
Hollaaaaa... Bu bölüm biraz alev ateş, biraz fazla yakıcıdır baştan atayım ben ortaya uyarıyı, sonra aman efendim nerelere geldik gibi bir durum olmasın. Keza bir de bitmek nedir bilmez bir bölüm olduğunu es geçemeyeceğim. Öyle ki sayfalar dolusu, duru durağı yok. Bir de aslen Noyan Cenker Visam'ın, Belgi Deran İmerler'e karşı aşkı nerede başlıyor, nasıl çarpılıyor burada öğreneceğiz. Bu da bölüm beklesin biraz diyenlere ufak bir kopya olsun benden. Bazı aşkların benim içimde efsane olduğu zamandan geçiyorum o yüzden Noyan Cenker ve Belgi Deran'a iyi bakmanızı, yorumlarınızı da eksik etmemenizi dilerim....
O zaman iyi okumalar ve bol bol keyifli zamanlar....
(İletişim kurabilmemiz adına Instagram; BiCeruVar)
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Bir savaş ortada elleri kanlı,
Bir savaş kendi sığınağında saklı…
Dört mevsim on dört bahar olabiliyordu insanın hayatında. Kayıp gidilenler, tutulamayanlar, tutunamamışlar, atlamaktan vazgeçenler, kendilerini boşluğa bırakanlar, sevenler, sevilenler, karşılıklı sevebilenler, mutlu anlar, huzursuzluklar, kendini kaybetmeler veya en başta aradığın kendini bir anda buluvermeler. Hepsi on dört bahar edebiliyordu daha fazlasıyla. İlk veya son fark etmeksizin bahardı. Mutlu aileler ve huzurun kesiştiği bir kümenin içinde kısımda bir türlü kendini bulamamış ruhum, kendi kümesini oluşturmuş biri gibi hissetmeme sebebiyet veriyordu.
Omuzumu sarmış elle, dümdüz bir sokakta yürürken başımı kaldırıp yüzüne baktığımda dudaklarım ufak bir tebessümle kıvrıldı. Güneş çarpıyordu yüzüme, bir de rüzgar. Kısa saçlarım muhtemelen birbirine geçecekti ancak mühim değildi. Çünkü burası sığınaktı. Güvenli bölge, sıcak bir ev, kontrollü viraj, buram buram huzurdu. Noyan’ın bedeni sadece cüssesi değil hissettirdikleri yüzünden böyleydi benim için. Onun eli benim omuzumda, benim elim ise onun belinde, arada sırada ufak bir kız çocuğu gibi saçlarım arasına gömülen dudaklarıyla en çokta şımarmaya müsait bölgeydi.
‘Yapmıyor muyuz alışveriş? Hadi.’ Başıyla sokak boyunca uzanan mağazaları işaret ederken gerçekten de kiminle evlendiğim hakkında kısa bir münakaşaya girdim kendimle. Sabahlara kadar kendini kaybetmişçesine çalışan Noyan’la mı? Bir anlık atağın ele geçirdiği pervasız adamla mı? Dışarıya buz gibi bakan gözleri bana durgun deniz olan büyük bir şansla mı? Yoksa erkeklerin alışverişi sevmediğini iyice kavrayan beynime rağmen şu an alışveriş yapmak isteyen adamla mı? Çünkü hiçbirinin arasında bağlantı olmadığı hala değişmemiş yüz hatlarındaki gülümsemeden bile belli oluyordu. İçten bakıyordu, sıcacık ve samimi. Çoğu kişinin şahit olduğunu düşünmediğim içinde ateş böcekleri var gibi parlayan gözleriyle.
Noyan’ın ne kadar dinlendiğini bilmeden, uçakta kestirdiğim birkaç saatlik uykuya rağmen sayısını hatırlamadığım kadar çok mağazaya girip çıkmıştım. Benim alışveriş konusunda ufacık bir itirazım olmazdı. Eğer ki ayaklarım kopacak olsa, kesin ve tekerlekli sandalye ile yoluma devam edeyim derdim. Aslına bakılacak olursa bu Zeren beyden kalma bir alışkanlıktı çünkü harcadığım para onundu ve beni alıştırdığı çıkmazlardayken canını yakmak için parasını har vurup harman savururdum. Gerçi yaptığım alışverişlere tek laf etmezdi.
Genelde aldıklarıma çok konuşsa ve cemiyete uygun olmadığını dile getirse de ona fazlaca sinirlendiğim bir günde yüz bin lira harcadığımda dahi ağzını açmamış, hatta kartın çalınmış olma ihtimaline karşın onu arayan bankayı beni aramaya gerek görmeden dondurmama emri vermişti. Akşam evde denk geldiğimizde ise sadece istediği gibi birkaç parça almış olmamı ümit ettiğini söylediğinde cinnet geçirecek gibi hissetmiştim. Onu sinir etmek için yüz bin lira harcamıştım ve Zeren beyin kılı kıpırdamamış, asla sinir olmamıştı. O akşam hayatımda yapıp yapabileceğim en şımarık eylemde bulunup günlük kullanılmayacak, hatta göz ucuyla dahi bakmadan aldığım kıyafet, ayakkabı, çantaları bahçede ateşe vermiş, kullanılabilecekleri ise ihtiyaç sahiplerine çantalarıyla göndermiştim. Ki enteresandır Zeren bey buna da kaşlarını çatmamış ve beni daha da çıldırtıp, İyi yaptın, Belgi Deran İmerler olarak daha resmi ve hanımefendi kıyafetler al bundan sonra, ne harcadığın mühim değil, demişti.
Aklıma gelen o akşamla yüzüm buruşur gibi olsa da derin bir nefes alıp gülümseyerek tek kolu belimde olan Noyan’a döndüm. O başlardaki gülümsemesinin yerine ciddi anlamda salın beni cümlesinin yerleştiğini görerek kıkırdadım. Sesi çıkmıyor, itiraz nidaları atmıyordu fakat bezmişti. Hak verebilirdim çünkü yerinde amcam, Atakan veya Arıkan olsaydı kırk kez söylenmiş, hatta sürükleyerek beni bir mekana çekip oturtmuş olurlardı.
‘Arka sokaktaki mağazalar daha güzel, eminim oraları da seviyorsundur.’ Dediğimde bakışları şaşkınlıkla bana döndüğünde bozuntuya vermemek için tebessüm etmeye çalıştı.
‘Arka sokakta da var mıydı bunlar ya…’ sesindeki bitkinlik, bıkmışlık ve daha bir sürü olumsuz tını o içimde patlayan kahkahaların dışarı yansımasına neden olurken parmaklarımı yanağına yerleştirip derin bir öpücük bıraktım dudaklarına.
‘Madem sevmiyorsun neden alışveriş meselesini ortaya attın?’
‘Sevmediğimi nereden çıkardın?’ bu tepkime biraz bozulsa da belli etmemek için anında kaşlarını çatarak konuştuğunda iç çekerek başımı sağa sola salladım.
‘Noyan arka sokaktaki mağazalar dediğimde seni öldürmek istiyormuşum gibi baktın.’ Hala yanağından çekmediğim elimle bir kez daha yaklaşıp öptüğümde yorgun gülümsemesi bu kez gerçek anlamda yüzüne dağıldı.
‘Böyle öpmeye devam edersen geriye kalan tüm ömrümde alışveriş yapabilirim.’
‘Teşvik istiyorsun yani…’ göz süzerek bakarken bedenimin bedenine yapışmasını sağladığında bu kez o dudaklarımızı birleştirip geri çekildi. Yorgunluğu gözlerinden okunuyordu ki bende en az onun kadar yorulmuştum. Hatta ilk kez topuklular canımı yakıyordu da sırf Noyan’ın lafına gelmiş olmayayım diye ses çıkarmıyordum. Bizde de böyle inat vardı işte. İstediğimi almaksa sonu yanıp yıkılsındı Roma.
‘İstiyorum istemesine de ben spor ayakkabıyla yoruldum sen bunların üzerinde nasıl yorulmadın anlamıyorum ki.’ Sıkıntıyla yeri işaret ederken bu kez gerçekten kıskançlıktan değil de meraktan olduğunun farkındaydım. Şimdilik acı içinde kıvranan ayaklarımı unutmam şarttı. Çünkü bu koz Noyan’ın eline geçerse her fırsatta tepeme çökmekten kaçınmazdı. Ancak insan neye alışırsa onunla rahat ederdi ve ben canım yansa da rahattım topuklularımla. Spor ayakkabılar, düz sandaletler benim belki de on sekizimden önce dahi kullanamadığım şeylerdi. Liseye topuklu ile gidilmezdi fakat ben cemiyet hayatının içinde büyümüş, yıllarca okuldan çıkıp akşam yapılacak o organizasyonlara koşturmuş kadındım.
‘Çocuk diyebileceğim yaşlardan beri giyiyorum ben topukluyu, hem spor ayakkabıda daha rahatsız hissediyorum kendimi.’
‘E salonda spor ayakkabı kullanıyorsun sonuçta.’
‘Eğer ki normal olsa koşu bandında da topuklu ayakkabı giyerim sevgilim.’ Gülerek yanıt verdiğimde şaşkınlıkla bakmaya devam etse de bir an o ifade kaybolarak yerini iç rahatlatıcı gülümsemeye bıraktı.
‘İyi ki öyle bir normal kavramı yok. Kesin kafayı yerdim ben.’ Cümlesine ufak bir kahkaha attığımda alnıma dudaklarını basıp iç çekti. Gözlerinde onu rahatsız eden bir ifade oluşmaya başlarken konunun artık topuklularım olduğunu zannetmiyordum. Sanki aklına başka bir şey gelmiş ve bu durumdan aşırı derecede rahatsız olmuştu.
‘Hamile kalırsan?’ diyerek bir anda durduğunda kaşlarım anlamazca çatılsa da dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldı, ‘Yani topuklu ayakkabı sakıncalı diye biliyorum ben hamilelikte. Sen bu kadar seviyorsan ve hamile kalırsan?’ konudan rahatsızmış gibi boğazımı temizlediğimde hafifçe omuz silktim.
‘Ona da o zaman bakarız.’ Bence konu kapanmıştı, Noyan’ın bakışları öyle söylemese de kapanmıştı, ‘E devam etmiyor muyuz o çok hevesli olduğun alışverişe?’ gözlerimi kısıp üzerimizde olan gerginliği atmak için muzurca gülümsediğimde harelerini usulca yürüyüş yolunun takip ettiği sokakta gezdirdi.
‘Arka sokakta yok değil mi mağaza? Yani en son yoktu, gerçi buradakiler manyak, denize beton döküp ülke genişletiyorlar beklerim her şeyi ama yok değil mi?’ yalvarırcasına çıkan ses tonuyla dudaklarından ufak bir öpücük daha aldım.
‘Yok sevgilim, için rahatlasın, sadece…’ derken havalandırdım kaşlarımı. Gözleri merakla bakışlarımı bulduğunda devam etmeyeceğimi anlamış olacak ki başını salladı.
‘Sadece?’
‘Şu mağaza favorim ve oraya girmezsek büyük atar gider yaparım.’ İleri köşede kalan mağazayı işaret ettiğimde başımı da omzumun üzerine düşürerek gülümserken Noyan tek kaşını havalandırdı.
‘Son mu peki orası?’ başımı onaylarcasına sallayıp karşılık verirken itiraz edip etmemesini önemsemeden göğüslerimizin birbirinden kopmasını sağlayarak hızlı adımlarla mağazaya doğru ilerledim.
‘Ne aldığımızı bile hatırlamıyorum. Mühim de değil aslında ama sen gerçekten bunların hepsini giyebiliyor musun?’ elindeki beş karton çantayı işaret etse de daha fazlasının arabada olduğunu bilerek yine başımı salladım. Benimle evlendiği ikinci haftada iflas bayrağını çekerse şaşırmazdım. Tamam Zeren bey sürekli laf eder, psikolojik şiddet uygulardı fakat söz konusu giyim kuşam içeren bir alışverişse şimdiye dek bir kez ağzını açmamıştı. Ben ona sinirlenip adıma açtırdığı ilk ve tek olan ek kredi kartını patlattığımda bile arayıp nerede olduğumu ve ne yaptığımı sormuş, öğrendiği marka isminden sonra ise iyi alışverişler dileyip iki dakika içerisinde kartımın sınır blokesini kaldırmalarını sağlamıştı. Yani o yüz binlik zarar ilk değildi ve ben o zaman kıyafet yakmayı düşünmemiştim. Zeren bey işte tam olarak böyle bir babaydı. Hasta olup ateşlensem, düşsem bir yerim kırılsa hastaneye adamlarıyla gönderir, alışveriş yaparken param biterse de kimseyi karıştırmadan limit artışı sağlardı.
Mağazadan içeri girdiğimiz sırada Noyan anında belimdeki elini çekip beni özgürlüğümle baş başa bırakarak bedenini süet bordo koltuğa attığında belki de gerçekten hobi olarak adlandırmam gereken bu alışveriş manyaklığı için dolaşmaya başladım.
‘Deran, karımın neden beni büyük oyuna getirdiğini hissediyorum?’ deneme odasında üzerimdeki askılı ve eteği düzeltirken kulağıma ilişen Noyan’ın sesiyle gözlerim elbiselere döndü. Her seferinde kaçacak yol bulup adamcağıza aldığım hiçbir şeyi göstermemekte başarıydı bence. Bu alışveriş serüveninde ne aldığımı ikinci kez soracaktı ve ilki bir iç giyim mağazasında olduğu için utandığımı söyleyerek susturmuştum. Dilimi anlamayan insanlardan konuşurken utanamazdım, seviştiğim adamdan ise utanmak pek mantıklı bir yaklaşım olmazdı fakat Noyan bunu yemiş hatta yutmuştu bile. Sadece şimdi de o başarıyı taçlandırmam gerekiyordu.
‘Lütfen ama Noyan, ben yapar mıyım öyle bir şey?’ kot eteği ve askılıyı gülerek çıkarıp son kalan elbiseyi de giydim. Tenime yapışan saten, degaje yaka, parlement mavisi diz kapağımın dört parmak üzerindeki elbiseye gülümsediğimde deneme odasının kapısına yaklaşan ayak sesleriyle gülümsemem daha çok büyüdü.
‘Neden giydiklerini göremedim peki?’
‘Sürpriz olsun sevgilim.’ Aynadaki yansımama gülümserken, Noyan’ın çıldıracağını bilmekte farklı bir haz veriyordu tabi.
‘Güzelim, iç çamaşırı mağazasında olmadığımıza göre sürprize ne gerek var?’
‘Ben seni her an heyecanlandırmak istiyor olamaz mıyım Noyan? İlla ki yatak mı olması lazım meselenin?’ şuan bizimle aynı dili konuşmayan ülkeye o kadar minnettardım ki, aksi halde eğer anlasalardı muhtemelen gülüşlerini saklama mecburiyetinde kalacaklardı. Noyan’ın sustuğunu fark edip üzerimdeki elbiseden de kurtularak kendi kıyafetimi giydiğimde isyanı kulaklarımı doldurdu.
‘Kendi topuğuma sıktırdın resmen! Haksızlık bu.’ Denediğim ve beğendiğim parçaları elime alıp odadan çıktığımda Noyan’ın az önce taşıdığı paketlere sinirli bakışlar atmasına gülümseyerek bekleyen personele uzattım.
‘Hepsi böyle kumaşları unutulmuş şeyler mi?’ paketin birinden çıkardığı mini elbiseyi işaret ederek gözlerini onun için kumaşı unutulmuş şeye diktiğinde alt dudağımı ısırıp yaklaştım yanına. Askılarından tuttuğu siyah deri elbiseyi indirip geri pakete bıraktığımda göğüslerimizin birbirine değeceği kadar dibine girip mağlup çıkmışçasına yana düşmüş iki elinin birini yakalayarak belime yerleştirdim.
‘Olması gerektiği gibi kumaşları tam sevgilim.’ Gözlerimi dudaklarına dikerek mırıldandığımda sertçe yutkunmuştu ki az önce benim bıraktığım belimdeki parmakları sıkılaşıp daha çok yapıştırdı bedenlerimizi. Arkamdan gelen personelin seslenmesiyle alt dudağımı ısırarak dudaklarından gözlerine çevirdim harelerimi.
‘Bunun acısı çok fena çıkacak güzelim.’
‘Çıkartırsın…’ hafifçe omuzumu kaldırıp indirdiğimde sabır çekercesine aldığı nefesi omuzuma bastırdığı dudaklarıyla bıraktı. Bedeni yanımdan sıyrılıp giderken dudaklarının arasından firar eden küfür ise resmi olarak kabullenişini simgeliyordu. En azından ilk virajı aldığımızı.
Elindeki bir başka çantayla yanıma döndüğünde önden ilerlemem için eliyle kapıyı gösterdiğinde sırıtmamı gizlemek için hızlıca adımladım mağazayı. Dışarı adım attığım dakika tüm alışveriş esnasında fazla çevremizde görünmeyen Adel ve tanımadığım iki adam yine paketleri almaya gelmişti anlaşılan. Arkamdan takip eden Noyan elindeki çantalardan anında Adel’e verip kurtulurken bakışları da bana döndü.
‘Tamam mıyız?’
‘Bugünlük evet.’ Kahkaha atmamak adına dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdığımda atik bir hareketle kolunun birini sırtıma, diğerini ise bacaklarımın altına doladığında kendimi havada buldum. Dudaklarımdan tiz bir çığlık kaçtığında büyümüş gözlerim puslu mavileriyle çakışmıştı.
‘Sırf elime malzeme vermemek için ayaklarını parçaladın yine de ses çıkarmadın.’ Teessüf eder gibi olan haline omuz silkip kolumun birini boynuna attığımda diğeriyle de saçlarımın arasındaki güneş gözlüğünü indirmiştim. Giyinme odasında bileğimin arkasındaki kızarıklığı ben fark etmiştim ancak Noyan’ın dikkat kesileceğini düşünmemiştim. Yine de olduğum konuma itiraz etme niyetim asla yoktu. Tüm Monte Carlo’yu kucağımda gezdireceğim dese itiraz etmezdim o kadar konforluydu kolları.
Ne yazık ki arabaya çok uzak bir mesafede olmadığımız için Noyan’ın konforlu kollarından koltuğa geçmem uzun sürmedi. Adel ve yanındaki iki adam ortalıktan kaybolurken Noyan’da koltuğuna yerleştiğinde bakışlarımı yüzüne çevirip başımı geriye attım.
‘Burada da şaton falan mı çıkacak?’ sorum Noyan’ın dudaklarının usulca kıvrılmasını sağladığında sigara paketini kenardan alıp bana uzattı.
‘Şatomu kumarhane olarak kullanıyorum. Monte Carlo’da ev pek makul değil, yat daha kullanışlı.’
‘Peki alışveriş performansıma şahit olduğuna göre ne zaman batırırım seni?’ diyerek sigaradan bir dal ateşleyip dudaklarına yaklaştırdım. Parmaklarım arasından sigarayı alıp derin bir nefes çekti.
‘İşte o mümkün değil Deran’ım.’ Derken dudaklarında hem fazlaca çekici hem de kurnaz bir tebessüm varken burun kıvırdım.
‘Bence başarırım.’ Kendimden bu konuda emin sayılırdım. Sayılacağımı düşünmem ise Noyan’ın birikim sınırını bilmediğimdendi.
‘Başardığın gün dile benden ne dilersen.’
‘Batırdığım şartta senden bir şey isteyemem sevgilim.’
‘Param kalmadığı için mi?’ başımı anında onay verircesine salladığımda geldiğimiz restoranla arabayı durdurdu.
‘Batmış halimle dahi ne dilersen yaparım. Bunu göz önünde bulundur güzelim, olur mu?’ bu burnu havada haline göz devirerek karşılık verdiğimde açılan kapımla indim arabadan. Noyan’a çaktırmayayım diye çıkarmadığım ayakkabılarım yüzünden harap olmuş ayaklarımın acısını da beş dakikalık dinlenmeyle hissetmiştim. Yüzüm istemsizce buruşsa da inadımdan vazgeçmemek için anında toparlandığımda gülerek halimi izleyen puslu mavilerle çakıştı bakışlarım.
‘Biri gözüyle görse inanmaz.’ Sitemli olsa da yüzündeki tebessüm bundan haz alır gibiyken arabanın çevresini dolaşıp yanıma geldiğinde yine bir çırpıda kucağında buldum bedenimi.
‘Tam olarak inanmayacağı ne?’ gülümseyerek mırıldandığımda restorana doğru ilerlemeye başladı.
‘Kendimden daha inatçı bir kadın bulup, ona aşık olup, bir de evlendiğime.’ Önündeki üç basamağı inerken yanağına ufak bir buse bıraktım.
‘Kocamın maşallahı var.’ Kıkırdamamla e yani der gibi bakarken bizden önce gelmiş Adel’in şaşkınca bizi süzdüğünü görmüştüm ancak çok hızlı mimiklerini toparlayıp sandalyeyi çektiğinde Noyan’ın nazikçe bedenimi bırakmasını bekledim. Adel’e laf atıp güldürürdüm şu ortamda ancak Noyan kendince olan sınırlarını bir nebze aşmıştı bugün.
Tüm günün yorgunluğunun ardından yemeğimizi yiyip üzerine de kahvemizi içtikten sonra geldiğimiz gibi tekrar çıktık restorandan. Yani Noyan yine ufak bir sitemle, ben ise kendisinin kollarında. Bu kadar kendimi idare edemeyecek halde değildim ancak istemsiz bir şımarıklık zihnimde kendi yerine kurulduğu için ses çıkarmamıştım.
Geldiğimiz otelin önünde de yine konforlu alanıma geçiş yaptığımda harelerim bizden daha hızlı olan Adel’in çıkışını izledi. Muhtemelen bütün alışveriş paketlerini odaya bırakmışlardı. Noyan çevredeki şaşkın ve garipser bakışları önemsemeden hatta kimsenin yüzüne bakmadan asansöre binip kata bastığında derince soluklandım. Balayı deyip durmuştu ve şu dakika bence fazla balayında olan çift görüntüsü çiziyorduk. Geldiğimiz kattan sonra ilerlediğimiz geniş koridorun sonundaki odanın kapısına ulaştığımızda muhtemelen kapı kartı için ayaklarımın zemine basmasını sağladı. İç cebinden kartı çıkarıp okuttuktan sonra kapıyı araladığı gibi bu kez tek kolunu belime sarmış ve atik bir tavırla içeri girmemi sağlamıştı.
Sırtımın sertçe çarptığı duvarla önce kapının gürültülü kapanması, sonra yakınımızda olan bütün çantaların devrilmesiyle Noyan’ın puslu mavilerini buldu gözlerim. Sinirli sayılmazdı fakat tamamen sakinde görünmüyordu. Gerginlikten aldığı sık nefeslerle göğsü hızlıca inip kalkarken kaşlarımı şaşkınlıkla havalandırdığımda dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırdı. Elleri belimin iki tarafını sıkıca kavrarken araladığım dudaklarımla ona eşlik ettiğimde anında çekilip sertçe yutkundu.
‘En dekoltelisi hangisi?’ fısıldarcasına konuştuğunda dudak büküp bilmiyorum demeye getirdim lafı, sonuçta makastan geçmesi pek hoşuma gidecek iş değildi. Hepsini yeni seçmiştim, üstelik nerelerde giyebilirim diye hesabını dahi yapmıştım üzerimde oldukları sırada. Şimdi birini bile Noyan’a kurban veremezdim.
‘Kesmeyeceğim, atmayacağım, söyle güzelim, en dekoltelisi hangisi?’ tane tane, sabretmeye çalışırcasına mırıldandığında bakışlarımı mavilerinden koparıp yerdeki devrilmiş çantalara çevirdim. Müsaade edercesine önüme diktiği bedenini hafifçe çektiğinde ayağımdaki topuklulardan kurtulup boynu bükük gibi uzağa fırlamış çantaya ilerlediğimde yakalayıp aldıktan sonra tekrar Noyan’a yaklaşıp uzattım.
‘Üzerinde görebilir miyim?’ elimdeki çantayı almadan konuşunca gözlerim kısılsa da başımı onaylarcasına sallayıp hangi odaya girmem gerektiğini kavramak istercesine etrafa bakındım.
