmek…

Ateş… Farklı anlamları olan bu kelimenin içime düştüğü anda canımı nasıl yaktığını bugün bir kez daha anladım. Bir kız çocuğu kaç kez öldürülebilir bire bir yaşadım. Bir baba her sözünü tutarmış karşımdaki alevlerde görüp, deneyimledim. Bisiklet isterken onun boyundan iki kat küçük bisikletle gelişini izleyerek fark etmek isterdim sözünü tuttuğunu ama ben böyle de anladım. Demir kadar dik bir bedene sahip olmak için sayısız kez sırtına sert darbeler yemek gerek anladım. Kırılmayacak bir ruh için içinde kaç yangın baş göstermeli anladım. Anlamak istemediğim ne kadar şey varsa hepsini bir akşam vakti siyah dumanlar tüten, kızıl alevler sarmış ev sayesinde anladım. Kaç saat sürdü bilmesem de üzerinde hala dumanlar tüten evden bakışlarımı çekemezken içimden defalarca tekrar ettim, Sen sözünü tutuyormuşsun baba.

Resmen orada simsiyah bir kömür gibi kalmıştı koca ev. Tüm her şeyi, iyi olan ne varsa her detayı yutan alevlerden kıvılcım bile yoktu ancak tüten dumanlar içime işliyordu. Simsiyah o duman ciğerlerime yapışmış gibiydi. Elim yüzüm, üstüm başım is içinde kalmıştı sanki. Oysa hala Noyan’ın kolları sıkıca sarılıydı bedenime ve hala 50 adım kaladan fazla yaklaşamamıştım eve. Ama içindeymiş gibi hissediyordum kendimi. Her şey ile bende yanar gibi hissediyordum.

‘Belgi, evladım… İç hadi şu sudan çocuğum.’ Akmaya devam eden gözyaşlarımla başımı Noyan’ın göğsünden kaldırıp şişeyi uzatan ele baktığımda Ferit amcanın kahrolmuş haliyle bir hıçkırık firar etti dudaklarımdan.

‘Geçti evladım, geçti kızım…’ sırtımı okşayan Noyan’ın dışında saçlarımın arasında da parmaklar gezinmeye başladığında Ferit amca oturduğumuz taş basamaklarda yanımıza yerleşip tekrar suyu uzattı.

‘Üzme tatlı canını, hadi iç kızım. Tekrar yapılır, çok şükür içeride kimse yoktu. Korktun ama bak geçti, söndürdüler.’ Ağzımı açıp iki kelam laf söyleyebilseydim eğer içimdeki ateşi de söndürsünler derdim. Yakılan çocukluğumun alevlerini, iyi anılarımın nasıl tuz buz oluşunu, hepsini tedavi etsinler. Çünkü hiçbiri tekrar yapılabilecek şeyler değildi. Söylediğini yapmıştı. Bana defalarca sevdiğim her şeyi alacağını söylemişti, normal babalar çocuklarının sevdiği şeyleri çocuklarına alırdı, benimki elimden alıyordu ve çocukluğuma dair sevdiğim tek şeyi, bu evde olan anılarımı yakıp kül etmişti. Fakat içim bu ev kadar sakin değildi. Sol tarafımda bir yerler hala ateşler arasında ablukada kalmışçasına acıyordu.

Ferit amcaya gözlerim kaydığında benim gibi dolu kahve çekirdeğinden hallice gözleriyle bakması sertçe yutkunmama sebep oldu. Elindeki şişeyi güçlükle alıp bir yudum içtiğimde gözlerim dolu olsa da ufak bir tebessüm etti.

‘Babaannem nerede Ferit amca?’ onun da bilmediğinin farkındaydım, zaten bu sorum yerini öğrenmek için değildi, bir hesap sorma gibiydi. Eğer ki o olsaydı, bu kadar uzakta kalmasaydı bir şekilde susturur olduğu yere oturmasını sağlardı Zeren İmerler’in.

‘Bilmiyorum ki evladım ama duyar o, duyup gelir, seni de bulur.’ Başımı onaylarcasına sallayıp tekrar bakışlarımı dumanlar tüten eve çevirdiğimde iç çekip derin bir nefes aldım.

‘Hadi durmayın burada evladım, kalkın bize gidelim. Elinizi yüzünüzü yıkayın, Hatice teyzen geçti eve, sizi bekliyor.’ Bakışlarım duyduklarımla usulca Noyan’a döndüğünde onun hala adam akıllı yutkunmadığı adem elmasının takılı kalan hareketinden belliydi. Bakışları az önce benim baktığım kül olmuş yerden dönerken gülümsemeye çabalasa da boş bir gülümseme olduğu çok net şekilde belli oluyordu. İyi değildi. Henüz sabah konuştuğumuz o görüntü aklında canlanıyordu ve ben bunu sadece ona bakarak gözlerinden anlayabiliyordum.

‘İstersen gidelim, istemiyorsan eve de dönebiliriz.’

‘Bilmiyorum.’ Fısıldarcasına çıkan sesimle aslında kalmak istesem de doğru mu olur, yanlış mı tam karar veremiyordum. Oysa Ferit amcaların bahçesinde babaannem ve Hatice teyze otururken koşturup oynamayı çok severdim, şimdi ise sanki içim bomboş öylece kalmıştım.

‘Gidelim, sana da iyi gelir. Hem Hatice teyze ile Ferit amcayı da kırmamış oluruz.’ Başımı onaylarcasına salladığımda belimi sıkıca kavrayan koluyla ayağa kalktım. Gözlerim bir kez daha kül olan evde gezindiğinde yeniden sertçe yutkundum. Veda ettiğim tüm hatıralarım öylece göğsümün orta yerine sıkışıp kalmıştı. Adımladığımız sokak arasında babam sırtımdan bıçaklamıştı beni. Üstelik o bıçağı göstere göstere, korkudan öldürmek isterken yapmıştı bunu. Eğer bir ihtimal olsaydı baba kız ilişkimiz için şimdiye kadar kabul ederdim. Noyan’ın silindiği halde fark ettiği yaralarıma, bütün travmalarıma, korkularıma, asla sevilmemiş olmama rağmen çabalardım sevsin beni diye fakat o da kalmamıştı elimde. Bana ait olan tek şey anılarımdı, onu da alamazdı ancak tüm hatırlarımı yakmıştı.

‘Kuzum, hoş geldin!’ Hatice teyze daha bahçe kapısını açar açmaz karşıma geldiğinde boş bakışlarla başımı sallasam da tıpkı Ferit amca gibi kederle bakarak arkadaki masayı işaret etti.

‘Gelin hadi durmayın ayakta, sen her zamanki yerine geç.’ Bedenim istemsizce büyük salıncağa yönlendiğinde Noyan’da el mecbur benimle sürüklendi. Sesi çıkmıyor, sadece yapması gerekenin ne olduğunun bilincine varamayarak hareketlerime uyum sağlıyordu.

‘Al bakalım güzel kızım.’ Önüme bırakılan ayranla bakışlarım yeniden Hatice teyzeyi buldu.

‘İç onu, tansiyonun düşmüştür senin, toparlanırsın biraz. Bak bir şey olacak diye evladım da nasıl korkuyor. Kendine gel hadi.’ Bakışlarım işaret ettiği Noyan’a usulca dönse de onun hala gülümseye çabalayan haliyle derin bir nefes aldım. İkimizde dağılmıştık. İkimizi de dağıtan nedenler farklıydı. O geçmişinden acı bir anıyla beraber sıçrayarak şimdiye gelmişti, ben ise geçmişimdeki güzel anıları kaybederek. Başımı alelade sallayıp gözlerimi gökyüzüne çevirdiğimde tamamen kararmış olan havaya karışmaya devam eden dumanlara çarptı gözüm. Titreyen parmaklarım havalansa da kendimden emin olamadığım için tekrar indiğinde Noyan usulca bardağı kavramıştı ki Hatice teyze de Ferit amca da içeri girdi.

‘Deran’ım…’ elindeki ayrandan bir yudum içtiğimde gözlerim Noyan’a dönerken isyan eder gibi çıkan sesime engel olamadım.

‘Yaptı Noyan.’ Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp hıçkırığımı tutmaya çalıştığımda göz kapakları titreyerek kapanırken tekrar göğsüne çekti beni.

‘Hadi bana buradan bahset. Unut orayı, bu salıncak senin her zamanki yerinmiş ya, anlat hadi.’ Sesi güçlükle çıksa da göğsüne yaslı şakağımla gözlerimi aralayıp etrafa bakındım. Yıllardır olduğu gibi duran bahçeye, çiçeklerin bile yerinin değişmemiş olmasına, ortada gezinen ve az önce öldürülen ufak Belgi Deran’a uzun uzun baktım. Bu bahçede de çok anım vardı fakat o kül olan evde acaba gecenin bir vakti babam bağıracak mı tedirginliği olmadan deliksiz uykularımı yaşamıştım. Bu bahçe benim çocuk bir ruhla, bol kahkahayla onlarca anıma şahitti fakat o siyaha dönen yapıda birileri yürümem, duruşum, yemek yiyişim, hatta nefes alışım konusunda uyarmamıştı beni. Yine de bu bahçede de anım vardı, bahçenin içindeki evde de, toparlanmam gerekiyordu. Alevlere atılırken korkuyla beni tutan ve fark etmese de şuan ağrıyan kollarımdan ne kadar sıkı sarıldığını anladığım Noyan için kendime gelmem gerekiyordu.

‘Ferit amca oraya salıncak kurardı, her geldiğimde yapar ben gidince bozardı. Bana da orası bir tek senin salıncağın derdi. Bir kere kayısı almak için çıktım üzerine.’ Parmağımı havalandırıp iki kayısı ağacını işaret ettiğimde sertçe yutkundum. Noyan’ın gözleri ise usulca işaret ettiğim noktaya döndü. Kesik nefeslerimle bedenimi daha sıkı sarıp başımın üzerine dudaklarını bastırdı, ‘Çıkınca dengede duramadım, düştüm. Kafamı duvara çarptım.’

‘Neresini çarptın?’ sorusuyla parmaklarım saçlarımın arkasını bulduğunda hala o ufacık izin kendini hissettirdiğini fark ederek Noyan’ın gözlerine baktığımda hafifçe dönmemi sağlayıp dudaklarını sıkıca bastırdı.

‘Öptüm, geçti mi?’ çocuk oyalar gibiydi hali. Fakat ben buna belki de kızmam gerekirken kızamıyordum. Çünkü bebek gibi sevilmek tabiri, kardeşi tarafından dahi korkulması gereken bir adam olarak bahsedilen Noyan’dan geliyordu. Gülümsemem dakikalar sonra yüzümde can bulurken kollarını tekrar bedenime sardığında başımı onaylarcasına salladım.

‘Geçti.’ sertçe yutkunup iç çekerek gülleri işaret ettiğimde dudaklarını saçlarımın arasına bastırıp dinleme devam etti.

‘Bisiklet sürerken babaannem yola çıkmama izin vermezdi, Hatice teyze de burada sür dedi bir kere ben inat edince. Gülün üstüne düştüm, çok korktum, ezildiler, Ferit amca da üzülür diye korktum. Kollarım dikenlerden çizildi ama canım yanmadı. Sonra bir sonraki gün kahvaltıya geldik, bir baktım Ferit amca gülün dikenlerini budamış.’

‘Budayalım mı bizde? İster misin?’ başımı kaldırdığımda dudak büküp baktım gözlerine dikkatle.

‘Beceremem ki, bilmiyorum.’ Çocukluğum bu bahçelerin içinde geçse de benim çiçekler hakkında da ağaçlar hakkında da pek bilgim yoktu. Zaten takıntılı olduğum iki şey vardı, birisi zeytin ağaçları o da hatırlarımı canlandırıyor diyeydi. Diğer ise çam ağaçları, hüznümü perçinlemek için doğduklarındandı. Bu iki ağaç hakkında da derin bilgilere sahip değildim. Çünkü ben ne zaman tam anlamıyla etrafa alışmaya kalksam veya insanlarla artık güçlü bir iletişim kurmaya başlasam gün değişmeden babam ve annem gelir, bir gün dahi kalmadan beni alıp İstanbul’a dönerlerdi. Bu bir süre sonra sadece babamın gelip kavga ve bağırış çağırışla eve götürmesiyle devam eden zamanlara dönüşmüştü. Babaannem defalarca yaz tatili olduğu için okulun başlamadığını, başlamadan önce kendisinin götüreceğini söylese de babam bir türlü kabullenmezdi. Gerçi şimdilerde geriye çekilip baktığımda fark ediyordum ki benim evde olmam değildi önem taşıyan konu, asıl mesele stres topu olma görevimi bir süreliğe bırakmış olmamdı.

‘Sen iç bakalım şunu, geliyorum ben.’ Anında yanımdan kalkıp içeri yöneldiğinde artık titremeyi bırakmış parmaklarıma şükür ederek bir yudum daha içtim ayrandan. Noyan gülümseyerek çıkıp elini uzattığında ne yaptığını anlamasam da bir elindeki makasa bir de yüzüne bakıp ayağa kalktım. Usulca işaret ettiğim turuncu güllerin yanına gittiğimizde yere oturup benimde yerleşmem adına elini çimenlere vurdu.

‘Güller küçük değil mi daha?’ sorumla gülümseyerek döndü. Burada çocukluk anıları olan benim güller hakkında fikrim olmayışını bir nebze garipsemişti. Hakkını da yiyemezdim çünkü bu kasabada kalıp toprağı öğrenmeyen nadir insanlardandım.

‘İyiler, hem öldürmeyeceğiz, budayacağız.’ Başımı onaylarcasına salladığımda elindeki makasla önce gülleri dallarından ayırmış daha sonra da ölmüş dalları temizleyerek bedenini bana çevirmişti. Yere bıraktığı dalları dizlerinin üzerine yerleştirip cebinden çıkardığı çakıyla paralel şekilde dikenlerini ayıklarken gözleri beni buldu.

‘Denemek ister misin?’

‘Zarar verirsem?’ bir üzerindeki çiçeği olan dala bir Noyan’a baktığımda başını sağa sola sallayıp destek verircesine gülümsedi.

‘Tekrar göstereyim, sende gördüğünü yap.’ Başımı sallayıp izlemeye başlarken benim aksime Noyan’ın bu konuda epey bilgili olduğunu görebiliyordum. Öyle ki güllere resmen elmas muamelesi yapar gibi bir naziklikle yaklaşıyordu. Gözleri bir an dikenlerinden ayrılmasa da parmakları arasındaki dalı maharetlice temizlediğinde gül yapraklarını okşayıp gülümseyerek hazır olanı kenara bırakıp dizinden başka bir tane alıp bana uzattı. Alt dudağımı dişleyip emin olmasam da uzandığımda bir dikeni yaptığı gibi kesmeye çalışıp yüzünü süzdüm.

‘Çok iyi, devam et hadi.’ Dalın üzerindekilere tekrar dönüp çabaladım. Sanki içimdeki o saçma hissi sökebilirmiş gibi bir bir hepsiyle uğraşırken aslında odaklandığım için hissetmemeye başladığımı fark ettim. Her şey kül olmuşken ben oturmuş gül dikeni temizliyordum ve bundan rahatsızlık duymuyordum. Sanki olmayacağını bile bile sıkıntıları söküp atar gibi, geçmişi siler gibi izlerini çıkarıyordum dikenlerle beraber hayatımdan. Normalde olsa şuracıkta ağlaya ağlaya bitap düşecek Belgi, yaşadığım şoka rağmen bahçenin ortasına oturmuş gül temizliyordu. Henüz birkaç saat bile dolmamıştı üstelik. Hatta eğer elimdeki çakı ve gülden gözlerimi ayırarak gökyüzüne baksam hala dumanları da görürdüm eminim ki. Ama yapmıyordum. Bakışlarımı odaklandığı noktadan çekip Noyan’a dahi bakmıyordum.

Elime aldığım son dalın bir dikenini daha temizlediğimde parmağıma batmasıyla iç çekip kaşlarımı çattım. Gözlerim Noyan’ı bulsa da o ufak tebessümüyle başını onaylarcasına devam et der gibi salladığında az önce işaret parmağımı delen dikeni de üzerinden soyduğumda elimdeki çakı usulca alınmış parmaklarım koca avucunda küçücük kalacak şekilde tutulmuştu.

‘Biz seninle bunu yapacağız işte güzelim.’

‘Gül mü budayacağız?’ gözlerimi puslu mavilerine dikip gülümsemeye çabaladığımda başını olabilir der gibi sallayıp az önce diken batıp ufacık bir yeni kan damlası oluşan parmağımı dudaklarına götürdü. Kanı temizlerken bir mimiği dahi iğrenmeden gözlerime bakmayı sürdürürken tekrar çekilip daha sıkı kavradı ellerimi.

‘Hayatımızda böyle dikenler olacak, beraberken yolumuza çıkacak, belki batıp kanatacak, canımızı acıtacak ama biz yaralarımızı da, yolumuza çıkanları da beraber temizleyeceğiz. Bir bir, son bulana kadar.’ Diyordu fakat benim kadar canının yandığını gizliyordu. Ben o evin içinde bir sevdiğimi sonsuza kadar kaybetmemiştim ama Noyan tıpkı bugün alevler arasında kalmış yere benzer olan çocukluğunun geçtiği, en güzel anılarının olduğu, aile evi diyebileceği kendi evinde, annesini kaybetmişti. Karşımda o kadar güçlü duruyordu ki eğer bana anlatmasaydı olup biteni aklımın ucundan dahi geçmezdi bu ihtimal. Bu kadar acısına rağmen nasıl oluyor da göstermiyordu ki? Oysa gözleri de başka adam gibi bakmıyordu. Karşımda hala sevdiğim adam, Noyan oturuyordu ve o hislerini saklayıp gizleyen birisi olmamıştı. En azından şimdiye kadar olmamıştı.

‘Bitmezse ne yapacağız?’ derken devam ettim gözlerine bakmaya. Belki bir değişiklik olur ihtimaliyle fakat yine de kılı kıpırdamadı desem yeridir, öylece tebessüm etmeye devam etti. Kanı dondu desem yeridir duygulara karşı, öylesine durgun ve tepkisiz bir duruş ancak böyle açıklanabilirdi bana kalsa.

‘Bitecek, sonra da onları bu güller gibi bir araya toplayacağız, bir vazonun içine koyup evin baş köşesine yerleştireceğiz.’ Her kelimesiyle harekete geçip temizlenmiş gülleri toplayarak önüme getirdiğinde derin bir nefes alarak göz kırptı, ‘Anlaştık mı?’

‘Anlaştık. Ben Hatice teyzeye götüreyim bunları, sonra eve gidelim olur mu?’ başını onaylarcasına salladığında yüzüme yaklaştırdığı avucu yanağıma yerleşmiş, diğer yanağıma ise derin bir öpücük bırakmıştı.

‘Olur, sen geç, bende arabayı getireyim.’ Oturduğumuz çimenlerin üzerinden kalktığımızda ben eve Noyan’da bahçenin dışına yöneldi. İçeri girip bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde mutfağın yanan ışığını görerek o tarafa yöneldim. Ferit amca mutfaktaki masada olan iki sandalyeden birine oturmuş Hatice teyzenin önüne yığdığı pirinç tanelerinin taşlarını ayıklıyordu, bana kalsa gereksiz bir eylemdi çünkü onlarda paketli kullanırdı fakat Hatice teyze buna itiraz eden birini gördüğü dakika başından kovar, sonra da oturup o sinirle tüm paketi kontrol ederdi. Ferit amcanın dikkat kesilmiş ama pekte tepsideki pirinçleri umursamayan haline rağmen Hatice teyze lavabo ile ocağın başında mekik dokuyordu. Çocukluğumda onların bu haline sık rastlamıştım. Beraber bir şeylerle uğraşmayı sevdikleri kadar birbirlerine kızdıkları zaman da denk gelmişti fakat yıllar sonra yine bıraktığım yerde olmaları başka bir duyguydu. İç çekmemle önce Ferit amca bana döndüğünde gülümsedim.

‘Hatice teyze, Ferit amca.’ Hatice teyzenin bakışları da hızlıca beni bulurken parmaklarım arasında sıkıca tuttuğum buketi uzattığımda gülümsemeleri yüzlerine dağıldı.

‘Biz gidiyoruz.’

‘Kalsaydınız kızım, odamız var biliyorsun. Yarın pişi yapardım, sen çok seversin.’ Hatice teyze anında yanıma gelirken elimdeki çiçekleri alıp daha büyük bir gülümseme sundu. Bakışlarında derin bir hasret vardı. Bu hasret sadece bana değildi, geçmişeydi. Hatta o kadar geçmiş zamanaydı ki belki de ben doğmadan önceye, hatta annem ve babamın yeni tanıştığı zamanlara…

‘Yok, Noyan’ın abisi, kardeşi falan bekliyorlar. Yine geliriz belki.’ Başını usulca salladığında önce Hatice teyzeye ardından Ferit amcaya sarıldığımda az önce verdiğim gülleri saman rengi bir kağıda sarıp bana uzattı.

‘Sende kalsın bunlar güzel kızım. Gelin ama mutlaka olur mu? Biz seni özledik, hem oğlan da iyi birine benziyor, tanışalım adam akıllı.’