‘Sağdaki ilk oda.’ Gösterdiği kapıya ilerlerken köşede tek başına kalmış ve ayakkabı olduğunu bildiğim çantayı da alarak içeri girdim. Üzerimdekilerden kurtularak elbiseyi giydiğimde odada olan boy aynasından da zorlukla sırtımdaki fermuarı çektim.
Aynadaki görüntüm ayan beyan çok abarttığımı bağırırken acaba Noyan’a bunu değil başka birini göstermeli miyim diye düşünmüyor değildim doğrusu. İnce bir v şeklinde inse de epey derince olan göğüs dekoltesi, arkaya uzanan hayalet askılar sayesinde iki yanından ayakta dursa bile neredeyse tüm omurgamı ortaya seren sırt detayı, bir de diz kapağımdan bir karış yukarıda olan eteğine rağmen sağ bacağımdaki yırtmacı. Sanki tek problem yırtmaçmış gibi neden orada olduğunu sorgulasam da olabilecek tüm kavga potansiyellerini değerlendirerek saçlarımı geriye attım. Gerçi sırtımı da, göğüs dekoltemi de kapatacak potansiyelleri asla yoktu ama bir ihtimalden geçerdi hepsi. Belki dikkatini dağıtır kısa saçlarım diye düşünecek kadar aklım havalanmıştı.
Bakışlarım bu kez girdiğimden beri inceleme zahmetinde bulunmadığım odada gezindi. Bu adamın cidden her ülkede evi, evi yoksa dahi bir otel süiti mi vardı? Tamam otele dışarıdan bakınca da şaşalı gözüküyordu fakat bu oda başkaydı. Ben özellikle tasarlandım diye çığlık atıyordu resmen. Dışarıdan bir duvar gibi dursa da odanın içinden bakınca o duvarın gizlenmiş ve gölgeli bir ayna olduğu anlaşılıyordu. Geniş ve ferah bir alanın tam ortasına konumlandırılmış, baş kısmı büyük pencerelere denk gelen yatağın iki yanındaki siyah komodinler odanın ortasına derinlik katmıştı. Çünkü oda siyahtı fakat öyle dümdüz bir siyah değil. İtalyan sıvasının arasına gümüş tozlar yerleşmiş ve biraz bari renk olsun dercesine yatağın iki yanına ufak halılar atılmıştı. Odada tüm bir duvarı ayna kaplamıyormuş gibi bir de siyah şifonyer yanına boy aynası yerleştirilmişti. Yatağın baş uçlarında ise detaylı gümüş renklerde okuma ışığının, loş ışığın ve ana ışığın olduğu aydınlatmalar. Oda anladığım kadarıyla sadece gizli ledlerle aydınlanıyordu çünkü herhangi bir avize yoktu. Kapıdan girer girmez sağ tarafta kalan alan ikiye bölünmüş, bir odaya yine füme renkte ahşap açık raflar, diğerine de alabildiğine geniş füme banyo yapılmıştı. Özenli, düzenli ve derli toplu duruyordu her şey. Ufak obje ve aksesuarlar hesap edilerek yerleştirilmişçesine kendindeydi oda üstelik.
Derin bir nefes alarak odayı değil artık kocamı kontrol etmem gerektiğinin bilincine vardım. Ağaç olmuş veya bir nebze gerginlikten patlamış olabilirdi. Odadan çıkmadan önce yanıma almayı neden akıl ettiğimi bilmediğim ama muhtemelen yangına körükle gitmek değil, koşmak istediğim ayakkabıları kutusundan çıkarıp giyerek omuzlarımı bir kez daha dikleştirdiğimde hızlıca bıraktım soluğumu. Kapıyı kenara kaydırıp bir adım atarken bakışlarım kadehi tepesine diken Noyan’ı buldu. Topuğumdan gelen ince tıkırtı bana dönmesini sağladığında sıkıntıyla dudaklarının üzerinde dili gezinmiş ardından hiç ama hiç gerilmemişçesine eğilip bir kadeh daha doldurmuş onu da tepesine dikmişti. Bıraktığı bardakla benim duraksayan adımlarıma inat o gelmeye başladığında çığlık atarak kaçmak istesem de epey yersiz olacağının farkındaydım. Sonuçta adamcağız sadece bana doğru geliyordu. Üstelik ondan beklemeyeceğim sakinlikle.
‘Bu değil mi?’ başımı onaylarcasına salladığımda parmaklarımı nazikçe yakalayıp elimi havalandırarak etrafımda bir tur dönmemi sağladığında o puslu maviler artık yangın yeriydi. Göğsünü şişirecek yoğunlukta aldığı nefes aslında bire bir gerginliğini korumak adınaydı belli ki. Bir adım daha atıp belimi kavradığında arkaya giden ayaklarıma rağmen üzerime gelmeye devam ettiğinde sırtım yeniden serin ve o duvar görünümlü aslında ayna olan yerle bütünleşti.
Durumum William Shakespeare’den ibaret olabilirdi şimdilik. Tıpkı dediği gibi, Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Düşüncemizin katlanması mı güzel, zalim kaderin yumruklarına, oklarına, yoksa diretip bela denizlerine karşı dur, yeter! Demesi mi? Şayet yorumlamam gerekirse az önce bela denizlerine karşı dur, yeter demeyi savunacakken, şimdi düşüncemiz katlansa ya sadece demenin yanlısıydım.
(🔥🔥+18 canlarım, yaş kısıtlamasına takılanlar biraz ileride olan kapıdan devam etsinler lütfen, kalan sağlar bizimdir, devam edelim…🔥🔥)
Ben hala Noyan’ın o depderin bakmış harelerine kilitliyken sertçe dudaklarımın üzerini kapatarak nefesimi kestiğinde parmaklarımda istemsizce omuzlarında yer edindi. Az önce kendi kendime nedenini sorguladığım o yırtmacın sanki görevi buymuş gibi parmakları usulca bacağımdan kasığıma yol çizerken diğer eli de sırtımdaki derin dekoltede yerini buldu.
Gerginlikten mi, Noyan’ın olduğundan daha sert olmasından mı, yoksa dokunduğu noktalardan mı bilemesem de bacaklarımın titrediğini hissettiğimde nefes almak adına geriye çektiğim başım duvarla birleşirken gözleri yeniden gözlerime dikildi. İçinde bir canavar varmış, onun bütün zincirlerini kırmış ve yaşadığı o karanlık inden çıkarmışçasına bakan gözlerine. Dudakları çekilse de parmakları varlığından zerre bir şey eksiltmezken hızla inip kalkan göğsüme çevirdi o puslu mavilerini ve yeniden sakince tekrar bakışlarımla buluştu.
‘Noyan…’ inler gibi çıkan sesime rağmen ne teninin varlığı tenimden çekiliyordu ne de gözlerindeki o ateşi harelerimden ayırıyordu. Bana kafayı yedirme gibi bir planı varsa çok etkili şekilde ilerliyordu en azından.
‘Efendim güzelim.’ Parmakları kasığımdan daha da derine kaydığında dudaklarımdan firar eden sesle memnun bir gülümseme belirdi yüzünde. Fakat benim nefesim az önceye oranla çok ama çok daha sıktı. Sanki tüm bedenime ortamın sıcağına rağmen buz gibi deniz dalgaları çarpar gibiydi ve tüm tenimle beraber ruhumda karıncalanıyordu.
‘Söyle Deran’ım. İstemiyorsan hemen geri çekilebilirim.’ Beynim işlevde olsa kesinlikle geri çekilmesini isteyebilirdim ancak erkeklerin bazen kanın beynine gitmediği gerçeği sanırım biz kadınlarda da mevcuttu. Libidom öyle tavan yapmıştı ki Noyan çekilse hatta kaçsa bile ben bulur üzerine atlardım eminim ki.
‘İstiyorum.’ İçimdeki ateş daha da körüklenirken gözlerimi sıkıca kapatıp başımı iyice geriye attığımda fazla oksijenden kafamın güzel olduğunu iddia edebilirdim. Hayır bu kafa güzelliği falan değildi. Bu resmen seks isteğim yüzünden zirve yapan hormonlarımdandı.
‘İstiyorsun…’ boynumda hissettiğim nefesiyle ne kadar sabit tutmaya çalışsam da başım titreyerek onay verdiğinde parmaklarının azabından kurtulmuştum ancak kalçamı sıkıca yakalayıp anında bacaklarımı beline sarmamı sağlamıştı. Boynumda, omuzlarımda bıraktığı dişlerinin hissiyatıyla göz kapaklarım hala kapalı kalırken nereye geldiğimizden bir haber olsam da sırtım yumuşak bir zeminle buluştu.
‘Aç gözlerini sevgilim.’ Yüzüme çarpan nefesiyle kirpiklerim titreyerek aralanırken hala beline sarılı bacaklarım ve ben eğer bir bütünsek acilen kendimize gelmemiz gerekiyordu.
‘Bunu dışarıda giymek için almıştın değil mi?’ parmağı kumaşın göğüs dekoltesinde gezinirken elinin tersiyle tenime tüy gibi dokunsa da başımı onaylarcasına salladım. Niyetim Noyan’ı çıldırtmakken ben nasıl çıldırmıştım anlam veremiyordum hâlbuki.
‘Giyersin güzelim… Giyersin…’ başını o da sallarken üzerime eğilip tekrar dudaklarıma oradan da boynuma yöneltti nefesini. Az önce yatakla sırtım arasında kalan eli çekilip belimden gerdanıma doğru ilerlediğinde sertçe yutkunarak karşılık vermekten ve gözlerimi aldığım hazla kapatmaktan başka bir halt yapamıyordum. Boynuma kadar ulaşmış parmakları çenemi nazikçe kavrayıp başımı geriye atmamı sağladığında ıslak öpüşleri resmen tenimi yakıyordu. Bu gidişat iyi değildi, Noyan’ın bu sakinliği asla iyi değildi. Ve bunu hissetsem de tepkisiz kalmam hiç ama hiç iyi değildi.
‘Noyan!’ kulağıma dolan kumaşın yırtılma sesi, artık tamamen açık karnımdaki parmaklarını hissetmemi sağlarken omuzumda ve boynumda aynı anda hissettiğim sızı yüzünden bağırdığımda hafifçe başını kaldırıp kollarını iki yanıma yaslayarak baktı. Yırtmaçların bir nedeni de başladıkları noktadan itibaren elbiseyi parçalara ayırabilmek için özel olarak tasarlanmış olmalarıydı anlaşılan o ki.
‘Elbiseyi kesmeyeceğimi söyledim, yırtmayacağım demedim o yüzden konusunu bile açmayalım.’ Sesinin her zerresinden ciddiyet akarken dudaklarını ıslatıp hafifçe tebessüm etti, ‘Aynısını tekrar alabiliriz ama istersen. Tam olarak böyle bir aktivitede kullanmak amacıyla.’ Gözlerim şaşkınlıkla kısılsa da baş parmağı az önce sızlamış omuzumda gözleriyle beraber gezdikten sonra bakışları tekrar mavi harelerimi buldu.
‘Şu an aşırı derecede gerginim, sağım solum belli olmayacak o yüzden tekrar soruyorum Deran.’ Kurumuş dudaklarımı ıslatıp gözlerine baktığımda hareleri yırtılmış elbise yüzünden sadece iç çamaşırlarımla olan tenimde aşağı doğru inerken derin bir nefes alıp tekrar baktı mavilerime ve konuşmasına devam etti, ‘Beni istiyor musun, geri çekileyim mi?’
Noyan’ın sesinden baştan aşağı ürkütücü ve gergin bir ton aksa da benim aklım zerre başımda değildi. Tüm gerginliğine rağmen muhtemelen kızarmış omuzumu görerek kendini zapt etmeye çabalasa bile sanki belamı arıyordum ve o da alenen burnumun dibinde duruyordu. Gerçekten zeki bir kadında aptallıklar yapabilirdi ve bende tam olarak o aptallığı yapmak adına araladım dudaklarımı.
‘İstiyorum.’ Dedikten sonra sertçe yutkunduğumda gözlerinden bir an şaşkınlık geçse de iki yanımda olan kollarını çekmiş elbisenin muhtemelen bağlantısı kalan son iplik parçalarını da koparmıştı. An itibariyle anladığım bir gerçek Noyan elli kez daha sorsaydı aynı soruyu ben aptallıkla ilgili Nobel ödülü olsa ona aday gösterilecek kadar istiyorum derdim. Daha önce gözlerinde rastlamadığım karanlıklarla boğulurken tenimde, ruhumda, tüm benliğimde hissediyordum dokunuşlarını. O kadar ki o dokunuşlarıyla da aklımı tamamen kaybediyordum. Eğer ki zahmet eder de beynim ben buradayım hala derse o koca duvar gibi duran aynadaki yansımamda vücudumun neredeyse her noktasında bilumum diş işi, kızarıklık veya morarma ile yüzleşmem gerekecekti. Keza neden bir duvar boyu ayna var artık anlıyordum. Ki Noyan’ın harelerine her denk geldiğimde de farkındaydım ki elbise gibi parçalanan iç çamaşırım da bu arbede izlerine şahit olmuş olacaktı.
Göğsümde ve bacaklarımın arasındaki parmakları tüm gerçeklikten soyutlanmamı sağlarken tek istediğim Noyan’la bir olmaktı. Gerek sertçe dişlerini geçirdiği boyunum, gerekse parmaklarının her dokunuşunu hissetmem resmen kıvranmama neden oluyordu. Sanki vücuduma onun çektirdiği azap yetmez gibi bende dudaklarımı dişleyerek kanatma çabasındaydım. Artık kızgın kumlardan serin sulara gibi bir anlayış biçimi kalmamıştı da sanki gömün beni o kuma diyecek seviyeye ulaşmıştım. Kızgın kumu istiyordum, tüm vücudumu kıpkırmızı yapacak olsa dahi, tam olarak onu istiyordum.
Puslu mavileri simsiyah bakarken kadınlığımda hissettiğim parmaklarıyla başımı geriye attım. Gözlerim sıkıca kapanırken kesik kesik aldığım nefesler yetmiyordu. Sanki bu hiçbir şey der gibi sağ göğsümde hissettiğim diliyle sımsıkı kapattım gözlerimi. Dokunuşları koca bir yangın çıkarıyordu fakat kül olmama fırsat verecek gibi de değildi. Dilinin ıslaklığı göğsümden karnıma doğru yol çizerken alt dudağımı dişlerimin arasında sıkıştırdım. Sesim, nefesim odanın duvarlarına çarpıp kulaklarıma tekrar yerleşiyordu ancak kasıklarımda hissettiğim sızı onları dahi boğuk duymama neden oluyordu. Ufak karıncalanmalar tüm bedenimi istila etmeye çalışırken ıslaklık kasığımda duraksadığında derince soluklanmaya çabaladım. Başımı yana bırakırken aynadaki yansımamıza gözlerim çarptı.
Oradaydık, olabilecek en saf, en duru ve savunmasız halimle ben, gözleri katran karası hal almış bu halimden haz alan sevdiğim adam. Birimiz ateştik, diğerimiz benzin. Birimiz suyduk, diğerimiz okyanus. Girdap içinde kalan bedenimle hiçbir mimiğimi kaçırmak istemeyen gözler, aşık olduğum puslu mavi bakışlar. Ayrılmak istemediğim o bakışlar için dirseklerimden destek alarak bir nebze bedenimi düzelttiğimde dudakları sol tarafa doğru kıvrılmış, gözleri ise neye odaklandığımı fark ederek yansımadan direkt olarak bana dönmüştü.
Kadınlığımdaki durağanlık harelerimiz çarpıştığında harekete geçerken iyice hassaslaşmış noktada dişlerini hissettim. İnlemem yine çarptı duvarlara, yine boğukça ulaştı bana. Bu kez düşmeyecektim, gözlerine bakmak, ben yandıkça onu da yakmak niyetindeydim. Başka bir yerde duysam veya görsem belki de iğreneceğim şey beni resmen deli ediyordu şu an. Çekilen parmaklarıyla rahat bir nefes alırken dişlerinin sızlattığı yerde dilini hissettiğimde yatağın üzerindeki elini yakalayarak geçirdim tırnaklarımı. Hissettiğim haz sadece bakışları yüzünden ikiye, üçe belki de dörde katlanırken dudakları bacağımın içine ufak öpücükler bıraktı.
Usulca olduğu yerden doğrulurken nasıl olduğundan bir haber açılmış gömleğini çıkararak kenara fırlattığında kendimi geriye çeksem de kısa sürede kemerini ve pantolonunu da çözmüştü ki bacaklarımı yakalayan elleri kaçtığım mesafeyi sıfıra indirgedi.
Kasıklarımda hissettiğim acıyla dudaklarımdan bir feryat koptuğunda parmaklarım sanki durdurmak ister gibi Noyan’ın göğsünde yer almış, o ise tek eliyle sıkıca kavradığı belim sayesinde bedenimi sabit tutmuştu. Kaçış ve kurtuluş noktası için çok geç kalındığını, canavarın artık benimle yüzleştiğini göstermek istercesine puslu mavi harelerinde ufacık bir şefkat parçası süzülmüyordu. Sanki ne yaptığını bilir, özellikle yapar gibiydi bakışları. Asla etkili olmayacağını bilerek de olsa insan kendi güvencesini kendisi sağladığında daha rahatlamış oluyordu ya da öyle hissediyor da olabilirdi emin değildim, fakat parmaklarımı Noyan’ın göğsünden çekme niyetinde asla değildim.
‘Gevşet kendini…’ göğsündeki ellerime rağmen üzerime eğilip kulağımın hemen altına dudaklarını bastıktan sonra mırıldandığında tamamen kurumuş ağzımla tekrar yutkunmaya çalıştım. Uyarısına, bakışlarındaki pervasızlığa rağmen hala kendini kontrol edebiliyor olmasına, şaşkınlığım zirvede olsa da sakinleştirmeye çalışırcasına bacaklarımdaki parmaklarının okşadığını hissettiğimde bir nebze sözünü dinleme yanlısıydım. Kendimi gevşetmezsem tüm civar tepemize toplanırdı muhtemelen. Zaten alan darlığı yüzünden dip dibe durmaları yeterli değilmiş gibi bir de klimanın nimetlerinden faydalanmanın aksine pencereleri açıyorlardı. İşin en kötü yanı ise Monte Carlo 16 derece olmasına rağmen benim için şu dakika cehennem sıcağındaydı. Şu an bu saçma salak ayrıntıları düşünmemem gerektiğini elbette bende biliyordum fakat her insanın acıdan, gerilen bedeninden kaçmanın yolu farklıydı.
Benimki ise asla durumla alakası olmayan şeyleri aklıma getirmekti. Gerçi Monte Carlo’nun kentleşmesi, binaları, açık pencereleri, hatta Noyan’ın dediği gibi denize beton döküp alan yaratmalarını düşünsem de aldığım hazdan kopamıyordum. Kendimi hem ufak bir çocuk, hem de bu kadar dişli bir kadın gibi hissetmek uçurumdan aşağı durmaksızın yuvarlanmak gibiydi. Bedenime çarpan taşlar, cildimi çizen bitkiler, tümüyle vücudumu saran toza toprağa karşı çıkamıyor, korkuyor fakat bu düşüşten zevkte alıyordum. Andan çıkmam gerekirken buradan kopamıyordum. Noyan’ın teninden, bakışından, öpüşünden çıkmam mümkün değildi.
‘Deran…’ bu kez sesi de iliklerime kadar işlerken bacaklarımdaki elinin birini belime yerleştirerek okşadı. Kaşları dikkatimi çekmek istercesine havalandığında gözlerinde benim bildiğim o şefkat hala yoktu, ‘Şimdi de kal. Benimle beraber tam olarak şimdide.’ Başını sanki bunu söylemez gibi sağa sola hafifçe salladığında derin bir nefes aldım. Noyan ise saniyeler önce konuşan dudaklarını dudaklarımla birleştirdi. Acıdan nasıl kurtulduğumu anlamış gibi olduğumuz andan, yerden, konumdan kopmamam adına dudakları sakince dudaklarımı hırpalarken kendimi kaptırmamı istediği yerin tamamen cinsel bir zevk ve dürtü olması gerektiğini anlatır gibiydi.
‘Benimle kal Tanrının hediyesi…’ fısıldayışı dudaklarıma nefesiyle düşerken kapattığım gözlerimi araladım. Aldığım hazzı tarif edemezdim. Noyan’ın dokunuşlarını, bakışını, hissettirdiklerini kelimelere dökemezdim. Tek bildiğim onu hissederken hücrelerimin parçalanıyor gibi olduğuydu. Her hareketi iç çekmeme, belimi kavislendirmeme neden olurken parmak uçlarının okşadığı bacağımı beline sardım. Noyan’la sevişmek bir çocuğun şeker istemesi gibiydi. Kendini istetiyordu. Ona ulaşabiliyordum. Fakat bir yandan da iç sesim zararlı diyordu. Ama tüm zararına rağmen istemekten ve uzanmaktan asla vazgeçmiyordum.
Doygunluğu ruhuma kadar işlerken sertleşen hareketleriyle beraber tutundum omuzlarına. İstediği gibi şimdiki zamandaydım. Onunla, teniyle, şehvetiyle kararan bir ekranın içinde gibi hissediyordum. Ciğerlerimi tarumar eden çıra kokusu kalbimi mest ediyor, belimi sıkıca kavrayan kolu ruhumu yenilgiye çıkarıyordu. Tırnaklarım derisine gömülse de farkında değildi. Dişleri tenimde iz bıraksa da umurumda değildi. Yatağın yumuşak zemininden çekip aldığı bedenimle beraber baktım gözlerine. Alevler arasında kalmış gibi parlayan hareleri içimi görüyordu sanki. Alevlerin arasında kalmış gibi hissedişimi, içimdeki gerginliği bire bir izliyormuş gibiydi. Sırtım soğuk ve sert duvarla birleşirken bu kez ben kapattım dudaklarının üzerini sertçe. Saçlarım parmakları arasında geriye savruldu, tenimizdeki nem birbirine karıştı fakat daha önce hiç öpmediğim kadar derin öptüm Noyan’ı. Dudaklarını her ısırmam sert bir darbe gibi döndü bana.
Nefesi nefesimden zorlukla koparken eli kalçamı kavradı, ‘Tehlikeli sularda yüzüyorsun Deran…’ saniyelik bir boşlukta mırıldanıp yeniden harman etti bizi birbirimize. Şehvetin arasında nefes alabilir miydi insan? Bence oksijeni sağlardı bir şekilde fakat nefes almayı asla aklına getirmezdi. Öyleydim. Öyleydi. İkimizde nefes almayı unutmuştuk ve ciğerlerimiz kendini tasarruf moduna almıştı. Sıkıca kavradığı ama nasıl yapıyorsa canımı yakmadığı halde beline sardığım bacaklarımın dermanı kalmamış gibi hissediyordum. O yüzden belki ritmik darbeleri can acıtmaktan çıkmıştı ama daha sert ve doyumsuzmuş gibi geliyordu.
Sırtım sert duvardan ayrılırken yatağın tam ortasına bırakılan bedenimle beraber üzerime eğildi. Hız kesmeyen her hareketi daha da sarhoş hissettiriyordu. Gözümün önünde parlayan ufak ışıklar vardı ve bir de karnımda hissettiğim o derin sıcaklık hissiyatı. İlk andan beri bacaklarım belinde değilmişçesine daha da sıkılaştı kaslarım. Bunu hisseder gibi az önce olan bütün aceleci hareketleri yavaşladı. Yataktan tek koluyla destek alarak biraz uzaklaştığında bakışları gözlerimden bir milim dahi sapmıyordu. Belini yavaş yavaş hareket ettirmeye devam etti, bu davranışı bile onu daha çok hissetmeme neden oldu. Tenlerimizin arasındaki milimlik bir mesafe dahi hava akışını hissetmeme neden olsa da bacaklarımın arasındaki sıcaklık şiddetle artıp yoğunlaşmaya devam ediyordu. Parmakları usulca çenemi yakaladığında aralanmış dudaklarımın üzerinde gezindi teni fakat ben az önceye oranla daha çok içimde hissetmek istiyordum onu. Gerginlikten tüylerim ürperiyor, boğazım kurumaktan çatlamış gibi acı içinde kıvranıyordu.