‘Geliriz.’ Başımı usulca sallayıp yaptığı buketi aldığımda dışarı yönelip bahçeye çıktık.

‘Belgi, evladım… Eğer rahat edemezsen oğlanın yanında burada kal, kim olduğunu bilmiyorum ama.’ Anne şefkatiyle bakan gözlerine gülümsememi büyütüp derin bir nefes aldım anında.

‘Kocam, Hatice sultan. Nasıl rahat edemem yanında.’ Yüzümdeki ufak tebessümle baksam da gözleri kocaman açılmıştı ikisinin de. Babam da onların karşısına annemle beraber böyle çıkmıştı. Hatice teyze her anlatışında kahkahalara boğulur, ‘Deli çocuk bir an akıllanıp uslanmaz mı bir adam.’, derdi. Duran arabayla beraber derince soluklandığımda adım atacak olsam da Ferit amca anında kolumu yakaladı.

‘Git dedik ama olmaz. Akşam yemeğini hep beraber yiyelim, madem kocan biz de tanıyalım evladım. Hiç haberimiz de olmadı.’ Derken sesindeki sitemi iliklerime kadar hissediyordum. Şimdiye kadar neden bahsetmediğimi, Noyan’ın iyi biri olup olmadığını, büyükbabamın yokluğunu aratmayacak şekilde torununu gözetir gibi olan bir sitemdi bu. Dahası bilmese de Noyan’ı ailem gibi gördüğüm bireylerle ilk kez karşılaştırmam ve tanıştırmamdı. Bundan haberleri olmasa da, ki eğer olursa kalplerine ineceklerinden emin olduğumdan, derin bir nefes alıp tüm kelimeleri yuttum.

‘Ama…’

‘Yok aması falan kızım, haklı Ferit amcan.’ Bakışlarım arabadan inen Noyan’ı bulduğunda bize yaklaşırken gülümsemesi de büyümüştü.

‘Abimlerle konuştum, yola çıkmışlar, nereden duydularsa diyeceğim de… Olmadı eve dönmez ote-‘ bakışları aslında korumalardan haber aldığını belli edercesine üzerimde gezindiğinde Ferit amca lafa girdi anında.

‘Gelsinler oğlum, iki üç tabak fazla koyarız masaya. Biz seni Belgi’nin arkadaşı zannettik, işin gücün vardır diye karışmayalım dedik ama sen bizim kızın eşiymişsin. Öyle ateş almaya gelmiş gibi olmaz. Buranın adresini ver gelsin kardeşlerin, hep beraber güzel bir yemek yiyelim.’

‘Zahmet vermeyelim.’

‘Aaa… Üstüme iyilik sağlık, ne zahmeti.’ Hatice teyze içeri yönelip daha fazla itiraz dinlemediğini de açıkça belli ederken bakışlarım Noyan’ı bulduğunda onun sen bilirsin dercesine omuz silkmesiyle gülümsedim.

‘Hadi bakayım geçin oturun.’

‘Ben Hatice teyzeye yardım edeyim.’

‘Aman kızım bilmiyor musun onu, ayakaltında istemez kimseyi mutfağa girince. Otur sen.’ İlerlediğimiz salıncakla Hatice teyze tabakları çıkarmaya başladığında tekrar ayaklanmaya kalksam da ondan da yemiştim fırçayı.

‘Otursana kızım sen, aaaa… İstemem kimseyi elimin altında.’

‘Hadi sen tavlanın yerini biliyorsun Belgi, getir de damat ifadesi alalım.’ Bir anda ortalık yaşananlardan bir haber hale dönüşünce gözlerim usulca Noyan’a dönmüştü ancak onun pekte garipsediği söylenemezdi. Dışarıdayken olan o buz kütlesi halinden çok evdeki samimi tavrıyla oturuyor olmasına gülümseyerek içeri yönelip elimdeki çiçekleri bulduğum vazonun içine bıraktığım gibi tavlayı televizyon altındaki dolaptan çıkararak yeniden döndüm bahçeye. Bahçenin ışığını aydınlatmaktan da kaçınmadığımda gözlerim çoktan muhabbete girişmiş Noyan ve Ferit amcayı bulduğunda ufak tebessümümle yaklaşıp önlerine çektikleri sehpanın üzerine bıraktım.

Gözlerim istemsizce babaannemin evinin olduğu yöne, gökyüzüne dönerken o isli dumanın önceki kadar yoğun olmadığının bilincindeydim. İçimdeki yangına rağmen orası sönmüştü. Muhtemelen ufacık bir detay kalmamış, hiçbir anı kendini koruyamamıştı fakat elimde çok büyük imkanlarda olsa veya babaannem böyle bir atılıma kalkışsa ve haber verse dahi kinimi unutmamak için düzeltilmesini istemiyordum. Öylece alevler arasında hatırlamalıydım bugünü ve o evi. Zeren İmerler’in nasıl da sözünün eri biri olduğunu aklımdan çıkarmamalıydım. Bu yaptığının elbet bir gün, bir yerlerde, er veya geç hesabının kesilmesi gerektiğini aklıma kazımalıydım.

Sert fren sesi resmen çığlık atar gibi çıktığından olsa gerek sıçrayıp etrafa baktığımda Denker abinin panikle arabadan inişini Gizay ve Şanze takip etti. Üçü de korkuyla bakarken bizi sonunda görebilmelerinin verdiği bir rahatlık yerleşmişti yüzlerine ancak bahçenin kapısından bir bana bir de tavla oynayan iki adama denk gelince o rahatlığın yeri bariz bir şaşkınlıkla taçlandı.

‘Bu gerzekler bana yanlış mı haber verdiler?’ Denker abi kapının üzerindeki kilidi kaldırıp içeri girdiğinde Şanze sanki adres şaşırmış gibi arabaya dönüp bir şeylerle uğraştıktan sonra elindeki paketle geri döndü.

‘İyi misin gelin hanım?’ ne kadar gözleri şaşkın baksa da anında yaklaştığında başımı onaylarcasına sallayıp gülümsedim.

‘Yine ağladın mı sen kızım ya, ohoooo… Çok sulu gözsün ama.’ Yaklaştıkça muhtemelen şişen gözlerimi fark edip kaş çatan bakışları ayağa kalkan Ferit amcayı bulunca gülmeye başladı. Ortama nasıl gireceğini cidden merak ediyordum şu dakika. Onları hep kendi içlerinde görmüş, doğal halleri ne ise onunla tanımış birisi olarak tanımadıkları insanlara karşı da tepkilerini merakla bekliyordum. Noyan tanıştığında zaten aklım başımda değildi, daha sonrasında gidip bahçe makasıyla geri döndüğünde ise içeride yaşanan muhabbete şahit olamamıştım fakat şimdi iki tane izbandut gibi duran adamın arkasından hoplaya zıplaya sanki her hafta sonu buraya geliyormuş gibi davranan Şanze’ye gülmemek elimde değildi.

‘Sizin bu kız anca naz niyaz yapıyor bey amca. Gelin diye aldık musluk çıktı. Abi yüreği el vermiyor, kızmakta istemiyoruz ama kusura bakmayın sizde.’

‘Ne kusuru evladım, hoş geldiniz.’ Ferit amcanın anında elini öptüğünde gözlerim Gizay ve Şanze’ye dönmüştü ki ikisinin de dikkatle önce beni sonra Noyan’ı incelemelerine gülümsedim. Herhangi bir hasar var mı diye bir kez daha kontrolden geçiyorduk anlaşılan. Resmen ekspertiz gibi aile üyelerimiz vardı. Şanze’nin gözleri Noyan’dan daha uzun süre takılı kalırken iç çektiğinde sonunda bakışlarını çekip gülümseyerek Denker abiye bakabildi.

‘Denker Visam.’ Ferit amcanın öptüğü elini sıkıp geriye çekildiğinde kafası en son rahatlayan Şanze hızlı adımlarla iyice yaklaşıp adamcağızın elini kocaman bir gülümseme eşliğinde öptü.

‘Ahu Şanze Visam. Sizin isminiz ne?’

‘Ferit, şanlı kızım.’ Diyerek göz kırptığında Şanze kıkırdayarak geri çekildi.

‘Memnun oldum Ferit amca.’ İkisi de başlarını sallayarak onay verirken gözlerim Gizay’a döndüğünde onun bir an kopmadan Noyan’a baktığını fark ettim. Benim düşündüğümü o da düşünüyordu muhtemelen. Bu yangının Noyan’a ne tür etkileri olduğunu, ne kadar yara aldığını kontrol etmeye çalışıyordu.

‘Sende hiç kimse misin yakışıklı?’ Ferit amca da bir gariplik olduğunu fark etmiş olacak ki Gizay’a laf attığında onun kendini toparlaması ve ortama dönmesi uzun sürmedi.

‘Yakışıklıyı tercih ederim. Gizay Keskin.’ Ferit amcanın elini o da öperken dışarı yeni gelen Hatice teyzeyle de aynı şekilde tanıştılar. Şanze nasıl bu kadar hızlı ortama adapte oluyordu bilmiyorum ama tekrar mutfağa yönelen Hatice teyzenin arkasından seke seke ilerlediğinde gülümseyerek kovulacağı anı beklemeye başladım.

Üç adam ve Ferit amcanın arasındaki hoşbeş faslı devam etse de Şanze enteresan şekilde hala Hatice teyzenin ‘AAA! Çıksana kızım mutfağımdan! Dolanma ayağımın altında!’ isyanıyla kovulmamıştı. Bir ara meraktan gidip kontrol ettiğimde ise ufak mutfak masasının en dibine oturup bacaklarını bile yukarı çekmiş, ortada görünmez olmaya çabalayan haliyle gülerek tekrar bahçeye çıktım.

Ben Hatice teyzenin beni bir anda yükselip kovmasını sakin karşılayamıyordum ama Şanze orada ona destek çıkarken kenara çıkarılan tabakları masaya yerleştirmekten de kaçınmazdım. Bir bir yerleştirdiklerim tabak çatal kaşık faslından sonra Şanze’de sırıtarak bardaklarla dolu tepsiyle döndüğünde ne oldu dercesine olan bakışlarıma göz kırptı.

‘Elli kez kovdu baktı olmayacak elime bunu tutuşturdu.’ Kıkırdayarak tepsiyi masaya bıraktığında bende güldüm onunla. Çocukluğum da dahil olmak üzere Hatice teyzenin mutfağına öyle bir uğramak dışında girebilen olmazdı, buna Ferit amcada dahildi. Bugün şahit olduğum sahne gibi Ferit amca bir kenara ilişip sessizce ve Hatice teyzenin işine müdahale etmeden durursa ne ala fakat olur da tek bir cümle kurarsa yaygara izlemeye değer oluyordu. Üstelik yemek falan yapacağında da öylesine bile uğrayamazdı kimse. Herkesin terapi alanının farklı olabileceği gibi onunki de mutfaktı ve babaannem bunu ilk söylediğinde çok gülmüştüm.

Yemek masasına yerleştiğimizde Şanze kadar hızlı olmasa da diğerleri de adapte olurken gülümseyerek baktım yüzlerine. Oysa ben onların genel olarak sadece birbirleriyle muhatap olduklarını, harici kişiler varsa pekte rahat edemediklerini düşünmüştüm. Ama şimdi bakıyordum da rahat edemezler diye düşündüğüm bu insanlar hızla adapte olmuş, hatta sandığımın aksine yemek konusunda ufacık bir çekingenlik dahi yaşamamışlardı. Bir ara ortadan kaybolup sonra elinde derin bir güveç çanağıyla dönen Ferit amcaya ise o kadar destek verici söylemler olmuştu ki benim biricik yaşlı kurdum babacan edasıyla göğsünü kabartmıştı. Tabi Hatice teyzenin kendi başarısını ortaya dökmesiyle bu böbürlenme de son bulmuştu. Aralarında sadece Noyan tabakla uzun bir süre bakışıp sessizliğini korurken ne olduğunu sormak istesem de durdurdum kendimi. Bugün o kadar tepe taklak bir gün geçirmiştik ki bu muhabbeti ben sonraya saklasam da Hatice teyze müdahil olmaktan kaçınmadı.

‘Sevmez misin oğlum sen güveç? Sana başka bir şey hazırlayayım ben dur.’ Diyerek ayağa kalkacak olsa da Hatice teyzenin hemen yanındaki sandalyede bir kedi gibi oturan Şanze yakaladı elini.

‘Çok sever Hatice teyze. O çok sıcak yiyemez ondan bekliyor, dert etme kendine.’ Görünüşte ne kadar makul bir açıklama olsa da Noyan’ın bakışları önce Hatice teyze ve Şanze’yi ardından tabağını bulduğunda sertçe yutkundu. Bu yutkunuşunu da bir tek ben fark etmedim muhtemelen. Ki Noyan’da açık verdiğini anlamış olacak ki gülümseyerek elindeki çatalı bırakıp Hatice teyzeye yöneltti gözlerini.

‘Eline sağlık çok severim Şanze’nin dediği gibi. Çekirdek aile olarak yemek yiyeceğimiz zamanlarda babam yapardı genelde. O aklıma geldi, sıkıntı yok yani.’ Kendince yaptığı açıklamayla bakışlarım Denker abi ve Gizay’ı bulduğunda dudaklarındaki ufak tebessümü görerek iç çektim.

‘Valla ellerine sağlık Hatice sultan, mükemmel olmuş.’ Denker abi de konuya dahil olurken gözleri bir anlığına Noyan’la çakışınca sanki anlık bir geri bildirim almış gibi Noyan tekrar çatalına uzandı.

‘Afiyet olsun, ne zaman isterseniz evin yerini öğrendiniz çıkıp gelin yaparım ben size.’ Olan durumda bir terslik olduğunu fark eden Hatice teyze daha fazla konuyu eşmek istemediği için olsa gerek gülerek konuştuğunda Şanze koca bir kahkaha patlattı.

‘Onu söylemesen iyiydi be Hatice teyze. Bu adamlar sırf yemek için ülke değiştirir.’ Hepsinin kahkahaları Şanze sayesinde yükselirken gülümseyerek bakışlarımı Noyan’a çevirdiğimde sanki bir kere başarırsam devamı gelir düşüncesindeymiş gibi çatalı hızlıca ağzına götürdü. Zorlanıyordu, fakat eğer ki biraz olsun duygularını gözlerinden okuyabilseydim bundan emin de olabilirdim. Oysa Noyan’ın sadece ufacık jest ve mimikleri zorlandığını gösteriyordu ve dikkatli bakmayan birisi azap içinde kıvrandığını ayırt edemezdi.

Sonlanan yemekle beraber artık mutfağın bir kırmızı bölge olmaktan çıktığını bilerek Şanze ve Hatice teyzeye yardım ettim. Ortalık kısa sürede toparlanırken masaya getirdiğimiz çaylarla beraber Ferit amca ve Denker abinin bardaklarını alıp tavla başına geçmesiyle tamamen yıllardır tanışıkmış gibi bir hale bürünmelerini sağlamıştı. Ortamda rahat edip etmeyeceklerini bilmediğim için başta tedirgin olmuş olsam da şuan durumlarına bakınca asıl gerginin ben olduğumu çözümlüyordum. Öyle ki tavla oynayanlara yandaş olarak Noyan Ferit amcayı, Gizay ise Denker abiyi tutarken bakışlarım şaşkınlıkla örgü ören Hatice teyzeye kaşları çatık odaklanmış Şanze’yi buldu. İçeride ne kadar fırça yediyse kadıncağızın ne yaptığını, nasıl yaptığını deli gibi merak etmesine rağmen burnunu sokmak istemiyordu belli ki. Ve enteresandır bu Şanze’nin Polyanna edasıyla sürekli gülümseyerek konuşmasına dahi ket vurmuştu.

‘Belgi.’ Sesi fısıldarcasınayken başımı sağa sola salladığımda o gözlerini Hatice teyzenin elindeki örgüden ayırmadan dudaklarını ıslattı.

‘Sen örgü örebiliyor musun?’

‘Hatice teyze gibi değil ama var bende de birkaç numara.’ Kıkırdayarak yanıtladığımda kaşlarını havalandırıp iç çekti.

‘Çok garip değil mi sence? Yani ip ipin içinden geçiriyor ve büyüyor, hayır anlamadığım nokta dümdüz giden şey nasıl ceket falan oluyor?’ aramızdaki konuşma dikkatini çekmiş olacak ki Hatice teyze tüm büyüklerimizin altın kuralı buymuş gibi başını kaldırmadan sadece gözlerini bize çevirip gözlük üzerinden baktığında Şanze’nin koluna dirseğimle vurdum.

‘Git öğretsin hadi, çok sever kendini dinleyeni.’

‘Beceriksizim ben, kadın sinir hastası olur. Hem mutfakta o kadar fırça yedim, gideyim de iple boğsun mu beni?’ Hatice teyze belli ki Şanze’nin dediğini duymuş, gülerek tekrar elindeki ipe gözlerini çevirmişti.

‘Sen git, yapamazsan da bir şey kaybetmezsin.’ Emin misin dercesine gözleri beni bulduğumda başımı tasdiklercesine sallayınca gülümseyerek kalktı yanımdan. Hatice teyzenin yanına kedi gibi yavaş adımlarla parmak uçlarında yaklaştığında baktı ki sesi çıkmıyor ve mutfaktaki gibi bir azar söz konusu değil gülerek biraz daha yaklaştı. Sonunda onun çabasının farkında olan çocukluğumun pamuk teyzesi olan Hatice teyze anında yanındaki boşluğa elini vurduğunda sırıtarak yerleşivermişti.

Şanze’nin, Hatice teyzeyle attığı kahkahaları son on dakikadır izlemekle mükelleftim resmen. Kadın erinmemiş kalkmış ip ve şiş bularak eline tutuşturmuş, Şanze ise o ipi sağ elinin tüm parmaklarına dolayıp kangren olmak adına bir mücadele girişimine başvurmuştu. Bakışlarım tekrar tavla oynayanlara dönerken Noyan’ın puslu mavilerinin üzerimde olduğunu görerek derin bir nefes aldım. Odağı tamamen tavladaymış gibi görünse de öyle güzel bakıyordu ki sanırım tam anlamıyla aile konseptinin içinde olmamız onun da gönlünü ferahlatmıştı. Yüz hatları kesinlikle sert değildi, hatta aksine o bahsi geçen Ahter beş dakika olsun uğramamıştı. Onun yerine daha sakin, kendini bilen ama lafını esirgemeyen, güleç yüzlü bir adam geçmişti. Tavlanın kapanan kapağından oyunun son bulduğunu anlayarak gözlerimi iki tavla savaşçısına çevirdiğimde Denker abi sıkıntılı bir nefes bırakarak adetleri bilircesine kolunun altına sıkıştırdı ahşap kutuyu.

‘Büyük ezdin Ferit amca, biraz insaf etseydin keşke.’ Derken yenilmiş olmanın moral bozukluğuyla omuzlarını düşürdüğünde Ferit amca kaşlarını havalandırdı anında.

‘O söylediğin balkabağı oğlum, o da güzün yetişir. Hem sana birazdan haber gelecek.’

‘Ne haberi Ferit amca?’

‘Nasa’dan, Mars’a göndermek için senden iyisini bulamazlarmış.’ Ortada koca bir kahkaha koptuğunda Denker abi gülerek ayağa kalkıp Ferit amcanın elini öptü. Bu da herhalde, bükemediğin eli öpeceksin, gibi bir sözün karşılığıydı. Ne garipti şu atasözleri ve ne çok şey anlatıyorlardı. Herhalde ben o atasözlerinin sahiplerinin yerinde olsam böylesine nokta atışı cümleler bulamazdım. Mesela babaannem bir kez zeytin bahçesi hakkında çalışanlarla öğle molasında muhabbet ederken, Bağ babadan, zeytin dededen kalmalı, gibi bir cümle kurmuştu. Çocuk aklımla merak ettiğim fakat ortalıkta deli dana gibi koşmak daha makul geldiğinden asla soramadığım bir cümleydi o zamanlar. Çok uzun yıllar sonra İstanbul’a geldiğinde ve babam o gün yanlış anımsamıyorsam Floransa’da iş seyahatinde olduğu için aşırı derecede sakin olan evde aklıma birden düşüvermişti ve atasözü olduğunu öğrenmiştim. Meğer ömrü ve verimi yüzünden üzüm bağı yaklaşık iki yıldan sonra, zeytin ağacı ise on yıldan sonra ürün verirmiş. Bu yüzden de eğer bağ kalacaksa babadan kalması yetermiş fakat, zeytin ağacı için epey sülalenin diplerine inmek gerekiyormuş. Yani yeri çok saçma olacak ama ben babadan bağ falan istemiyorum. Dedemden zeytin ağacı kalsın kafiydi.

'Güzel yıktın helal olsun. Biz müsaadenizi isteyelim artık.’ Direktifiyle hepimiz birden ayaklandığımızda Hatice teyzenin sesi de gecikmedi.

‘Kalsaydınız evladım, koca ev, ne güzel oturuyorduk çok sevdim ben sizleri, sabahta kahvaltı yapar öyle istediğiniz yere giderdiniz. Saat geç oldu, şimdi çıksanız nereye gideceksiniz?’ Hatice teyzenin ev konusunda hakkını yiyemezdim. Şuan dışarıdan bakılınca ufak tefek duran bu yapının bu yaşıma geldim hala kaç odası var bilmem. Zamanında Ferit amca evi yaparken odaları öyle bir yapmış, öyle emek vermiş ki Sherlock gelse olayını çözemez üstelik her birimize tek başımıza kalacağımız odalar dahi çıkarırdı.