‘Büyüleyicisin… Hep öyleydin fakat şuan daha da büyüleyicisin.’ Dudaklarımın üzerindeki parmakları kayıp önce göğsüme süzüldü usulca. Hafif okşaması ucunda oyalanırken ciğerlerime sığmayan soluğum yüzünden kesik kesik nefesler almaya devam ettim. Aceleci değildi hali tavrı ancak benim vücudum çok aciliyeti varmış gibi hissediyordu. Ucunda teni dolaşan sol göğsümü kavradığında alt dudağımı ısırdım ancak Noyan’ın daha büyük planları var gibiydi. Usulca bedenime yaklaşırken dili göğsümün çevresinde gezindiğinde az önceden beri gerilmiş bacak kaslarım daha çok aralandı. İçimde usulca gidip gelmeye devam ederken dili göğüs ucuma ulaştığında inleme döküldü dudaklarımdan fakat Noyan sadece bununla sınırlı kalmayıp dişlerinin arasına sıkıştırdığında kendini sonuna kadar itti. Titreyen bedenime, kavislenen belime aldırmadan ve bırakmadan üstelik.
Rüzgar vurdu sanki yüzüme. Tüm bedenim kaskatı kesilirken bir elimin tırnakları Noyan’ın sırtına gömüldü, diğeri üzerinde olduğumuz örtüyü kavradı. Çok ama çok yüksek bir yerden düşer gibi hissettim. Nefes alamadığımı, alsam da bir önemi olmayacağını... Noyan’ın hırıltılı her nefesi inlememle daha da yükseldi. Yatak örtüsünü kavrayan elim avucunun içinde kaybolurken kenetledi parmaklarımızı. Hissediyordum, içimdeki sıcaklığı da, onun da nasıl kaldığını da kasıklarımda hissediyordum.
Alnı göğsüme düşerken baş parmağı okşadı elimin üzerini. Yasladığı alnındaki nem, sık alıp verdiği nefesler, hala sırtımda varlığını koruyan gergin parmakları kaç dakikanın geçmesine neden olduğunu bilmememe yer yapsa da Noyan sonunda bedenini yanıma bıraktığında gözlerini sıkıca kapatmasını süzdüm hayal veya rüya arasında sıkışıp kalmış hissetsem de. İki saniye sonra açıp gri tavanı süzdükten sonra başını bana doğru çevirdiğinde dudaklarını ıslatıp düzene girmeye başlayan nefesiyle izlemeye devam etti.
(+18 yaş sınırımız sona ermiştir canlarım…🔥🔥)
‘İzin vermemeliydin.’ Bitkin çıkan sesiyle gülümsemeye çabaladım, fakat buna bile takatim yoktu. Artık bacaklarımda, belimde, hatta sanırım tüm vücudum da hissiyat kaybolmuştu. Çünkü sinir uçlarım benimle değil gibiydi, resmen tüm vücudum uyumuştu. Bir güç umut ederek bacaklarımı toparlayıp cenin pozisyonu almaya çabaladığımda Noyan’ın gülerek dizimin altına destek vermesiyle başarıya ulaşabilmiştim. Yorgunluğun ve sıcaklığın etkisiyle kapanmaya çalışan kirpiklerime itiraz ederek araladım dudaklarımı.
‘Sigara içip buz gibi bir duş almak istiyorum ama-‘ duraksayarak tekrar yüzünde gözlerimi gezdirdiğimde gülümsemem sonunda dudaklarımda yerini aldı, ‘Buradan bedenimin kazınması gerekiyor sanırım.’
‘Yardımcı olmayı isterim ama çalan telefon ayağımın ucunda olduğu halde hiç almaya niyetim yok.’ En azından aynı harap haldeydik. Fakat ben telefonun çaldığını bile fark etmeyecek kadar kendimi kaybetmiştim. Onun cümlesiyle fark ettiğim melodi sustuğunda tekrar çalmaya başlayınca baygın bakan gözlerine gülümsedim.
‘Sence iç savaş çıkmış mıdır?’ telefona uzanmamak adına benden destek ister gibi mırıldandığında gülümsemem kıkırtıya dönüştü.
‘Benim için evet ama hattın ucundaki için emin değilim.’ Kalkmak istercesine hamlede bulunurken benimle beraber gülmeye başladığında başaramamış ama erinecek her insanın yapabileceği şekilde pantolonuna ayak parmaklarını takarak kendine yaklaştırmıştı. Sonunda cebinden telefonu çıkardığında sıkıntılıca nefesini bırakıp aramayı yanıtladı.
‘Efendim abi.’ Mırıldanıp başını beni görebileceği şekilde yana yatırırken birkaç saniye dinleyip gözlerini üzerimde gezdirdi.
‘Uyuyorduk çünkü, ondan açamadım.’ Göz devirip yeniden dinlemeye başladığında gülümsememle kıvrıldı dudaklarım.
‘Çok haklısın abi, o kadar yoldan uyumak için gelmedik ama hayatımızı sürekli kaydırma çabasında olan aile büyüklerimize de durumu anlatır ve rahat bırakmalarını sağlarsan eğer emin ol yaşımızın enerjisini gezerek harcayabiliriz.’ Telefonu kulağının üzerinde bırakıp boynuma doğru düşen saçlarımı parmaklarıyla arkaya çektiğinde sıkıntılıca nefesini savurarak inceledi çıplak bedenimi.
‘Bilmiyorum, Deran’da uyuyor, emin değilim.’ Başımı ne olduğunu anlamak için sallarken işaret parmağı yanağımda gezinmeye başladı, oradan boynum, göğüslerim ve belime doğru kayarak. Şuan Denker abiyi umursadığını, hatta söylediklerini anladığını dahi düşünmüyordum. Çünkü tek odaklandığı sanki birisi takip et demiş gibi tenimde gezen parmaklarıydı.
‘Bekle abim sorayım.’ Telefonu kulağından çekip sessize aldığında hala ne soracağını bekliyordum. Noyan ise dipsiz bir derinlikte olan bakışlarını gözlerime çevirebilmişti. Telefondan Denker abinin Gizay’a seslenmesi daha doğrusu bağırması duyulduğunda soracağı bir soru olduğu aklına gelmişçesine araladı dudaklarını.
‘Akşam muhabbet edeceğiz dedi ya, masa kuracaklar, toparlanabilir misin bilmiyorum. Gidelim mi yoksa bir sonraki güne kadar uyuyalım mı?’ sorusuyla acaba bacaklarımın bana olan hissiyatları geldi mi diye anlamak için parmaklarımı oynattığımda gülümseyerek başımı onaylarcasına salladım. Şart değildi fakat hep bir arada olmak istedikleri Denker abinin söylemesine rağmen tekrar aramasından anlaşılıyordu. Onu garip karşılayamazdım. Şu an Türkiye’den kilometrelerce uzakta olsak da bir arada olmadıkları zaman tıpkı Denker abinin olduğu gibi Noyan’da tedirgindi. Çalmamasına rağmen telefonunu her dakika kontrol edişinden, Denker abiye, Gizay’a ve Şanze’ye ayrı ayrı mesajlar atmasından anlayabiliyordum. Üçüne de o kadar farklı konularda sorular soruyordu ki eminim hiçbiri diğerine Noyan’ın mesaj attığını dillendirmiyordu dahi.
‘Geliyoruz abi. İki belki üç saate yanınızdayız.’ Karşıdan ne tepki aldıysa kaşlarını çatarak telefonu uzaklaştırıp ekrana göz attı.
‘Tamam afyonumuz patlasın bir, saatten haberim yok, görüşürüz.’ Sonunda konuşmayı sonlandırdığında derin bir nefes alarak dikleşti uzandığı yerden.
‘Saat on olmuş.’ Şaşkınlıkla mırıldandığında çatıldı kaşlarım. Ne demek on olmuştu. Olamazdı. Biz Monte Carlo’ya ayak bastığımızda zaten saat öğlen on bir civarlarıydı.
‘Hangi on? Öğlen on yok bildiğim kadarıyla, keza öğren on da hava kararmaz?’
‘Akşam on olmuş güzelim zaten. Biz kaçta geldik ya?’ mırıldanıp telefondan bir şeyler kontrol etmeye başladığında kaşları da şaşkınlıkla havalandı.
‘En son Gizay’la konuştum, beşmiş saat, yemek yedik, altıdan beri odada mıyız biz?’ duruma en az kendisi kadar şaşkın olmamın yanında yapıştığım yumuşak yataktan kurtulmam gerektiğini de biliyordum. Zorlukla kalkarken feryat eden bedenimle alnımı Noyan’ın omuzuna yasladığımda saçlarımın arasına dudaklarını bastırdı.
‘Hiç halin yok, arayıp vazgeçtik diyeyim.’
‘Belli ki hep bir arada olmamızı istiyor abin, kendime gelirim şimdi.’ Hala yıkılmaya ramak kalmış bedenimle bunu söylemem de başarı sayılırdı bence.
‘İsterse istesin, bana ne?’ umursamıyor gibi görünse de hala mesaj yazıyor olması aslında açıkça orada olmak istediğini daha doğrusu ailesini güvende görmek istediğini anlatıyordu. Noyan sadece burada değil, çoğu konumda diken üzerinde yaşıyordu bana kalırsa. Gördüğüm kadarıyla her an bir şey olacak gibi tetikteydi. Çoğu derin uykusunda yüz kasları gevşemiş olsa da bedeni asla rahatlamıyordu, hatta o kadar ki Tolga konusu ilk gündeme geldiğinde verandada otururken omuzlarına masaj yapmaya çalışmıştım. Çalışmıştım diye düşünüyorum çünkü buna çaba göstersem de omuzları o kadar gergindi ki bir süre sonra parmaklarım ağrımış fakat o gerginlik geçmemişti.
‘Noyan…’ mızırdanıp alnımı yaslandığım tenden çektiğimde gayet ciddi halde baktı yüzüme. Ben ise göz devirip hala tam anlamıyla bağımsızlığından vazgeçmemiş bacaklarıma zorla söz geçirerek odanın içindeki kapıya yönlendirdim bedenimi.
Aldığımız kısa duşlarla beraber ancak toparlanabilmiş bedenlerimizi arabaya atmış ve otele gelmiştik. Yolda olan kısacık zamanı bile kapattığım gözlerimle değerlendirdiğimde kendimi sonunda akla gelebilecek her türlü mezeyle donatılmış masada buldum. Elimdeki sigarayı kül tablasına bırakıp uçakta olan etek muhabbetine sinirli Gizay’ın isyanına kahkaha attığımda Denker abi burnumu iki parmağı arasında sıkıştırıp göz kırptı.
Noyan’ın o çelik gibi soğuk görüntüsünün aksine Denker abi karşımda deli, uslanmaz, çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı olabilecek bir adam gibiydi, durdurulmaz ve asla ama asla ardına dönüp bakmaz imajı çiziyordu hatta, fakat bu durumu yeni tanıyanlar veya onun göstermek istemediği kişiler tahlil edemezdi. Dışarıdan bakılınca kabul etmem gerekiyor ki Noyan’dan daha sert ve tavizsiz duruyordu, burada, ailesiyle olduğunun tam aksine... Eğer ki nasıl davranacağıma karar veremiyorum derse bardaki halini de düşünerek kesinlikle kabul ederdim. Çünkü ikisi de farklı bir adamdı, birbiriyle bağdaşmayacak kadar farklı üstelik. O gün buzdan bakan gözleri şimdi tam anlamıyla abi şefkatiyle bakıyordu.
‘Ya gelin hanım, bizim oğlan da böyle bir manyak işte. Neymiş, kardeşinin, karısının giymesini istemeyeceği boyutta etek üretime süremezmişiz.’ Baygın bakışlarıyla sırtımı göğsüne yasladığım Noyan’ı süzdükten sonra gözlerim otomatik olarak Şanze’ye kaydı. Denker abi bunu fark etmiş olacak ki eliyle anında onu işaret ederek gülmeye başladı.
‘Bacısı çok laf dinler ya hani. Görüntü hd ama bizimkinin efeliği ful hd. Yani sen aldırmayacaksın.’ Bakışlarımı yeniden Noyan’ın iki saat önce olan halini hatırlatan gözlerinden kurtararak Denker abiye çevirdiğimde bir kahkaha daha atmıştım ki devam etti konuşmaya, ‘Noyan bey çok sever böyle arıza çıkarmayı. Bildiğinden şaşma sen, giy istediğini, git istediğin yere. Bakma o da zaten normalde kıro kıskanç değil de kafası bozuk, arada donuyor, yanıt alamıyoruz.’ Dudaklarım kahkahamı tutmak adına sımsıkı birbirine basılıyken işaret parmağı öğüt verecek gibi havalandığında dikkat kesildim, ‘Haaa ama o telefonun açık olsun, bir durumla karşılaşırsan da bu gereksizi değil beni ara. Otuz kişi ağırlanmış bir mekanda elli tane ölüye gerek yok.’
‘Nasıl elli ölü?’ kaşlarımı çatıp baktığımda o sigarasından derin bir nefes çekerek havaya bırakıp sıkıntılı gözlerini önce Noyan’da gezdirdikten sonra bana çevirdi.
‘İçerideki otuz kişiyi öldürür, bir de üzerine sinirini alamaz takviye yapar bu manyak. Abi sözü dinle sen.’ Tekrar göz kırptığında kaşlarımı daha da çattım. Ne kadar Denker abi desem de abi kelimesi bana çok uzaktı. Hissel olarak özellikle dünyanın diğer ucu kadar mesafe vardı. Hatta o kadar uzaktı ki abiden önce aile kelimesinin anlamını çözmem gerekiyordu çünkü bilmediğim şeyler hakkında ruhum bir kabullenişe boyun bükemezdi. Daha ilk tanıştığımız zamandan beri sürekli abi şefkatiyle yaklaştığı gerçeğini asla es geçemezdim ancak garipti yine de. Fakat nasıl oluyor da böyle sevebiliyordu beni anlam veremiyordum. Tanışalı uzun zaman geçmemiş, benimle o kadar da vakit geçirmemişti, ki zaten beni ailem bile sevmiyordu, biyolojik olmalarına rağmen.
‘Neden seviyorsun beni?’ sorumla hepsinin gülüşmeleri duraksadığında Denker abi önce üç kardeşinde gezdirmiş ardından bana çevirmişti bakışlarını. Hiçbiri ne dediğimi anlamasa da o anlıyordu ve bunu sadece bakarak belli ediyordu. Ufak bir tebessüm yüzünde yer edinirken kısa bir anlığına çenesini başıma yaslamış Noyan’ın gözlerine bakıp sanki genetikmiş ama onda bir fazla varmış gibi gamzelerini göstererek gülümsedi. Noyan’ın sadece sol yanağı çöküyordu güldüğünde, epey de derin bir çukurdu fakat Denker abinin iki yanağında ufak çukurlar oluşuyordu. Benzerlikleri kadar farklılıkları da yadsınamaz bir gerçekti.
‘Kardeşlik başka bir şey. O kadar başka ki benden canımı isteseler gözümü kırpmam. Kendin ve sevdalığın dışında başka birini daha kalben hissetmektir kardeşlik. Zor bazen fakat anlatılması güç bir bağı da var aynı zamanda.’ Hareleri bir bir üçünün üzerinde gezinirken sonunda beni bulduğunda iç çekti, ‘Noyan benim dostum, arkadaşım olsa seninle merhabadan başka iletişim kurmazdım, kuramazdım yani, garip gelirdi. Fakat o kardeşim, canım, ciğerim. Hani kol kırılsa yen içinde kalır derler ya, öyle bir durum. O seni sevmiş, bana yargılamak düşmez. Aşık olmuş, bakışlarından bile belli. Şimdi ben aynı karında büyüdüğüm adamın sevdiği kadına abi olmayacağım da kime olacağım?’ kaşlarını havalandırıp ne dediğimi anlıyor musun der gibi başını salladığında gülümseyerek onaylamıştım fakat hem anlamamış hem de bununla sınırlı kalmadığını, konuşmaya devam edeceğini bir yudum alıp kenara bıraktığı kadehinden fark etmiştim.
‘Bir olay olsa onu korumadan önce seni korurum, yoksa döner iki gün sonra ben bu kadınla evlendim, sen zamanında bu kadını korumadın, emanetim o benim sana demez mi zannediyorsun. Nasıl bakacağım emanetimi niye korumadın diye sorarsa yüzüne?’ hiç anlamadığım konulardı. Körü körüne sadece kardeşi sevdi diye birini kardeş yerine koymak her zaman enteresan gelecekti bana muhtemelen. Ancak ne zaman bir araya gelsek dördünde de birbirleri için can vereceğini gösterir bakışlar oluyordu, o anlamlı bakışlar ise çoğu zaman bana da denk geliyordu.
‘Anlayacağın o ki gelin hanım Noyan benim yüreğimin parçası. Fakat onun yüreği sende, eee… Bana da onun yüreğini alan kadını sevmek düşer, kendi kardeşim gibi.’ Hafifçe öne eğdiği bedenini çekerek oturduğu koltuğa tam anlamıyla yaslandığında aklıma gelen bir başka soru için kararsızca araladım dudaklarımı. Yer ve zamanın doğruluğundan emin olamayarak tekrar kapatıp kadehi elime alarak tepeme diktim. Tüm terası Neşet Ertaş’ın sesi hafifçe dolduruyorken, üstelik bunu Allah’ın Monte Carlo’sunda yapıyorken belki de gerçekten merakımı içimde yaşamalıydım. Huzurlu hallerine limon sıkmak istemezdim en nihayetinde.
Mezelere yenisini eklemek adına önce Gizay, ardından ona yardım etmek için Noyan ve son olarak da bunlar beceremezler şimdi diyerek sanki mutfak konusunda doktora sahibiymiş gibi peşlerinden takip eden Şanze’yle bir sigara yakıp derince zehrini soludum. Dudaklarım arasından sanki mahkummuş gibi havaya hızlıca süzülen dumanda gözlerimi gezdirmeye başladım.
‘Belgi, abicim sana bir şey söyleyeceğim ama beni yanlış anlama olur mu?’ Denker abinin sesinden ilk kez tedirginlik aktığını fark ederken oturuşumu dikleştirerek baktım yüzüne.
‘Niye yanlış anlayım ki, söyle tabi.’ Omuz silkip bir kez daha sigaradan derince soluklandığımda sıkıntıyla gözlerini etrafta gezdirip kafasını toparlamaya çalıştı. Bunun bilincine varabiliyordum çünkü krizden çıkmışken bile bana moralimi düzeltmek adına kahve yap diyen bir adamın bu kadar uzun ve gergince sessiz kalışının sayılı nedenleri olabilirdi. Ya benim damarıma basacak bir şey hazırlamıştı, ki bu pek Denker abilik davranış değildi, ya kızacağım bir olay olmuştu ve anlatma görevi kendisine verilmişti, ki bence bu da olamazdı çünkü kızacağım olaydan Noyan’ın da haberi olurdu, kendisi de pek sinirlerini kontrol edemiyordu ve biz tüm gün bir aradaydık. Ya da aşırı derecede ciddi bir mesele vardı.
‘Alkol, sigara fazla tüketme olur mu? Yani, içiyoruz hep beraber, haddim değil karışmak ama…’ devam etmesi adına bakışlarımı gözlerine diktiğimde derince nefeslenip omuz silkti, ‘Sen dediğimi dikkate al.’ İşte bu hiç ama hiç beklemediğim bir şeydi. Şaşkınlıkla yüzüne bakmaya başladığımda bir tepki beklercesine harelerini gözlerime dikerken parmaklarımın arasındaki sigaraya kaydı bakışlarım.
‘Niye peki?’
‘Sana saçma gelebilir, hatta olur mu öyle şey diye düşünebilirsin ama ben bazı şeyleri hissederim. O yüzden fazla tüketme, sonra canın yanmasın abicim.’ Gözlerim açıklamasıyla masadaki kadehlere döndüğünde kaşlarım anında çatıldı.
‘Alkole bağımlı olabileceğimi mi düşünüyorsun?’
‘Hayır kızım ya, alakası bile yok. Bağımlılık, ne bileyim can sıkıntısından alkole düşmen falan zerre geçmiyor aklımdan. Aklı başında bir kadınsın sen, ayrıca alkoliklik mevzu bahis olacaksa su gibi viski içen kardeşim alkolik çıkar. Sadece hissettiklerim doğrultusunda konuşuyorum.’ Pes dercesine yüzünü buruşturduğunda kadehlerde, sigaramda yeniden gezdirdim gözlerimi.
‘Ne hissediyorsun ki?’ kaşlarımı havalandırdığımda gülümsemesi yüzüne dağılmıştı.
‘Boş ver orasını abim.’ Az önce alkol ve sigara uyarısına karşın şimdi kadehi tokuşturmak üzere bana uzatması ironik gelse bile anında karşılık verip dudaklarıma götürdüm bardağı. Bir yudum almadan duraksayarak camın soğuk yüzeyini okşayıp dudaklarımdan çektiğimde kimsenin olmayışından faydalanmak gelmişti içimden.
‘Sor hadi sor. Ahu’da aklına bir şey takılınca böyle bakıyor. Az önce de bir şey söyleyecektin vazgeçtin.’ Gülerek mırıldandığında bacaklarımı koltuğa çekip bağdaş kurdum.
‘Gönül davan varmış senin herhalde.’ Diyerek kaşlarımı havalandırdığımda dudaklarında ufak bir tebessümle bakmaya devam etti, ‘Ben bir miktar merak ettim ama Noyan, abim isterse anlatır dedi kestirip attı.’ Açıklamamdan sonra başını onaylarcasına sallamaya başladığında parmakları arasındaki kadehin dibi masayı bulmuş bir sigara da o yakarak tek bacağını katlayıp altına çekmişti. Gözleri içeriye dönse de yarım ve hüzünlü bir gülümsemeyle bana baktığında rahat edememiş olacak ki bıraktığı kadehteki son yudumları tepesine dikip derince soluklandı.
‘Bir şarkı var ya hani, bir gönül davası anlatsam ağlarsın diye, bizde de var öyle bir şey.’ Derken elini havada hafifçe salladığında kadehimden bir yudum alarak alt dudağımı ısırdım.
‘Anlatır mısın peki?’ başım da amcamda uyguladığım taktik alışkanlığıyla sağ omuzuma doğru usulca düşerken Denker abinin gözleri önce etrafta dolaşmıştı fakat çok geçmeden beni bulduğunda meraklı halime karşı gelememiş olacak ki gülümsemeye çabaladı.
‘Ağlamana yüreğim razı gelmez ama…’ doğru kelimeleri bulmaya çabalarken az önce içeri gidenler de ellerinde tabaklarla ve şişeyle geri dönmüşlerdi. Bakışlarım Denker abinin üzerinden ayrılmadan Noyan az önceki yerine yerleşip bedenimi yeniden göğsüne çektiğinde dudaklarını ıslatıp acı çeken bir gülümseme çıkardı ortaya, ‘Sevdik, yandık, yıkıldık, aldatıldık.’
‘Aldattı mı?’ şaşkınlıkla çıkan sesime çatık kaşlarım da eklendiğinde Denker abi başını onaylarcasına sallasa da Noyan’ın sesi başımın üzerinden anında yükseldi.
‘Hakkını yedirmem Gönül ablanın, kadın seni aldatmadı, felsefe uydurma bir tarafından.’ Olayı bire bir bilen iki insan, ikisinin de tamamen zıt şekilde konuyu açıklaması… Başımı hafifçe kaldırarak Noyan’ın yüzüne baktığımda onun çatık kaşlarıyla abisini irdelemeye çalışması takdir edilesiydi. Şu an gözlerinde bire bir Denker abinin bana karşı gösterdiği kardeş koruma kalkanının benzeri vardı.
‘Aldattı.’ İnatla ve gerçekten inanarak konuşan Denker abiye tekrar döndüğümde başını sağa sola sallamıştı Noyan’a karşı inkar etme der gibi.
‘Gönül abla ilişkinizin bittiğini söyledi abi, senelerce de kimse olmadı hayatında, dört sene sonra başkasıyla evlendi. Senin ayrılığı kabullenmemen hala beraber olduğunuz anlamına gelmiyordu o sıralar.’
‘O beni fiziki faaliyetleriyle değil, kalbi başka söylerken aklı çok farklı şeyler yaptığında aldattı. İnan bana bu da aldatmaktır Noyan. Bu kalbine ihanet etmektir.’ Denker abinin gergin tonuna rağmen Noyan onaylamazca başını sağa sola salladığında bakışlarım da durumu sakinlikle izleyen Gizay ve Şanze’de gezindi. Fakat Gizay’da çenesini tutamayacağına karar vermiş olacak ki kollarını bacaklarına yaslayarak öne doğru eğdi bedenini hafifçe.