‘Hatice sultan bizde sizi sevdik ama ne demişler, misafir misafiri, ev sahibi ikisini de sevmez. Hem çıkar geliriz yine, bizde müsait bir zamanda sizi ağırlayalım.’

‘Kendinizi misafir yerine mi koyuyorsunuz çocuğum, aşk olsun.’ Hatice teyzenin isyanıyla yaklaşıp sıkıca sarıldığımda koca bir kahkaha atıp sırtımı sıvazladı.

‘Bak bu deli kızım bu evin kızı. Ne zaman İzmir’e yolunuz düşerse artık siz de bu evin çocuklarısınız, teklifsiz gelin.’ Hepsi gülerek başlarını salladıklarında bir bir vedalaştığımız gibi arabaya yerleştik. Kemerimi sabitleyip, Noyan’ın da kontrol etmesini izledikten sonra kapıdan el sallayan iki bedene bende karşılık verdiğimde sokaktan çıkmadan dümdüz devam ettik yolumuza. Bunun biraz dolaştıracağını bilsem de Noyan apaçık tekrar aynı noktayı görerek içimin kararması taraftarı değildi, bende bu duruma ses çıkarak değildim esasen.

‘İyisin değil mi güzelim?’ göz ucuyla süzüp tekrar yola odaklandığında derin bir nefes alıp gülümsedim.

‘İyiyim, bir de teşekkür ederim.’ Kaşları cümlemle çatılırken göz ucuyla süzdü önce.

‘Ne teşekkürü?’

‘Ansızın ısrar ettiler, ne sen ne de bizimkiler kırmadınız, aklınızda belki bir şey vardı önemsemediniz bile.’ Açıklamamla gülümsemesi yüzüne dağıldığında büyük avucuna elimi hapsederek dudaklarını ıslattı.

‘Sen benim eşimsin, diyorsan ki öyle olsun planların önemi kalmaz. Ayrıca, ben Ferit amcayı da Hatice teyzeyi de çok sevdim, bir daha geldiğimizde de mutlaka uğramak isterim.’

‘Çok iyilerdir onlar. Babaannem ahretliğim der Hatice teyzeye. Ben buradayken de ya onlar bizde olurdu, ya biz onlarda. Ferit amca büyükbabamın çocukluktan beri arkadaşıymış zaten.’

‘Sağlam dostlukları varmış … Zaten dikkatimi çekti de orada kimse yaklaşamadı Ferit amca tereddüt bile etmeden geldi yanına.’ Diyerek sinyal verip caddeye çıktığında başımı onay verircesine salladım.

‘Çocukları yurt dışında, fazla gelip gitmezler, torunları da göremiyor olunca beni onların yerine koydular.’

‘Belli, çok seviyorlar seni.’ Gülümsemesiyle başımı sallayıp müzik açmak için parmaklarımı uzatsam da iç çekişiyle tekrar döndüm Noyan’a.

‘Açmayayım mı?’

‘Sen bilirsin ama pek tercihim değil.’

‘Niye?’ kaşlarımı havalandırıp şaşkınca baktığımda elimi dudaklarına çekerek öpmüştü.

‘Odağımı kaybetmeyeyim diye. Bir de alışkanlık olmuş sanırım spor salonu, diğer mekanlar falan çok gürültülü olunca kafam kaldırmıyor.’ Başımı hafifçe eğip açıklamasıyla yüzüne dikkat kesildiğimde dudaklarımı da sıkıca birbirine bastırarak kahkahamı gizlemeye çalıştım. Söylediklerinden dolayı değil ama aklımdan geçen her cümle yüzünde kahkaha atabilirdim.

‘Evleneli kaç gün oldu, hemen yaşlandın mı sen ya?’ dalga geçmem hoşuna gitmiş olacak ki kendisi de gülmeye başladığında tuttuğu elimi kendine doğru çekerek gözlerini yoldan birkaç saniye ayırıp yanağımı sıkıca öptü.

‘Gösteririm ben sana yaşlanmış mıyım…’ göz kırpıp tekrar yola döndüğünde akşamüzeri olan bütün gerginliğimin beni tamamen terk etiğinin de bilincine varıyordum. Demek ki insan sürekli depresyonda kalamıyormuş, hatta çok kötü bir olay yaşadığında da depresyon şart değilmiş. Ben sadece tek başıma hissettiğim için can sıkıntısından dahi depresyona girebilen bir tiptim. Normalde Belgi şu dakikalarda kendini parçalamaya devam ediyor olurdu fakat ben bayağı kahkaha atıyordum. Belki de artık gerçekten Belgi değildim. Henüz görmediğim bir yönü vardı sevdiğim adamın ve ben sadece soy ismimden değil ilk ismimden dahi vazgeçmişken Deran kendisiyle beraber sevdiği adam için de güçlenen bir kadın oluvermişti.

‘Çok seksist konuşuyorsun ayıp ama.’

‘Bence senin için fesat. Belki de kimliğimi göstereceğim inan diye?’ göz devirip ayağımdaki ayakkabıları çıkararak bacaklarımı yukarı çektiğim gibi başımı da Noyan’ın omuzuna yasladım. İnsan her kötü olaydan kaçamıyordu fakat anlamıştım ki lanet bir gün içerisindeyken yanında kalanlar, elini tutanlar tüm düzeni değiştirebiliyordu. Kapılıp gidilen bunalımlar birkaç saatlik gözyaşlarıyla sınırlı kalıyor, insanın beyninin işlevini bir süreliğine yitirmesi dahi bulut olup havaya karışıyordu.

Bazen, bazı şeyler elini sımsıkı tutan insanlar varken daha hızlı acısını yitiriyorken, çok başka görünebiliyordu dünya. Hatta dönme hızı başına etki edip sarhoşlaştırabiliyor, atmadığın kadar kahkahalar savurabiliyordun. Bir bakıma kendini kafesinden çıkmış kuş kadar ürkek ve özgür hissediyordun. Nereye gideceğin planlı olmasa da artık gidebileceğini bilmek ferahlatıyordu içini. Belki de sadece o kafesin kapısına tüneyecek kadar güveniyordun kendine, daha ötesi değildi mesele ancak ne olursa olsun o kapıdan çıkabileceğini bilmekte bir özgürlüktü.

Mesaj sesiyle bakışlarım Noyan’ı bulsa da cebindeki telefonu hızlıca çıkarıp bana uzattığında önce elindeki cihaza sonra da yüzüne baktım.

‘Güzelim okusana mesajı.’

‘Niye?’

‘Araba kullanıyorum Deran, niye olacak?’ ısrarla tekrar uzattığında alıp yüzüne bakmaya devam ettim. Hayattaki en gıcık olduğum şeydi herhalde insanların kişisel eşyalarına dokunmak veya aynı şekilde benim özelime el atılması. Bu muhtemelen her adımıma el atan Zeren beyin bir başka travmasıydı fakat kendimi aşırı derecede konforsuz bir alanda hissediyordum. Hatta o kadar ki yediği her halttan haberim olan Simay’ın telefonu masada dursa ve çalsa ekran aydınlandığı dakika panikle etrafa bakınıp gözümü asla o noktaya çevirmezdim. Şimdi ise o konforsuz alan yine gelmiş yanı başımda durmuştu, üstelik elimdeki ekranı kararmış kocamın telefonuyla. Kararmış ekranı aydınlatıp gelen mesajın kimden olduğuna baktıktan sonra döndüm Noyan’a.

‘Denker abi.’

‘Ne diyor?’

‘Bilmem, bakmasam?’ alt dudağımı dişleyerek süzmeye devam ettiğimde şaşırsa bile sinyal verip arabayı sağa çekerek anlamaz gözlerini üzerime çevirdi.

‘Bakmasan…’ başımı anında onaylayarak salladığımda neye çattım ben der gibi bakıyordu. Hususi eşyalar kişiye özel kalmalıydı sonuçta. En azından ben böyle düşünüyordum. Parmaklarımın arasından telefonunu alıp göz attıktan sonra gövdedeki cihaza tekrar taktığında bakışları yeniden beni buldu.

‘Sen şu eş durumunu hala yadırgıyor musun?’ garipsercesine mırıldandığında başımı hafifçe sağa sola sallayıp omuz silktim.

‘Yadırgamıyorum ama eş durumu telefonuna bakmamı kapsamaz.’

‘İznim vardı.’ Tek kaşını havalandırdığında iç çektim.

‘Olabilir, yine de rahatsız ediyor. Hem senin kişisel alanına müdahale edip karışamam.’ Omuz silkerek mırıldansam da Noyan kıstığı gözleriyle yüzümü iyice süzmüş ardından ne olduğunu anlamadığım bir anda enseme yerleşen parmaklarıyla beni kendine çekerek dudaklarımızın buluşmasını sağlamıştı. Telefonuna bakmadığım için şevke mi gelmişti bilmiyorum ama kıpırdamaya başlayan dudaklarının öpüşü derinleşirken karşılık vermeden de duramadım. Ama Noyan yine ne olduğunu anlamayacağım şekilde bir anda geri çekildi.

‘DNA’mız birbirine karışıyor farkında mısın? Öpüşüyoruz…’ diyerek az önce öptüğü dudaklarımı baş parmağıyla okşadı, ‘Sevişiyoruz. İnsanın en özel alanı, mabedi yatak odasıdır bana kalırsa ve biz bırak odayı aynı yatakta uyuyoruz bilincinde misin?’ bunun için mi bir anda öpmüştü yani? Şaşkınlıktan aralanan dudaklarımı birbirine bastırdığımda dikkatle yüzüne bakmaya devam ederken ki iç çekti.

‘Kendine sınırlar çizmeni sevmiyorum. Söz konusu bensem sınırların olmamalı. Bu saçma ve sakıncalı.’ Başını teessüf eder gibi sallarken kaşlarım çatıldı cümlesiyle.

‘Ne yani çok yoğun olduğun bir gün mesela ve ben gelip seni rahatsız mı etmeliyim? Veya canım sıkılınca telefonunu mu karıştırmalıyım? Bu saygısızlık. Özgürlük, sınır çizmemek falan değil.’ Cümlemle kaşları havalandığında dalga geçen tebessümü dudaklarına yerleşmiş ardından arabayı harekete geçirmişti.

‘Söz konusu sensen evet gelmelisin bana. Bu rahatsız etmek değil. Ayrıca ben sana can sıkıntısıyla telefonumu karıştır demiyorum, benim bu telefonda saklayacağım hiçbir şeyim yok, görmeni istemediklerim ise görmeyeceğin yerdedir zaten.’ Geldiğimiz yolu dönmeye devam ederken kıstığım gözlerimi akıp giden yolda dolaştırıp Noyan’a çevirdim.

‘Nasıl söz konusu bensem?’

‘Başkası ölüyor olsa da umurumda değil fakat farz edelim ki başın ağrıdı boş ver ağrı kesiciyi, canın bir şey istedi kimseye söylemene gerek yok, libidon yükseldi, önümde elli tane dosya var. Bana gel Deran. Başına masaj yapmak, canının istediği o şeyi alıp gelmek veya seninle sevişmek emin ol o dosyalardan daha mühim.’ Yavaşlayan araba tamamen durduğunda ciddiyetini göstermek istercesine o puslu mavileri bana döndü. Yüzümde nasıl bir ifade var bilmesem de dudaklarında ufak bir tebessüm oluşmaya başladığında parmakları da çenemi çoktan kavramıştı, ‘Senin istediğin zaman bana ulaşamama ihtimalin yok. O yüzden de benim özel alanım sadece sensin.’

Nasıl çıkmıştık ve nasıl geri gelememiştik… Bir anda başımıza okkalısından bela açmış olmak bir yana, resmen ortalığı da tarumar etmiştik. Gerçi bu konuda Noyan’ın pek payı yoktu, ben başarmıştım. Noyan’ın tarumar ettiği sadece bendim, bir öpüşü ve birkaç cümlesiyle… Arabadan inip girişe ilerlediğimizde resepsiyona yönelecek olsam da Noyan’ın gidişatı kapının hemen yanından elini uzatan Adel ve bu tavrı sayesinde hazırda bekleyen asansörken kabine geçtik. Pek tabi bizimle beraber Adel’de geldi. Bastığı en üst katla ahalinin nerede olduğunu sorgulamak istesem de an itibariyle buzdolabına dönüşmüş kocamla bunu asansörde konuşmak ister miydim emin olamayarak bekledim. Ki açılan kapıdan yine bekleyen personel, önümüzden hızlı adımlarla çıkıp asla adını bilmediğim bir adamdan kart alan Adel, yine Noyan’ın ağzını açmadan Adel’den kartı alarak ilerlemeye devam etmesi ve özel odaya dalmamızla sonuçlandı durum. Başta olması gerekiyor dediği için ağzımı açıp biraz daha nazik olmasını önermesem de Noyan anında terasın kapısını sonuna kadar açarak derince nefeslendi.

‘Ne yapalım?’ sorusuyla eş zamanlı gözleri gözlerime dönerken ortada sap gibi kalmamı kendime yediremeyerek yanına yaklaştım. Bazen tepkileri o kadar donuk ve hissizdi ki bende kilitlenip kalabiliyordum.

‘Ne yapalım derken?’

‘Saat erken, dışarı çıkabiliriz, burada takılabiliriz, uyuyabiliriz yorgunsan?’ seçenekler önüme sıralanırken kolu sıkıca belimi kavradığında gözlerim nedense bir an dudaklarına takılı kaldı. Noyan alışmışlık değildi fakat kesinlikle alışkanlık olacak bir adamdı. Az önce cevabımı beklediği için dümdüz olan teni odaklandığım noktayı fark eder etmez usul bir gülümsemeyle gerildiğinde yüzünü yaklaştırıp dudaklarını kulak hizama getirdi.

‘Ya da en mantıklısı yaşlanmadığımı kanıtlayabiliriz.’ Tekrar geri çekildiğinde alt dudağımı çoktan ısırmaya başladığımı fark etmeyecek kadar kopmuştu ruhum bedenimden.

‘Kimliğini mi göstereceksin?’ muzurca mırıldanıp gülümsediğimde başını onaylayarak sallayıp kollarımın altından tutup bir çırpıda havaya kaldırdı. Bacaklarım beline dolandığında burnunu da burnuma sürtüyordu.

‘Yanımda değil ama, yatak odasında.’

‘Orası da olabilir ama bence burada da gösterebilirsin.’ Başımla arkamdaki terasın köşesine konumlandırılmış jakuziyi işaret ettiğimde kısacık şaşkınlığa uğrasa da kalçamdaki tek elini üzerimdeki askılının içinden sırtıma kadar çıkardığında nefeslerimizi de buluşturdu. İnsan alkolle kafayı bulurdu da sevdiği adamı öperken bulabilir miydi emin olmasam da şuan net şekilde bu durum destekleniyordu. Üzerimizdeki tek parçayı bile çıkarmadan suyun içine kollarında girdiğimde değen serinlik bile belimi kavislendirmeme neden oldu.

‘Üşüdün.’ Dudakları usulca dudaklarımdan çekilirken büyük avuçları da sırtımı okşamaya başladı. Herhangi birisi vücudunu bu kadar iyi kullanıp insana mükemmel hissettirebilir miydi emin değildim. Parmaklarının değdiği tenimdeki her milim ateş olup yanmaya başlarken yaptığı şefkatten çok daha uzak halde vücudumu korumaktı. Ruhen vücudumu korumak, onu tanımak, anlamlandırmak ve geriye kalan isim verilebilecek her şeydi.

(+18 dikkat millet, yaşı tutmayan birazcık ilerilerden devam etsin, ben buradayım diyenlerle de yola devam edelim…)

Gözleri onay ister gibi bende olsa da bu kez nefeslerimizi birleştiren ben oldum. Yine zamanı, mekanı ve kimliğimi unutup giderek dudaklarım dudaklarını ezmeye başladı. Temennim sadece nefesinde kaybolmakken ruhumu da ona doğru bırakmaktan geri kalmıyordum. Parmaklarının altında her an kırılmaya hazır bir vazo var gibi olan dokunuşları tüm tenimde dolaşırken üzerimdeki yarısı ıslanmış askılıyı sıyırdı ayrılan dudaklarımızla. Öpüşleri çenemde gezindikten sonra usulca boynuma yöneldiğinde şah damarımın üzerindeki dişlerini hisseder hissetmez iç çektim.

Beni zaten Noyan’ın tenime değen nefesi ürpertip şevklendiriyordu ancak fark ettiğim bir detay varsa ne zaman iç çeksem onun tepkileri sertleşmeye başlıyordu. Parmakları sanki yerini net olarak belli etmek istercesine tenimi kavradığında açılan kopçamla bir an boynumdan ayırmadığı dudaklarıyla iç çamaşırımı da çıkardı. Oturduğu zeminden sıkıca kavradığı sırtımla kalkıp bedenimi suya gömdüğünde bende onun üzerindeki tişörtü çıkarıp baktım gözlerine. İçinde alevleri, yangınları, yıkımları bire bir taşıyan puslu mavilerinin parlaklığı aşık bakan adamdan daha çok arsız bir beden gibi dikiliyordu karşımda. Dudakları bu kez omuzlarımda gezinmeye başladığında altımdaki şortun da iliğini sonunda çözebilmişti ki ıslak öpüşleri her bir noktada iz bıraktı. Yakıp geçti tenimi, bir kez daha varoluşumu hissettirdi.

Kaç asır geçmesi şarttı kabul görmek için bilmem ama biz bir kabulleniş yaşamak niyetinde değildik. Hali hazırda olan ailelerimizin sadece küçük fertleri evliliğimizden haberdarken doğru veya yanlış kavramı kayboluyordu bizim için. Sadece dokunuyor, hissediyor, iliklerimize kadar yaşamaya çalışıyorduk. Kırgınlıklarımız, kızgınlıklarımızla beraber büyüme çabasına girerek kavruluyorduk. Çıplak bedenimiz birbirine temas ederken su yığınının ortasında çıra gibiydik. Fakat su istediği kadar kuvvetli olsun söndürmüyordu bizi.

Boynumda gezinen ıslak dudakları omuzlarımdan sol göğsüme doğru ilerledi. Harelerim bir an olsun yüzünden çekilmezken dişlerinin arasına aldığı göğüs ucumla gözleri gözlerimi buldu. Canımı yakmıyordu ama içim alevlerle kuşatılmıştı. Başımı geriye bırakırken dudaklarının oyalandığı sol göğsümden bu kez sağa geçti. Sanki yetmez gibi parmakları belimi sıkıca kavrarken içimi alevlendiren dudakları çekilmiş hızlıca jakuzinin kenarına oturmamı sağlamıştı. Bakışlarım tekrar yüzünü bulurken dudakları bu kez iki göğsümün arasından karnıma doğru bir yol çizdi. Bıraktığı her öpücüğün yerinde kaynar bir kazan varmışçasına izler kalırken bu kez olan halini de parlayan harelerini de kaçırmak istemiyordum.

Düğmesi çözülmüş şortumun belinden tuttuğuna yardımcı olmak için kalçamı havalandırırken bir çırpıda iç çamaşırımla çekmişti ki sertçe yutkundum. Bu tepkim hoşuna gitmiş olacak dizlerinin üzerine çökerken sol yanağındaki gamzesi kendini gösterdiğinde dudakları diz kapağıma uzandı. Bir öpücüğü dahi aceleci olmadan usul usul ve tetikleyici şekilde tüm bacağımda gezinirken derin derin hareket eden göğüs kafesimin de farkındaydım. Şu dakika dönüp yaşlanıp yaşlanmadığını sorsa saniye geçmeden hayır derdim. Henüz dokunuşları ve öpücükleri varken beni tarumar eden adama haksızlık edemeyecektim doğrusu. Öpücüklerini sıraladığı bacağımı usulca omuzuna alırken bir kez daha sertçe yutkunduğumda parmakları belime yerleşmiş sağ bacağımın içine de dudaklarını basarken onu da omuzuna bırakmıştı. Aklımı kaybetmek istemiyordum ancak Noyan sanki bire bir bu olsun ister gibiydi.

Gözleri tekrar harelerime odaklanırken puslu mavilerindeki kıvılcımlara şahit oldum. Öyle bir kıvılcımdı ki tüm hücrelerimi yaktı. Benliğimi tarumar etti, zihnimi alaşağı. Dudakları bir kez daha iç bacağımda öpücük bıraktığında kadınlığımın üzerindeki nefesi dahi tüm tüylerimi diken diken yaptı. Beynimde şimşekler çakmasını sağlamak istiyordu. Bunu da kadınlığımla buluşan dudakları yaşatıyordu. Birbirimizin gözlerine kilitli kalsak da sıcak dudakları tenime değdiği dakika başımı geriye düşürdüm. Sanki kasıklarımdan beynimin kıvrımlarına doğru yüzlerce telden elektrik akımı nüfuz etmişti.

'Noyan…’ inlemem hoşuna gitmiş olacak belimdeki eli sırtıma kayarken daha da derinleşti öpüşü. Vücudum parçalara ayrılır gibi hissediyordum. Bunu yaşamamıştım ancak hissediyordum işte. Güçlükle düzelttiğim bakışlarım iyice kısılmış, hızlanan nefesim sayesinde göğsüm fazla şiddetli hareket ediyordu ancak inat edercesine hem yüzüme bakıyor hem de oyalanıyordu oracıkta. Parmaklarım jakuzinin kenarını fazlaca sıkmış olmalı ki sağ elim kaydığında hızlıca yakaladı. Beni burada bu şekilde bayıltacaktı ancak düşmeme izin vermeyecekti anlaşılan. Kasıklarımdan karnıma doğru yayılan sıcaklığın haddinden fazla olduğunun bilincindeydim. Bu adrenalinden daha fazlasıyldı. Hissettiğim hormonlarla, bilimle, tıpla falan açıklanamayacak kadar derindi.

Puslu mavileri bir an yüzümden kaçmazken nispet yapar gibi dilinin ıslaklığını hissettim. Sağ bileğimi yakaladığı gibi bende onun bileğini kavradığımda tırnaklarımın cildine izler bıraktığının bilincindeydim ama umurumda değildi. Ruhumda bıraktığı derin izler o kadar can alıcıydı ki bileğindeki tırnaklarımın açtığı ufak yaralar kayda alınamazdı. Öylece gözlerime bakıp beni benden alamazdı. Tüm bedenimi ona teslim etmeme olanak sağlayamazdı. İçimde bir savaş başlatıp bu savaşı kazanan veya kaybeden olmadan bitirmemize sebebiyet veremezdi.

Ruhum gibi bedenim de ona kendini bırakmış, kıvranıyordu resmen. Bunun bilincinde olsa da her tepkim gözlerindeki kıvılcımı büyütmüş, ufacık bir ateş yanmasını sağlamıştı. İkimizi de çepeçevre saracağından da haberdardı sanki. Dudakları kadınlığımdan usulca kasıklarıma kaydı, bacaklarımı usulca omuzlarından indirdi, karnım ve göğsüme, onlarca naif öpüşle beraber boynuma kadar uzandı. Sonunda dudakları dudaklarımı bulurken sımsıkı kavradığım bileğine rağmen eli kalçamı kavradığında ayağa kalkan bedeniyle beni de kucakladı.

Ellerim hızlıca boynuna dolanırken dikkatli olmaya çabalayarak jakuziden dışarı çıktığında dudaklarını dudaklarımda, boynumda, omuzumda gezdirmekten vazgeçmiş değildi. Körük gibi inip kalkan göğsüm, hızlanan nefesim, soru sormamı engelleyecek haldeyken sırtım terastaki koltuğun yumuşak zeminiyle buluştuğunda harman olduk. Anlık refleksim ve henüz alışamamış bünyem gözlerimi sıkıca kapatmamı sağlarken az önce boynumda olan sıcak dudakları göz kapaklarıma gelip yerleşti. Her dokunuş bir insanı baştan çıkarır mıydı? Beni çıkarıyordu işte. Noyan’ı hissedebildiğim, dokunabildiğim, tüm hücrelerimle var oluşunu bilmem bile baştan çıkarıyordu. Beline dolanmış bacaklarımda parmakları gezerken sanki incecik bir ateş düşer gibi az önce çıktığımız suyun damlaları tenimi buluyordu ve tekrar en baştan yanıyordu derim.

‘Güzel karım…’ göz kapağımdaki dudakları alnımda yerini alırken aralayabildim bakışlarımı. Dudaklarıma denk gelen boynuna öpüşümü bıraktığımda bacağımdaki parmağı daha da sıkılaştı. Noyan’a tutulabilmem bir şans değildi, aksine sanki onunla karışıp birleşebilmek adına var olmuş gibi hissediyordum. Her yutkunuşumda bir an bakışlarımdan ayrılmayan puslu mavileri daha çok ışıldıyor, sanki yüreğinde onlarca mum yanar gibi izliyordu.

‘Noyan…’ sırtına uzanan parmaklarım usulca yüzüne doğru kaydığında sakallarının arasında gezindi tırnaklarım. Bu gece sonmuş ve bir daha hiç izimizi bulamayacaklarmış gibi bağlandık birbirimize. Sanki ikimizde ufacık bir fitilin ucundaki ateştik ve birileri bizi su bardağına batırıp sönmemize sebep oluyordu. Varlığını her hissedişimde belim kavisleniyor, hala sırtında olan elimin birisi tenine derin izler bırakıyordu. Verdiğim tepkiler onu daha çok tetikliyor gibi hareketleri de sertleşiyordu. Parmakları vücudumun her kıvrımında dolaşırken az önce dudaklarıyla ateşlenen kadınlığım yine ateşleniyordu. Bacaklarım arasındaki varlığı, gözlerimdeki deli mavileri, nefesime çarpan solukları tüm vücudumu ele geçiriyordu. Yaşattığı bu yüksek hissiyat yüzünden kasıklarımda yüzlerce iğne ve karıncalanmayla beraber ufak bir de sızı vardı. Acı değil, şehvetin sızısı.

‘Deran.’ Boğuk sesi kulağıma çarparken çenesindeki gerginliğin ancak farkına varabildim. Kendini tutuyordu. Hatta öyle bir tutuyordu ki kalçamı ona itmemle dizginlerini kırması bir oldu.

‘Deran, irademin ağzına sıçtın Deran!’ bağırmasa da yükselen homurtulu ve boğuk sesiyle kıkırdadım elimde olmadan. Bana dakikalar önce yaşattıklarının yanında koca bir hiçti bu. Geriye çekilmesini fırsat bilip tekrar kendimi ona ittiğimde dişlerinin gıcırdaması çarptı kulaklarıma.

‘Oynama benimle… Oynama nazik davranmaya çalışıyorum.’ Kendisi bunun için çalışabilirdi ama benim içimden çıkıp ortalığa düşen kadın onunla aynı fikirde değildi. Kasıklarımdan yükselen ateş meydan okuyor, durmakta, nazik olmasını da istemiyordu. Sakalları arasında olan parmaklarım ensesine doğru ilerlerken başımı kaldırıp sertçe dudaklarına kapandığımda ise bütün zincirleri kırıldı. Kolları bedenimi daha sıkı kavrarken hareketlerinin sertliği sayesinde öpüşüm fazlaca sertleşti.

Ne ben duruldum, ne Noyan ipleri kendine bağlamaya tekrar çabaladı. Yandık, yıkıldık, yüzlerce parçaya bölünüp tekrar birleştik Tenimizdeki ısı harman oldu, nefeslerimiz birbirini kesip dudaklarımızda kayboldu. Artık jakuzideki damlalar değil tenimizdeki nem kalmıştı. Her darbesi daha fazla kendime çekmemi sağladı. Kadınlığımdaki o karıncalanma büyüdü, yine elektrik dalgalarına dönüştü, ruhum düşer gibi olurken sımsıkı sardığı kolları arasında titredi bedenim.

Noyan’ın hırıltıyla omzuma kapanan yüzü, kavislenmesine engel olamadığım belimle parçalara ayrılıp dağılıyorduk. Bunu boynuma düşmüş başının sık nefes alışverişlerinden, hızla inip kalkan göğsümden, sinir uçlarımda hissettiğim bedeninin gerginliğinden, hatta bacağımı sertçe sıkan parmaklarından dahi anlayabiliyordum. Hala hissediyordum onu fakat bu kez daha ıslaktı. Birbirimize tamamen karışmanın hazzıyla aldım kesik nefeslerimi. Gözlerim simsiyah gecede göz kırpar gibi duran yıldızlarda gezindi. İstem dışı dudaklarımda oluşan tebessümle baktım göğe.

(+18 finito… Normal akışımıza dönebiliriz…)

Dakikalarca kıpırdamadan kaldığı boynuma dudaklarını basıp usulca bedenini üzerimden çektiğinde beni de kendisiyle beraber kaldırmaktan kaçınmadı. Bakışları etrafta kısaca gezinirken ne aradığını bilmesem de beni kucağına çekmiş ardından koltuk kolundaki ince battaniyeyi alarak bedenime örtmüştü. Başım göğsünün sol tarafına denk gelirken gözlerim kapandığında gülümsemem kendini gösterdi. Bitkindik fakat kalplerimiz bedenlerimizle aynı fikirde değildi. Sıkıca sarıldığı bedenimle ortada duran sehpaya yaklaşıp sigarayı aldığı gibi bir dal yaktığında hala başımı yasladığı göğsünden milimi milimine hareketlerini izledim.

‘İçecek misin?’ başımı onaylayıp kolumu örtünün altından çıkartmaya kalktığımda kolumdaki parmakları engel olduğunda o tek dal sigarayı dudaklarıma yaklaştırdı. Derince ciğerlerime zehri çekerken gamzesinin belli olduğu gülümsemesiyle izlemeye devam etti. Daha sonra hala parmakları arasındaki sigarayı kendi dudaklarına hapsedip çektiği dumanı usulca havaya bırakarak başımın üzerine bastırdı dudaklarını.

‘Söz konusu sen olunca kendime engel olamıyorum, çok hırpalıyorum seni.’

‘Niye bunu söylüyorsun, memnun olamaz mıyım halimden?’ konuşmasıyla kaybolan o gamze tekrar gelip yanağında yerini alırken bir kez daha dudaklarıma bıraktı sigarayı.

‘Acı çektiğini görebiliyorum, bedenin acı çekerken gözlerin zerre sızın yok gibi tavır takınıyor. Bana durmamı, sakin olmamı, hatta istemediğini de söyleyebilirsin Deran. İlk gece-‘ dediğinde duraksamasıyla sıkıca gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, ‘İlk gece olan biteni söyleyebilirdin, daha önce biriyle ilişkiye girsen de operasyon geçirdiğini dillendirebilirdin. Beni memnun etmek için kendini yok saymanı istemiyorum. En büyük memnuniyetim senin iyi olman çünkü.’

‘Seninle sevişmeyi seviyorum ama.’ Omuz silktiğimde hafifçe kaldırdığım başımı gülerek tekrar göğsüne yasladı.

‘Güzelim ben sana sevişmeyelim demiyorum ki. Canın yandığında gerekirse çarp ağzımın üzerine diyorum. Çünkü sana dokunduğum zaman benim beynimdeki tüm şalterler aşağı iniyor, düşünme yetim kayboluyor. Bedeninin, ruhunun, hatta saçının tek telinin gerilmesini istemiyorum.’

‘İstemeden sevişiyormuşum gibi konuşuyorsun.’ Kaşlarım usulca çatılırken şaşkınlıkla inceledi yüzümü. Üç saniye gözleri öyle bakmaya devam ettiğinde artık tükenmek üzere olan sigaradan derin bir nefes çekip söndürdü sehpadaki kül tablasına.

‘İstemeden seviştiğini düşünsem sana dokunur muyum zannediyorsun? Fakat sen de yanıyorum dediğimde benzinle koşuyorsun.’ omuz silktiğimde boştaki kolunu da bedenime sararak dudaklarını sıkıca alnıma bastırdı.

‘Hırçın adamım ben, sevmem de sevişmem de hoyrat. Dünya yıkılıyor olsa o anda gözüm karardıysa görmem hiçbir şeyi. Tek şey dışında.’ Alnımdaki dudakları konuşmaya başladığında usulca ayrılıp o puslu mavileri bendeki ikizlerine dikti, ‘Senin bakışların… Beni durduracak tek şey senin bakışların.’

‘Kaç kadınla beraber oldun?’ romantizmin nasıl içine tükürülür başlığı altında ders verilmesi gerekiyorsa şu dakikadan sonra baş konuşmacısı ben olabilirdim. Çünkü hali hazırda Noyan’ın bakışlarındaki şefkat, sevgi yerini tamamen şaşkınlığa bırakmıştı. Hatta sorumu doğru anlayıp anlamadığını fark edemeyerek dikkatle bakıyordu yüzüme.

‘Söylesene, kaç kadınla beraber oldun?’ ısrarla tekrar aynı soruyu yönlendirdiğimde göğsünün şişeceği kadar derin bir nefes aldı.

‘Geçmiş zaman sonuçta.’

‘Geçmiş olduğunu biliyorum, bu yüzden atar gider yapacak değilim, merak ettim sadece.’ Dediğimde tek kaşını havalandırıp gülümsemesini gösterirken yüzündeki şaşkınlık yerini tamamen dalga geçen bir adama teslim etti.

‘Hayatıma çok fazla kadının dahil olduğunu düşünüyorsun…’ bu bir cevap değildi, hatta bu bir soru da değildi. Bu sevgili kocamın ukala gülümsemesiyle beraber benimle dalga geçeceği bir ifadeden öteye geçemezdi. Kaldı ki onun cümleye döktüğü gibi evet, düşünüyordum. Yakışıklı bir adam olmasının yanı sıra sessiz bir çekicilik içindeydi, dünya basınını da dahil ederek söyleyebilirdim ki zengindi ve bunu saklayamazdı çünkü onun da söylediği gibi biz eski para insanlarındandık. Yani saklamaya çalışsak da başarılı olamazdık, hali hazırda ailemizden gelen bir servet söz konusuydu. Tüm bunların dışında uzun uzun konuşmasa dahi meraktan okuduğum birkaç röportajında, ki bunlar da genellikle yurt dışındaki ekonomi dergilerine verilmiş demeçlerdi, zekasını söylemleri kanıtlıyordu. Fakat bütün bunları duruma zeki, yakışıklı ve zengin sıfatlarını dahil ederek erkek kimliği için düşünmüyordum.

Hayatına kısıtlı sayıda erkek bulaştıran ben dahi sık sık insanların tacizlerine maruz kalırdım. Bunun bir kısmı güzel olduğum için, bir kısmı yerin dibine batıp, çıkmasını ummadığım babam Zeren İmerler’in serveti içindi. Gerçekçi olmam gerekirse yüzde doksanlık kısmının istediği servetti fakat yanı sıra güzel bir kadın olmam da bonustu. İnsanlar ayaküstü ve daha tanışalı birkaç dakika olmuşken, pek tabi çevremde köpek balığı gibi olan Zeren bey varken bunu önemsemeden akşam yemeği, doğa yürüyüşleri, hatta tatile kadar teklifte bulunabiliyordu. Elbette Noyan’da bunları yaşamış olmalıydı. Çünkü ne kadar bunca zaman karşı karşıya kalmasak da aynı kesimin insanlarıydık. Belki de düşündüğüm şey çok cahil bir yaklaşım olduğu için sessiz kalma hakkımı kullandığımda Noyan mimiklerimi süzüp koca bir kahkaha attı.

‘Bir gün birisi bana karın senin için kötü çocuk yakıştırması yapacak dese tıpkı şimdi olduğu gibi abartılı şekilde gülerdim.’ Kahkahasının arasına cümle sıkıştırsa da gülmeye devam ederken göğsüne yasladığım parmaklarımı rahatsızca kıpırdattım. Kahkahası biraz olsun sakinleştiğinde ise harelerim kıpırdanan parmaklarımdan yüzüne döndü tekrar. Yaptığım hadsiz bir yakıştırmaydı, hatta onun böyle olduğunu düşündüğüm halde evlendiysem benim de kalitemi düşürürdü fakat henüz hayatım benim için normal düzeydeyken okulda birçok kadından onun ismini duymuştum, bunu yeni hatırlasam da adada Şanze’yle konuştuktan sonra hem Noyan ismini, hem Ahter ismini detaylıca düşünmüştüm. Çünkü bu kadar yakın bir çevrede bu denli rastlaşmamamız bana enteresan gelmişti. Ve sonunda aslında birbirimize çok uzak olmadığımızı ufak tefek anılardan hatırlamıştım.

Mesela o gün Noyan’ın konuşmacı olduğu ekonomi, işletme, iktisat hatta dış ticaret gibi birçok bölüm adına konferans düzenlenmişti. O gün isim dikkatimi asla çekmese de bugün anımsıyordum ve birkaç sosyal medya fenomeni okur yazar değerli hemcinslerimin Noyan’la sevgili olduklarını iddia ettiğini de anımsıyordum. Veya seminerinin olacağı salonun önündeki uzun kuyrukta sayılabilecek kadar az erkek olduğunu fakat koca yığının kadınlardan oluştuğunu da. Bu kadar talepkârca ona yaklaşabiliyorlarsa, ki üniversite döneminde olan insanlardan bahsediyorum Noyan’da en kötü birine karşılık verirdi. Ki hiç haklarını yiyemeyeceğim kadar güzel olan hatta yanımdan geçince güzelliğinden dönüp baktığım kişiler de vardı bu kadınların arasında.

‘Bilmiyorum kaç kadın oldu fakat sadece seks, şehvet, cinsellik, ne dersen artık, düşkünü olmadım hiç. Kadınlara sadece seks gözüyle de bakmadım.’

‘Az mı çok mu?’

‘Kime göre, neye göre?’ çok havai ve saçma olduğunu biliyordum sorularımın ancak daha fazla uyar beni cümlelerindense böylesine bir uç noktaya getirme ihtiyacı hissetmiştim. Yoksa daha öncesi beni ilgilendiren bir konu değildi. Merak ediyordum ama belki kaçmak, belki de unutturmak adına elimden geldiğince saçmalama hakkına sahip olduğumu düşünüyordum ve elimdeki en geçerli konu buydu. İşe yaramadığını da iddia edemezdim.

‘Bilmem, orasını da sen söyle. Mesela… Tek gece biriyle olup bir daha görmediğin zamanlar oldu mu?’

‘Aklım başımda değilken yaptım öyle saçmalıklar.’

‘Saçmalık derken?’ kaliten yerlerde sürünüyor Belgi’cim… Acaba onu oradan alıp biraz daha havaya kaldırsan mı? Çünkü aylar önce bunun saçmalık olduğunu Atakan’a sen dillendirmiştin, yarım saat süren bir nutukla beraber.

‘Yani… Bana göre şu aklıma sorduğumda tek gecelik zırvası saçmalıktan başka bir şey değil.’

‘Neden?’ soruma ben içten içe kaş çatsam da Noyan ayan beyan kaş çatıyordu. Hayır, derdim kesinlikle bunun yapılması gerektiği falan değildi. Bana kalırsa saçmalık değil aptallıktı bu fakat topu buradan çeviremiyordum. O güzelim zekam hormonlarım, saçma kaçışım ve muhtemelen az önce yaşadığım yüksek libido yüzünden yerin dibine girmiş, asla da çıkmak istemiyordu.

‘Çünkü bir kadına bu haksızlığı yapmak aslında kendine haksızlık etmekle aynı şey. Dersen ki karşı tarafında rızası var, evet var. Ancak…’ kısaca etrafta gözlerini gezdirirken doğru cümleyi bulma çabası ayan beyan ortadaydı, benim aksime, ‘Erkekliğime ters, insanlığıma ters. Yani bir kadınla sadece cinsel dürtülerle beraber olmak, duygusuzca bunu yapmak karşı taraf istese de ters geliyor. İnsanın içini bilemem, umduğunu, düşündüğünü, tam olarak tahlil edemem.’ Başımı onaylarcasına salladığımda gülümsemesini gösterip derin bir nefes daha aldı.

‘Yani sonraları yaşım büyüdükçe daha detaylı düşündüm bu meseleyi. Belki de karşı tarafın aslında beklentisi benden farklıydı, o ana kapılıp olabileceğini düşünerek o beklentiyle ilerledi fakat ayrılırken dile getiremedi. Boşu boşuna vicdan sebebi bunlar.’ Benim aksime kocam fazlaca düşünceliydi anlaşılan o ki. Burada kadınların yüz karası olarak sorguladığım şeyden utanç duymam gerekirken sağ olsun Noyan benim yerime vicdan diyebiliyordu.

‘Ne zamandır böyle düşünüyorsun peki?’

‘Yirmi iki civarlarındaydım kendimi bu durum için yargıladığımda. Psikolojik tedavi gördüğüm ilk zamanlardı.’

‘Psikolojine de bağlayıp üzerini kapatabilirdin, devam edebilirdin?’ tek kaşımı havalandırıp dikkatle yüzüne baktığımda gülerek başını sağa sola salladı.

‘Birliktelik esnasında libidomla beraber olsa bunları düşünemezdim fakat insan kendi kendine oturup kafa yorunca doğru olanı görebiliyor. Hem psikolojin ne kadar bozuksa o kadar detaylı düşünebiliyorsun bazı şeyleri ve bazen de elinde olmadan insanlarla fazlaca empati yapabiliyorsun. Senin anksiyete gibi sıkıntılarının yanı sıra ben de empat kişilikte vardı, üst düzeyde. Psikolojik rahatsızlığım kendime zarar veriyordu, insanları düşünmeme engel değildi. Bana göre belki yanlış düşünüyorum ama bu bir bahane olamaz.’

‘Devam ediyor musun peki tedaviye?’ başını onaylarcasına salladığında bu zamana kadar bir kere ilaç aldığını görmeyişim geldi aklıma. Nasıl olduğunu anlamasam da sanki aklımdan geçenleri bilir gibi yüzüme yapışan saçlarımın uçlarıyla oynayarak gülümsedi.