‘Abi aldatmak, ihanet, çok büyük etiketler. Hepimiz kadar sende biliyorsun Gönül ablanın öyle bir şey yapmayacağını, laf mı şu söylediğin?’
‘Gitti lan gitti. Yüzüğünü salondaki orta sehpanın üzerine bıraktı, bitti Denker dedi gitti. Ben düğün hazırlığı yapıyordum lan. Ben o gün mobilya teslimatı için çıkmadım mı şirketten? Ya yanlış mı hatırlıyorum? Yirmi iki gün sonra düğünümüz vardı. Biz ilişkimizi bitirmedik oğlum, niye anlamak istemiyorsunuz. İlişkiyi bitiren Gönül’dü, bende ise yeri bakiydi. Dört sene sonra başkasıyla evlendi diyorsun.’ Gözleri anında yüzünü buruşturarak Noyan’a döndüğünde işaret parmağını da hızlıca üç kez masaya vurdu, ‘Dört sene boyunca kapısında köpek olmadıysam, her seferinde benim için bitmedi demediysem konuşun lan. Gitmedim mi ben o düğüne? Peşime takıldınız amına koyayım, gözünüzle gördünüz, ben o düğüne gitmedim mi!’ gözleri iki bedende de gezdiğinde tepkisiz kalmalarıyla histerik gülüşü dudaklarında belirmeye başladı.
‘Ayrılmışız, kim ayrıldı oğlum söyleyin bana. Dört sene gece gündüz demeden neden sorusuna bir cevap bulayım diye kapısında sabahlamadım mı ben? Ne yaptım ben o düğüne gidip? Kendi yüzüğümü de çıkardım o odada, dört sene o yokken bir dakika parmağımdan çıkarmadığım yüzüğü çıkardım. Bana mezardı orası lan, mezar odasıydı, ikisini de avucuna koydum. Bittiyse yüreğinde göm şu saksıya, bitmediyse de tut elimi çıkalım buradan, yüreğindeki adamı mantığınla aldatma dedim. Ne yaptı?’
‘Ağladı.’ Hiç sesi çıkmayan Şanze mırıldandığında üçünün de kavrayamamış gözleri ona dönse de Denker abi işaret parmağıyla anında onu gösterdi.
‘Bak, ne diyor, ağladı. Ben oturup kimseye şu herifle bastım, şurada el ele diz dizeydi demedim, diyemem de. Sadece aldattı dedim, kendini de beni de aldattı. Aldatmadıysa hala ben değildiysem gönlündeki, aklındaki niye ağladı?’ Diğer parmakları da düzleşip elini hafifçe havaya kaldırdı, ‘Ha…’ gözleri iki adamın üzerinde gezerken sıkıntıyla dudaklarını ıslattığında aslında nasıl bir kaosun ortasında kaldığımı da yeni kavrıyordum, ‘O imzayı attıktan sonra rahatsız etmedim, etmem de. İster aldatmış olsun ister siktiri basmış olsun benim yüzümden huzursuz yaşamasını istemem. Derseniz ki hala yoluna bakmıyorsun, her dakika aklında, doğru. Öyle de kalacak. Ben yüreğimi aldatmam, o Gönül davası benimle mezara girecek.’ Adı Gönül olan davanın belki de bire bir Denker abinin dediği şarkı gibi çıkması sadece izlememe neden oluyordu.
Öylece izleyip tüm şarkının her bir sözünü aklımdan geçirme mecburiyetinde hissettim kendimi. Mesela Denker abi hayatımda bir kez olsun görmediğim Gönül ablanın kasvetinin asıl mevzusu olmaktan vazgeçmişti. Bir meclis kurmuş onu da kalbinde bırakmış ancak o kadının meclisine mebus olmamıştı. Gönül ablanın duvarına kravatlı isyanını asarak dört koca yıldan sonra tek geceyle beraber uzatmamıştı. O çok iyi bildiğim parça şu an Denker abinin canının yandığı halde camı açsa da hala silip atamadığı o kadın, o dumandan haberdar değildi mesela. Nedenlerin arasında kalmayı bilmiyordum fakat üzerinden yıllar geçmesine rağmen Denker abi, Gönül ablanın şişelere koyduğu denizlerle batan gemileri boğazına dizmişti bir bir.
‘Ben onun bana gelme ihtimalinin üzerine kapkara kalemle çizgiyi çektim ama benim onu, onsuz sevme ihtimalim hala mıh gibi hayatıma çakılı. Hakkım varsa sırf sevdamdandır, o da sonuna kadar helal olsun.’ Zorlukla yutkunduğunda yeniden ıslattı dudaklarını, ‘Çok ah dediğim yer var ama ahım ayağına taş değdirmesin.’ Denker abinin son cümlesiyle göğsümün tam ortasına bir taş olarak yerleşti. Hepimiz göğüslerimizi patlatacak şiddette nefeslensek de o gram kıpırdamadan içindeki kasırgayla yaşamıştı. Görmeden, o anları bilmeden ve Denker abinin acısını dahi tatmadan kalbimin her yerine çakıl parçaları batıyordu sanki. Kalbim, nefesim çıplak ayaklarla camların üzerinde koşturuyordu da sürekli kan kaybediyor gibiydi. İçimde huzursuzluk yoktu, içimde kol gezen bir acı vardı şuan. O da zaten Denker abinin acısına sancısına denk gelmezdi.
Fonda naif sesli bir kadın ulaştı kulaklarıma, bitmemiş bir şarkı, dudağında bir yarım ezgi, sığınmak şarkılara, sığınmak bir ömür boyu, diyordu. Elimizde sigaraların gri dumanı, tepemizde yıldızları gizleyip saklamış bir gök, boğazımızda ise takılı kalmış bir sevda vardı. Allak bullaktı Denker abi. Ancak tek bir mimiği dahi kıpırdamıyordu, bu kadar sakin bir dağınıklık nasıl başarılırdı bilmesem de hepimiz ne halde olduğunu tüm kelimelerinden anlamıştık. Kendini terk eden bir kadına karşı hala sadık, sevgi dolu ve bağlı kalabilmesi ise beni ikilemde bırakıyordu. Bu aptallık mıydı yoksa aşık olmak mı karar veremez haldeydim…
‘Gideceğini bilirken neden kaçmadın abi?’ Şanze’nin mırıldanmasıyla ortamdaki derin sessizlik bozulduğunda bakışlarım ona döndü. Yüzündeki ufak hüzün kırıntıları dört yana dağılıyordu. Naif sesli kadın devam ediyordu şarkıya, gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış, gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi…
Şanze her daim mutlu olan bir kadındı, henüz çok sinirli, çok üzgün veya çok depresif halini görmemiştim, görmekte istemezdim fakat şu an abisi için hüzünde boğulan gözleri ve titreyen sesiyle aslında onu yıpratacak tek şeyin ağabeylerinin kalp kırıklıkları olduğunu anlayabiliyordum. Çünkü günler önce Noyan’ın harelerine bakıp ağlarken dahi ağladığı kendine yaşatılan acı oyun yüzünden değil, abisini hayal kırıklığına uğrattığı içindi.
‘Zorla yanımda tutsaydım evlenirken bile bana ağlamazdı Ahu. Eğer ki kaçsaydım, zorla yanımda tutmuş olurdum.’ Aldığı cevaba o hüzünlü gülümsemesiyle kollarını havalandırarak karşılık verdiğinde Denker abi o deli dolu ufak kadını göğsüne çekip başına dudaklarını bastırdı. Tekrar bedenleri ayrıldığında Şanze’nin yanağını sıkıştırıp göz kırparak gülümsedi anında.
‘Sen nereden biliyorsun bakayım o düğün mevzusunu, ayrılacağını bildiğim meselesini falan?’
‘Onlar seni takip etti ben onları, düğün mevzusunu oradan biliyorum. Diğeri de… Abimle sen konuşurken kulağım kapıya denk geldi, rüyanı duydum.’ Muzur gülüşü ortaya saçılırken hepimiz bu haline kahkaha attık. Ortamdaki kasvetin bir an evvel dağılması gerektiği konusunda muhtemelen hepimiz hem fikirdik.
En azından o davaya dahil olarak şuracıkta dertlere kalma ihtimalimiz vardı ve o dert havuzuna Denker abinin balıklama dalma isteği de yadsınamaz bir gerçekti. Kurduğu cümlelerin detaylarında boğulan ben dahi Denker abiyle o dert havuzuna atlamak isterdim.
Bazı adamlar güzel severdi. O kadar güzel severlerdi ki tek kelimesi dünyada cenneti de cehennemi de hissettirirdi. Bazıları sevmeyi bilmezdi. Bilmediği için eli ayağı birbirine dolaşır kendilerini asla olmadıkları biri gibi gösterirler ve hissettirdikleri şeyin sevgi olduğuna inandırmak için çırpınıp dururlardı. Gönül davası bu işe ne der bilmesem de bence Denker Visam dünya üzerinde hem güzel seven, hem de sevgisinin hakkını veren bir adamdı. Yitip giden bir sevdaya rağmen hala aşkının kendisi için pay biçilen kısmının arkasında durmasından dahi belliydi bu. Bazı sevdalar kavuşup mutlu sonlarla bitmiyordu. Bazıları gizli saklı, kocaman, dikiş tutmaz bir yara olarak bir bedenin içinde her gün kanayabiliyordu.
Canlıların hayatlarının başladığı ve bittiği noktalar çoğu kişiye belirli gibi gelebilirdi. Doğum ve ölüm. Ayrılmaz bir bütün gibi tüm hayatımızı çepeçevre sarar, kendini arada anımsatırdı ikisi de. Fakat insan tüm hayatı boyunca duyguları sayesinde defalarca yeniden doğabilirdi. Bu belki de yeni bir başlangıç, farklı bir hikaye şansıydı. Pek tabi insan defalarca da içinden kendi cenazesini de kaldırabilirdi. Aslında koca bir yaşam içinde her ikisine de gebe onlarca an saklanırdı köşe başlarında. Bazen hemen gözümüzün önünde olan ve dakikalardır aradığımız eşyayı bulamazdık. Doğum ve ölüm de tıpkı bunun gibiydi. Burnumuzun dibinde, her an varlardı ancak yaşamadan, onlara çarpmadan fark etmezdik. Ve ben ne yazık ki ölüme şu an Denker abinin gözlerinde rastlamıştım. Bir kadına deli divane yanı öylesine bir saldırıya uğramıştı ki çok uzun vakitlerde can çekişe çekişe içindeki o duyguyu gömmüştü. Üstelik yaşarken ve o duyguyu da yaşamaya devam ederken….
Gecenin geri kalanı neredeyse toparlanamayan ve parça parça olan konulardan birbirine atlayan muhabbetlerle sürmüşken bir nokta koymamız gerektiğinin bilincine vararak dağılmıştık. Kafamızın küçümsenemeyecek güzelliği bizi de bu otelde kalmaya zorladığından olsa gerek üzerimdekilerden kurtulup iç çamaşırlarımla kalsam da ikimizin de adımları direkt olarak yatağı bulduğunda Noyan’ın sert göğsüne sığındım. Bir kalkan gibi bedenimi saran, nasıl beceriyorsa sabaha kadar kıpırdanmadan sabitliğini koruyan vücuduna kollarımı sardığımda usulca ona sırt dönmemi sağlayıp enseme dudaklarını basarak yine elinin birini sol göğsüme, diğerini ise kasıklarıma yerleştirdi.
‘Ağrın var mı güzelim?’ kasıklarımdaki parmağı sanki ağrıyı yok etmek istercesine masaj yaparken daha çok sokuldum bedenine. Ağrım olması gerekiyor muydu bilmiyorum ama ben onu hissetmeyecek kadar sarhoştum. Üstelik arada dramatik bir an yaşamış olsak da en son yanlarından ayrılmadan önce neye güldüğümüzü hatırlamadığım kadar çok kahkaha atmıştım.
‘Kafam müthiş güzel, varsa bile hissetmiyorum.’ Sesimdeki mayışmış tınının bende farkındaydım. Hatta o kadar farkındaydım ki Noyan’ın beni duyduğunu sadece cevap vermesiyle algılayabilmiştim.
‘Hiçbir kafanın senin kadar güzel olamayacağı zamanlardan geçiyorum.’ Bu kez boynuma dudaklarını basıp geri çekildiğinde az önce yatağa hasretmiş gibi bakan halimin de duman olduğunu fark ettim. Başımda hafif bir dönme vardı, konuşmaya çalışsam kelimeler birbirine dolaşırdı fakat libidom, o asla sarhoş gibi değildi. Bozulmuştum herhalde, Noyan’ı istiyor olmam ki epey canım acımışken bir tek bu sonuca ulaştırabilirdi beni. Kollarının kıskacından kurtulmaya çalıştığım gibi yatakta oturur şekilde pozisyon alarak boş boş karanlık odaya göz gezdirmeye başladım ama o ne olduğunu anlamak için dirseklerinden destek alıp komodine uzanarak baş ucu lambalarının odayı aydınlatmasını sağladı. Bu halimin üzerine keşke yapmasaydı diyebilirdim çünkü hali hazırda uzayan kol kaslarına yürüme potansiyelim, mecburen aydınlatma anahtarına uzanırken gerilen sırt kaslarına ağzımın suyunun akması saniyeler içinde gerçekleşebilirdi.
‘Miden mi bulandı?’ çatık kaşlarla yüzümü süzerek mırıldandığında başımı anında sağa sola sallayıp dirseklerinden destek alan bedeninin üzerine çıktım daha doğrusu çıkmaya çalıştım. Dönen başıma rağmen bir çaba içerisinde bacağımı Noyan’ın diğer tarafına atma mücadelesine girsem de dengede kalamıyordum ve buna gülmekten de asla kaçınmıyordum.
Az önce endişeyle ne olduğunu anlamaya çalışan gözleri artık şaşkınlıkla olanları algılamaya çalıştığında başının iki yanına ellerimi yaslayıp dudaklarının üzerini kapattım. Adamın masumca sağlık sıkıntımı sorması herhalde benim bilinç altıma işlemiş cinsel isteğimi tetikliyordu. Veya ben kafayı yiyordum. Çünkü hali hazırda öylece donup kalan Noyan’a rağmen destek almak için elimi yerleştirdiğim göğüs kaslarının dahi sertliği daha dürtüsel onu öpmeme neden oluyordu. Nefesimizin düzene girebilmesi adına dudaklarından koptuğumda Noyan kendine gelebilmiş, ellerini sonunda harekete geçirerek kalçama yerleştirmişti fakat bunun benim gibi libidodan değil de aklı başında olan tavrından olduğunu fark etmem başını olumsuzca sallamasıyla oldu.
‘Saçmalama Deran.’ Zorlukla ayrılabildiği dudaklarımdan sonra benden bunu gerçekten beklemez gibi büyüttüğü gözleriyle konuştuğunda az önce benim baskımla serbestleşen dirseklerini tekrar yatağa yaslayarak dikleşti, ‘Gerçekten sarhoşsun aklın başında hareket etmiyorsun şu an.’
‘Sarhoşum.’ Derken bir yandan da başımı sallayarak onay verdim, ‘Ama seni istiyorum.’ Kıkırdayarak omuz silkip tekrar dudaklarına yaklaştığımda başlarda tepki vermese de karşılık bulmam gecikmemişti. Herhalde bir ara cesaret hapı falan almıştım ancak hiç aklıma gelmiyordu, çünkü Noyan’ın söylediklerinde bire bir haklı olduğunun bilincindeydim. Henüz masaya yeni oturmuşken hatırı sayılır ağrımdan da hatırlıyordum durumu. Sanki adama kırk yıldır hasrettim! Daha kaç saat olmuştu ki o yatak odasından çıkalı?
(+18 uyarısı!!! Yaş sınırına takılanlar lütfen ileriden devam etsin. Kalan sağlar kimlik kontrolüyle sınırlamalı alana dalabilirler…🔥🔥)
Ben kendimi kaybetmiş gibi nefesini kesmeye devam ettiğimde sıkıca bedenimi yakalayıp sırtını yatak başlığına getirecek kadar dikleştirdi. Üzerimde olan iki parçadan da kurtulmamı sağlarken harman olan nefeslerimizin birbirinden kopmamasını sağlayarak yapıyordu bunu. Çıplak bedenimin her santiminde parmakları gezerken dudaklarımız sonunda kopmuş ancak Noyan’ın nefesi iz sürmeye başlamıştı. Çenemdeki ufak öpücüğü boynuma, gerdanıma, göğüslerime inerken daha da derinleştiğinde belimin iki yanındaki parmaklarının da desteğiyle sırtımın yatakla buluşmasını sağladım. Daha doğrusu ben kendimi arkaya attım ancak Noyan takip edip bir haritada rota çizer gibi öpmekten vazgeçmedi.
‘Önceden olsa siktir git derdim, aşkına da ızdırabına da başlarım derdim.’ Dudakları tenimden ayrıldığında ılık nefesini karnımda hissettim, ne hakkında konuştuğunu şu an için algılayamıyordum, çünkü alkolle olduğundan daha fazla sarhoşlaşmıştı ruhum.
‘Şimdi o kadar hak veriyorum ki…’ karnımdan bacağımın içine doğru değen nefesi ufacık bir öpücük daha bıraktığında patlamak üzere olan göğsüme rağmen Denker abiye hak verdiğini anlayabildiğim için tebrik etmeliydim kendimi. Çünkü birisi kimden bahsettiğini sorsa cevap verecek halde değildim. Dahası beynimi de sarhoşluk ve libido etkisiyle çıkarıp komodinin üzerine bırakmıştım.
‘Acıtmak ama acıttığın halde vazgeçememekmiş sevmek.’ Diğer bacağımın içine de dudaklarını bastırdığında kavislenen belimin tek nedeni kasığımda hissettiğim nefesi yüzünden haz alan vücudumdu. Libidomu sakinleştiremiyordum. Kahretsin ki asla ama asla cinsel dürtümün tansiyonu düşmüyordu. Hatta tüm vücudum alev almıştı ve ben bu ateşi söndürecek tek kişinin Noyan olduğunu düşünüyordum. Ilık nefesi tüm bedenimi daha fazla yaksa da, kendisinin ateş olmasını, benim de yangın yeri olmamı sağlasa da...
‘Delirirken, akıllı kalmanın değersizliğini fark etmekmiş.’ Diyerek bir kez daha nefesini bacaklarımın arasında hissetmeme neden olduğunda başımı geriye attım. Bu elimde olan bir şey değildi. Verdiğim tepkiler tamamen vücudumun gösterdiği reaksiyonlardı fakat kafası güzelken adamın tepesine çıkan da bire bir bendim.
‘Noyan!’ engel olamadığım ses düzeyimle parmakları bacağımdan belime doğru yükselirken usul okşamasıyla dinginleşmeye çalıştım ama fırsat vermeye niyeti yoktu. Resmen hem vücudumu hem de ruhumu girdabın içine atıyordu her hareketi.
‘Ölürken, yaşamakmış sırf ismini söyledi diye.’ Her cümlesini bedenime ilmek ilmek işler gibi davranırken o girdap çoktan yutmuştu beni. O girdapta kayboluyor, düşüyor, yükseliyor, hatta can verir gibi soluklanıyordum. Az önce hafif dönen başım artık deli bir hale gelmişti sayesinde. Alkol kana bu kadar seratonin ve dopamin sağlar mıydı bilmiyordum fakat benim artık vücudumun dörtte üçü su değil bu hormonlardı, bunların başını da oksitosin çekiyordu.
‘Dokunmaya kıyamazken daha çok dokunmak istemekmiş.’ Saçlarını kavrayan parmaklarımla ne demek istediğimi ve ne dediğimi de bilmeyerek boğukça mırıldandığımda var olmanın başladığı bir keşmekeş içinde hissettim kendimi. Sadece sevişirken değil, her dakika bir tek dokunuşu, göz süzüşü bedenimi al aşağı ediyor, zihnimde bilmediğim bir kapının kilidini çeviriyordu. Kadın olmamın… Noyan her sıfatta onunla bir adım daha farklı oluşumu hissediyordu ki ben bunu daha önce asla ama asla tatmamıştım. Onunlayken kadın olmak, bire bir gerçekten kadın gibi hissetmek demekti.
‘Herkesin seks zannettiğinin aksine tüm vücudunu ezberlemek, yaralarını görmek…’ bir kez daha boğukça mırıldandığımda belime attığı büyük elinin desteğiyle bedenimi usulca dikleştirdiğimde puslu mavilerinde daha önce olduğu gibi yine ilk kez bir şeye rastladım. Aşk…
‘O yaraları söküp atmak istemekmiş.’ Dudakları tekrar dudaklarımla kavuşurken o puslu mavilerdeki aşkı görerek kapattım gözlerimi. Noyan’ı hissetmek kendimi hissetmekle eş değerdi belki de. Belki de var oluş amacımın en büyük kısmı bu adamı sevmekle taçlandırılmıştı. Arsız bir anda bu kadar duygu yoğunluğu yaşatması kendimi keşfetmemle ilişkiliydi. Çünkü bu zamana kadar kaybolup gittiğim her çıkmaz sokaktan sonra ucu koca bir ormana açılan adama rastlamıştım.
‘Sana aşık oluşumun altıncı ayı sevgilim. Tam bugün…’ dudaklarımızın ayrılmasını sağlayarak mırıldanırken hissettiğim kavuşmayla boğuk bir çığlık firar etti dudaklarımdan. Kucağındaki bedenimle sırtımı sarıp okşarken bir kez daha Noyan’a kavuşmak üstelik bunun itirafıyla beraber olması ruhumun dizlerini titretti.
‘Bir okul kampüsünden sinirle çıkmaya çalışırken gözleri deli mavi, siyah pantolonu ve kazağına zıtlık oluşturacak bahar bahçe saçlarıyla güzel bir kadına çarptığım o gün, bugün.’ Parmaklarım ensesine derin çizikler atmak istercesine olsa da duyduklarımla boynuma dudaklarını bastırdı.
‘Nasıl?’ karışmış kafam, bulanmış zihnim, ciğerlerime yetmediği için hızlı soluklanmalarım ve Noyan’a kavuşan benliğimle mırıldandım. Şu an anlatsa odaklanabilecek miydim? Asla. Fakat bu itiraf beklemediğim bir şeydi, hatta böyle bir durumun varlığından dahi haberdar değildim.
‘Sana çarptığımda deli mavilerinle çarpıştım ben, göğüs göğüse, sertçe, umarsızca ve hiç zamanı değilken.’ Sırtına uzanan elimi çekip göğsünün sol tarafına yerleştirerek belimi hareket ettirmem için de kolunu kontrollü şekilde sıkılaştırdığında başımı geriye attım.
‘Bu hazzı hissediyorsun değil mi?’ sesi fısıltılıydı, baştan çıkaracak bir fısıltıya sahipti ve ben kollarında da olsam, onunla birleşsem de Noyan’ın kelimeleri daha fazla ona karşı istek duymama neden oluyordu. Kafamdaki güzelliğe rağmen içimde hissettiğim dolgun hareketler kaslarımın gerilmesine neden oluyordu. Hatta yetmez gibi daha da sarhoşlaşmama…
‘Evet.’ Nefes nefese kalmış halime rağmen kısık sesle konuşmasına cevap vermekten kendimi alıkoyamadım. Parmakları yanından uzanan bacağımda gezinirken okşayışı içimin erimesine neden oluyordu.
‘Bunun binlerce kat fazlasını sadece gözlerine bakarak hissettim. Seks, alkol, herhangi bir şey asla ama asla o hazzı veremezdi bana. Kalbim şimdi olduğundan yüz kat hızlı attığında hala sol yanımda bir kalbim olduğunu hissettim.’ Ne onun desteği ne de benim hareketlerim, şu an yaşadığımız şey aslında bire bir ikimizin birden kaybolduğu durumdan halliceydi.
‘O kadar zamansızsın ki.’ Diyerek yaklaşıp dudaklarımın üzerini kapatarak yavaşça öptükten sonra uzaklaştığında alt dudağımı dişlerim arasına sıkıştırdım, ‘Sen benim en güzel zamansızlığımsın Deran.’ Hareketlerimiz ne kadar yavaş olsa da Noyan arkaya doğru yatıp beni üzerine çektiğinde tekrar dudaklarımın üzerini kapatırken aslında her anı, hazzı doruklarında yaşamam için sakin kaldığının da bilincindeydim.