‘Terapilere düşecek kadar hafifledi durum, ilaç kullanmıyorum artık. Bazen kendimi kaybedebiliyorum ama otokontrol sağlamam artık daha kolay. Çok yoğun ve gergin günleri art ardına görürsem kullanıyorum ilacı o da kriz durumunda. O yüzden diyorum sana tepki göster diye. Saçının tek teli Deran…’ parmakları arasına aldığı tutamı işaret ederken gülümsedi, ‘Saçının tek teline, bende dahil olmak üzere kimse zarar veremez. Kimsenin buna hakkı yok.’ Kurduğu cümleler benliğimi fethederken battaniyeden kurtarabildiğim kolumu kaldırarak sakallarının üzerinde gezdirdim parmaklarımı. Hafifçe yükselip yanağını öptüğüm gibi geri çekilip göğsüne sindim yeniden.

‘Peki…’ yenisini ekleyeceğim sorularıma bir hamle yaptığımda, incitmekten korkarcasına yakaladığı çenemle başparmağını alt dudağımın üzerinde gezdirip havalanmış kaşlarla süzdü gözlerimi.

‘Güzelim sen bana tanı mı koymaya çalışıyorsun? Etmediğin yemini benim üzerimde mi deneyeceksin?’ aklıma asla ama asla gelmemiş şeyle başımı geriye atıp gülmeye başladığımda açılan gerdanıma dudaklarını bastırıp sıkıca kavrayarak oturduğu koltuktan kalktı. Adımları içeri yönlenirken ıslak bedenlerimize çarpan hava akıntısı tenimin ürpermesini sağlasa da kollarımı boynuna dolayarak bekledim basamakları çıkmasını. Bir üst kata gelir gelmez hala kucağımdaki bedeniyle duşun içine girdiğinde ayaklarımın yere basmasını sağlayıp battaniyeyi kenara atarak duş başlığının olduğu tarafa geçti. Beklemeden açtığı suyun birkaç damlasını hissederek buz gibi oluşuyla kaşlarımı çatıp ufacık bir tepki göstermeyen bedenine baktım. Buzdan bir heykel gibiydi. Kılı kıpırdamadan öylece akan keskin soğuk suyun altında beklerken gözleri gözlerimden asla çekilmedi. Bakışlarımın anlam vermeye çalışan halde olduğunu fark ettiğinden olsa gerek soğuk suya rağmen ateş gibi sıcak olan dudakları alnıma bir buse bıraktı.

‘Sinir krizi sonrasında verilen ilaçlar vücudumda kas ağrısı ve ödem yapıyordu, alışkınım o yüzden.’ Henüz aralamadığım dudaklarıma rağmen aklımdan geçen sorunun cevabını aldığımda başımı onay verircesine sallayarak baktım okyanus gibi olan gözlerine. Banyonun gün ışığı rengindeki loş aydınlatmaları öyle bir çarpıyordu ki harelerine derinleştikçe derinleşiyordu bakışları. Fakat hepsinin ötesinde daha fazla duygu yoğunluğunda boğuluyordu. Bu frekanstan çıkmalıydık, şimdilik, çırılçıplak olduğumuz banyoda ben de Noyan’da bu duygu yoğunluğunda boğulamazdık.

‘Biz niye jakuzide sevişmedik ya?’ az önce aklıma gelen ama Noyan’ın tepkisi sayesinde soramadığım şeyin cevabını almak adına yüzüne baktığımda ılımış ve hala teninden çarpıp bana gelen su damlalarıyla kollarını belime doğru sardı.

‘Özel temizleniyor burası ama ne olur ne olmaz. Mikrop kapıp vurdumduymazlığım yüzünden senin canının yanmasına müsaade edemem.’ Cümlesini tamamlayıp dudaklarımla dudaklarını buluşturduktan sonra sakince geri çekildiğinde tenimizden kayıp yere düşen her damlada gözlerimi seyretmeye devam etti.

‘Deran.’ Bir insan başka bir insandan ismini bu kadar anlamlı duyabilir miydi? Üstelik ufak bir duygu haricinde ekstra bir şey eklemiyordu Noyan. Ancak kulaklarım öyle güzel işitiyordu ki ismimi tenime dokunan ılık su damlaları karnıma kadar ulaşıyordu.

‘Efendim…’ bakışlarının içinde kaybolurken sesim de fısıltıya dönüştüğünde yüzüme yapışan saçlarımı gülümseyerek arkaya doğru parmaklarıyla taradığında sertçe yutkundu.

‘Gözlerine baktığımda karşımda bir ayna varmış gibi hissediyorum.’ aslında sürekli düşündüklerim Noyan’ın dilinde can bulduğu için başımı onaylarcasına salladığımda belimdeki parmakları da ufak hareketlerle olduğu noktayı okşamaya başladı.

‘Çok garip… Gözlerindeki korku, heyecan, tedirginlik, mutluluk, gerçeklik, sanki hepsi, tüm hepsi benim içimde yaşananları yansıtıyor.’ Bedenime sardığı kolunun birisini çektiğinde gözlerini ayırmadı bakışlarımdan. Parmaklarım sert göğsünün üzerinde dururken belki de ilk kez utancı tam olarak hissediyordum. Ben utanmazdım, çocuk gibi saklanma ihtiyacıyla dolmazdı içim fakat Noyan’ın derin puslu mavilerinden biraz daha kaçmazsam bir kuyunun içine düşecek gibi hissediyordum. Korkum o kuyuya düşmek değildi, zaten dibinde tükeneceğim günü bekler gibi oturmuştum ancak bu anlamsızca utanmama neden oluyordu.

Başımı da göğsüne gömerek saklandığımda duyduğum kapak sesinden sonra belimdeki diğer eli de hissiyatını kaybettirirken saçlarımda yerini buldu. Ufak bir kız çocuğunun saçlarını canını yakmaktan korkarcasına şampuanlar gibi hareketleri derimde gezindiğinde çektiğim solukla ciğerlerimi vanilya kokusu kapladı. Hatırladığım tüm zamanlarda annesi tarafından bu şefkati görmemiş bir kız çocuğuyken, şimdi yirmi altı yaşında olmama rağmen sevdiğim adamın, kocamın kollarında ruhum küçücük parmaklara sahip, bu şefkate aç bir çocuk gibi hissetmeme neden oluyordu.

Bedenimi kendisiyle bir adım ona göre geriye taşıdığında göğsünden başımı kaldırmam için bir harekette bulunmadan artık tamamen bana odaklı duşun altında bekledim. Nefes almak gibiydi bu. Bir yandan Noyan’ın kalp atışlarını dinlemek, diğer taraftan da sakinleştirici bir şifa olduğu düşünülen ılık suyu hissetmek koca bir ormanın ortasında tüm ciğerlerimi oksijenle doldurmak gibiydi. Bu sahiplenmeyi isteyen de, haz duyan da bendim. Gün geçtikçe asla vazgeçemeyeceğime dair inancım ise daha da büyüyor, katlanıyor, kendini kanıtlıyordu.

Belki suyun etkisiyle, belki ruhumun Noyan’ın ruhuna dolanmasıyla duştan çıktığımda bitkin hisseden bedenimle üzerimdeki havluyla uzandım yatağa. Gözlerim artık açık kalmak konusunda son dirayetini kaybederken Noyan’ın üzerimi giyinmem için olan ikazları boşlukta yuvarlanmış, daha sonra ise kapanan bilincim sayesinde kısık gelen fön makinesinin sıcaklığını saçlarımda hissederek tamamen karanlığa gömülmüştüm.

Bedenimin sıkışmasıyla gözlerimi irkilerek araladığımda zifiri karanlık odada dolaştı bakışlarım. Odaya ışık sızan tek yer aşağıdan gelen aşırı loş bir aydınlatmaydı. Sol göğsümün üzerindeki el daha çok baskı uyguladığında belimdeki kol da sanki beni bir yere yerleştirme çabasında gibiydi.

‘Noyan…’ fısıldarcasına konuşmaya çalışsam da boğazım o kadar kurumuştu ki çatlamış gibi çıkan sesimle kıpırdanıp bedenimdeki kollarını gevşetmeye çabaladım. Fakat o kadar sıkı tutuyordu ki başarısız bir girişim olmaktan öteye geçmedi tavrım. Kaşlarım çatılırken bir kez daha denedim Noyan’a yüzümü dönmeyi ancak yine olmadı.

Herhangi bir mırıldanma yoktu, sayıklamıyordu fakat eğer ki uykuda olmasa bu kadar fazla sıkmazdı biliyordum. Uyurken kollarının arasına bir zırh sarar gibi alıp saklardı Noyan fakat aşırı derecede rahat hareket edebileceğim bir alan bırakırdı normalde. Dahası kıpırdandığım anda gözlerini aralar, varlığımı kontrol eder, sonra sanki hiç uyanmamış gibi tekrar uyurdu. Şimdi ise sol göğsümün üzerindeki elini tutup usulca okşamaya çalıştığımda kifayet etmedi. Vücudunun kaskatı olduğunu şimdi fark edebiliyordum ancak. Sanki taş kesilmiş gibi bir gerginlik vardı bedeninde. Hiçbir güç onu açamazmış, üzerinde Medusa’nın laneti kol geziyormuş, Gorgon kardeşlerin tek ölümlüsüyle göz göze gelmişçesine donukluk vardı tüm vücudunda.

Yoğun ve stresli günlerin ardından kriz geçiririm demişti, bugün bence epey stresli bir gündü fakat insan uykusunda kriz geçirir miydi işte ondan emin değildim. Ne yapacağımı da bilmiyordum. Eğer bir krizse nasıl davranmalıydım ondan da emin değildim. Bakışlarım komidindeki telefonuma takılırken bunun bir anlam ifade etmeyeceğini düşündüm. Adam evine kardeşlerini zorla alıyordu, onu uyurken gördüklerini veya böyle bir anla karşılaştıklarını zannetmiyordum. Ortalığı velveleye vermemem fakat aynı zamanda olayı da tehir etmemem gerekiyordu. Ancak bir şey yapmam şarttı. Eğer ki biraz daha bedenini zorlarsa sıktığı için gıcırtılar çıkaran dişleri kırılır, Medusa’yla karşılaştığını düşündüğüm bedeni iflas bayrağını çekerdi eminim ki. Tafsilata gerek duymayacak halde bir o kadar da netameli bu duruma dur demem gerekiyordu.

‘Sevgilim… Buradayım ben.’ Bilinçaltına belki ulaşabilirdim. Bir ihtimal dahi olsa sakinleştirebilirdim onu. Zihninin kuytularına sızıp azade acılarından kurtarabilirdim, sabık anılarına zincir vurabilirdim. Onu gönlüne batacak sırçalarından koruyabilirdim, sadece kokusuyla o bunu yapıyordu ve bende yapabilirdim.

‘Noyan…’ tekrar denedim şansımı. Tekrar göğsümdeki elini okşadım. Tekrar seslendim. Elimde koca bir seçeneksizlik vardı ve ben aklıma gelebilecek her yola başvurdum. Bedenime sarılı kollarının üzerine kollarımı sarıp sıktım hisseder diye, olmadı. İsmini defalarca söyledim, olmadı. Yanında olduğunu dile getirdim, olmadı. Yüzümü çevirmeye çalıştım ona ama imkansızdı. Hala sıktığı dişlerinin gıcırtısı kulaklarıma ulaşıyordu ve pes etmek üzereydim. Bu bedenimi sıktığı için değil, ona iyi gelemediğim için bir pes edişti. Toparlayamıyordum. Toparlamam gerekiyordu. Yapamıyordum. Kendi içinde tek kelime mırıldanmadan bir yıkım yaşıyordu ve ben uzanamıyordum ona. Uzanıp ellerini tutabilsem ruhunu incitmeden çıkarırdım keşmekeşin içinden fakat beceremiyordum.

‘Noyan kendine gelmene ihtiyacım var.’ İstihram gibi çıkan sesimle koca bir nefes bıraktığımda dakikalardır çaba harcadığım o şey oldu. Önce göğsümdeki beni bedenine bastıran eli serbestleşti, ardından karnımda sarılı kolu sıkmayı bıraktı. Şaşkın bakışlarım göğsümdeki eline giderken bu fırsatı değerlendirerek yüzümü döndüm. Biçimli yüzü bedeninin aksine hala kaskatı duruyordu. Mimikleri duru değil gergindi. Kaşları çatık, çenesindeki kas atıyordu. Zifiri odayı aydınlatan o loş ışık eğer biraz daha fazla olsa ayrıntı görebilirdim ama çözümleyebildiklerim bunlardı.

Bedenimi hafifçe yukarı kaydırırken kolumu başının altından geçirip kendime çektim. Uyanacak gibi değildi fakat bir yerde, en azından bu kadar uzun süreç boyunca kendini kasmasını durdurmam gerekiyordu. Sanki beklediği buymuş gibi başını göğsüme yasladığında alnına dökülen birkaç tutamı okşadım. Terden sırılsıklam olan teni bu dokunuşumla biraz daha gevşedi.

‘Af-‘ sonunda serbestleşen çenesiyle mırıldandığını fark ettim ama dudakları dahi kıpırdamadan o kadar ağzında yuvarlanıyordu ki kelimeler ne olduğunu anlamadım.

‘Buradayım Noyan… Geçecek sevgilim.’ Diyerek bir kez daha okşadım saçlarını. Karşımda durduğunda sırtımı yaslayabileceğim bir dağ gibiydi Noyan ancak şimdi ufacık bir çocukmuşçasına saklandıkça saklanıyordu göğsüme.

‘Af-fet.’ Kaşlarım çatılırken parmaklarım hala saçları arasındaydı ve boşta olan tek elimde çıplak sırtında dolaştı, ta ki bu gece için dudaklarından dökülecek son kelimeye kadar, ‘Anne…’ sırtındaki parmaklarım havada, saçlarındaki elim ise olduğu yerde kalırken sertçe yutkundum. Bütün gün boyunca yaşananlarda kendini tutmuştu. Hepsinde otokontrol sağlamış, duruşunu bozmamış ve ortada pürüz yokmuş gibi dolaşmıştı. Şimdi ise annesinden af diliyordu. Kendi suçu olmayan bir kayıptan özür diliyordu. İçinde mücrim bir çocuk yetiştirir gibi ruhunun boynu büküktü ve bunu asla hissettirmemişti. Mavisine rağmen karanlık bakan gözler Ahter’e aitti, Noyan Ahter’i sevmiyordu ve sevmemesinin nedeninin masum olduğunu asla sanmıyordum. Ancak o karanlık bakan adam Noyan’ın içinde yaşayan bir kişilikken dahi suçu olmayan bir ölümün baş zanlısı hissediyordu kendini.

Bunu sabah konuşmam gerekir miydi emin değildim. Bu meseleyi onunla karşılıklı konuşabilir miydik, onu hiç sanmıyordum. Şimdi uyandırmalı mıydım? O da benim için cevabı olmayan bir soruydu. Fakat yeni mezun genç bir adamın kaybı kendi suçu olamazdı. O an sadece hayatında bir kez yaşayacağı lise mezuniyetini kutladığı için kendini günahkar ilan edemezdi.

Zihnime akın eden düşünceler dört bir tarafımı kuşatırken soluğum dahi sıkıştı göğsüme. Bugün, o ev ateşler arasında kaybolurken sıkı sıkı tutuşunu anımsadım. Her hareketimde daha çok gerilen bedenini ve sıkılaşan kollarını… Boğazımı yakan bağrışıma rağmen göğsüne saklayıp gizlediği o anı hatırladım. Kendi yaşadığı travmayı yaşamamam için belki de nefes dahi almadan saklamıştı yüzümü. İçindeki har, evin duvarlarını kaplayandan fazlaydı fakat o cayır cayır kavrulmayı umursamadan benim tükenmemi engellemişti. Aldığı bütün önlemlere rağmen on sekizi bedbaht bir şekilde otuzlu yaşlarında tekerrür etmişti. Bu kez çatısı olan o yerde insan yoktu fakat Noyan’ın on sekizinci yaşının mezuniyeti tekrar atlamıştı alevler arasına.

Tamam kabul ediyordum, hayat beni zorlamıştı. Buna itirazım yoktu fakat hayat beni annemin katili olan bir babayla yüz yüze bakmak zorunda bırakmamıştı. Ailem dağılmıştı ancak onların hala bir yerlerde, bir şekilde yaşadıklarından emindim. Yirmi altı yaşımda tüm iyi anılarımın sahibi olan bir ev cayır cayır yanmıştı ama onun içinde sevdiğim bir insanın canlı bedeni yoktu. Noyan’la bu konuda empati kurmam zor falan değildi. İmkansız düzeyde diyebileceğim bir yerdeydim.

En doğru yerinden bakmam gerekirse evet sık sık kavga eden bir anne ve babaya sahiptim küçükken fakat Zeren bey hayatımın o döneminde yüksek sesi dışında anneme bir kez fiziki bir zarar hamlesinde bulunmamıştı. Çocukta olsan evin içinde dönenleri bilirdin, ben çoğu kavgalarına şahitte olmuştum, benim yanımda olmayanları da dinlemiştim. Ufacıkta olsa kırılma dökülme sesi gelmezdi onlar tartışırken. Hatta bir kere mutfakta kavga ettiklerini gördüğümde Zeren beyin tüm söyleyeceği kelimeleri sertçe yutkunup yok edişine ve ardından anneme içten bir şekilde bakıp evden çıkıp gitmesine şahit dahi olmuştum. Fakat Noyan… Omuzlarında, sırtında, zihninde, ruhunda dahi gençliğinin ağırlığı olan bir adamdı. Noyan Cenker Visam benim hayatım boyunca tanıdığım muhtemelen en sabırlı adam olarak kalacaktı.

Usul bir gün ışığı odayı doldurana kadar öylece durdum. Noyan’ın başı göğsümün üzerinden çekilmedi, benimde parmaklarım saçı ve sırtından. Bir daha sayıklamadı, dişlerini o an gibi sıkmadı, vücudu bir beton kadar kaskatı olmadı ama ben yorgunlukla sızana kadar öylece tam karşımdaki giysi dolabına baktım. İçindekileri önemsemedim fakat cam dolap kapakları sayesinde asılı tüm kıyafetlerin rengini inceledim. Koyu tonajlarda görünen o kıyafetler daha canlı renklere dönüşene kadar baktım ve düşündüm.

Gözlerimi yakmaya başlayan ışık zoraki şekilde beni yataktan kaldırmaya niyetliyken bin bir çabayla araladım kirpiklerimi. Bedenimi sarıp sırtımı göğsüne sabitlemiş, bir elini sanki gard almak istercesine sol göğsümün üzerine yerleştirmiş Noyan’ı hissettiğimde ne ara tekrar aynı pozisyona geldiğimizi bilemesem de geceye göre sıkı ama can yakmadan saran kolları arasında yüzümü ona döndüm. Tamamen gevşemiş yüz kasları ciddi anlamda derin ancak huzurlu bir uykunun içinde olduğunu gösterir gibiydi, gecenin aksine. Sarılışı arasından zorlukla tek kolumu kurtardığımda avucumu yüzüne yaslayarak başparmağımla okşadım. Yorgundu, en azından benim görebildiğim buydu. Bedenime sarılan kollarından bile tahmin edeceğim şekilde gergin, derin nefesleri bir o kadar huzurlu olduğunu işaret ediyordu. Başımı hafifçe kaldırıp yanağına dudaklarımı bastırdığımda uzun kirpikleri aralanarak uykulu haliyle süzdü.

‘Uyu güzelim.’ Basbariton ses tonunun ve gece olan gergin yorgunluğunun da sayesinde daha kalın çıkan sesiyle konuşup sırtımda kalan elinin birini saçlarımın arasından geçirerek boynuna gömülmemi sağladığında derince kokusunu ciğerlerime depoladım. Depoladım çünkü bu bir ihtiyaçtan çok gereklilik gibi gelmeye başlamıştı bana. Sanki o çıra kokusunun ciğerlerime temas etmesi kronik bir hastanın muhtaç olduğu ilaçları gibiydi. Bana her şey bir kenarda dursun bu adamın kokusu lazımdı en çok. Klima sayesinde dışarıda yüksek sıcaklıklar olsa da buz gibi kalan odaya da bu yüzden teşekkür edebilirdim. Normal şartlarda o klima çalışmasa emindim ki yatağın iki ayrı köşesine çekilip sıcaktan feryat eden bedenlerimizin birbirinden ayrı kalmasını sağlardık.

Noyan kollarını sıkılaştırırken dudaklarından ufak bir inleme döküldüğünde boynuna gömdüğüm başımı çekerek süzdüm yüzünü. İki dakika önce uyurken hiç problemi olmayan adam bir anda acı çeker hale gelmişti.

‘Ne oldu?’

‘Omuzum.’ Hafifçe oynatıp yüzünü daha çok buruşturarak devam etti konuşmasına, ‘Tutulmuşum, yara da taze olunca tabi gerdi… Önemli değil açılır yarım saat sonra.’ Bakışlarım kolundaki beyaz bandajda dolaştığında şaşkınlığın verdiği etkiyle birden kolları arasından sıyrıldım. Tutulması gece girdiği o çıkmaz sonrasında normaldi fakat ben o anda kolundaki sargıyı aklıma bile getirmemiş, hatta fark dahi etmemiştim. Noyan ise ne olduğunu anlamadan yüzüme bakıp, hala omuzunu açma mücadelesine devam ediyordu.

‘Sargıyı değiştirmedin mi Noyan? Aşk olsun ya, gerçekten pansuman yapıp yeniden sarmadan öylece uyudun mu?’ sesimdeki sitem benim dahi içime işlediğinde bakışları önce kolunda ardında da yüzümde gezindi.

‘Zaten büyük bir yara değil. Gerek yoktu.’

‘Kalk pansuman yapalım. Hadi…’ elini tutup çeksem de istemese zerre yerinden kıpırdatamayacağımı biliyordum. Öyle ki tahmin ettiğim gibi olduğu yerde kalmaya devam etti.

‘Gerek yok, iki güne kapanır gider.’ Derken bakışları ikna edici olmaya çalışıyordu fakat bir sağlık çalışanı olarak biraz mantık diyerek şiddete meyledemiyordum. Dövmek değil, iyileştirmek için vardır nihayetinde.

‘Buna da öyle demiştin.’ Belindeki yaranın kapanmış olsa da hala kırmızı bir iz taşıdığını görerek işaret ettiğimde yataktan inerken tekrar konuştum, ‘Hadi diyorum, o pansuman yapılacak.’

‘Güzelim, seninle sarılıp uyumak dışında bir şeye ihtiyacım yok.’

‘Nerede malzemeler, odada vardır mutlaka?’ havadaki birbirini çekmek adına hazırda bekleyen ellerimizi yatağa bıraktığımda tekrar dudaklarını itiraz için aralasa kaşlarımı çatıp bakmamdan olacak nefesini sıkıntılıca bıraktı havaya. Bunu yapmayıp beni gerçek anlamda tekrar yatağa çekseydi zaten ağzımın üzerine kapaklanır ve kıpırdayamazdım ancak ya insafa gelmişti ya da inadım inat adım kara Murat diye nara atmamı istememişti. Fırsattan istifade edip daha önce Şanze’ye gerektiğinde arayıp bulduğum ilk yardım çantası için adımlarım direkt olarak banyoya yöneldi.

‘Banyo dolabında.’ Bildiğim yerde olmasına rağmen sorduğum soruya aldığım yanıtla ilerlemeye devam ederken geldiğim banyodan ufak çantayı aldığım sırada gözlerim bedenime çevrildi. Üzerimdeki kısa siyah saten geceliği Noyan’ın giydirdiğini, ki ben uykuya dalarken saçlarımı kurutma çabasının sesini hatırladığımda kendini bu kadar boş verse de bana özen göstermesi kızdırmıştı ruhumu. Elbette ilgiyle şımartılmayı isterdim ancak kendisine de aynı ilgiyi gösterirse daha makul olurdu bu. Zaten kevgir gibi delik deşik oluyordu her fırsatta, yakında iç organları cereyanda kalacaktı bu kadar açıklık olduğu için, bir de yaralarını tedavi etmemesi mevzu bahis olamazdı. Hızlı adımlarla tekrar odaya döndüğümde yatağın üzerine çıkıp dizlerimin üzerine otururken gülümseyerek baktı.

‘Dün gece üzerimi giydirdin, saçımı kuruttun ama yarana dikkat etmedin. Saçmalık bu.’ Dediğimde çıkardığım malzemeler yüzünden tutmadığım sargılı kolunu belime sarıp kalçama kadar sıyrılmış gecelikten açıkta kalan bacağıma dudaklarını bastırdı.

‘Tam olarak giydirmedim aslına bakarsan…’ dudaklarında flörtöz bir tebessüm oluşurken göz kırpmayı da eksik etmedi, ‘Ki ben gayet sağlamım.’ Açıklamasına göz devirip belime sarılı kolunu önüme çekip sargıyı makasla kestim. Hala sağlamım diyordu. Acaba kabullenmesi için ne gerekiyordu? Veya sağlam değilim diyebilmesi için 220 santimetre uzunluğunda, 120 santimetre genişliğinde ve 50 santimetre yüksekliğinde 1+0 o yere mi girmesi şarttı?

Göz devirerek harelerimi yarasına çevirip kestiğim bandajı çıkarma hamlesinde bulundum fakat bu anda çıkarmam bir miktar zor değil imkansızdı. Çatılan kaşlarımla bakışlarımı yüzüne çevirdim ancak havalandırdığı kaşlarıyla gülümseyerek yüzümü incelemesi hiç yardımcı olmuyordu. Çünkü içten içe kolundaki yarayı gösterip önümüzdeki birkaç yüzyıl adına içimdeki Kuzey Tekinoğlu’nu konuşturarak; Bugün bu kadar yeter, limitleri zorlamayalım, demek istiyordum. Demek istiyordum ancak kocamın daha ilk zamanlarda Simay’la yaşadığımız dizi zehirlenmelerini bilmesi taraftarı değildim. Keza kendisi de yüzündeki tebessüm ve leyla gibi olan bakışlarından anladığım kadarıyla içinde bir Gülben Ergen taşıyordu. Bana unutmayın ki, hiçbir şey olmaz, diyeninden üstelik.

‘Çok sağlamsın çok. Mikrop kapmış.’ Sargı bezini dikkatle çıkarmaya çalıştığımda benim yüzüm buruşsa bile Noyan’da hala gülümsemesi dışında tepki yoktu.

‘Ben halledeyim bırak.’

‘Belindekini nasıl açtığını hatırlıyorum Noyan.’ Gözlerim hala sargı bezindeyken elime aldığım solüsyonla yapıştığı noktayı açmaya çabaladığımda biraz dahi olsa kurtarmıştım ancak sondaki iltihaplı kısımda yine kalınca gerilen yüzümle derince soluklandım.

‘Miden bulanıyor, bırak işte Deran. Yara bandı gibi çekip-‘

‘Evet Noyan, doktor olacağım ama yaradaki iltihaptan midem bulanıyor.’ Sinirle mırıldandığımda güldüğünün farkında olsam da dudaklarımı dilimle ıslatıp tekrar odaklandım, ‘Resmen saçmalıyorsun, midem bulanıyormuş… Ayrıca antibiyotik alman lazım.’ Sitemli sesimle tekrar güldüğünde sonunda gazlı bezi tamamen çıkarabilmiştim.

‘Yaşayacak mıyım bari doktor hanım?’ dalga geçen tınısı ağzının üzerine vurma isteğimi yükseltse de göz devirmekle yetindim. En azından elimin altından kaçmadan işimi halledip sonraya bıraktım da diyebiliriz. Yarayı temizlediğim, pansumanını yaptığım ve tekrar sardığım her anda üzerime dikilmiş puslu maviler dudaklarındaki ufak tebessümle taçlanıyordu. Bantları yapıştırıp sonunda bende baktığımda tek kaşımı kaldırarak içimde kalmasın diye olabilecek en yavaş şekilde elimin tersini dudaklarına çarptığımda geri çekilmiştim ki anında bileğimi yakalayarak avucumun içine dudaklarını bastırdı.

‘Niye dayak yedim ben şimdi? Hem yaralı değil miyim? İnsan kocasına bunu yapar mı?’

‘İnsan karısına yaşayacak mıyım diye sorar mı? Hani iyiydin sen?’ hesap sorarcasına olan halim yüzünden olsa gerek tebessümü kahkahaya dönüştüğünde kurtardığım bileğimle yatağın üzerindeki malzemeleri tekrar çantaya doldurdum.

‘Karımdan dayak yemedim demem artık.’

‘Antibiyotik Noyan.’ Mırıldanmamla ciddi olduğumu anlaması için gözlerimi puslu mavilerine diktiğimde yüzünü buruşturdu.

‘Uyku yapıyor güzelim.’

‘Antibiyotik Noyan.’ Kaşlarımı havalandırıp başımı ısrarla sallayıp tekrar mırıldanırken indim yataktan. Başını sağa sola salladığında dudaklarımı aralamıştım ki vurulan kapıyla beraber sessizliğimi korudum.

‘İnme böyle aşağıya.’ Noyan bir çırpıda kalkıp dolaptan aldığı tişörtü başından geçirerek merdivenlere yönlendiği sırada başımı sağa sola sallayarak elimdeki çantayı aldığım yere geri bırakıp döndüm odaya. Az önce olabildiğince sevimli olan kocam istediği dakika Ebu Cehil’e dönüşebiliyordu. Özellikle söz konusu kapısını çalan birisi veya evine gelen misafirse oluyordu.

Kapakları cam olan ve uykuya dalana kadar incelediğim dolaptaki asılı eşyaya göz attım yeniden. Kalp yaka kırmızı beyaz ekoseli elbiseyi giydiğimde bende ardından aşağı inerken terasa oturmuş dört bedende gözlerimi gezdirip yanlarına ilerlerken tekrar vurulan kapıya yöneldiğimde duyduğum patırtılı sesle dibime koşarak gelip elimi yakalayarak arkasına çeken ve kapıyı açan Noyan’la kaşlarım çatıldı. Üç otel personeli içeri girerek kahvaltılıkları terastaki sehpaya yerleştirdikten sonra çıktığında Noyan’ın da gözleri bana dönmüş, baştan ayağa süzerek derin bir nefes alıp gözlerini kapatarak yüzünü tavana doğru kaldırmıştı.

‘Allah’ım sen aklıma mukayyet ol. Sen sabır ver ya Rabbim…’ tüm ricasını sunarken bıraktığı elimi de fırsat bilerek yanından kaçarak bende terastaki Denker abi, Gizay ve Şanze’nin yanına geçtim.

‘Deran.’ Bize sırtı dönük şekilde Noyan şaşkınca konuştuğunda üçü gülse de ben derin bir nefes alıp ağzıma zeytin attım anında.

‘Efendim?’ sinirli bakışları bize yöneldiğinde adımları da yanımıza ulaşmıştı. Sanki dert yanar gibi abisine çevirdi bakışlarını ancak Denker abiye baktığımda o dert tasayı dinleyecek potansiyeli göremiyordum. Çünkü gülüşünü saklamaya çalışsa dahi kardeşiyle alenen eğleniyordu.

‘Normal şartlarda insan aşık olduğu kadını herkesten daha güzel görür ya abi.’ Cümlesine Denker abi başını sallayarak onay verdiğinde sıkıntıyla dudaklarını ıslattı, ‘Benimkinin güzelliği neden sadece bana özel değil?’ sorusu Gizay ve Şanze’nin kahkaha atmasını sağlasa da konunun dönüp dolaşıp göğüs dekolteme ve etek boyuma geleceğini anlayarak göz devirdim.

‘Oğlum salsana kadını, sanki podyumda yürüyor gibi kastın. Gerçi podyumda da yürüyebilir, bu da problem olmamalı.’ Derken salatalıktan ağzına attığında Noyan dudaklarını ıslatıp iç çekti.

‘Manken gibi olduğu için kastım, sıkıntım tam o noktada başlıyor.’

‘Teşekkür ederim.’ Sırıtarak mırıldandığımda aslında derdim Noyan’ın bu duruma adapte olabilmesi daha doğrusu alışması içindi. Kıskançlık bir nebze sindirilebilir durum olsa da kendim karar verebileceğim şeylere müdahale etmesi akla mantığa yatmayacak bir durumdu ve Noyan acilen durumu güzelce kavramalı, bu yoldan dönmeyeceğimi de içselleştirerek boyun bükmeliydi.

‘Bak dalga geçiyor.’ Dudakları arasından kelimeler sinirle döküldüğünde bakışlarını bana dikse de kılımı kıpırdatacak değildim. O bakışlar korkutamazdı beni, yani belki korkabilirdim bazı durumlarda ancak kıyafete karışmak adına asla tırsmazdım.

‘İltifat ettin, o da teşekkür etti, ne dalgası lan. Yap kahvaltını, dikme gözünü de Belgi’nin üzerine. Koskoca kadının kıyafetine karışmakta ne.’ Cümleleri asla soru barındırmazken Denker abiye gözlerimi kapatıp açarak teşekkür edercesine baktığımda Noyan’da umduğu desteği bulamamakla sıkıntısını sertçe bıraktığı nefese yönlendirdi. Böylece kahvaltının ortasında bir bitki gibi yeşeren konu da solarak kaybolmuş daha doğrusu kaybettirilmişti.

Aynı mevzuya dönmemek adına Noyan’ın uğraştığı proje, uçağın hazırlığı, dinlemediğim birkaç konu daha konuşulduktan sonra toparlanmak adına herkes odasına dağıldığında giydiğim topuklularla indim basamakları. Bakışlarım Noyan’ın kol düğmesiyle uğraştığı bedenini sıkıca saran beyaz gömleğinde daha doğrusu bedeninde gezindiğinde onun da gözleri usulca beni buldu.

‘Spor ayakkabı giy bence.’

‘Neden?’ şaşkınlıkla bir ayağımdaki beyaz ince topuklulara, bir de Noyan’a baktığımda alt dudağını eziyet edercesine dişleri arasında çiğneyip derin bir nefes aldı.

‘Uçak, uçaktayız sonuçta. Gerek yok topuklularla kendini yormana.’

‘Yorulmuyorum ki.’ Omuz silkip yanına yaklaşarak kenardaki ufak çantamın zincirini omuzuma taktığımda başını onaylarcasına salladı.

‘Olsun, sen yine de spor ayakkabı giy, yorulma.’

‘Yok sevgilim, yorulmam ben.’ Israrını anlamasam da başımı sağa sola sallayıp karşılık verdiğimde bir anda koluyla belimi sarıp bedenlerimizin birbirine yaslanmasını sağladı. Sertçe yutkunup dudaklarının üzerinde dilini gezdirerek ıslattığında boşta kalan parmaklarının da eteğimin bittiği çizgide gezindiğini hissettim.

‘Deran’ım, güzel sevgilim… Cinnet mi geçireyim? Kafayı mı yiyeyim? İlla ki milleti dayak manyağı mı yapayım?’ tamam kıyafete kafayı takmıştı da hala ayakkabı ile arasındaki gerilimi çözebilmiş değildim. Az önce tam da eteğimin bittiği yerde dolaşan parmakları usulca yukarı kayarken sonunda ulaştığı kalçamda sıkılaştırdığında kaşlarımı çattım.

‘Ne oluyor Noyan ya?’

‘Bak kadına saçma sapan yapılan benzetmeleri sevmem ama sütün gibi bacak var lan zaten. Bir de topuklu giyiyorsun, yavrum, güzelim, canımın köşesi, ben kocan olarak aklımı kaybediyorum sana bakınca, elin angutları-‘

‘Bakmasınlar.’ Sözünü keserek çatık kaşlarımla bakmaya devam ederken elimi havalandırıp işaret parmağımı gösterdim, ‘Bir daha bana sakın lan deme.’ Kollarından kurtulmak için hamlede bulunacak olsam da Noyan tekrar kalçamdaki parmaklarını canımı yakmayacak şekilde sıkılaştırdı.

‘Deran…’ sesi baskın çıkmaya çalışırken uyarıcı tonuyla bir adım geri çekilip kurtulduğum el hapsiyle eteğimi düzeltip derin bir nefes aldım.

‘Ne Deran? Bakmasınlar Noyan, bana ne, onlar bakacak diye ben kendimden niye feragat ediyorum?’

‘Kendinden feragat et demiyorum ben sana güzelim.’

‘Yoo… Bayağı diyorsun. Sabah elbise için de aynı yorumu yaptın, şimdi ayakkabı için de. Onlar bakmasın, sende kıskançlık adı altında giyim kuşamıma karışma.’ Hızlıca arkamı dönüp ilerlediğimde açmak üzere olduğum kapı tekrar itilmiş, Noyan duvarla arasına sıkıştırdığı bedenimle bileklerimi tepemin üzerinde birleştirip tek eliyle kavramıştı.

‘Ne yapıyorsun?’

‘Deran, kan beynime çıkıyor bak.’

‘İyi yolculuklar ona.’ Olduğum konum aslında bu cümleleri sarf etmeme karşı çıksa da ben dalga geçercesine havalandırdığım kaşlarımla konuşmaktan kaçınmıyordum. İster damarına basmak olsun, isterse çıldırtmak olsun hiç fark etmezdi.

‘Değiş o ayakkabıyı.’ Sıktığı dişleriyle zorlukla konuştuğunda başımı sağa sola salladım.

‘Değişmeyeceğim.’ Aldığı cevap sıktığı dişleri çenesinde kas seğirmesine neden olurken gözlerini usulca kapatıp derin bir nefes alıp verdi. Kendini sakinleştirme çabası içinde bir kez daha aynı soluklanmayı tekrar ettiğinde bileklerimdeki parmaklarını gevşetmiş, ellerimi de serbest bırakmıştı.

‘Çık.’ Gözleriyle kapıyı işaret ettiğinde anlamaz halde yüzüne baksam da az önce benim hamlede bulunduğum kapıyı açarak bu kez başıyla işaret etti.

‘Şanze’nin yanına geç geliyorum ben.’ Gözlerini bir an gözlerime çevirmezken dudaklarımı tekrar araladım. Bu mevzuyu şimdi çözmemiz gerekiyordu, üzerini kapatmamız değil.

‘Noyan-‘ sesimdeki sakin ama bir o kadar kuşkulu olan tonu fark etmiş olmalı ki hareleri dakikalar sonra buldu gözlerimi. Oradaki Noyan değildi, bundan emindim. Belki de sadece bu yüzden kaçırıyordu bakışlarını.

‘Lütfen Deran, rica ediyorum Şanze’nin yanına geç, bende geliyorum.’ Sinirinden zorlukla konuşuyor olmasına mı şaşırayım, yoksa bir anda kabullenişine mi bilmiyordum ancak tekrar dışarıyı işaret ederken bakışlarını kaçırdığında çıkıp birkaç adım atmıştım ki sertçe çarpma sesiyle duraksayıp kaş çatarak ardımda kalan kapıya göz attım. Tekrar dönmek adına bir hamlede bulunduğumda gelen kırılma sesiyle sıçradığımda odaya girerken burada olmayan ama şu an birbirine bakan iki adamı fark ettim.

‘Kapıyı açar mısınız?’ Sesim titreyerek çıktığında bakışlarım adamlarda olsa da onlar şaşkınlıklarını kısa sürede silip gözlerini dimdik koridora dikerek o robot hallerine tekrar dönmüşlerdi. Tekrar kırılma sesi geldiğinde derin bir nefes aldım.

‘Kapıyı açın.’ Az önceye oranla daha kararlı tuttuğum sesimle konuştuğumda hala kılları kıpırdamayan iki bedenle kaşlarımı çatarak bakmaya başladım. Resmen duymuyor, hatta ben yokmuşum gibiydi halleri. Devam eden bilumum takırtı ve kırılma sesleri yenilendiğinde hayatım boyunca belki de asla yapmayı istemeyeceğim şekilde emir verici sesim koca koridorda yankılandı.

‘Karşınızda kimin konuştuğuna dikkat edin! Size kapıyı açın diyorum!’ sonunda ikisi de yerlerinde tedirginlikle kıpırdandığında bir kırılma sesi daha duyduğumda gözlerimi sıkıntıyla yumup tekrar açtım.

‘Belgi hanım, Noyan bey haber vermediği sürece kapıyı açamayız.’ Sağ tarafta kalan adam kararsız şekilde mırıldandığında kızgınlığımın, daha doğrusu Noyan’a bir şey olma ihtimalinin gerginliğiyle hafifçe tebessüm ettim.

‘Karşında Belgi Deran Visam var, benim bir daha tekrar etmemi istemezsin.’ Gerçekten de kafayı yeme ihtimalim vardı. Söylediğim kelimeler ve emir yüklü konuşmam benim yapabileceğim veya yapmak isteyeceğim bir şey asla değildi. Fakat içeride ne olduğunu biliyordum. Dün iyi değildi, gizlese de saklasa da o yangın Noyan’da kötü bir huyun uyanmasına sebebiyet vermişti. Gece iyi değildi, sabahta, hatta az önce de… Ben neden bu kadar gerildiğini o saniye anlamamış olabilirdim ancak içeride cam çerçeve indiren adam bilinçli eylemlerde bulunmuyordu.

‘Belgi hanım.’ Arkamdan gelen Adel’in sesine rağmen gözlerim hala karşımdaki iki robottayken dudaklarımı aralamıştım fakat arkadaşlar anlaşılan konuşma kararı almıştı.

‘Adel abi, Belgi hanım kapıyı açmamızı istiyor, Noyan beyi biliyorsun.’

‘Karısının nereye girip çıkacağına Noyan bey bile karışmazken sen kendinde bu haddi buluyor musun?’ Adel’in sorusu değil ama sert sesiyle bakışlarım anında onu bulurken çenesiyle ufak bir işaret verdiğinde iki robotun gözleri birbirini bulmuş ve nihayet inatları kırılmış olacak ki yine sağ taraftaki kapıya doğru kartla uzandığında hışımla açılması bir olmuştu. Noyan’ın gözleri benim gözlerimle çarpıştığında harelerinin çevresini kaplamış kızıllıkla bedenini kontrol edercesine süzdüm. Üzerindeki gömleğin üstten üç düğmesi açılmış, saçı dağılmış bir de yetmez gibi elinin üzerindeki kanın yoğunluğundan anladığım kadarıyla derin bir kesikle tüm mücadele son bulmuştu.