‘Sen benim şu hayatta yerine kendimi kıracağım tek insansın.’ Dudaklarımız ayrıldığında başımı başının yanına yüz üstü bırakmıştım ki kulağımın hemen altındaki dudaklarını hissettim.
‘Sen benim yaşama olan inancımsın.’ Göğsünden destek alan elimle hafifçe doğrulduğumda hareketlerimiz durmasa bile bakışlarımız zamanın önemini kaybettirmişti. Vakit akıyor muydu bilmiyordum ancak bizim için durmaya yeltenmiş, tüm iliklerimize kadar bu anda kalmamızı sağlarmış gibiydi.
‘Sen sadece Noyan olmayı istememe sebepsin.’ Belimi saran kolundan sonra bir elini de sırtımda hissettiğimde dudakları şah damarımda yerini aldı. Tenimdeki dokunuşları da kadınlığımda hissettiğim darbeleri de sertleşirken ellerimi yastığa yerleştirdim. Burası birçok illegal dünyanın at koşturduğu yerdi fakat bizim nefes nefese kalıp, nemli tenlerimizin defalarca ve fazlaca buluştuğu alandı. Her darbesi bir öncekinden daha güçlü olduğunda oynattığım belimle tenimdeki parmakları sıkılaştı. Beni kendine iyice bastırırken farkında dahi olmadan omuzuna dişlerimi geçirdim. İkimizin de ruhlarıyla beraber bedenleri de bir yaprak misali hem gerilip hem titrerken bir an dudaklarını ve nefesini damarımın üzerinden çekmeden yorgun sesiyle fısıldadı.
‘İsmin ismimin yanında kalsın diye dünyayı alaşağı ederim.’ Cümlesi kulağımda bir fısıltıyken belimdeki parmakları usulca gevşedi. Tenimizdeki ürperme hala yerli yerindeydi ancak libidomuzun bizlere sağladığı yetkiyle az önce olan gerginliği hiç yokmuş gibi tenimde tüy hafifliğinde dolaşmaya başladı parmakları. İçimdeki hareketleri artık daha sakin, daha ıslaktı. Fakat parmakları o kadar güzel okşuyordu ki tenimi zaten loş olan odanın karardığını, zihnimde şimşeklerin çaktığını hissettim. Kasılan bedenimi sımsıkı kavrayıp dip dibe olan tenlerimizi yasladığında dudaklarımdan kaçan inleme çarptı duvarlara. Sıcak dudakları ve nefesi boynumda, omuzumda gezindi. Titremesine engel olamadığım tüm kaslarım ve ruhumla bıraktım kendimi Noyan’a.
Başım dönmeyi bıraktı, bulanıklık kafamdaki şimşeklerle beraber son buldu. Araladığım göz kapaklarımı ne zaman kapattığımın farkında dahi değildim. Nefes nefese derin mavileriyle bakışlarım çarpıştığında dudaklarındaki ufak tebessüme rağmen derince çökmüş sol yanağındaki gamzesini fark ettim. Sımsıkı sardığı bedenimi bırakmadan, tenlerimizin ayrılmasına müsaade etmeden bacaklarımın belini sarmasını sağlayıp bir elini kalçama sürükledi. Hareketlerini duraksatmıyordu fakat can yakmamak için hızlanmıyordu da. Tırnaklarımın artık yer yaptığı omuzundan elimi usulca çekip sol yanağındaki o gamzeye uzandığımda hırıltılı nefesi doldurdu odayı. Parmaklarım hala gamzesindeyken başını geriye bıraktığında beni de kendisiyle beraber yastığa çekti.
‘Beni biri öldürecekse o sen olacaksın.’ Gergin sesi hırıltıyla kulağıma çarparken belimi ve bacağımı saran parmakları sıkılaştı tamamen gevşemeden önce. Kalbim deli gibi atıyordu. Hatta olduğum noktada Noyan’ın nefes alışverişleriyle beraber kalbimin sesini de duyuyordum. Birbirimize karışmamız o kadar anlık ve aynı zamanda uzun bir süreç haline dönüşüyordu ki vücudumdaki engel olamadığım o rahatlama hissiyle kendimi Noyan’a teslim ediyordum.
(18 bitti, hadi devam edelim…🔥🔥)
Gece orada son buldu, gün orada başladı. Sımsıkı birbirine kenetli bedenlerimiz oracıkta ant içmişçesine birbirinden kopmadı dahi. Resmen yarı açık bilinç halindeymiş gibiyken belimdeki eli tamamen sarılmış diğer elini de sırtımın sol tarafına yerleştirmeden önce üzerimizi örttüğü ince kumaşın serinliğini hissettim uykuya kapılmadan birkaç adım önce.
Saçlarımda hissettiğim parmaklarla beraber mırıldanarak bacaklarımı daha çok karnıma çektiğimde hissettiğim ağrıyla inledim. Bedenimi çevirmeye çabalasam da o gücü kendimde bulamadığımdan bir inleme daha döküldü dudaklarımdan. Başımda bir ağrı vardı fakat o kadar azdı veya kasıklarımdaki ağrı o kadar fazlaydı ki beni rahatsız etmiyordu. Tamamen kasık ağrımla iki büklüm olduğumda sertçe yutkunmaya çabaladım.
‘Geçecek güzelim.’ Şakağımdaki dudakların fısıltısıyla kirpiklerimi araladığımda bitkin düşen bedenimi de yeni fark ediyordum. Bakışlarım Noyan’ın puslu mavilerini bulduğunda bacağımı kıpırdatmaya çalışıp hissettiğim ağrıyla buruşturduğum yüzüm bir olurken onun da bütün mimikleri gerilmişti.
‘Oturabilecek misin? Kahvaltını yap ilaç iç.’ İçinde olduğum o tıp acilen ilerlemeli ve regl ağrısı için bir sonuç bulmalıydı çünkü ben artık bu sancıyı her hissettiğimde köşeden bana el sallayan kan ve acıya yakın bir dostummuş gibi davranmak istemiyordum.
‘İstemiyorum…’ başım çatlıyor, karnım kıvranmama neden oluyor, bir de üzerine kasıklarımın üzerinde resmen biri tepiniyor gibi hissediyordum. Normalde sevmediğim o kahvaltıyı şu dakika hiç ama hiç istemiyordum ki tekrar araladım dudaklarımı, ‘Ağrı kesici içeyim sadece.’
‘Olmaz, miden ağrır bu seferde. Önce kahvaltı.’ Başımı sağa sola sallayarak cevap vermeye çabalasam da başıma saplanan acıyla gözlerimi sıkıca kapattım.
‘Hastaneye gidelim.’ Kıpırdandığını hissederek anında bileğini yakaladığım gibi tekrar elini saçlarıma götürdüm.
‘Ağrı kesici alıp dinlenmek istiyorum sadece.’ Parmakları saçlarımı okşamaya devam ettiğinde tekrar eğilip şakağıma dudaklarını bastırdı.
‘Olmaz Deran, miden ağrır, daha kötüsü zehirlenirsin, bir şey yemeden ilaç içemezsin.’
‘Ağrı kesiciden zehirlenmem, bir kutu değil bir tane içeceğim.’ Ağlamak üzereymiş gibi çıkan sesimle beraber saçlarımdaki parmakları çekilirken sırtımı kavramaya çabaladı.
‘Ben sağlam iş yapayım da. Hadi oturmaya çalış biraz.’ Kolumun altından geçirerek sarmaya çalıştığı sırtımla bir kez daha dudaklarımdan acı bir inleme firar etti. Sadece alkol veya sevişme yüzünden olabilecek ağrı olmayacağının, bir de anında dolan gözlerimle farkına vardığında sertçe yutkunup olduğu gibi kalakalmış Noyan’a baktım.
Elim kenardaki telefona uzandığında aydınlattığım ekranda gördüğüm tarihle iç çektim. Fark etmemiştim ama malum gün çoktan geçmişti ve ben aklımı meşgul eden ölüm, kalım, evlilik ve kaos meseleleri yüzünden reglimin geciktiğini bile anlayamamıştım. O da elbette canının sıkıldığı ilk dakika geleceğim bak ben sinyali veriyordu.
‘Lütfen… Sadece ağrı kesici istiyorum.’
‘Ağlayacağın kadar mı acıyor canın?’ az önce çabaya giren yüz hatlarını endişe esir aldığında başımı sağa sola salladım yavaşça.
‘Deran’ım… Yapma ama ağlıyorsun.’
‘Regl olacağım Noyan, salsan mı beni?’ isyan eden halimle kaşlarını anında havalandırarak süzdü. Sanki hayatında ilk kez böyle bir durumla karşı karşıya kalmış gibi dumura uğradı. Hatta o kadar ki sanırım benim utanmam gerekiyordu ama utanmadığımı görünce yüzünde hafif bir kızarma oldu. Bu hali o kadar komikti ki eğer sancı çekmiyor olsam kahkahalara boğulabilirdim. Elleri havada öylece bakarken parmaklarını karnıma doğru yaklaştırsa da muhtemelen aklına gelen başka bir şey sayesinde vazgeçti.
‘Ne yapmalıyım peki?’ çekinircesine mırıldandığında zorlukla araladığım kısık gözlerim arasından süzüm her mimiğini. Bu sorunun en basit cevabı muhtemelen hiçbir şey yapma olurdu ancak yanımda mevcut olmayan ihtiyaçlarım göz önüne alınırsa tutup tatlı sevgili rolü oynayarak utanmayacaktım. Ki zaten reglden utanan bir kadın varsa acilen bana getirmelilerdi çünkü adamlar onlardan bu sayede çocuk sahibi olabiliyordu ve ayaklarını denk almalıydılar. Bu malum günlerin bendeki etkisi ise iç sesime yansıyan gerginlikti. Dahası vardı ancak Noyan’ın en fazla çekeceği şey bir anda saman alevi gibi parlayan sinirim olabilirdi.
‘Kahvaltı yap diye ısrar etme, ped bul, bir de kıyafet.’
‘Bu kadar mı sadece?’ sorusuna başımı sallayarak onay verdiğimde gözleri bir anlığına arkasında kalan masaya dönse de derin bir nefes alıp çıktı yataktan.
‘Duşa girmek ister misin? Yardımcı olayım?’ yüzündeki ürkek ifadeyi emindim ki kimse göremezdi. İstemsizce dudaklarım kıvrıldığında tekrar saçlarımı okşayıp başımın üzerine dudaklarını bastırdı. Şakağımdan kopan dudaklarıyla ağrı kesiciyi kenardaki komodinden alarak dudaklarım arasına bıraktığında başımdan destek vererek üzerine su içmemi sağladığında içimden böyle de yutarım demek gelse de dilime kilit vurdum. Zaten ürkek ürkek bakarken bir de aldığım ilaçları yeniden aklına getirmesi hiç mantıklı olmazdı.
‘Ben gelene kadar uyu, gelince duşa girersin olur mu?’
‘Merak etme ölmüyorum, yorgunum sadece.’ Gülümsemeye çabalasam da başını sağa sola sallayıp tekrar dudaklarını şakağıma sıkıca bastırdı.
‘Sen sözümü dinle. Ayağın kayar falan, bekle beni.’ Islak bile olmayan banyoda ayağımın kayma ihtimali yüzde kaç ise Noyan’ın bu cümlesi o kadar mantıklıydı işte. İç çamaşırının üzerine şort ve tişört giyerek çekmeceden de birkaç parça eşta aldığında koşar gibi terk etti odayı. Benim ise ardından dediğini dinleme kısmım gerçek oldu. Hali hazırda gözümü açabilecek potansiyelim yokken kolayıma geldi desem yanılmazdım sanırım. Bu sancılar henüz sırtıma vurmamışken yataktan kalkmamı gerektirecek aciliyet söz konusu olamazdı. Kalksam da bir halt yapamazdım zaten. Keza hep böyle olurdu bu haftada. Acıdan kıvranırdım, kendimi odaya kapatırdım ve kimse bunu fark dahi etmezdi. Özge hanım veya Firuze hanım odayı toplamak, ilaç getirmek söz konusu olur gelseler dahi görmezlerdi. Bilmiyorum, belki de görmek istemezlerdi. Sadece Özge hanımın arada sakinleştiricilerin yanına ek olarak bıraktığı ağrı kesiciler olurdu. O evde varlığımı fark etmeyen, odadan çıkmadığımı anlayan daima Gökmen abi olmuştu. Belki yetiştiği ortamdan, belki de utanacağımı düşündüğü için o da fazla sesini çıkarmaz sadece bir kez hastaneye gitmek isteyip istemediğimi sorardı. O çağ gelip çattığından beri bu acı çekmelerim devam etmişti, hala da ediyordu ve ben alışmıştım.
Kapının gürültülü kapanma sesi, Noyan’ın sessiz olmaya çabalarcasına dudaklarından mırıldanma gibi dökülen küfürle gözlerimi araladığımda yüzündeki mahcup ifadeyle derin bir nefes aldı.
‘Ne diye para ödüyorsam ben bu dangalaklara, adam akıllı kapı kapatamıyorlar daha, seni de uyandırdılar.’ İsyanıyla eş zamanlı gözlerim elindeki çantalara takıldığında biraz daha dinlenmiş olmamın desteğine dayanarak dirseklerimi yatağa yaslayıp doğruldum. Herhalde tüm Monako’yu satın alma girişimi olmuştu. Aksi taktirde bunca çantanın içine başka bir şey sığdıramazdı.
‘Hayırdır sevgilim, benim alışveriş hastalığım sana mı bulaştı?’
‘Kısmen olabilir. Baktım baktım, hiçbir halt anlamadım paketlerin üzerinde yazanlardan, sonra marketteki kadına açıkladım durumu, o bir öneride bulundu ama içime sinmedi.’
‘Ne önerdi de içine sinmedi?’
‘Alerjik reaksiyonu söz konusu değilse bunu alın dedi.’ Paketleri yere bırakıp arama çabasına girerek sonunda bulduğu paketi kaldırdığında başımı onaylarcasına sallamıştım ki az önce içine düşmek üzere olduğu çantayı alıp yatağın üzerine ters çevirdi. İçinden dökülenlere şaşkınlıkla bakmaya başladığımda gözlerim usulca Noyan’ın sıkıntılı halini buldu.
‘Bunlara erkekler için açıklama yazmaları lazım, kadınlar için değil.’
‘Ama siz değil biz kullanıyoruz?’
‘Bir yerde regl sancısının kalp kriziyle eş değer olduğunu okumuştum, kalp krizi geçiren kadın markete gidip ped mi alacak bir de? Hem niye bu kadar marka ve çeşit var?’ gözleri bana dönmese de anlamaya çalışırcasına tekrar paketleri süzdüğünde önce iki farklı ped markasından birer tane çıkararak inceledi. Karşımdaki sanki Noyan değil de beş yaşında meraklı bir çocuk varmış gibi hissediyordum. Ben direkt olarak ped istesem de kendisi yetinmemiş olacak ki regl döneminde kullanılabilecek ne kadar hijyenik ürün varsa hepsinden almıştı.
‘Ne farkı var bunların? Hayır varsa bile neden bu kadar benziyorlar.’ Diyerek hala incelediği iki pedi bana çevirdiğinde gülmemek için birbirine bastırdığım dudaklarımla süzdüm yüzünü, ‘Deran.’ Gözleri sonunda bana dönerken kaşları da çatıldı, ‘Hani sen alışveriş yaparken çok kafan karışıyor ya, bunlardan alırken karışmıyor mu?’
‘Hayır karışmıyor, çünkü tam olarak o önerileni kullanıyorum.’ Elindeki paketlerden birini alıp gülümseyerek gösterdiğimde anlamaktan çok aklına not ettiğini belli edercesine salladı başını, ‘Yanlış anımsamıyorsam Şanze’de onu kullanıyor.’ Diye devam ettiğinde bu kez ben kaşlarımı havalandırdım. Markete gitmeden önce utandığını düşünmüştüm fakat belli ki ilk kez ped almıyordu.
‘Şanze’ye de ped aldın mı daha önce?’ dudaklarımdaki ufak tebessümle mırıldandığımda başını onay verircesine salladı.
‘Defalarca. Fakat hiç böyle detaylı bakamadım. İlk alıp götürdüğümde incelemek istedim ama kafama paket fırlattı. Sonra da odadan kovdu. Bende bir daha cesaret etmedim. Çok huysuz oluyor, hatta huysuz değil sadece cellat gibi tavır takınıyor.’ Açıklaması kıkırdamama neden olurken iç çekerek bir karnıma bir de yüzüme göz gezdirdi, ‘Peki her ay bu kadar canın acıyor mu?’
‘Genelde ağrı olur ama şu an aynı anda yorgunluğumda var. O yüzden yataklara düştüm.’ Külliyen yalandı ve evet her seferinde böyle sürünecektim. Şuan belki diğerlerine oranla biraz daha fazlaydı fakat öyle veya böyle her ay yaşayacaktık aynısını.
‘Anladım… Anladım anlamasına da, güzelim siz acı çekerken sınavlara, işe falan nasıl odaklanıyorsunuz ki?’ herhalde birinin beni komaya sokacak kadar dövdüğünü hissediyormuşum gibi düşünüyordu, öyle düşünüyorsa da haklıydı. Yüzündeki her mimik, gözlerinin içine kadar işlemiş ne yapacağım çaresizliği o kadar belli oluyordu ki hastanelik falan olsam şu sıfatındaki acıyla eş değerini görebilirdim muhtemelen. O yüzden de sesimi çıkarmamam en sağlıklısı gibi duruyordu.
‘Alışılmış acı. Bazı şeylere vücut kendini hazırlıyor tabi bu ağrı olduğu gerçeğini değiştirmez ama kabullenmek bir bakıma.’ Omuz silkip bacaklarımı yataktan sarkıttığımda kasığımdaki sızıyla yüzümü buruşturup iç çektim. Komodinin kenarından sarkan tişörtü alıp başımdan geçirip ayağa kalkacağım sırada bakışlarım Noyan’ın benimle beraber buruşmuş yüzüne döndü.
‘Toplantıyı iptal edeyim Türkiye’ye dönelim. Dinlenirsin hem, böyle sıcakta çekilecek dert değil şu yaşadığın.’
‘Saçmalama, sen toplantına git, bende bir duş alıp tekrar yatarım.’ Elimi yanağına yerleştirip şu an belli olmasa da gamzesinin olduğu noktayı işaret parmağımla okşadığımda kaşlarını havalandırıp indirdi.
‘Bırakamam ki seni yalnız. Burada kalsak bile gitmem toplantıya.’ Elimdeki pedle ortaya bıraktığı diğer çantalara yönelip bedenimi bilmesine şaşırmama rağmen iç çamaşırlarından ve muhtemelen rahat etmem için olan şortlu pijama takımından çekip aldım. Gözlerim katlanmış ve yeni tekstil ürünü gibi kokması gerekirken buram buram yumuşatıcı kokan kıyafetlerden usulca ona döndü.
‘Noyan…’ sesimdeki mızırdanan tona gülümsemeye başladığında başıyla banyoyu işaret ettiğinde hala yatağın üzerindeki paketlerden birini alıp sanki bir şey düşünür gibi etrafa göz attı ama benim meselem şu an banyo, toplantı veya Noyan’ın gitmesi değildi.
‘Kıyafetler yıkandı mı?’ diyerek kaşlarımı havalandırdığımda düşünceli gözleri beni buldu. Başını onaylarcasına sallarken sanki su içmek, yemek yemek gibi dümdüz olan bir durumdan bahseder gibiydi hali. Hızlı adımlarla yanına ulaşıp kollarımı sıkıca boynuna doladığımda gözlerim dolsa da çaktırmamak için yanağına derin bir öpücük bırakıp banyoya ilerledim yeniden.
‘En küçük paketin içinde on tane var. Süre olarak bir haftayı pay biçsek, hijyenik olması adına günde kaç defa kullanıyorsunuz bundan?’ pedden hap gibi bahsetmesiyle banyonun kapısında durup şaşkınlıkla ona baksam da ne çözmeye çalıştığını anlamak istercesine dudaklarımı ıslattım.
‘Olması gereken yoğun günlerde 3-4 saatte bir.’
‘O zaman uzun olanı göz önüne alarak dört saat diyelim. Günde altı kez değişim olması gerekiyor, bir haftada kırk iki… En küçük paketten hesap edince bir kadının regl döneminde kullandığı paket sayısı dört civarı. Yılda kırk sekiz paket… Güzel ticaret, bu işe de girsem mi ben?’ dudaklarım şaşkınlıkla aralanıp tekrar kapandığında söylediklerinde ciddi oluşu yüzünden okunuyordu resmen. Derin bir nefes alıp kaşlarımı çattığım sırada yine o ufak meraklı çocuk gibi ambalajı incelemeye başladı bu defa.
‘Kendini ticaretten alamıyorsun değil mi?’ sorumla puslu mavileri bana döndüğünde usulca omuz silkti.
‘Ticaretten alamıyorum demeyelim de kadınlar için olan her ticaret ve imalat tutuyor diyelim.’
‘Bu konuyu uzun uzun dinlemek istiyorum ama duştan çıktıktan sonra.’ Gülerek kendimi banyoya attığımda ılık suyun altına girip bedenimin gevşemesini bekledim. Pek mümkün değildi, en azından karnım, kasıklarım ve bacaklarımdaki ağrıdan sonra üzerine eklenen bel ile sırt ağrımı hissederek suyun altından çıktığımda kıvranacağımı biliyordum. Noyan’ın dediği gibi bugün hava düne göre daha sıcaktı ve nemli bir yerde azap çekilebilirdi, fakat tüm bunlar varken üzerine bir de karnından bıçaklanır gibi olan o hissiyat tümden alaşağı ediyordu insanı. Aldığım duştan sonra üzerimi giyerek ıslak saçlarımı tarayıp çıktığımda hala paketlerin içerik yazılarını okuyan Noyan’ı süzdüm. Üzerimdeki ince askılı ve şortlu pijamanın kenarlarını düzelterek yatağa çıkıp bağdaş kurduğumda bakışları da bana dönebilmişti.
‘Çikolata?’ gülümseyerek okuduğu paketi bırakıp yerdeki çantanın birini aldığında aklı bazen başında durmayan adama dudak bükerek baktım. Gerçekten o çikolataların sağlam kaldığını düşünüyor muydu acaba?
‘Onlar artık çikolata sosu bence ama yine de sen bilirsin.’ Cümlemin gerçekleşme ihtimalini test etmek adına paketin birini alıp hafifçe sıktığında erimiş olmasıyla yüzünü buruşturdu anında. Nedense odadaki klimayı çalıştırmayı asla düşünmediğimizden daha doğrusu düşük ayarda çalışsa da Noyan genelde pencere veya kapı açtığından içeri soğumuyordu ve erimeme ihtimali olamazdı onların. Kendimi geriye atıp gülerek uzandığımda ise yatağın üzerindekileri de poşete atarak o da yanıma uzandı. Cam kırıkları gibi parıl parıl parlayan gözlerini yüzümde gezdirirken eli karnıma yerleşti.
‘Üzülmenden, canının yanmasından, kalbinin kırılmasından nefret ediyorum.’ Parmakları usulca ıslak saçlarımın arasında dolaşırken derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Çünkü Noyan bazen haddinden fazla duygu yoğunluğuyla bakıyordu ve bence bunun kendisi dahi farkında değildi.
‘İnsanım ben, bunları yaşamam çok doğal değil mi sence?’ çatık kaşlarıyla bakmaya devam ederken omuz silktiğinde hafifçe başını kaldırıp dudaklarımın üzerini kapattıktan sonra geri çekildi.
‘Hep gül istiyorum Deran, hayatta başka hiçbir mimiğin olmasın, sadece gül, tüm kalbinle, zihninle, benliğinle kahkaha at. Çok deli saçması bu düşüncem, elbette her duygu insanlar için ancak tüm insanlık aleminde senin payına biçilen tek duygu mutluluk olsun istiyorum.’ Yok Noyan gerçekten beş yaşına dönmüştü. Bu tavrı kıyamadığı, sakındığı içindi ama gerçekleşmesi imkansız bir ihtimal olan konu dahilinde böylece inat edercesine konuşması onu beş yaşına zorluyordu.