‘Elin.’ Bir adım atıp bileğini yakalayarak fısıldarcasına konuştuğumda suçlu bir çocuk gibi kaçırdı gözlerini.

‘Önemi yok, inelim hadi.’ Bakışlarından ayan beyan utanç aksa da sesi hala buz gibiydi. Muhtemelen kapının önündeki iki adama ve Adel’e karşın bu şekilde tutuyordu. Daha cevap veremeden diğer tarafıma geçip temiz eliyle parmaklarımı kavradığında bir an için inat ederek yarasını temizlemeyi düşünsem de vazgeçtim. İki adım sonra duraksadığımda ne olduğunu anlamak istercesine benimle durduğunda bakışlarım da arkamdaki adamlara döndü.

‘Adel, antibiyotik ve ilk yardım seti getirir misin?’ baştaki o sakin sesimle konuştuğumda iki ruhsuz gözlerini önce Noyan’a ardından Adel’e ve tekrar Noyan’a çevirdi. Adel ise Noyan’dan bir tepki beklemeden anında başını onay verircesine salladığında parmaklarımın içinde kaybolduğu elin harekete geçmesiyle tekrar ilerlemeye başladık. Bindiğimiz asansör kabiniyle bileğime gelişigüzel sardığım bandanayı çıkararak diğer eline uzandım. Gözlerim hala kanayan yarasında gezindiğinde parça varsa da fark edemeyeceğimi bilerek bandanayı üzerine fazla basmadan sardığımda Noyan derin bir nefes alıp çekmek üzere olduğum parmaklarımı yakalayarak göğsünün üzerine bıraktı.

‘Özür dilerim. Kendime engel olamayıp kalbini kıracak bir cümle sarf ettiysem yada canını yakacak bir harekette bulunduysam-‘ duraksayıp bileğimi okşadığında devam etti konuşmaya, ‘Özür dilerim.’ Gözleri bu kez boynumda dikkatle dolaştığında kaşlarım çatılmaya başladı.

‘Yapmadın.’ Başımı sağa sola salladığımda kafası karışmış şekilde gözlerime çevirdi puslu mavilerini.

‘Boğazımı falan sıkmadın, yapmadın.’

‘Beni sakinleştirmek için böyle söylemiyorsun değil mi?’ elimi tutan elini kaldırıp parmak uçlarını sıkıntıyla boynumda gezdirdiğinde tekrar başımı olumsuzca salladım.

‘Gerçekten yapmadın Noyan, bileklerimi tuttun sadece, onu da fazla sıkmadın zaten. Benimle konuşmanın bu durumda uygun olmayacağını biliyorum ama uçağa binmeden terapistin kimse onunla konuşmak ister misin?’ rahatlamışçasına nefesini bıraktığında asansörün sesiyle açılan kapıdan çıktığımızda lobide bekleyenlerden önce Denker abinin gözleri bizi buldu. Sakin olan yüz hatları anında gerilip hızlıca oturduğu koltuktan kalkarak yanımıza yaklaşmaya başladığında duraksamamızı sağladı. Noyan’ın hala kanı durmamış elini bileğinden kavrayıp üzerindeki bandanayı çıkardığında derin kesikte gözlerini gezdirerek bu kez bana çevirdi bakışlarını.

‘Senin bir şey yok değil mi abicim?’

‘Yok.’ Başımı sağa sola sallarken mırıldandığımda yanımıza yaklaşan adım sesleri çoğalmıştı ki Adel’in ortaya uzattığı çanta ve ilaca baktım. Diğer elinde olan havluyu da Noyan’ın hala Denker abinin tuttuğu yaralı eline bıraktığında çantayı alıp boğazıma takılan o garip hisle sertçe yutkundum.

‘Arabada halledelim hadi.’ Noyan başını beni onaylarcasına sallayarak pantolonunun cebini yokladığında bulduğu anahtarı çıkarıp anında Denker abinin avcuna bıraktı. Ne kadar sessiz de kalsak hepimizin içinde tuhaf ve gergin hissiyat vardı. Ben Noyan’da fark ettiğim disosiyatif bozukluğun şaşkınlığından olabildiğince kendimi stabil tutmaya çalışıyordum fakat diğerleri daha önce aynı duruma defalarca şahit olmuştu ki ilk önce yaraya daha sonra da Noyan’ın zarar verip vermediğini anlamak adına bana bakmışlardı.

Arka koltuğa yerleşirken Denker abinin Gizay’a seslenip birini aramasını söylediğini fark ettiğimde gözlerim tekrar Noyan’ın kanlı elini buldu. Az önce Adel’in bıraktığı havluyu tamamen kaldırıp elini dizime çeksem de Noyan beklemeden tekrar kendi bacağına yöneltti parmaklarını. Gözlerim sorarcasına bakışlarını bulduğunda yarım bir gülümsemeyle süzdü.

‘Kan bulaşmasın.’ Gözlerindeki o suçluluk ifadesi daha da derinleştiğinde yaklaşıp dudaklarının üzerini kapatarak tekrar elini dizime yerleştirdim.

‘Ne söyledim sana?’ sorusuyla gözlerimi tamamen yarasına odaklayıp omuz silktim usulca.

‘Önemli bir şey söylemedin.’

‘Sabah belliydi, atağın geleceği yani, abim kıyafetle ilgili dedi, aynı meseleden mi?’ kafamı devekuşu misali gömmek için ilkyardım çantasını açtığımda koltuğuna yerleşen Denker abiye duacı olduğum bir andaydım. Arabayı harekete geçirdiğinde önce kanı temizlemiş sonra da herhangi bir parçaya karşın dikkatle kontrol ederek derin bir nefes almıştım. Noyan’ın benden bir cevap beklediğini biliyordum ama şimdilik askıda kalması gereken bir konuydu bu.

‘Dikiş atalım, böyle durmasın.’ Diyerek çantayı biraz daha karıştırdım. Adel’e vur demiştim öldürmüştü resmen. Ameliyat yapacak olsam malzeme eksik diyemezdim tıka basa dolu çantada.

‘Gerek yok, kapatırız üzerini yeter.’

‘Abim.’ Denker abi gözünü yoldan ayırmadan elini uzattığında Noyan dudaklarını ıslattı.

‘Sen yola bak abi, gerek yok dikişe falan.’ Uyarısıyla Denker abi bu kez sinyal verip arabayı sağa çekerek onaylamaz halde başını sağa sola sallayıp arkaya doğru bedenini çevirdi.

‘Ver bakayım şuna adam akıllı.’ Emrivaki tonu tüm arabanın içini esir alırken Noyan istemeyerek uzattığında başını onaylarcasına sallayıp bana çevirdi gözlerini.

‘Steril strip bant var mı?’ başımı onaylarcasına sallayıp çantadan şeffaf olan bandı çıkardığımda tekrar önüne dönerek hareket ettirdi aracı.

‘Onunla kapat, eli kolu durmaz onun, normal dikiş atar, strip yeterli.’ Sözünü tutarak çapraz bantları yaranın iki tarafına yapıştırarak çekeceğimi anlatmak istercesine Noyan’a baktığımda anında başını sallayıp onay verdi. Yarayı sıkıştıracak şekilde çekip elimdeki parçaları da tenine yapıştırdığımda dizime çıkardığım her malzemeyi çantaya tıkıştırdım.

‘Eminsin değil mi Deran? Bak bir yerine zarar verdiysem söyle hastaneye uğrayalım.’ Gözlerim çektiğim fermuardan tekrar Noyan’a döndüğünde gülümsemem yüzüme dağıldı.

‘Eminim, gerçekten bir şey yapmadın. Odadan çıkardın beni zaten.’

‘Niye bağırıyordun sen peki?’

‘Karıştırma orasını.’ Omuz silkip kapıda yaşadığım anı tekrar hatırlayarak koltuğa doğru düzgün oturduğumda Noyan ön koltukların arasındaki bölmeyi açıp ıslak mendil ve sigarayı alarak önce dizimdeki silik kan lekesini temizlemiş ardından bir dal yakarak Denker abiye uzatmıştı. Bir dal daha yakıp bana gösterdiğinde parmaklarım arasına alarak kendi içinde ateşlemesini izlemiştim. Ortalık duman altı derken kast edilen bu değildi belki ancak bizim için her iki anlamda duman altıydı.

‘Karıştıralım orasını, bas bas bağırıyordun? Kapıdakiler engellemek için dokundu mu sana?’ kaşları anında çatılırken başımı sağa sola salladım.

‘Kapıyı açmalarını söyledim.’ Başını devam et dercesine salladığında dudaklarımı ıslatıp gözlerimi kaçırdım, ‘Noyan beyin bilgisi olmadan açamayız, dediler, sinirlendim.’ O adamın cümlesi için sesimi kalınlaştırdığımda Denker abinin gülüşünü işitsem de Noyan tebessüm etti sadece.

‘Doğru söylemişler, dayak manyağı yaparım benden habersiz açarlarsa da…’ o sondaki da eki bana pek hayır gibi gelmediğinden göz ucuyla Noyan’ı süzdüğümde o devam etti, ‘Ben çıktığımda açmak üzereydi kapıyı, ne dedin de açtırdın?’

‘Senin dilinde konuştum, yani, senin o dilde konuşacağını düşünerek ama Adel müdahale etti.’

‘Neymiş benim konuşacağımı düşündüğün dil?’ keyfi yerine gelmeye başlarken omuz silktiğimde ısrarlı sesini yine duydum, ‘Söyle bakalım, bende öğreneyim.’ Konudan öğrenmeden çıkmayacağını anladığımda dudaklarımı ıslatıp gözlerimi utanarak pencereden dışarıya çevirdim.

‘Karşısında Belgi Deran Visam olduğunu ve bir daha söylediğimi tekrar etmemi sağlamamalarını söyledim.’ Neredeyse fısıldar gibi çıkan sesimle iki adamdan gür kahkahalar yükseldi. Standartlarım gereği çok fazla emir kipi kullanmayan, hatta insanlara nazik olması için Noyan’ı uyaran ben basbayağı yapmıştım bunu. Gerçi yok sayar gibi olmaları da damarıma basmamış değildi.

‘İki gün sonra karın da senin gibi sikerim yapacağınız işi der beraber öyle gezersiniz artık.’ Denker abi kahkahası arasına yorumunu da sıkıştırdığında burun kıvırarak dikiz aynasına baktım.

‘Ruhsuz robotlara bir daha söylemeyeceğim öyle bir şey. İlk başta rica ettim, dinleselerdi demezdim zaten. Adel’de gözümde diğerlerinden bir sıfır falan değil on sıfır önde.’ Omuz silkip dışarıya bakmaya devam ettiğimde abi kardeş hala durmaksızın gülüşleri de arabanın içinde yankılanıyordu. Ben gayet güzel şekilde rica ettiğim halde görünmezmişim gibi tavır takınmaları onların problemiydi fakat kendimi büyük gören tavrım da istemsizce içime oturmuştu. İşlerini yapıp, aldıkları emir doğrultusunda davranan insanlara o tavırda karşı gelmek, beni anlamsızca rahatsız ederdi ve elbette ediyordu da.

‘Adel neden on sıfır önde?’ diyen Noyan sigarasından derin bir nefes daha çektiğinde yan bir bakış atarak omuz silktim.

‘Aşırı haklı konuştuğu için.’

‘Bak sen… Ne konuştu da aşırı haklıydı?’ bunu söylemek makul gelmiyordu. Az önce kendinden habersiz bir şey yapacak adamları dayak manyağı yapacağını söyleyen bir adama yakın koruman senden habersiz hadlerini sorguladı ve kapıyı açmalarını söyledi diyemezdim. Bu kimseyi yakmazsa Adel’i yakardı ve açıkçası Adel’in değil diğerlerinin yanmasını istiyordum.

‘Adel sanırım pek hoşuma gitmeyecek bir cümle kurmuş senin zannınca.’ Diyerek kaşlarını havalandırdığında yeniden omuz silkip bakışlarımı pencereden dışarıya diktim. Adel’in bu saatten sonra net arkasını kollardım. O yüzden de dediklerini asla söylemeyecektim.

Yavaşlayan arabayla aslında dışarıyı izlemiyor da aklımdaki hengamelerle güreşiyor olduğumu fark ederek dikkatle geldiğimiz uçak pistini süzdüm. Arabadan inerken bakışlarım kapımı açan Adel’i bulduğunda gülümserken etrafta kısaca göz attım. Resmen etten duvar misali duran yirmi adama göz devirdikten sonra uçağın merdivenlerine yaklaştım. Yine parmaklarım Noyan’ın avucuna hapis olurken basamağa adım atmadan önce Noyan gözlerini etrafta gezdirip en son adımımızı sapıtmayan Adel’e odaklandı.

‘Koridorda çocuklara Belgi hanım için ne uyarıda bulundun?’ gerçekten de bunu merak edip soramazdın be adam! Resmen istediğini öğrenme konusunda inat etmekte üstattı. Adel’in gözleri Noyan’dan bir an ayrılmazken anımsamaya çalışır gibi kaşlarını hafifçe çatsa da aklına gelmiş olacak ki toparladı mimiklerini.

‘Karınızın nereye girip çıkacağına siz karışamıyorken kendilerinde bu haddi nasıl bulduklarını sordum.’ Adel’in resmen kelime atlamadan hatta karışmıyor yerine karışamıyorken gibi bir sözcük eklemesiyle verdiği cevap ağzımın açık kalmasını sağladı desem yeridir. Çünkü Noyan’ın çalışanlarına karşı egoist bir herif olduğunu bilmem beni şoka sokabilir ve buna rağmen Adel’in tavrı kulağıma cenaze marşı gibi gelebilirdi. Acaba Adel’e nasıl bir cenaze töreni hazırlamalıydım? Keza bu görevle en çok ben ilgilenmeliydim çünkü çıkardığım ufak çaplı yaygara yüzünden başına bir iş gelecekse ona karşı son görevimi de layıkıyla yerine getirmeliydim.

‘Karışamıyorken…’ Noyan sorarcasına havalandırdığı kaşlarıyla baksa da Adel umursamadan başını onay verircesine salladı. Keşke en sevdiği çiçeği falan bilseydim. Veya standart bir cenaze töreni mi yoksa daha farklı bir organizasyon mu isterdi? Karısını ve kızını artık Noyan değil sadece ben korumalıydım. Daha önce yanlış hatırlamıyorsam asker olduğunu söylemişti, o zaman olan görev arkadaşlarını ister miydi törende?

‘Sana karışamadığımı düşündüren ne Adel?’ sinirleniyor Adel… Sus Adel… Yapma Adel… Bu araya ben girebilir miyim lütfen, ikinizde sussanız olmaz mı acaba? Hakkında bir şey bilmiyorum Adel, öğrendikten sonra cevap versen ve ben acabalar arasında kalmasam nasıl olur?

‘Siz Noyan bey.’ Yok yok Adel bugün birine vursa üzerine toprak attırırdı. Cevabı şaşkınlıktan aralanmış dudaklarım ve havalanmış kaşlarımla ona dönmemi sağlarken Noyan çokta kaşlarını birbirine geçirmek istercesine çatmıştı fakat Adel belli bir soru daha duymak istemiyordu, ‘Hastanede beni Belgi hanımın yanına gönderirken o andan sonraki zaman dilimi itibariyle Belgi hanımın emirlerinin, isteklerinin sizin sözünüzden dahi daha üstte olduğunu, bunca zamanlık hukukumuza rağmen ikilettiğim durumda bedelinin çok ağır olacağını söylediniz.’ Başı bir an düşmeden konuşan Adel’le beraber şaşkın bakışlarımın hedefi Noyan olduğunda yarım gülümsemesiyle başını salladı.

‘Seninle bu yüzden çok iyi anlaşıyoruz Adel.’ Yarım gülümsemesi tamamlanırken bakışları da bana döndü Noyan’ın, ‘Bundan on yıl sonra aynı soruyu soracak olsam teklemeden aynı cevabı verir. Şaşırtıcı ancak aldığı emri asla unutmuyor.’ Sanırım daha fazla muhabbete gerek kalmadığını düşünmüş olacak ki avucundaki elimle ve önümüzdeki basamakları gelirken olduğu gibi kendi gölgesine aldığı bedenimle Noyan’ın önünden çıkmıştım. Koltuğa yerleşip kemeri taktıktan sonra karnımın üzerindeki parmakları hissettiğimde derince soluklandım.

‘Çocuk muyum ben?’

‘Yok, ben takıntılıyım sadece.’ Noyan cevabından sonra kontrol ettiği kemeri de rahat bırakıp yerine doğru düzgün yerleştiğinde çalışan motor sesiyle bakışlarım yüzü gerginlikten yırtılacakmış gibi duran Denker abiyi buldu. Bu kez karşımda rahatça oturan Şanze’ye baktığımda kahkaha atmamak için iki abisinde gözlerini gezdirip dudaklarını sıkı sıkı birbirine bastırıyordu. Gerçi Şanze’ye de hak vermek gerekirdi, bir adet güvenlik takıntılı, bir adette uçağı kendisi kullanacakmış kadar gergin adama gülünmekten başka tepki verilmezdi herhalde.

Önce İstanbul’a inip daha sonra tekrar uçak değiştirdiğimizde gözlerim önüme bırakılan bilgisayar, defter, kalem ve kahveyle hostese yönelirken tebessüm ederek başımı teşekkür edercesine salladıktan sonra Noyan’a döndüm.

‘Yetiştirmen gereken çok şey var, göreve başladığında sarpa sarar.’ Açıklamasına kaşlarım çatılsa da elindeki tablette açık olan sözleşmeye tekrar odaklandı. Sınav tarihlerimi adam akıllı ben bilmezken, okulumun devam ettiğinin bilincinde olup bir de üzerine çalış dercesine bakması derince soluklanmamı sağladı açıkçası. Çünkü hali hazırda saldırıya uğradığımız o gece ideallerim hala yerli yerindeydi. Fakat yaşamımız öyle keşmekeş içinde savruluyordu ki bir dakika önce idealist doktor olan ben, bir dakika sonra sadece yaşamak isteyen bir kadın olabiliyordum.

Kâr her durum ve şartta kâr olabilirken aslında ne kadar okula uzak kalmış olduğum bir kez daha aldığım her notta içime işler duruma geldi. Resmen göz açıp kapayana kadar ilerliyordu zaman ve ben artık ciddi anlamda kendimi tezime vermeliydim. Aksi takdirde bir duvara karşı beni koç başı gibi kullanma ihtimalleri olasılığa dahi gerek kalmadan gerçekleşecekti.

Neredeyse beynimin akmak üzere olduğu Nöroloji yüzünden sıkkın bir nefes alarak dizlerimdeki ince şalı düzeltip bağdaş kurduğumda gözlüklerimi de saçlarımın arasına çıkararak aldığım soluğu sertçe geri bıraktım. Oturup ağlayacak kıvama nasıl gelinir derlerse sinir sistemi simiyolojisi ile olurdu o iş. Hatta bayağı hüngür şakır insanı sinirden ağlatabilirdi dahi. Mesele benim için hiçbir zaman TUS olmamıştı, o sınava girerken de olmamıştı, alan seçme hamlemde de, ancak birisi bana dönüp o sınav geçince rahatlarsın, okul bitsin rahatlarsın derse onu kırk yerinden bıçaklardım. Çünkü tıp çok sevdiğim bir alan ve meslek olsa dahi rahatlayacağın herhangi bir zaman dilimi bırakmıyordu. Sahiden şuan jöle haline gelen beynim nasıl olmuştu da TUS sınavına hazırlanmış, üstelik başarıp kazanmıştı?

‘O kadar sıkıldıysan ara ver güzelim?’ Noyan’ın sesiyle gözlerim notlardan ona döndüğünde büktüğüm alt dudağımla baktım puslu mavilerine. Yüzüm nasıl şekil almıştı bilmiyorum ama iç sesim, Aklına tüküreyim Belgi Deran, diyordu.

‘Alan değiştirmek için geç mi kaldım sence?’ soruma şaşırsa da bakışları önümdeki yığınla kağıtta dolaşıp bana dönerken gülümsedi.

‘TUS sınavı kadar geç kaldın fakat alan değişikliği sınavına girebilirsin. Neden sordun?’ dudaklarındaki belli belirsiz tebessümle iç çekerek düşürdüm omuzlarımı. Uzmanlık almasam olmaz mıydı? Olurdu. Fakat almak istiyor muydum? Evet istiyordum. Peki önüme bir şans çıksa bir kez daha artık tekleyen beynim TUS’a yeltenir miydi? Hayır, asla ama asla bu hataya düşmezdim. En azından şimdilik.

‘Tekrar TUS görmektense sinir sistemi simiyolojisi notlarını kemiririm. Ayrıca sıkılmadım, sinirlendim.’

‘Neden sinirlendin?’ önümdeki bilgisayarın benimle kavga edemeyeceğinin bilincinde olarak şaşkınca baktığında başımı iki omuzuma doğru yavaşça oynattım. Boynum eğri kalsa, sırtımda koca bir kambur belirse ve beynimden radyatörü bozulmuş bir arabanın su kaynatması gibi buharlar yükselse yeriydi.

‘Anlamadığım için sinirlendim. Ben acaba okumasam mı? Bırakayım ya, sinir sisteminde kalakaldıysam bırakayım. Koca parası yiyeyim ne var yani?’ büyüttüğüm gözlerimle Noyan son cümleme gülmek istese de başını anında sağa sola salladı.