‘Senin yanında mutluyum zaten Noyan.’
‘Keşke teknoloji delice gelişse de ben ufacık bir tebessüm edecekken bile yüzümden silinip senin kalbine yerleşse.’ Şu an burnumun direğinin sızlamasının hiç vakti değildi, hatta şu romantik ana ihanet gibi olurdu ağlamak ama hormonlarımın bana verdiği yetkiyi gözyaşlarım elinde bir flama sallar edasıyla kullanıyordu.
‘Ağla diye söylemiyorum ki güzelim.’ Derken baş parmağı usulca yanağıma süzülen damlayı sildiğinde iç çekerek silktim omuzumu.
‘Biliyorum da… Öyle çok şey oldu bir an.’ Uzandığım yerden hızlıca kalkıp gözlerimin altını temizlediğimde Noyan’da gülümseyerek doğruldu yanımda.
‘Olur öyle, çok şey yapmayalım.’ Dudaklarında ufak bir tebessümle konuşurken dahi bana hareleri böyle yoğun duygularla bakamazdı. Dahası bu bakışlar beni delicesine hassas bir kadına dönüştüremezdi.
‘Değiştir konuyu, şimdi romantizm yapılacak kadar güçlü dirayetim yok, ota boka ağlarım. Şu ticaret mevzusundan bahset hadi.’ Dediğimde koca bir kahkaha patlatsa da dişine göre konu bulduğum için az önce birçok regl dönemi için üretilmiş hijyen ürününü tıkıştırdığı çantayı yeniden aldı yanımıza.
‘Abimin dediği gibi iki gün sonra sikeceğim yapacağınız işi diyecek kıvama geleceksin, senin de ağzını bozdum resmen.’ Kahkaha atarak beni kendine çektiğinde sırtımı sert göğsüne yaslayıp yeniden omuz silkerek bağdaş kurup olduğum konforlu alanda beklemeye başladım. Noyan ise ped paketlerini kenara itip tampon kutusuyla göz göze kaldı. Keza onu göğsüne yaslanmışken alttan alta izleyip bir yandan da hemen önümde olan ellerindeki kutuyu sağa sola çevirmesi fazlaca eğlenceli geliyordu.
‘Kadınların kullandığı hiçbir ticari fikirde düşüş yaşamadım ben. Yani Şanze sağ olsun, genelde ondan pay biçtim. Bir ara kozmetik işine girdim mesela, çok büyük paralar kazandırıyor fakat üretimi problem. Çok basit görünen bir far paletini üretime sürmek, kar marjını ölçmek, tanıtmak, üretime başladıktan sonra kontrollü ve hijyenik şekilde ilerlediğinden emin olmak gerek. Yani karlı olsa da başında sürekli durulması gereken bir iş, durmazsan insanlara zarar verirsin, sadece bir krem yüzünden onlarca dava açılabilir şirkete durum da öyle olunca işi devrettim yurt dışında bir firmaya.’ Tampon kutusu dikkatini çekmiş olacak ki açıp içindekileri döktüğünde kaşları havalandı.
‘Başka?’ dediğim sırada içinden dökülen paketlerden birini alarak açıp açmamakta kararsız şekilde incelemeye başladı.
‘Tekstil… Tekstil ciddi anlamda kadınlara hitap edince müthiş bir alan. Gerçi sadece kadınlara hitap etmesi şart değil, erkeklere özel koleksiyonlar bile çıkarsan yine beğenmesi gereken kadınlar oluyor. Şahsen hiçbir alışveriş merkezinde bana bu renk yakıştı mı diyen bir adama rastlamadım. Genelde erkekler giyiyor, kadınlar da bu senin rengin değil diyerek değiştirmelerini sağlıyor.’
‘Hangi marka sizinki?’ elindeki tampon hala garibine gidiyor olsa da dudaklarında dalga geçen bir tebessüm oluştu.
‘SNZ. Hadi tahmin et kimin sayesinde.’ Koca bir kahkaha attığımda gözlerinin içine bakmaktan da alamadım kendimi, o da çok geçmeden bana çevirmişti bakışlarını zaten.
‘Peki Ahu neresinde bu Şanze’nin?’
‘Ahu Şanze olarak çıkmasına lüzum yokmuş, HSNZ mi olacakmış, o ne öyle markanın çakmasını yapar gibiymiş, çok gıcık duruyormuş, o kadar da belli olmamalı, gizemli durmalıymış. Sanki HSNZ değil de, SNZ olunca çok fark ediyor da. İsim annesiymiş hanımefendi, karışmayın falan dedi, sonra bir baktık onay verdirmiş bile. Ne zaman imza attım en ufak bir fikrim yok ama muhtemelen bir organizasyon dosyasının arasına sıkıştırdı.’ Gülüşümü saklamaktan kendimi alı koyamadım.
Şanze bir çaba harcadı mı, tüm kararları üç adam mı veriyor en ufak bir fikrim yoktu. Fakat bilmesem de Şanze’nin fikirleri ve moda dünyasına bakış açısı sayesinde ciddi anlamda bugün dünya genelinde hatırı sayılır markalardan olurdu. Sadece onun fikirlerine onay versinler gerisi önem teşkil etmezdi bence. Noyan’a ait olduğunu yeni öğreniyor olsam da birçok kez alışveriş yapmıştım onlardan ve dahası PR çalışmaları özellikle ülke genelinde epey ses getirecek kadar dikkat çekici olmuştu. Sektöre adım attıkları ilk dakika reklam konusunda öyle incelikle çalışılmıştı ki mağazalarından birine bilinçsiz girip o sürekli karşıma çıkan ürünleri denemek için üç saat geçirmiştim. Göz alıcı zarafeti ve iç ısıtan sıcak renkleri her mevsimde kullanmaları benim için Şanze’nin isim annesi olduğu bu markayı bir numaralı alışveriş noktam yapmıştı.
‘Güzel koleksiyon çizgileriniz var, kabul etmek lazım zevkli parçalar.’
‘Sen Gizay’ın benden onay alma çabasına ne bakıyorsun, Şanze normalde tasarımcıların dikilir başlarına kusana kadar iş buyurur. Sadece kendi giymeyi seveceği şeyler çizdiriyor insanlara, tarzlarınız da benziyor olunca sevmişsindir tabi.’ Yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi es geçemezdim. O kadar ki sanki kendi markası o kıyafetleri üretmese ben giyemeyecekmişim veya çarşafa girsem mutlu olacakmış gibiydi.
‘Peki inşaat ve kadınlar ne alaka?’ dediğimde başka bir kutudan çıkardığı menstrual kabı eğip bükmeye başladı. Kaşları derinlemesine çatılsa ve gözleri bir an elindeki silikon kaptan çekilmese de cevap vermekten kaçınmadı.
‘Kadınlar enerjisi kötü olan evleri sevmezler güzelim. Ortalama iki senedir onda da Şanze’nin parmağı var zaten. Düşmüyor yakamızdan diyorum şaka zannediyorsun ama gerçekten düşmüyor. Arazi bakmaya gideriz bende gelip ışığına bakacağım der, keza burada dikkatini çekmek isterim araziden bahsediyoruz, her türlü ışık alan dümdüz toprak bir alan. Şantiyeye gideriz sanki katlar aynı değil gibi tüm katları gezer manzarayı, ışığı, tasarımı kontrol eder. Sanki ben değilim mimar, o. İnanır mısın geçen sene şantiyesi bitmek üzere olan bir otele gittik. Teslimine bir ay vardı ortalama, iç aydınlatmalar hoşuna gitmedi diye kırk beş dakika konuşup bir ay daha uzattı teslimini.’
‘İç aydınlatma?’ kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında başını onaylarcasına sallayıp cebindeki telefonu çıkararak galerisine girdi, diğer elinde hala silikon kap vardı. Onda bu kadar ilgisini çeken ne bilmiyordum ama asla kopası da yok gibiydi. Dahası acaba onun nasıl kullanıldığı hakkında herhangi bir bilgisi var mıydı Noyan’ın? Kısa bir çaba sonrasında Şanze’nin kendini çektiği bir fotoğrafı açtığında dudaklarını ıslattı.
‘Bu ışıklar düzeltilmeden, pardon Şanze elini atmadan önceki fotoğraf.’ İnceleyip başımı onaylarcasına salladığımda çıkıp biraz daha önlerdeki aynı noktada çekilmiş başka bir fotoğrafa geçti.
‘Bu da tekrar başa sarıp projeyi bitirdikten sonraki fotoğraf. Açıklaması ise insanı çileden çıkarır, burada fotoğraf çekilmez, şu ışıklarla insanın fotoğraf çekilesi gelmez olmuştu.’
‘Peki otel sahibine açıklamanız neydi?’
‘Defalarca çalıştığımız insanlardı, o yüzden eksik kaldığını düşündüğümüz noktalar var dedik, sağ olsunlar siz en iyisini bilirsiniz, bir ay geç olsun tam olsun dediler. Normal şartlarda %5 zarar çıkarırdı bize ancak ses etmedi insanlar. Tüm elektrik tesisatı sonuçta. Gerçi şu an on milyonu aşkın fotoğraf çekimi var gelen misafirlerinden, tabi bize de iş dönüşü %10 kâr kattı.’ Kardeşini ilk başta anlatırken sitemli olan tonu son cümlesiyle yumuşadığında derin bir nefes alarak sıraladıklarından aklımda kalan iş kollarından birini düşündüm fakat Noyan artık elindeki kabın ne işe yaradığını fazlaca merak eder hale gelmişti.
‘Bu ne?’ diyerek bana uzattığında dudaklarımı kahkaha atmamak için birbirine bastırdım.
‘Menstrual kap. Süreklilik için kullanılan bir ürün. Yeni nesil ped diyelim.’ Mırıldanmamla gözlerimdeki bakışları büyüyerek aşağı doğru indi, oyalandı oyalandı ve sonunda dehşetle elinden bıraktı.
‘Na-nasıl!’ üzerindeki şok hali bir bana bir de yatağın üzerindeki menstrual kaba bakmaya başladığında aslında o nasılın içinde pekte detay istediğini sanmıyordum.
‘Bu peki!?’ diyerek bu kez yatağın üzerine döktüğü tamponlardan birini aldı.
‘O da.’ Derken başımı da onaylarcasına salladığımda kenarda tek başına kalmış turuncu paketi eline alarak gözlerini sıkıca yumdu.
‘Bu öyle değil de bana.’ Korku dolu sesine gülmeden edemedim. Elindeki turuncu paketi çekip aldığımda sımsıkı kapanan göz kapakları da tedirgince aralandı. Hava sıcak olabilirdi ama böyle dönemlerde her daim ürperdiğim ve desteğine ihtiyaç duyduğum için turuncu paketi açıp içindeki ufak pedin yapışkanlı kısmının koruyucusunu çıkararak kenarından tuttuğum askılımı kaldırıp kumaşın içine yapıştırdım.
‘Şükürler olsun.’ Gerçekten de rahatlamış görünüyordu. Aslına bakılırsa menstrual kap ve tampon onu neden ürkütmüştü hiç ama hiç anlam verememiştim. Fakat bir erkek olarak kullanma mecburiyeti olmadığı için haliyle araştırmasını da bekleyemezdim. Daha fazla kadın hijyen ürünlerinden ürkmemesi adına çantaya doldurup bu kez Noyan’ın uzanmayacağı tarafa doğru bıraktım.
‘Dijital oyun?’ diyerek tekrar yerime yani göğsüne sindiğimde aklının hala silikon bir kapta olduğunu çantaya bakışlarından anlayabiliyordum ama benim kullanacağım herhangi bir şeyi detaylarıyla bilmesi şart değildi. Bu makyaj malzemelerim için de, kişisel hijyen ürünlerim için de aynı geçerliliği koruyan bir konuydu.
‘O abimin alanı tamamen, çok sever oyun oynamayı. Atıldık öyle, yavaş ilerledi, fazla üzerine düşmedik ama sadece bizim üretimimizde olmadığı için sıkıntı yaşamadık. Hazır oyunların dağıtıcılığını da üstlendik, Gizay boş kaldıkça oyun yazılımına başladı onları da piyasaya çıkardık.’ Anlaşılan o ki Noyan’da kafasını dağıtma taraftarıydı. Onu ilk kez bu kadar meraklı görüyordum veya ilk kez bilincinde olmadığı bir şeye rastlamış şekilde gördüğüm için bana fazla meraklı geliyordu.
‘Eğlence sektöründe de olduğunu söylemiştin?’
‘O tasarım ile alakalı. Aklımızda yokken bir gece kulübü ve alışveriş merkezlerindeki oyun alanının tasarımına başladık, iki yerin sahibi de aynı kişiydi, sonunda da ücret olarak değil hisse olarak pay aldık. Daha sonra kârı fark edince de kendi mekanlarımızı açmaya başladık. Tabi haricen kumarhane kültürüne de biraz yeni soluk ve teknolojiyle girdik.’
‘Başka ne var peki?’
‘Kurumsal güzellik salonları var, bizim ismimiz geçmiyor, başında genel koordinatör var ancak güzel işler. Hava ulaşımında hissedarlık, ayrıca özel uçak kiralama için kurulmuş ufak bir yapı var.’ Uçak kiralama adına kurulmuş bir yapı ne kadar ufak olabilirdi acaba? Noyan’ın söz konusu girişimler olunca çok büyük işler başarmamışçasına konuşması garip hissettiriyordu. Çünkü hali hazırda dünya piyasası onun basite indirgediği tüm bu şeyleri birçok ekonomi dergisinde her ay koca puntolarla yazıyorlardı. Yaptığı başarılı ticaretlerle nasıl gıpta ettiklerinden veya gurur duyarcasına yazılar yazdıklarından haberdar değil miydi bu adam?
‘Uçak kiralatmak sıkıntılı değil mi?’
‘Kişisel olunca problem yaşanıyor ancak biz anlaşmalarımızı sadece şirketlerle yapıyoruz. O yüzden illa benim pilotum olacak diyemiyorlar. Maksimum güvenlikleri için ikinci pilot onlardan oluyor. Sözleşme içeriğinde kısıtlama var kimse de itiraz edemiyor bir kez imzalayınca.’ Çalan telefonu yanıtlamadan önce açıklamasını da bitirdiğinde ekrandaki abim yazısına göz devirip derin bir nefes aldı. Aramayı yanıtlarken yanağıma da sıkıca dudaklarını bastırmayı ihmal etmediğinde gülümsemem daha çok büyüdü.
‘Abi kısmetse bu sefer ne oldu?’
‘Siz halledin toplantıyı, ben katılmayacağım.’ Nefesini sıkıldığını belli edercesine bıraktığında gözleri beni bulmuştu ki git dercesine kaşlarımı çatıp bakmaya başladığımda alt dudağını dişleriyle ezerken Denker abinin muhtemelen isyan dolu olduğunu tahmin ettiğim konuşmasını dinlemeye devam etti.
‘Evimin erkeği niye olamıyorum ben, belki dizimi kırıp karımın dibinde oturmak isteyeceğim, olamaz mı? Evlendiğim için artık benim değil sizin koşmanız gerekmiyor mu? Bekarsınız işte, bol bol vaktiniz var.’ Şaşkınlıkla gözlerimi büyüttüğümde Noyan bu kez göz devirip dudaklarını ıslattı.
‘At yalanı si- inananı abi. Anladın değil mi sansürlü kısmı. Halledelim beni rahat bırakacakmış İstanbul’da. İstanbul sınırlarında kaç kez rahat şekilde oturabildiysem dalga geçer gibi bunu diyorsun bir de. Neyse, tamam, on dakika sonra yanınızdayım.’ Sonunda konuşmayı bitirip telefonu yatağa gelişi güzel bıraktığında derin bir nefes daha alarak bakışlarını bana çevirdi.
‘Biliyor musun bu adamın abim olması, onun için büyük şans. Yoksa on dakika yaşaması mümkün değil herifin. Dalga geçiyor benimle resmen. Sen gel toplantıya söz bir hafta evine uğramayız diyor.’ Aklına ne geldiğini bilmesem de az önce attığı telefonu tekrar aldığında omuz silktim.
‘İyi de geldiğimiz gün toplantı olacak dedi ama, niye yükseliyorsun ki?’ gülümseyerek mırıldandığımda başını bıkmış gibi iki yana salladı. Bu toplantıdan da dün gece seviştikten sonra uyuduğumu zannedip kalkarak terasa çıkıp girdiği terapiden de en başta haberimiz vardı. Hatta sabaha karşı olan vakitte terapi o kadar uzun sürmüştü ki dinlememek veya rahatsız olmaması için çevirmediğim bedenimi acaba bir şey mi oldu düşüncesiyle terasa yönlendirmiştim. O saatlere kadar Noyan’ın asla o kadar uzun konuşabileceği aklıma gelmemişti fakat anlamıştım ki dakikalardır susmamış, kapı kapalı olduğu için de sesini asla duymamıştım. Onu öylece uzandığım yataktan izlerken hem alkol, hem de yükselip hızlıca yere çakılmış libidomun etkisiyle ne zaman uyuduğumu dahi anlamamıştım.
‘Ben de ona buraya seninle baş başa vakit geçirmek için geleceğimi söyledim.’ Daldığım o andan sesiyle koptuğumda kaşlarını havalandırıp telefonda mesaj yazmaya başladı, ‘Üstelik daha gelmeden uyardım bu konuda. Çocuğumuz olacak olsa sen doğururken arar beş dakika sonra doğursun gel şu işi halledelim der. Bak ciddiyim bu konuda, öyle bir potansiyeli var abimin.’ Dudaklarımdan tüm gergin cümlelerine rağmen koca bir kahkaha daha firar ettiğinde az önce mesaj yazdığı telefonu yeniden bırakıp gözlerini bana çevirdi.
‘Ağrın çok mu? Telefonu kapatayım istersen, kalkıp yata geçer açılırız, hiç ulaşamazlar, sen sağ ben selamet.’ Adımları dibime kadar ulaşırken yatağa sonunda oturabildiğinde gülümsedim.
‘Toplantına git, ben iyiyim.’
‘Bir ihtiyacın olursa, bana ulaşamazsan ki ulaşırsın ama en son ihtimal olarak söylüyorum Gizay’ı veya abimi ara. Kapının önüne bu dangalakları bırakacağım ama kimseye güvenmem Deran. Anlaştık mı?’ havalandırdığı kaşlarıyla aşırı ciddi bir konuşma yapıyor gibi baksa da göz devirdim. Çünkü benim gördüğüm Noyan pimpirikli bir adamdı ve kendi işe aldığı korumalara dahi güvenmiyordu. Herhalde onun güvendiği bir tek Adel’di. O da hali hazırda psikopatça bir görev adamı olduğu içindi.
‘Paranoyaklık yapma, git hadi.’
‘Ciddiyim ben, Şanze birazdan damlar zaten, ağrın çok ise kov, sakın alınır diye düşünme. Alışkın o benden, gücenmez.’
‘Onu değil ama seni kovacağım birazdan. On dakika dedin hala oturuyorsun.’
‘Yürüyerek gitsem on dakikada ulaşırım, çok dert değil. Beklesinler, işlerinin adı ne.’
‘Noyan’ı beklemek değildir işlerinin adı eminim ki.’ Göz devirdiğimde vurulan kapıyla yanağıma sert ve hızlı bir öpücük bırakıp yataktan kalkarak aralamıştı ki tepesinin üzerine kaldırdığı kıyafet kılıfıyla Noyan’ı resmen yıkıp geçen Şanze bir oldu.
‘Belgi, kocan seni balayında ektiğine göre dışarı çıkıp alışveriş yapalım mı?’ hala tepesinde tuttuğu kıyafet kılıfının ağırlığını yeni fark edip kolunu indirerek Noyan’ın göğsüne çarptığında onun çatık kaşlarına gülümsemeyi ihmal etmedi.
‘Bende bu kılıf neden ağır diyorum, senin takım elbisen mi bu? Bu sıcakta manyak mısınız siz de gömlek giyiyorsunuz, yakar abicim yakar. Giy tişörtünü essin efil efil.’
‘Dışarı Şanze, yengen uyuyacak.’ Noyan tüm cümleleri ardında bırakarak mırıldandığında kızcağız neye uğradığını şaşırıp kaşlarını çatarak dikkatle süzdü onu.
‘Kadını odaya mı kapatacaksın. Abilerin en yakışıklısı demez şurada parçalara ayırırım seni.’
‘Neyim ben? Homo habilis falan mı da karımı odaya kapatayım? Çık git kızım.’
‘Kızımlı falan konuşma benimle lütfen, ayrıca Belgi ablanın ağzı var, gelmek istemiyorsa veya beni kovmak istiyorsa söyleyebilir, ne karışıyorsun sen. Toplantına gitsene.’ Dudakları arasından ya sabır çıksa da sonunda banyoya girdiğinde Şanze gülümsemesini büyüterek bana döndü.
‘Bu da böyle bir üretim işte. Bir de ilk insan olup olmadığını soruyor, bence öyle. Gidiyor muyuz alışverişe?’
‘Burada takılsak? Reglim bir miktar da hiç o potansiyelim yok.’ Gözlerini büyüterek ve gülüşünü tutmaya çalışarak az önce kapısı kapanmış banyoya baktığında tekrar bana dönebilmişti.
‘Bu duygusal kalas canın yanıyor diye mi sinirli?’ koca bir kahkaha atarken bende gülüp başımı onay verircesine sallamıştım ki Şanze anında elini uzattı. Parmaklarını yakaladığımda kendisiyle terasa sürüklerken bir yandan da odadaki telsiz telefonu aldı.
‘Madem malum dönemdeyiz o halde bizde tüm gün güneşin tadını çıkarır, en güzel kokteylleri yudumlar, dedikodu yaparız. Bende efsane cemiyet dedikodusu vardır, tüm ağrı sancı geçer bak.’
‘Bak bu saydıklarına itiraz edemem.’ Gülümsemem büyürken kendimizi şezlonglara attığımızda Şanze zaman kaybetmek istemezcesine hızlıca resepsiyona isteklerini sıralamış o sırada da Noyan yanımıza tekrar dönmüştü.
‘Sen hala burada mısın?’
‘Abi, kovup durmasana ya. Siz yokken terasta oturup güneşin tadını çıkaracağız. Ay ne sevmezmişsin beni sen.’
‘Ben seni değil, çeneni sevmiyorum. Yoksa senin için canımı veririm.’
‘Biliyorum abicim ama canını vermene gerek yok. Kapıdaki siparişlerimizi içeri alıp, bir an önce toplantına gitmen de benim için yeterli.’ Noyan ne kadar laf sokacak gibi olsa da telefonunun sesi içeriden duyulduğunda Şanze’nin saçlarını karıştırıp, benim de başımın üzerine dudaklarını basarak ayrıldı terastan.
Yaklaşık beş saattir oturduğumuz şezlonglara artık iyice yayılmıştık. Şanze ilk yirmi dakika sonrasında güneşin altında bikinisiz yatmanın, hiç yatmakla aynı anlama geldiğini otuz kere savunup şemsiyenin gölgesini ayarlamaya çabalarken ben onun yerine kıyafetle de güneş altında kalabileceğimiz konusunda kararlıydım. Bu üç saattin her dakikası ise benim için verimli geçmişti çünkü uzun zamandır yapmadığım şekilde bir hemcinsimle oturmuş dedikodu yapmış, kahve ve birçok farklı kokteyl denemiş, tatlı komasına girecek kadar şeker tüketmiştim.
‘Çok garip insanlar vallahi Belgi. Ne organizasyon bir şeye benzemiş ne de harcanılanın haddi hesabı var. Tamam doğum günleri önemlidir ancak tüm cemiyeti neden davet edersin ki, eş dost değil hepsi sonuçta.’ Kocaman açtığı gözleriyle bakmaya başladığında yüzümü buruşturdum. Bu hayata, daha doğrusu cemiyetin yalan tarafına alışamasa da içinde yaşayan birisi olarak o üzeri kapalı biz çok iyiyiz tavrı fazla tanıdıktı.