‘Bitmesine ne kaldı ki şurada Deran, saçmalama. Sadece kafanı bir anda çok doldurdun, bırak hadi çalışmayı.’ Dediğinde omuz silktim anında. İki sene vardı. Bu iki senem de hem kafam kadar kitaplarla, hem de hastane ile geçecekti. Bunca zaman sadece zorunlu olan konumda gidebildiğim, geriye kalan durumlarda ise Zeren bey engeline takıldığım hastaneyi gerçekten oranın çalışanı olarak adımlamam için önümde iki sene mevcuttu. Eğer Noyan yerimde olsaydı bu durumda bilgisayarı ısırırdı eminim ki. Çünkü tüm fotografik hafızama rağmen aklım almıyordu, kaydedemiyordum, yok, olmuyordu. Ve şuan benimle aynı bölümde olan, çoğu zaman yakarışlarını şaşkınlıkla izlediğim Özge’ye hak veriyordum. Ne diyordu sahi vize ve final zamanlarında o, yakmak istediğin okulda aklı başında bir birey gibi oturmak sanırım hayattaki en büyük imtihanım olabilir. Haklıydı. Yakmak istediğim bilgisayara karşı aklı başında bir tutum sergilemek çok zordu.

‘Sinir sistemi çalışırken sinirlerimi kontrol edemiyorum Noyan.’ Söylediğime alttan alta gülmeye başladığında bardağın dibinde kalan kahveyi de tepeme diktim. Biraz daha devam edersem gözümün kararacağı ve çevremdekilere saldıracağımı düşünürsek bugün bu kadar yeterdi. Bilgisayarı kapatıp başımı Noyan’ın omuzuna yasladığımda gözlüğüm omuzuna batmış olacak ki sakinlikle alarak mırıldanmasını duydum.

‘E Deran sen bana aşık değilmişsin ki.’ Ne dediğini anlamaz halde başımı kaldırıp yüzüne çatık kaşlarla bakarken o kendi gözlüğünü kucağına bırakıp benimkinin camlarını kontrol ediyordu.

‘Ne alaka ya?’

‘Güzelim görmüyorsun ki sen beni, nasıl aşık olursun? Yoksa-‘ kısacık duraksayıp parmakları arasındaki gözlüğümü saçları arasındaki güneş gözlüğünün üzerine taktığında çatık kaşları da bana döndü, ‘Başkasına mı aşık oldun da ben denk geldim.’ Ciddi anlamda insan saçmalardı fakat Noyan bu konuda marka değeri taşıyordu. Hani binlerce lira sadece bir etikete ve markaya ismi var diye verilirdi ya, Noyan’da öyle kaliteli bir etikete sahipti işte saçmalamakta.

‘Saçmaladığını fark etmen için zaman tanıyorum sana.’ Derken elimi de hızlı ol dercesine salladığımda gözlerimi üzerinden çekmeden bekledim. Kıstığı bakışlarıyla süzse de aramıza giren parmakları dikkatimi dağıttı.

‘Kaç bu?’ ortamızdaki iki parmağına bakıp dalga geçtiğini fark ederek yakaladığım gibi indirdim dizime.

‘Beş Noyan ama emin değilim sekiz falan da olabilir.’ Benim sinirime karşılık dalga geçme payı daha da büyürken dizimdeki parmakları iki elimi kavradığında hızlıca yaklaşıp dudaklarımın üzerini kapattı.

‘Yirmi güzelim, yirmi.’

‘O da olur, sana kaç lazımsa artık.’ Omuz silktiğimde az önce bıraktığı kendi gözlüklerini takıp parmaklarımızı birbirine kenetleyerek yeniden odaklandı tabletin ekranına. Bende sinir etmeden önce olan halimle omuzuna yaslandığımda sözleşme olduğunu düşündüğüm ama gerçekliği konusunda asla emin olamadığım yüzlerce harf arasında gezdirdim gözlerimi. Gerçekliğinden emin olmak istemiyordum, çünkü zorla şirkete kapatıldığım dönemde kusana kadar böyle evraklar ezberlemiştim, şimdi yok saymak işime geleceğinden bomboş bakışlarım yeterliydi bana göre.

İnişe geçildiği konusunda gelip uyaran hostesle oturuşumu düzeltip tekrar kemeri taktığımda yine ve yeniden o karnımdaki parmakları hissettim. Göz devirip çapraz koltukta oturan Gizay’ın Noyan’a çevirdiği ekrana bakışlarım kayarken üç fotoğraf karesi geçmişti ki nefesini sıkınca bıraktı.

‘Olmaz bunlar.’ Kaşlarını havalandırıp harelerini tekrar tabletine çevirse de Gizay’dan itiraz gecikmemişti.

‘Abi bu sene moda işte, ne olmaz?’

‘Olmaz Gizay.’ Umursamazca karşılık verip üzerinde olan üç gözlüğü de çıkarıp ortada kalan masaya bıraktığında başını sağa sola sallamayı da ihmal etmeyerek tabletin ekranını karartıp başını geriye attı.

‘Niye olmaz, mis gibi tasarımlar işte.’ Derken Gizay tekrar iki elbise ve bir eteğin tasarımını gösterdiğinde Noyan iç çekti. Fakat biraz küfür içeriyor gibiydi bu tavrı.

‘Kısa.’

‘Sana ne abi kısalığından, sana mı giydireceğiz.’

‘Oğlum düzgün konuş benimle, düzgün.’ Son düzgün kelimesi daha baskın çıkarken Gizay telefon ekranını kendine çevirip gözlerini devirdi.

‘Kısalığı seni neden ilgilendiriyor?’

‘Karım ile kardeşimin giymesini istemediğim şeyleri ürettirmem.’ Tamam dağ ayıcığı sakin ol… Sen onları üretmesen de hem karın hem kız kardeşin benzer şeyleri giyecek…

‘Onlar giymesin, satın alanlar giysin.’ Israrlı sesi ortalığa döküldüğünde Noyan tekrar başını sağa sola salladı.

‘Etek ne alaka? Siz bina dikmiyor muydunuz en son?’ iç sesimin kendi kendine Noyan’la dalga geçmesi kenarda biraz bekleyiversindi bu konu önem arz ediyordu. Çünkü bildiğim o moda evleri genellikle başkaları tarafından idare ediliyordu. Hal böyleyken Noyan’ın tasarım seçme ihtimali gelmemişti aklıma.

‘Mimarlık ve mühendisliği bina dikmek olarak açıkladığın için minnettarım sana Belgi.’ Gizay anında göz devirirken güldüğümde, ‘Ayrıca ben yazılım mühendisiyim, işim olmaz binayla harçla.’ Diye devam ettiğinde bu zamana kadar Gizay’ın mesleğinin ne olduğunu Şanze’den öğrenmemi şans sayıp omuz silktim. Gizay ise bir kez daha göz devirip yeniden rica eden ama aynı zamanda teessüf eden halde kocama bakıyordu. Noyan hala kendine kabullendirme bakışları atan adama karşı yeniden olumsuz anlamda salladı başını.

‘Grup şirketiyiz, yani çok yönlüyüz diyelim. Tekstil, inşaat, tasarım, dijital oyun, turizm, otel, eğlence, güvenlik, ulaşım…’ muhtemelen aklına gelenleri saymıştı çünkü düşünceli halinden eksik kalanları bulmaya çalıştığını seziyordum. Kendileriyle alakası olmamasına rağmen diğer alanlar neden ellerinin altındaydı bilmesem de uyarı ışıklarının kapanmasıyla pistte olduğumuzu fark ederek çözdüm kemerimi.

Uçaktan yata geçtikten sonra sonunda Monte Carlo’ya ulaşabildiğimizde neden burada olduğumuzu hiç sorgulamadığımı fark etsem de Noyan’ın belimdeki elinin yönlendirmesiyle ilerleyip siyah spor arabaya bindim. Yan koltuğa yerleşen Noyan’dan sonra ansızın camıma vurulmasıyla beklemediğim için irkilip açtığımda Denker abi kollarını yaslayıp derince nefeslendi.

‘Akşam terasta muhabbet kuracağız, keyfiniz isterse gelirsiniz. Yarın toplantıyı bire aldırdık haberin olsun. Bir de terapist gece arayacak, ilacını al ve yavaş kullan arabayı.’

‘Yürünerek gezilebilecek bir şehirde ne kadar hız yapabilirim?’ Noyan’ın sorusuyla gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırsam da hala havada süzülmenin gerginliğini atamamış Denker abi sinirlice bakıyordu.

‘Denize uçabilirsin mesela. Daha önce yaptın.’ Tüm yüz hatlarında dalga geçmekten çok uyarıcı hal varken kaşlarını havalandırarak başını usulca salladı, ‘O yüzden yavaş kullan.’

‘Tamam annecim, seni abine götüreceğiz diyen olursa da yanından hemen uzaklaşır bir polise ulaşırız.’ verdiği cevap Denker abinin sinirle geri çekilmesini sağlarken camı kapatıp gözlerimi dalga geçercesine tebessüm edip arabayı harekete geçiren Noyan’a çevirdim.

‘Denize mi uçtun sen arabayla?’

‘Uçtum demeyelim de, sinirlendirdiler biraz serinlemek istedim diyelim.’ Parmakları İzmir’de benim kalkışıp da yapmadığım şekilde radyoyu açtığında yükselttiği sesle kaşlarım çatıldı. Gerçekten kişilik bozukluğu olabilirdi çünkü daha iki gün olmamıştı kafam kaldırmıyor diyeli. Şimdi nasıl oluyordu da o güzel kafası bangır bangır arabanın içini inleten yabancı şarkıyı saygıyla karşılıyordu acaba. Bu kez ben sesi kıstığımda bakışları bana döndü.

‘Hani kafan kaldırmıyordu?’ çatık kaşlarımla mırıldandığımda gülümsemesi kocaman bir hal aldı. Dudaklarının kıvrılmasına o derin çukur eşlik ederken derin bir iç çekme ihtiyacı hissettim. Çünkü Noyan bazen sinir bozucu bir fırlamaya dönüşebiliyordu fakat yine de çekici bir fırlamaydı...

‘Türkiye’de iken kafam kaldırmıyor.’ Derken hali hazırda olan o gıcık edici gülümsemesiyle derin bir nefes daha aldım.

‘Monte Carlo’nun ne özelliği var?’

‘Takip edilmiyorum…’ rahatça mırıldanıp öndeki aracı solladığında daha çok çatıldı kaşlarım.

‘Nasıl yani?’

‘Türkiye’de de dinliyorum arabada müzik, hatta yüksek sesle ama sen yanımda olduğunda her ihtimale karşı daha dikkatli olmam gerekiyor. Takip eden var mı diye, şimdi İstanbul’da uçak değiştirmiş üzerine de denize iniş yapmış olduk, sonra karaya ulaştık, takip eden varsa bile artık yok.’

‘Paranoyaklık var mı sende?’ sormam bile hataydı sanki. Ayan beyan, dümdüz şekilde paranoyaklıktı bu. Ayrıca detaylı düşünüyor olabilirdi ama aynı zamanda eksikte düşünüyordu. Hali hazırda onu takip etmek için böylesine mesai harcayan bir insanın buraya da eli kolu uzanırdı. Ve tabi diğer pek çok ülkeye de. Çünkü Monte Carlo asla normal bir bölge değildi. Lüks, şatafat, şaşa, jet sosyete tabirinin yaşandığı, bir o kadar da nice farklı işlerin döndüğü bu yerde insanların eminim ki eli kolu çok uzundu.

‘Hem-‘ diye devam edeceğim sırada duraksadım. Duraksadım çünkü atladığı noktayı hatırlatmak bir bakıma buranın da Noyan için kırmızı bölge ilan edilmesine sebebiyet verebilirdi ve gördüğüm kadarıyla arkamızdan bir ordu bizi takip etmiyorken yeniden dev adamlarla gezmek akıl işi olmazdı.

‘Hem?’

‘Hem de bayağı var paranoyaklık diyecektim.’ Cümlemin üzerini kapatamayacağını bilsem ve Noyan bunu fark etse de ikimizde ses çıkarmadık duruma. Ben aklımdan geçeni itiraf etmedim, o ise gerçekten ne söyleyeceğim üzerine bir baskıya girmedi.

‘Hayır güzelim, bu paranoyaklık değil.’ Başını sağa sola sallasa da o an limana ayak bastığımızda önem taşımayan ama şimdi gayet önemli olabileceğim detayı anımsayarak kıstım gözlerimi.

‘Tüm şehirde aynı arabadan olabilme ihtimalini düşünerek odaklanmadım ama ben mi yanlış hatırlıyorum yoksa aynı arabadan on tane mi vardı limanda?’

‘Vardı, doğru hatırlıyorsun.’

‘Seninle alakası var mı peki?’

‘Ruhsatları dışında yok.’ Gülerek verdiği yanıtla az önce kıstığım gözlerimi büyüttüm. Ciddi anlamda tam burnumun dibinde takıntılı bir paranoyak vardı. Öylece direksiyon başına oturmuş, İzmir ve İstanbul’da olan Noyan’dan çok başka bir adamın umursamaz gülüşüyle karşı karşıyaydım. Eğer ki iki resim arasındaki on farkı soran olsaydı, ben kesinlikle yüz tane falan bulabilirdim.

‘Peki neden Denker abi, Gizay ve Şanze’den ayrıldık?’ sorumdan sonra kısaca duraksadığımda devam edeceğimi anlamış olacak ki o sessizleşmiş bende artık gerçekten sormam gereken soruyu anımsayarak aralamıştım dudaklarımı, ‘Biz neden Monte Carlo’dayız? Üstelik benim Monaka vizem yokken nasıl buradayız?’ aklıma son anda gelen şeyle gözlerimi büyüterek baktım. Sahi, hiç kontrolden geçmemiştik, vize başvurusu yapmamıştık, soy ismim değiştiği halde kimse sen kimsin arkadaşım diyerek durdurmamıştı, üstüne de vizeli olan bir yere sanki mahalle arasında gezer gibi elimi kolumu sallayarak gitmiştim. Nasıl oluyordu bu?

‘Abimlerden ayrılmamızın nedeni ikinci sorunla aynı cevabı taşıyor. Balayında olan bir çiftin baş başa kalması gerekir.’

‘Balayı?’ kaşlarımı çatıp duruma adaptasyonumu tamamen kaybettiğimde başını onaylayarak salladı.

‘Bu benim stilimde, İstanbul’a dönüp işleri biraz toparladıktan sonra da senin stilinde yaparız diye düşündüm. Diğer konulara gelirsek, ben uluslararası bir iş insanıyım, sende benim karımsın. Keza yatırımlarım olan bir ülkede beni veya ailemi kabul etmemeleri gibi lüksleri yok.’ Dudaklarım şaşkınlıkla birkaç kez aralandı, kapandı, fakat Noyan çok normal bir şeyden bahseder gibiydi. Ülke fark etmeksizin kontrol şart değil miydi? Vatandaşı dahi olsan, sen necisin arkadaşım, derdi illa ki birisi çıkıp. Peki Noyan için fark neydi?

‘Kumarhaneleri ile ünlü bir şehirdeyiz, yarın toplantın var ve o çiftten birinin haberi yok ancak balayındayız? Dahası bu nasıl bir burnu havadalık da koca ülkenin kabul etmeme lüksü yok.’ tek kaşımı kaldırıp, lüks kelimesinin üzerinde tepinerek konuşarak garipsercesine bakmaya başladığımda yeniden başını sallayarak onay verdi.

‘Toplantı meselesi son dakika golü, inan ki hiç iş sokmayacaktım araya ama mecbur kaldım. Hem nikahımızda söylemiştim burayı, senin haberin var, sadece detaylardan yok. Ayrıca kim sana kumarhane balayını bozar dedi, üstelik burada yapılacak çok daha farklı şeyler de varken.’ Ardı ardına sıraladığı cümlelerinden sonra derin bir nefes alarak kararsız kalsa da tekrar araladı dudaklarını, ‘Ve evet milyonlarca dolar bu ülkeye yatırım yaptım, bu yüzden kabul etmemek onlar için sadece büyük bir hata ve kaos olur. İsterlerse tabi yapabilirler.’ Dudaklarındaki gülüş hiç uslu bir adammış gibi görünmesine neden olmuyordu. Hatta aksine şeytani tebessüm vardı, hem dudaklarında hem gözlerinin içinde.

‘Ne yapılabilir mesela? Veya istediğin yatırımı yap diğer insanlardan seni ne ayrı tutabilir?’ gerçekten merak ediyordum çünkü bütün şatafatı ve kasıntısı dünyaca ünlü makinalarından müsvedde gibi para akan, insanların bir girince elli kez pişman olarak çıktıkları kumarhaneler dışında ne olabileceğini bilmeliydim. Noyan’ın neden bu kadar kendini önemli gördüğünü de.

‘Katedraller, müzeler, saraylar, gece kulüpleri, casinolar, alışveriş yapılacak dünya devi onlarca marka… Aklıma gelenler bunlar şimdilik.’ Girdiği ara sokakla onay bekler gibi bir anlığına bana baktıktan sonra arabayı park ettiğinde gülümsemesi daha çok genişledi.

‘Ülkenin sayılı mekanlarının ya sahibiyim, ya ortağı. Bu ülkeye sadece bir yatı bağlamak için ödediğim bedeli duysan muhtemelen buradaki tüm bağlantımı sonlandırmamı istersin. Burada sadece iş insanı değilim Deran, biliyorum krallıklar tek elden yönetilir ancak burada birçok kral var ve onların içinde eli güçlü olan nadir kişilerden biriyim. Yıllarca ben onlara kendimi kanıtladım, sadece onlara değil, tüm dünyaya. Sıra onlarda. Daha fazla kazandırmam için artık onların bana bu ülkeyi kanıtlaması gerek.’ Bakışlarım güldüğü için kısılan gözlerinde takılı kalırken derin bir iç çektim. Gözlerindeki o serseri karanlık içine çekiyordu beni ancak bir o kadar da ürkütüyordu. Kendinden emin oluşu değil, kendini kanıtlamak için neler yaptığıydı merak konum. Çünkü söyledikleri misali gibi durmuyordu. Hatta aksine o kadar net ve emindi ki tam da şimdi ortalığı karıştırıp bunu kanıtlamasını istesem birkaç telefonla halledebilecek gibiydi.

Gözleri hala üzerimdeyken avucunun içinde kaybolan elimi dudaklarına götürdü. Az önceki serserilik usulca masumiyete dönüşüyordu. Anla beni der gibi değil, daha fazla anlattırma bana bunları der gibi bakarken böylesine keskin bir adamın bu denli nahif nasıl dokunduğunu veya baktığını çözemiyordum. Bana böyle bakmaya son verir miydi bilmem ama tüm ömrüm boyunca aynı şekilde bakmasını, dokunmasını, gülümsemesini izlemek istiyordum. Öğrendiğim o acı verici anlardan sonra Noyan gözümde çok başka bir noktadaydı. Kemikleri un ufak olmuş gibi hissetmiş miydi o zaman veya böyle tanımlanır mıydı yaşadıklarının azabı tahmin dahi edemesem bile çok güçlü olduğundan emindim. Ki savaşlar arasında kalmış bir adama göre kullandığı kelime enteresandı.

Balayı. Balayındaki çift. Ben ve o. Yıkımı başlatmış ve yıkımın arasında kalmış ikimizin bedeniyken komik geliyordu fakat güzeldi. Türkçe’de bal ve ay olarak dile düşen o kelime belki de aklımın ucundan dahi geçmeyip hayatıma yerleşen terimlerden birisiydi. Tarihsel olarak bazı kültürlerde evlendikten sonra çiftlerin bal şarabı içtikleri bir dönemin ilhamı ile bulunmuş olsa da biz de o şarabı hazırlayacak aile büyüğü yoktu maalesef. Viking, Antik Mezopotamya, İngiliz Ortaçağ aileleri duysa bu halimizi bal şarabı yapmayan ailelerimize neler çektirirlerdi acaba. Fakat alışmıştık. Bal şarabını kendimiz yapmaya, ayı da baş başa tamamlamaya…

Yine de neresinden bakarsak bakalım biz o tatlı geçmesi gereken ayda zehrin içindeydik. Zehri içiyor, kusuyor, hatta içinde yüzüyorduk. Belki de tatlı gelen tek an göz göze geldiğimiz zamanlardı. Özellikle benim için Noyan’ın dudakları dümdüz bir çizgi olsa da gözlerinde yüzlerce parlama gördüğüm vakitlerdi. Durum, şart, zaman neyi gösterirse göstersin yanında huzurlu olabilmek, geride kalan şeyleri kafaya takmamak bir mucize gibiydi. Bu mucizenin de ne bitmesini, ne de benden alınmasını istemediğim anlar yaşıyordum. Sadece ben ve o olarak kalmak, tüm hücrelerimde gerçek bir soluklanmayı hissedebilmek paha biçemediğim ve adlandıramayacağım şeydi.

Kanatlarımda kırıklarım, ruhumda yaralarım çoktu ama acıları yoktu. Çünkü Noyan vardı.

Bölüm : 29.09.2025 12:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...