‘İyi de sen demedin mi aldatmış kadını bir de manşet olmuş üzerine yalanlamış diye. Mutlu aile pozu çektirme çabası işte. Ben Hale hanım bunu nasıl kabul etti ona şaşırıyorum, çok dişli kadın gibi gözükürdü aslında.’ Dediğimde Şanze beş saniye kadar gözlerime baksa da omuz silkti anında. O beş saniyede aklından ne geçmişti bilmiyordum fakat tiyatro sahnesinin ne anlama geldiğini çok ama çok iyi hatırlıyordum. O sahne sadece bir yükseltide olmuyordu çünkü. Şimdiye kadar cemiyet hayatı dediğimiz o çukurun içerisinde gerçekten sadakatle ve sevgiyle bağlı pırlanta gibi parlayan aileler olduğunu görmüştüm ama ne kadar birbirlerine tutkun olsalar bile her aileden bir tane çürük elma çıkacağından da emindim. Benim ailem ise birkaç pırlanta ile idare ederken çürük elması fazla olanlardandı o kadar.
‘Evdeki çalışanlar kadından yaka silkiyor, bildiğim kadarıyla da çalışanlara çektirmesinin sebebi kayınvalidesiymiş.’
‘Ne alaka kayınvalidesi?’ kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında göz devirip baktı bana.
‘Kayınvalidesi burnu havada biri, sınıf farkı diye diye vazgeçirmeye çalışmış birbirlerinden ama sözde sevmişler. Aldatmaya kadar bende inanıyordum sevdiklerine, aldatınca tabi bir yandan kadına hak verdim, bir yandan da olur mu bu saçmalık dedim.’
‘Sınıf farkı nedir Şanze ya, kaçıncı yüzyıldayız ki.’ Desem de o bahsi geçen fark konusuyla da tanışmıştım ben yıllar önce babam sayesinde. Çelik meselesinde en büyük etken zaten o sınıf farkı denilen şeydi.
‘Bence de öyle ama kime tutunsan elinde kalıyor işte. Oysa üçü de haksız, kayınvalide sınıf farkı dediği için, kocası aldattığı için, Hale abla sessiz kaldığı için. Biliyor musun abimler de sınıf meselesine takıklar biraz.’ Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken usulca omuz silkti Şanze, ‘Onlar daha çok bizim dünyamızı herkesin kaldıramayacağını düşünüyorlar. Tam sınıf farkı değil akıllarındaki aslında. Göz önünde olmak başta insanlara tatlı gelebilir ama daha sonra bu durumdan bunalabilirler ve nihayetinde iş huzursuzluğa kadar gidebilir diyor Denker abim. Biraz haklı aslında. Ben hep gizlenen tek kız çocuğu oldum. Bazen yemek veya davetler bu dünyada doğmama rağmen alışkın olmadığım için beni dahi geriyor.’ Az önce ağzımı açıp gözümü yumacakken şimdi Denker abiye hak verebilirdim. Şanze belirli zamanlarda cemiyetin içindeydi, ben ise her anımı orada geçirmiştim. O kadar sevmemiştim ki o saçma sapan kalabalıkları çok huzursuz olduğum anlar da vardı. Böylesine ortasındayken ben dahi rahatsız hissediyorsam yeni tanışmış birisi kısa süre sonra sıkılırdı. O yüzden yorum yapmak istemedim buna. Daha doğrusu haklı olduklarını düşündüm. Söz konusu para değil, huzurdu çünkü.
‘Valla üvey annemin dedikodusu olacak bu ama Ilgın hanım da aldatılıyor, göz göre göre üstelik ama sesini çıkarmıyor. Ben birkaç kez nabzını yokladım duyduğum düşünce tarzı midemi bulandırdı, o yüzden daha fazla girmedim iç dünyalarına.’
‘Bazen bu tipler gibi abilerim olmadığı için üç hödüğümün alnını şak diye öpesim geliyor valla.’ İkimizde gülmeye başladığımızda telefonumun aydınlanan ekranıyla Noyan’ın ismini görerek gülümsememi genişlettim. Vakit ne ara geçmiş, akşam ne kadar da hızlı olmuştu bilmesem de terasın artık karanlığa büründüğünü bile çalan telefon sayesinde anlamıştım.
‘Lavaboya gidip geliyorum ben.’ Şanze göz kırpıp hızlıca içeri girdiğinde bende aramayı yanıtlayarak telefonu kulağıma yasladım.
‘Deran…’ sesindeki bitkinlik iliklerime kadar işlese de arada kendini belli eden o özlem donu tınıyla gülümsemem büyüdü.
‘Noyan…’ iç çekişiyle gülümsemem daha da büyürken artık dişlerimin gözüktüğünün farkındaydım ki, dudaklarımı ıslatıp sessiz kalan konuşma içerisinde bir cümle kurmasını bekledim.
‘İnsanın sesi de özlenebiliyormuş.’
‘Bende seni özledim sevgilim.’
‘Yemek yedin mi?’
‘Bir şeyler atıştırdık Şanze ile.’ O bir şeylerin abur cubur, hatta fazlaca tatlı olması gerçeğini bilmesine lüzum yoktu sonuçta.
‘Şanze’yle bir şeyler atıştırmak abur cubur, yemek yemek salatadır. Biraz toparlandıysan yemeğe çıkarayım seni, yarım saate işim bitecek.’
‘Olur…’
‘Tamam o zaman, hazırlan sen, yarım saate yanındayım.’
‘Tamam görüşürüz.’ Konuşmayı sonlandırdığımda Şanze tekrar yanıma dönmüştü ki makyaj yapmaya ilk kez erinen halimle tek kaşımı havalandırdım.
‘Sence abinin akşam yemeği davetine makyajsız gitsem çok ayıp olur mu?’
‘Ne zaman gelecekmiş, ona göre değişir.’ Cevabına anlamaz gözlerle baksam da sırıtarak karşıma yerleşmeden önce içeri koşup banyodaki makyaj çantasıyla geri döndü.
‘Bir saatten az bir süre verdiyse yapmayıp senin yüzünden diyerek başının etini yiyebilirsin, bir saatten fazlaysa en azından bir rimel sür derim.’ Diyerek makyaj çantasındaki rimeli çıkarıp havada salladı.
‘Yarım saat sonra.’ Kucağına yerleştirdiği çantayı kenara bırakıp anında omuz silkti.
‘O zaman kesinlikle başının etini yemek daha kolay olur. Veya…’ gözleri kısaca üzerimde gezinirken ne der gibi bakmaya başladığımı fark etmiş olacak ki gülümsemesi genişledi, ‘İzin verirsen ben de yapabilirim.’
‘O zaman senin hünerli ellerine kendimi emanet ediyorum.’ Verdiğim cevabın hoşuna gitmişliği o kadar belliydi ki gözleri ışıldayarak oturduğu şezlongdan yanıma geçip hızlıca malzemeleri çıkardı. Benim bir müdahale etmeme izin vermeden sanki her detayı düşünerek ince bir işçilikle çalışır edasında tavırlar takınırken sürdüğü aydınlatıcının fırçasını köprücük kemiğime sürmeye başlamıştı ki duraksayan eli ve çatılmaya başlayan kaşlarıyla ne olduğunu anlamak istercesine süzdüm gözlerini.
‘İyi misin?’
‘Vurdu mu sana?’ sesine gizlenen öfke gözlerine dahi yansımaya başlarken havalandırdığım kaşlarımla baktım haline.
‘Ne?’ transa girmiş ancak bir o kadar da öfkeli gözleri harelerime dönerken şaşkınca neden bahsettiğini anlamaya çalışıyordum.
‘Abim olacak o geri zekalı vurdu mu sana? Doğruyu söyle.’ Duruşu daha da sertleşti Şanze’nin. Birkaç gün önce kafası milyon şekilde odaya gelen o değilmiş, sürekli abileriyle irdeleşmezmiş, ufak şımarık bir kız çocuğu gibi rol kesmezmişçesine üstelik. Hemen burnumun ucunda Şanze değil de Noyan oturuyormuş gibi hissetmiştim.
‘Saçmalama Şanze, ne vurması, neden bahsediyorsun?’
‘Doğru söyle Belgi, yaptıysa öyle bir şey öldürürüm onu.’ Az önce tüm dikkati makyajımdayken ve oldukça mutlu görünürken şimdi öfkeli bakışlarına sığınan gözyaşları ve çatık kaşları dikkatle beni süzüyordu.
‘Saçma sapan konuşuyorsun şu an. Sen ne dediğinin farkında mısın?’
‘Bu ne o zaman?’ bir anda açılmış belimi işaret ettiğinde şaşkınlıkla gözlerini diktiği noktaya bakmıştım ki bahsettiği o darp izinin aslında çok daha farklı anlamları olduğunu anlayarak gülümsemeye çalıştım.
‘O öyle bir şey değil, saçmalama, abin bana vurmaz.’
‘Beline ne oldu o halde, madem vurmaz da…’ kuşkulu gözleri dikkat kesilirken hala öfkesinden de bir şey kaybetmemişti, ‘Abimi tanıyorum, kadına el kaldırmaz bilirim fakat yine abimi tanıyorum, eğer bir şey yapacaksa kimsenin fark etmeyeceği şekilde yapar.’ Kısılmış gözleri gözlerimde gezerken başımı sağa sola salladım anında. Eğer ki Noyan burada olsa kafa göz dalar, bir güzel parçalardı abisini. Bakışları o kadar sertti ki kimsecikler de elinden almaya cesaret edemezdi muhtemelen.
‘Abin falan vurmadı, nerede olduğunu bile bilmiyorum, çarpmışımdır.’ Omuz silkip durumu kurtarmaya çalıştığımda içten içe abin yaptı ama dövüşürken değil sevişirken diyesim gelmişti. O masum, sürekli heyecanlı kız çocuğu halinden öyle hızlı sıyrılmıştı ki bu sevişirken lafının bile durgunlaştıracağını sanmıyordum.
‘Eminsin değil mi? Bak abim falan ama problemli, bazen ne yaptığını bilemez, varsa öyle bir durum saklayamazsın. İstediği kadar kanım olsun kırarım kafasını, kimse el kaldıramaz, yok öyle bir dünya.’
‘Kim kime el kaldırdı?’ duyduğum sesle gözlerim terasın kapısına dönerken Noyan ikimizi de inceleyip çatık kaşlarıyla yaklaşmaya başladı. Bakışları baştan ayağa bedenlerimizi süzdüğü sırada yanımdaki Şanze’nin hareketlenmesiyle gözlerim bu kez onu bulmuştu ki hiç tınlamadan önünde engel gibi görünen bacaklarımdan sıyrılarak havalandırdığı işaret parmağıyla abisinin dibine kadar girdi. Şanze dümdüz Noyan’ın üzerine yürüyordu. Ben ise ağzım açık şaşkınlıkla izliyordum. Çünkü maksimum 1.70 diyebileceğim boyuyla, karşısındaki 1.90 lık adama kafa tutuyordu ve aralarındaki cüsse farkına rağmen saldırganlığı yüzünden daha güçlü duruyordu.
‘Eğer ki Belgi’ye bırak vurmayı, el kaldırırsan seni kendi ellerimle gırtlaklarım. Bütün ses tellerini tırnaklarımla parçalarım. Abi falan dinlemem lime lime ederim.’
‘Ne saçmalıyorsun sen Şanze? Abinle konuşuyorsun kendine gel.’ Noyan’ın da anında sertleşen çehresine rağmen Şanze o havadaki parmağını sallamaya devam etmişti. Ki bu sadece benim değil Noyan’ın da dikkatinden kaçmıyordu ve her savuruşunda adam daha fazla sinirleniyordu. Sonunda havada salladığı parmağını yakalayan Noyan’a rağmen yine de duraksamadı Şanze’nin siniri. Sertçe elini yakalayan avucu savurup başını daha da havalandırdı.
‘Saçmalamıyorum, kiminle konuştuğumun da aşırı derecede bilincindeyim. Seni uyarıyorum. Noyan Cenker Visam veya Ahter, her kim olursan ol öyle bir durumda tek parçanı bulamazlar.’ Bakışları biten cümlesiyle bana dönse de iyi olup olmadığımı anlamak adına tekrar süzüp önünde dikilen abisini omuzundan iterek içeri yöneldi. Cümleten akıl sağlığımızı arada bir kaybedebiliyorduk.
‘Ne oldu? Daha yeni adım attım bir de boyuna bakmadan beni tehdit ediyor.’
‘Şöyle oldu…’ ayağa kalkıp belimdeki morluğu işaret ettiğimde Noyan’ın da kaşları çatıldı. Kendi yaptığı ize bile sinirlenir miydi insan. İşte benim sevdiğim adam sinirlenebiliyordu.
‘Ne oldu senin beline?’ gerilen sesiyle yaklaşıp parmağını morluğun üzerinde gezdirdiğinde iç çekerek düşürdüm omuzlarımı.
‘Sevişirken yapmışsın, Şanze onu görüp vurduğunu düşündü.’
‘Gözü karardı ve bana ayar verdi öyle mi?’
‘Biraz öyle. Kardeşine sevişirken yaptı demek işime gelmedi açıkçası.’ Başını anlayışla sallarken daha fazla yaklaşıp dudaklarımın üzerini kapatarak sırtımı tek koluyla sardığında gülümsemem genişledi.
‘Ben bir Şanze’yle konuşayım, sende üzerini değiştir çıkalım sonra.’
‘Üzerine gitme olur mu?’
‘Yok, fırçamı yiyip geri geleceğim güzelim. Olsa olsa ayar verir bana o. Ahu Şanze Visam’ın karşısında durmak kim ben kim...’ sitemli sesine rağmen gülümsemeye çabaladığımda beraberinde çektiği bedenimle girdik odaya. Üzerindeki gerginliği atmış haliyle o dışarı tekrar çıkarken ben elime geçen elbiseyi giydikten sonra kurumaya yüz tutmuş saçlarımı şekillendirdim. Son olarak da giydiğim sandaletlerle beraber tekrar açılan kapıdan giren Noyan baştan ayağa süzdü bedenimi.
‘Bugün başımıza taş falan yağacak herhalde. Gölgesinden korkan kardeşim beni tehdit ediyor, topuklularına aşık karım düz sandalet giyiyor, yarım saatlik toplantı beş saat uzuyor. Dünyanın sonu geldi de benim mi haberim yok?’
‘Şanze iyi mi?’
‘İyi, biraz beni dövdü, biraz ağladı kendine gelir on dakikaya o.’ Dedikten sonra avucunda tuttuğu şeyi komodine bıraktığında bakışlarım düğmesi kopmuş gömleğinde gezindi. Bir miktar dağılmıştı ki Şanze’nin biraz dövdüğünü sanmıyordum. Çünkü göğsünün tam ortasında koca bir tırnak izi vardı.
‘Niye ağladı?’
‘Böyle olaylarda gözü döner onun, annemle alakalı biraz. Sonunda doğru söylediğime inanınca ağlamaya başladı, arada olur öyle şeyler.’ Elini boş ver der gibi sallasa da derin bir nefes aldığımda başını hafifçe omuzuna düşürüp dikkatle süzmeye başladı.
‘Sen iyi olduğuna eminsin değil mi? Tüm gün odada sıkılmışsındır diye dışarıda yemeyi önerdim ama?’ puslu mavileri kuşkuyla üzerimde gezinmeye devam ederken tebessümümü büyütüp anında başımı salladım. Aldığım nefes bile enerjikti şu dakika, gerçi tüm gün tıkıştırdığımız abur cuburlar yüzünden yemek yiyebilmek adına bir potansiyelim yoktu ancak yine de şansımızı denemiş olurduk. Benimle beraber Noyan’da başını onaylarcasına sallayıp dolaptan gömlek çekip aldığında hızlıca hayatı kaymış üstünü değiştirip elini uzattı. Parmaklarımı avucunun içine hapsederken odadan çıktık.
Yine karanlığa ve daha çok tek başınaymış gibi görünen haline bürünmüş yüzüyle bakışlarım koridorda dolaştı. Neredeyse koridordaki her odanın kapısında dikilen, dümdüz ileri bakan ve mimik oynatmayan bedenlerle aslında neden ruhsuz bir adama dönüştüğü de anlaşılabilirdi. Bindiğimiz asansörle direkt olarak otoparka indiğimizde arabaya yerleştik ama çok geçmeden Noyan yine bakışlarını beklentiyle üzerime dikti. Ne olduğunu anlamak istercesine başımı sağa sola salladığımda kaşlarını havalandırarak devam etti bakışına. Eğer ki bakışlarını numaralandırmam gerekirse bu buz surat halinden sonraki yani ikinci bakışı olurdu. Sürekli rastladığım bir haldi sonuçta.
‘Neden öyle bakıyorsun?’
‘Kemer güzelim?’
‘E sen de takmıyorsun…’ kaşlarımı çatıp bedenini işaret ettiğimde derin bir nefes alarak arkaya doğru uzanıp çektiği kemeri yuvasına yerleştirdi. Çocuk gibi olan oflayan puflayan haline kahkaha atmak istesem de bende taktığımda parmaklarıma kenetlenen parmaklarıyla usulca yaklaşıp şakağımı omuzuna yasladım.
‘Nereye gidelim?’
‘Bilmem.’ Omuz silkip mırıldandığımda aldığı virajdan sonra tüm bedenini harekete geçirecek bir soluk aldı.
‘Çok mu açsın peki?’
‘Aslında hiç açım.’
‘Madem hiç açsın… Tamamdır.’ Bir anda kafasındaki rota değişim gösterirken girdiği ara sokaktan sonra az önce geldiğimiz yolu dönmeye başladığımızı fark ettim.
‘Nereye gidiyoruz?’
‘Marsilya.’ Duyduğum yerle başımı usulca omuzundan kaldırırken şaşkın gözlerim Noyan’ın yüzünü buldu. Dalga geçtiğini düşünecek olsam da epey ciddi görünüyordu ve haddinden fazlaca gideceği yola odaklanmıştı.
‘Yemek yiyelim diye Fransa sınırlarına mı geçeceğiz?’ sanki on dakikalık yoldan bahsedermişim gibi başını anında salladığında kaşlarım havalandı.
‘Paris’e gidelim derdim ama hiç aç olmayışın dokuz saat yol kaldırmaz diye tahmin ediyorum.’
‘İki saat yol gitmeyecekmişçesine…’ gözlerimi devirerek bakmaya devam etsem de gülerek omuz silkti anında. İnsan bazen gerçekten garip bir varlık olabiliyordu, bu konu netti. En azından Noyan için çok netti. Elimi bırakmadan vitesin yanındaki telefonunu alarak Denker abiyi aramaya başladığında derince soluklandım.
‘Söyle kardeşim.’ Hoparlörden yankılanan sesiyle Noyan derin bir nefes aldı anında. Muhtemelen yarım saat diye gittiği toplantıdan beş saat sonra çıkınca bir tık gergindi Denker abiye veya Denker abi kendini uğraştırdığı için kardeşine sinirliydi.
‘Fransa’ya geçiyoruz yemeğe, arar ulaşamazsan haberin olsun, Marsilya’dayız.’
‘Her zamanki mekan mı?’ sorusuyla kaşlarımı havalandırdığımda görebilecek gibi başını salladı.
‘Aynen.’
‘Tamam, afiyet olsun.’
‘Sağ ol… Görüşürüz abi.’
‘Görüşürüz, dikkatli kullan.’ Kısacık bir konuşma, bendeki şaşırmanın zerre kadarının olmayışıyla diyalogları sonlandığında Denker abi Noyan’a bırakmadan telefonu da kapattı. Şaka olduğunu düşünmek istesem de gittiğimiz yol ve tabelalara baktığım zaman gerçekliği gün gibi ortalığa dökülüyordu. Evlendiğim adam ciddi anlamda zevk için iki saatlik bir yol gidecekti. Bu kez telefonundan Gizay’ın ismine dokunduğunda arabanın içinde yankılanan sinyalle iç çekti.
‘Hasretime mi dayanamadın ne oldu?’ Gizay’ın hem şaşkın hem neşeli çıkan sesiyle kıkırdadım anında.
‘Marsilya’ya gidiyoruz, her zamanki mekana. Şanze’nin yanında uğra bir.’
‘Bende. Afiyet olsun size. Belgi!’ sesi başta sakin olsa da kıkırtımı duyup hoparlörde olduğunu anlayarak seslendi bana.
‘Efendim.’
‘Osso Buco ye benim için.’
‘O işte bende!’ gülerek telefon konuşmasını sonlandırdığında Gizay’ın boşa bir yemek söylemeyeceğini biliyordum. Çünkü bende, Gizay’da bu konuda epey seçiciydik. Noyan ne kadar sağlıklı ve belirli bir düzen içinde beslenirse beslensin eğer ki moralim bozuk değilse yediğim yemek önem taşırdı. Yüzlerce insana hitap eden bir yemek benim damak tadıma hitap etmeyebilirdi ve tam da bu noktada Gizay’la aynı düzlem üzerine düşüyorduk. Çünkü ikimizde içtiğimiz içecekten yediğimiz yemeğe kadar benzer zevklere sahiptik. Eğer her zamanki diye bahsettikleri mekanın Osso Buco’sunu sevmemiş olsa bana da önermezdi.
‘Torpidoda ağrı kesici var.’ Noyan’ın sesiyle anlamaz gözlerim torpido, yol ve Noyan arasında dolaştığında göz ucuyla bana baktı.
‘Ağrın var zannettim, ağrın yoksa niye öyle bakıyorsun?’
‘Çok normal bir şey yapıyor gibi yemek yemek için Fransa’ya gidiyoruz farkındasındır umarım?’ biraz sesim yadırgar gibi olsa da Noyan hala durum normalmiş gibi davranıyordu.
‘Mantıken baktığın zaman Türkiye’de de yapıyorum aynısını, neden burada yapmayayım?’
‘Türkiye’de nasıl yapıyorsun?’
‘Köftesi için Tekirdağ’a gittiğimi, taze kalamar için Yunanistan’a geçtiğimi bilirim. Bu da onun gibi.’
‘Ben deli olduğumu düşünüyordum ama değilmişim.’ cümleme kahkaha atarken radyonun sesini de hafifçe yükseltip elimin üzerini baş parmağıyla okşadı. Zamansızlıklar içinde bin bir dert arasında kalmışken tüm olanları yok sayıp anı izlemeye başlamıştık resmen. Kopan kıyametler, edilecek kavgalar ki henüz kimsenin haberinin dahi olmadığı evliliğimiz şöyle kenarda istirahat etsin biz bir koşu Fransa’da yemek yiyip gelecektik. Üzerimizde nasıl bir boş vermişlik ve genişlik varsa artık Noyan’ın haline de itiraz etmiyor hatta ayak uyduruyordum.
Bacaklarımdaki elleri hissederek zorlukla gözlerimi araladığımda önce Noyan’ın buruşturduğu yüzünü fark ettim. Şakağımın yaslı olduğu koltuktan başımı kaldırıp etrafa göz attığımda boşluğun ortasında gibi kapkara duran otoyolda kenara çektiğimiz araba ile ne yapıyorduk merak edilesiydi doğrusu. Üstelik hemen önümüzde ve arkamızda koruma yığınının oluşturduğu bir konvoyun dörtlüleri yanıp sönüyordu.
‘Uyandırmak istememiştim.’ Sıkıntılı mimikleriyle konuşurken kaşlarımı havalandırıp tekrar etrafa göz atarak döndüm Noyan’a.
‘Ne yapıyorsun ki?’
‘Bacaklarını yukarı çekecektim, onu da uyandırmadan yapamadım.’ Ayaklarımda olan boşluk hissiyatıyla gözlerim bu kez ayakkabılarıma döndüğünde aslında koltuğa iyice sindiğim ve ne zamandır olduğunu bilmesem de net şekilde uyuduğumun bilincine varmıştım. Ki bu hadi ben uyuyayım diyerek paldır küldür ve derin dalmalarım aslında tehlikeli bir durumdu. Kullanmadığım ilaçlar yüzünden depresyonun bana el sallaması gibi bir tehlikeydi en azından. Bacaklarımı kendime Noyan’a yardım etmek istercesine yukarı çektiğimde o da koltuğunu biraz daha geriye çekip yakaladığı ayak bileklerimi dizlerinin üzerine bıraktı.
‘Araba kullanıyorsun…’ tekrar aracı harekete geçirdiği sırada mırıldandığımda omuz silkerek yanağındaki hafif çukuru sergilemek istercesine gülümsedi. Temas bağımlılığı olduğu konusunda şüphelerimi daha da yükseltecek şekilde boşta kalan elini bacağıma yerleştirdiğinde kollarımı göğsümde birleştirip tekrar şakağımı koltuğa yasladım.
An itibariyle herkese garip gelebilirdi çünkü bana da aynı şekilde çağrışım yapıyordu halimiz. Üzerimde keten siyah elbise, şu an ayağımda olmasalar da siyah sandaletler ve bir anda evlendiğim kocamla iki saatlik bir araba yolculuğunu sadece ve sadece yemek yemek için yapıyorduk. Yolun bitimine kaç dakika kaldı bilmesem de hayatım boyunca anlamsız şekilde en huzur verici manzarayı seyrediyormuşum gibiydi Noyan’ı izlemek. Normalde kalıplaşmış haliyle, net yüz hatları ve keskince taranmış saç stiliyle gezen Noyan tam anlamıyla serseri bir adamı andırıyordu. Gecenin tüm karanlığı arabanın içini kucaklarken gövdedeki cihazlardan yansıyan hafif ışık yüzünü ayırt edebilmemi sağlıyordu. Çalan şarkılar mimiklerine ufak etkiler ederken direksiyonda olan parmakları arada müziğe ritim tutuyor bazen sıkılaşıp direksiyonu kavramasına neden oluyordu.
‘Noyan.’
‘Efendim güzelim.’ Göz ucuyla bana baksa da bakışlarını asla tamamen yoldan koparmazken dudaklarımı ıslatarak derince nefeslendim.
‘Benimle daha önce kampüste karşılaşmışsın ya, anlatsana.’ Cümlemle az önce olan ufak tebessümü gülümsemeye dönüşürken başını onaylarcasına sallamayı eksik etmedi.
‘Altı ay önceydi… Tarihi unutmam mümkün değil, 29 Eylül… Üniversitede bir konuşma için mimarlık bölümüyle görüşmeye gelmiştim daha doğrusu abim zorla göndermişti. Ben pek kasıntı durumlara gelip kendimi över gibi göstermeyi sevmem. Görüşme esnasında Gizay aradı, meğer abim el atmadığım bir meseleyi halletmek adına beni uzaklaştırmak istediği için görüş diye diretmiş. Tabi kan beynime sıçrayınca geri dönüyordum, arabayı da sizin fakültenin oraya park etmiştim. Bir yandan abime çatmak için arıyorum bir yandan koşar gibi yürüyorum, o sinirle gülüşüne çarptım.’
‘Gülüşüme mi çarptın?’ kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken başını tebessümüyle onaylarcasına salladı.
‘Hani insan kırk yılda bir gibisin der ya, o gün 29 Eylül olmasına rağmen bana 29 Şubat gibi geldi, dört yılda bir gibiydin bence. Üzerinde siyah kumaş pantolon ve siyah boğazlı kazak vardı. Saçların hafif dalgalıydı ama sonbaharın güneşi öyle güzel vurmuştu ki başak sarısı gibi göründü gözüme. Gözlerin deli mavi, kahkahan kırk enstrümana taş çıkarır gibi… Bahçedeki masada oturan Simay’a laf yetiştiriyordun, yanında tanımadığım birisi vardı. Normalde atik davrandı fakat bende koşar gibi yürüyünce çekse de çarptım omuzuna. Adam akıllı bakmadın yüzüme alelade bir pardon dedin, yanındaki adam o sana çarptı falan gibi şeyler söyledi, fakat sen yanımdan geçip giderken ben ardından bakakaldım.’
‘Nasıl bu kadar detaylı hatırlıyorsun? Sen insanların yüzlerine bile bakmıyorsun ki.’
‘Bu kadarcık şey detay değil ki. Mesela o gün açık mavi büyük taşlı bir kolye takmıştın, kolunda kaşe kahverengi kabanın elinde de ufak kahverengi bir çanta vardı. Kazağının tek kolu sıyrılmıştı, kolunda da sargı vardı, üzerine tavşan çizme çabasına girmişsin sanırım, yarım yamalak bir 62’den tavşan.’ O günü hatırlar gibi gülümsemesini bozmadan dudaklarını sıkıca birbirine bastırdığında iç çekmeyi ihmal etmedi. Devam edeceğini anladığım için sesimi çıkarmayarak bekledim konuşmasını.
‘O gün tarih 29 Eylül olsa da sen 29 Şubat gibisin Deran. Dört yılda bir, seneler geçse de sadece dört yılda bir yaşlanacak aşkım sana. O kadar değerlisin ki, ben o dört yılda bir günü, tüm ömrümü alacak olsa beklerim.’ Parmakları usulca bacağımı okşarken gözleri yine kısacık bir anda beni bulmuştu.
‘Neden altı ay sürdü karşıma çıkman peki?’
‘Kıyamadım.’
‘Ne?’ şaşkınlıkla mırıldandığımda Noyan alanının daraldığını belli etmek istercesine kıpırdanıp alt dudağını dişleri arasında ezdi.
‘Sana kıyamadım. O gün kampüste gördükten sonra okula çok gidip geldim, hiç denk gelemedik, araştırmakta istemedim, seni içsel olarak sahiplenmek istemedim araştırarak, sonra o gün salonda gördüm seni, şaşırdım. Odada sigara içiyordum fakat sen kendini öldürmek istercesine spor yaptığından bir saat bekleyebildim üzerimi değiştirip dışarı çıktım. En son koşu bandında biraz sarsıldın gibi gördüm, gözlerin de kapalı olunca duramadım. Kıyamadım sana, seni hayatımla karşılaştırmayı yediremedim kendime. Çok saf görünüyordun.’ Kaşlarım hala havada olsa da artık hayatın olduğunu belli eden kesimlere geldiğimizi fark ederek mimiklerimi düzeltip gülümsedim.
‘Saf dediysem kandırılır gibi anlamında değil. Bulutsuz masmavi gökyüzü gibiydin, tertemiz, saf, insanı gülümsetecek kadar güzel…’
‘Sonra ne değişti?’
‘Aslında bir şey değişmedi ama onca gidip gelmemede karşılaşmazken bir anda benim salonumda karşıma çıkınca evren dedim kendi kendime. Evren, diline dökmesen de yüreğindekini sana bir şekilde verir.’ Hafifçe omuz silkip bir sokağa girdiğinde iç çekti bu kez, ‘Senin beni sevebileceğine dair olan inancımı pekiştirdi rastlantılar.’ Arabayı yavaşlattığında sahil kenarında olduğumuzu fark ederek bacaklarımı dizlerinin üzerinden kurtarıp ayakkabılarımı giydim. Gözlerim restoranın önünde durmak üzere olan Noyan’a döndüğünde dudaklarımı ıslatıp gülümsememi göstermiştim.
‘Noyan.’
‘Deran… Deran… Deran…’ iç çekerek mırıldanıp sonunda restoranın kapısına yaklaşınca yüzü artık tamamen bana dönmüştü ki kemerimden kurtularak yavaşça yaklaştım yüzüne. Dudaklarım dudaklarının üzerini örterken gelen ufak kütürtüyle anında tenimizin kopmasını sağladım. Bakışlarım şaşkınlıkla etrafta gezse de benden daha da şok olmuş mekan çalışanları mevcuttu.
’31 yaşındayım ve ilk kez bilinçsiz bir kaza yapmamı sağladın.’
‘Aman canım karından değerli mi?’ durdurmadığı arabada öpme girişiminde bulunduğum için şirince sırıtarak omuz silktiğimde kaşlarını havalandırarak başını usul usul salladı. Aslında sormam gereken bilinçli kaza da mı yaptın demekti belki fakat daha önce serin sulara arabayla girmeye karar verdiğini öğrendiğim için yuttum o cümlemi. Çok geçmeden açılan kapılarımızla göz hapsinden kurtulmak istercesine bir çırpıda indiğimde arabanın önünden dolaşıp araç kartını Adel’e vererek elini belime yerleştirip girişe doğru yönlendirdi bedenlerimizi.
‘Kendi canım bile karımdan değerli değil.’ Derken omuzuma bastırdığı dudaklarıyla şaşkın gözlerim ona dönse de gülümseyerek başını onaylarcasına bir kez daha salladı. Söylediği cümlenin sonuna kadar arkasında olduğunu belli etmek ve bana da kabullendirmek istercesine olan bakışları benden restoran hostesine dönerken sertçe yutkundum.
Şu an naif bir dille tabiri caizse şakır şakır döktürdüğü Fransızcasını algılayamıyordum. Hayatım boyunca çıkmaza itilmişken, değer bir kenarda dursun yer dahi edinememişken Noyan’ın beni kendinden daha ön planda tutuyor olması tüm benliğimin dumur olmasını sağlamıştı. Daha da fena olan kısmı regl dönemimde dengesiz ruh halim yüzünden kavga çıkarma veya ne saçmaladığını öğrenmek adına direnme isteğim körükleniyordu. Yanına ulaştığımız masayla Noyan hala belimdeki elini çekmemiş bir de üzerine sandalyeye yönlendirip geriye çekmişti ki oturduğumda başımın üzerinde hissettiğim dudaklarıyla kendime gelmem gerektiğini fark ettim.
Olduğum transtan çıkıp Noyan’da sandalyesine yerleşirken etrafa bakındığımda tam anlamıyla sahil kenarına yakışacak bir mekanda olduğumuzun bilincine varabildim. Tüm Fransız şıklığıyla bir o kadar da sade olacak şekilde dizayn edilmiş, ahşap masaları tamamen beyaz örtülerle kapatılmış, tek dal kırmızı anatoryum ile ufacık renklendirilmiş mekandan gözlerim dışarı döndü. Önümüzde kayalıklı girintileri olan deniz, bir yanda ise kemerli yapılarla zihnimi dağıtmaya çabaladım.
‘Gün batımı çok güzel olur burada. İşler uzamasa daha erken gelmeyi isterdim ama akşam karanlığına kaldı.’ Bakışlarım tekrar köprüde dolaştığında omuz silkerek Noyan’a odaklandım.
‘Gecesi de güzel.’ Kaşlarımı havalandırdığımda açılan şarap servisiyle beraber derin bir nefes aldığımda göz ucuyla Noyan’a baktım. Gerginlikten sıyrılmış sakinliği, ne kadar gözlerimi kaçırsam da bakışlarını bir an çekmeyişi ve ne ilginçtir ki yirmi dört saattir herhangi bir kaosun ortasında bulunmamış oluşumuz aslında gergin olan tüm kaslarımın rahatlamasına sebepti. Zaman geçtikçe olabilecek tüm korku dolu dakikaları içten içe dillendirmem ise alışmaya başladığımın göstergesi olabilirdi belki de. Veya tam karşımda olan adamın bir hengame arasında dahi olsa beni çekip kurtaracağına dair olan inancımdan da olabilirdi bu rahatlığım.
Verdiğimiz siparişlerimiz geldiğinde ortamın loş ışığıyla derince soluklanarak bakışlarımı dışarıdan Noyan’a çevirdim. Dibindeki garsonla kısa konuşmasından sonra adam başını sallayarak uzaklaşırken onun da puslu mavi fakat ışıklar yüzünden daha fazla parlayan gözleri bana dönerken başını hafifçe omuzuna düşürerek dikkatle süzdü. Arkamızda kalan koca bir ateş çemberi varken biz genişçe ülkemizden kilometrelerce uzakta şarap yudumluyorduk. Asıl güzel yanı ne ateş ne de çember umurumuzda değildi. Parmaklarım arasındaki kadehi dudaklarıma götürdüğümde bir nebze yükselen melodiyle beraber Noyan sakinlikle sandalyesinden kalkıp bana yaklaştığında kaşlarım havalandı.
‘Benimle dans eder misin?’ bana uzanan kemikli eli, yüzü ve restorandaki insanların sakinlikle yemek yemeleri arasında bakışlarım gezinirken tekrar göz göze geldiğimizde sanki sorusunu tekrar etmek ister gibi başını salladı. İnce parmaklarım avucunun içine kendiliğinden yerleştiğinde vücudum ve ruhumun asla Noyan’a karşı duramadığını fark ettim. Bizim dışımızda üç çift daha dans ediyordu fakat yeni harekete geçtiğimiz için belki de masadan iki adım uzaklaşırken belimi kavrayan parmaklarıyla elim omuzuna yerleştiğinde üzerimize dönen gözler huzursuz olmamı sağlasa da şakağımdaki dudaklarıyla beraber dip dibe olduğum maviliklere döndüm.
‘Dünyanın dört bir yanında dans edeceğim seninle. Her ülke, her şehir nasibini alacak. Yıllar geçecek ve çoğu şeyi unutacak yaşlı hafızamıza rağmen ruhum da bedenim de seninle dans etmeye devam edecek.’ Dudakları dudaklarımı mühürlerken hafifçe geri çekildiğinde gülümsemem yüzümde mıhlanmış gibi çakılıydı.
‘Bize insanlar değil zamanlar şahit olacak Deran. İnsanlar ölecek ve duvarlar yıkılacak ama zaman hep bizi anımsayacak.’ Bedenine yaslı bedenimle, dolan gözlerimle veya aklımın bin bir türlü düşüncelere girerek söylediklerini hayal etmesiyle yaşadığım bir anın içindeydim. Az önce dudaklarımda olan teni bu kez omuzumda nefesini bir iz gibi bırakırken aslında bütün belaların sonunda yine birbirimizi bulabileceğimizi kanıtlıyor gibiydik. İki kişi olmaktan vazgeçmişken nasıl anında bir oluvermiştik fikrim yoktu ancak olan halimize uzaktan bakıp yapışık ikiz gibi olan tavrımıza sımsıkı sarılmak istiyordum. Bu bizi, bu beni ve bu Noyan’ı seviyordum. Huzurlu olmalarını, kaçmadan, korkmadan bir arada kalışlarını seviyordum. İçimdeki ufak çocuğun o sevgiye aç gözlerinin doymaya başladığını hissetmeyi seviyordum.
Sonlanan melodiyle beraber aslında az önce ayağa kalkmaya çekinen bedenimin tüm çevreyi ekarte eden beynimle işbirlikçi olmasından memnundum. Hafifçe olan alkış sesleriyle Noyan elimi dudaklarına yaklaştırıp ufak bir öpücük bıraktığında gözlerim hemen arkasındaki masada olan yaşlı çifti buldu. Kadının tüm hatıralarını hatırlarken bize dönmüş gülüşüne rağmen adamın özlemle o anları anımsayıp dolan gözlerini kadından bir an ayırmayışıyla ve masanın üzerinde çoktan birbirine kenetlenmiş ellerine. Belki de yıllar sonrasında gezinen gözlerimle Noyan’da onlara doğru baktığında tuttuğu parmaklarımın üzerini baş parmağıyla okşadı.
‘Böyle olacak. Ben yaşlanacağım ama sana olan sevgim asla. Söz sevgilim.’
‘Söz…’ dudaklarım arasından mırıldama gibi dökülse de bizi izleyen bir çift yaşlı göze diğer eşi de eklendiğinde başımızla selam verip tüm şehri gezmek istercesine ayaklarımız çıkışa yöneldi. Dakikalar, saatler hatta günler bile hızla ilerleyebilirdi fakat bize göre olağan yavaşlığıyla bir bir hafızamıza kazınıyordu her an. Limana doğru ilerleyen adımlarımızla Noyan’ın duraksayan bedeniyle bende durmak zorunda kalmıştım ki eğilip ayakkabılarının bağcıklarını çözerken anlamaz gözlerimde üzerinde geziniyordu. Sonunda gevşettiği iplerle ayakkabıları çıkarıp eline aldığında tek kaşını havalandırıp gülümseyerek bana döndü.
‘Çıplak ayakla gezmeyi sevdiğini biliyorum, temizdir burası.’ Ne kadar emin olamasam da bakışları dahi ikna edebilirdi. Bende ayakkabılarımı çıkarıp elime aldığımda ilerlemeye devam ettik. Yüzlerce yatın bağlandığı liman boyunca tabanlarımız geceye rağmen hala sıcacık olan betonu ezerken ardımızda kilometreler alacak ayak izi bıraktığımızı hissediyordum. Şimdilik birkaç adımdan ibaret olsa da izlerimiz zaman geçtikçe çoğalacak, belki boyumuzu belki de ruhumuzu aşacaktı. Sonunda limanın en ucuna ulaştığımızda sanki anlaşmış gibi yaklaşıp yere oturduk.
Betona çarpan dalgalar usulca ayaklarımızdan süzülürken başımı omuzuna doğru bıraktığımda kolu anında belimi sardı.
Bazen koca bir boşluğa bakmak, içinin boş olmasından daha iyi bir durum olabiliyordu. Muhtemelen bizim durumumuzda böyleydi. Koca, simsiyah görünen bir boşluğa içimiz tıka basa birbirimiz ile doluyken bakıyorduk ve gördüğümüz sadece gecenin yuttuğu deniz değildi. Şahsi olarak net bir şekilde kendimden emin olduğum durumda tüm hayatımı izliyor gibiydim.
Yıllar önce sırtını dönüp giden annemden, onu suçlamak yerine daha müsait bulduğu için bana yönelen babama ve omuzuna başımı yasladığım adamın aslında bana ne kadar iyi geldiğine dair olan hayatımı. Hiçbir zaman vazgeçilmezim diye bir kelime içinde insan ya da nesneleri geçirme teşebbüsünde bulunmamış ruhum ilk kez bana sıkı sıkı sarılıyordu. Gariptir ki vazgeçemeyeceğim dediğim şey Noyan değildi, Noyan’a tutulan Deran’dı. Ve ben Noyan’a deli gibi tutulan Deran’dan rahatlıkla vazgeçilmezim diye bahsedebilirdim.
Kaç saat olduğundan bir haber bünyem kendini göstermeye başladığında gün ışığının kızıllığına odaklanırken bedenimi bacakları arasına çekmiş Noyan’ın göğsüne iyice sokuldum. Saatlerdir limanda oturuyorduk, tek cümle kurmadan, herhangi bir hamlemiz olmadan. Kolları bedenimi çevrelerken bu sabaha kadar kaçıncı kez olduğunu hesap edemediğim şekilde bir kez daha öptü saçlarımın arasından. Tüm geçen zamanda tek kelime etmeden aklımızdakilerle savaşlar içine girerek öylece kalakalmıştık. Aslına bakılırsa ne ben konuşma ihtiyacı hissediyordum, ne de onun hissettiğini düşünüyordum. Zaten hissetmemiz gereken her detay zihnimizde cirit atarken sadece olan ana odaklanmak en güzeli geliyordu.
‘Türkiye’ye geri dönmek istememem suç mu sence?’ iyice kendini göstermiş güneşle oturduğumuz yerden kalkarken Noyan’ın sorusuyla bakışlarım onu bulduğunda yorgun bakışlarına gülümseyip kollarımı boynuna doladım.
‘Suç değil ama eninde sonunda gideceğiz.’
‘Tüm ömrümün sonuna kadar seninle beraber firari olmayı o kadar isterdim ki.’ Çocuk gibi neredeyse mızırdanacak haline gülerek karşılık verdiğimde iç çekip başımın iki yanını büyük avuçlarıyla kavradıktan sonra dudaklarımın üzerini kapattı.
‘Döndüğümüzde tüm gün şirkete kapanıp kalacağım, başımı çevirdiğim dakika yanımda olmana deli gibi alıştığım için sinir katsayımın hızlı yükselmesine neden olacak yokluğun. Ki eklemek isterim zaten sinirlerim tepeme hızlı ulaşır.’ Gülüşümü durduramadığımda sıkıntılıca nefesini bıraktı.
‘Akşam yine bana geleceksin.’ Omuz silkip hala boynunda olan kollarımla bu kez ben onu öptüğümde kaşları hafifçe çatılsa da usulca kıvrılan dudakları mimiklerinin düzelmesine neden oldu.
‘Senden bir şey isteyebilir miyim?’
‘Yapabileceğim bir şeyse elbette.’
‘Keyfi şekilde olmadığı sürece yemek vs derdine hiç bulaşma, ortalık savaş alanı gibi olsa da bırak dağınık kalsın kendini yorma ama…’ anlık bir duraksama yaşadığında hareleri gözlerimi talan etti.
‘Ama?’ devam etmesini istercesine başımı salladığımda dudaklarını ıslatıp derin bir nefes doldurdu ciğerlerine.
‘Ama… Bana kapıyı sen aç.’ İsteğiyle kaşlarım havalanırken belimdeki elinin tekini çekip cebiyle kısa bir uğraş girdikten sonra bu kez parmaklarının ucundaki anahtarları ortamıza getirip havada salladı.
‘Evin anahtarını taşımayacağım artık, o eve girerken senin yüzün olsun ilk gördüğüm. Yapar mısın bunu benim için?’ simsiyah bir geceden çıkmış Vallon Des Auffues’e karşı tam ortamızda kalan bir anahtarla beraber aslında Noyan’ın bile bu gerçeğe kendini inandırmak istediğine şahit oluyordum. Bire bir o evin içerisinde olacağıma, artık onunla kalacağıma, ne zaman kapıyı aralasa beni göreceğine dair olan inancına destek verilmesini istiyordu. Ufak bir çocuğun inançları kadar gerçek ve samimi olan haliyle başımı onaylarcasına salladığımda anahtarı da parmaklarının arasından çekip almayı ihmal etmedim.
Tüm dönüş yolunda sanki hepimiz ağız birliği yapmış gibi sessizliğimizi korumuşken sonunda ulaşabilmiştik ülkemize. Kaçak göçek halimiz noktalanırken uçağın basamaklarını sakinlikle indiğimde aracın başındaki bir adamla ters ters konuşan Gizay’a kaydı gözlerim. Derdi neydi de daha iki dakika olmadan sinirlenecek bir konu bulmuştu anlam veremiyordum. Birkaç adım önümüzdeki Denker abi de laf kargaşasına dahil olduğunda bakışlarım ne olduğunu anlamak istercesine elimi sıkıca tutan Noyan’a döndü. Fakat onun sinirden çok yüzünde bıkkınlık ifadesi vardı. Noyan’ın diğer tarafına gelen Şanze’yle beraber onu da kolunun altına çektiğinde sanki Denker abi ve Gizay kükremiyor gibi bizi havaalanına yönlendirdiğinde sessizliğimi korudum. Bekleyen bir araç, aracın muhtemelen şoförüyle kavga eden iki adam, bir de kolunun altına kardeşi ve karısını çekmiş dünya yansa umurunda olmayacak tavırla yürümeye başlayan Noyan. Sahne mükemmel olabilirdi fakat içimdeki meraka engel olamıyordum.
‘Niye tartışıyorlar?’
‘Tartışmıyorlar.’ Yanıt Şanze’den geldiğinde kaşlarımı çatıp emin olmak için dikkatle yüzünü süzdüğümde anında omuz silkti.
'Hep aynı tantana, tartışmıyorlar, istedikleri aracı dış hatlar çıkış kapısına almışlar, bu araç neden kapıdaki arabayla aynı değilmiş.’
‘Ne farkı var ki?’
‘Zırhlı…’ havalandırdığım kaşlarım bu kez sessizliğini koruyan Noyan’a döndüğünde girdiğimiz kapıdan sonra Adel bilgisayar çantasından beş defter çıkarıp kontrol noktasına bırakmış ardından da bir dosya çıkarıp onu da üstüne yerleştirmişti. Noyan hala ikimizi de kanatları altında tutarken kontrol eden görevli sisteme kayıt oluşturduğunda uzattığı evrakları Adel yeniden toparladığı gibi almış ve çıkışa doğru yürümeye başlamıştık. Çıkış kapısına belki de iki metre mesafe kaldığında duraksayan Noyan’la beraber mecburen ikimiz de olduğumuz yerde kalırken sinirli nefesini bir anda bıraktığında benimde gözlerim onlarca basın mensubunu buldu.
‘Hiçbir soruya cevap vermeden direkt arabaya geçiyoruz.’
‘Neden?’
‘Boş yapacaklar da o yüzden güzelim.’ Başını sağa sola sıkıntılıca salladığında başındaki gözlüğünü indirerek tekrar ilerlemeye başladı. Fakat bir yandan da Şanze’nin kolunun altından çıkmasını ve bir hamlede Adel’in himayesine girmesini sağlamıştı. Adımlarım resmen koşar gibi sürüklendiğinde dışarı çıkar çıkmaz yüzümüze patlayan gün ışığına rağmen onlarca flaşla aslında güneş gözlüğü takmanın çok mantıklı olduğunu fark ederek bende saçlarım arasındaki beyaz gözlüğümü indirerek ilerlemeye devam ettim. Arkamızdan koşar gibi gelen onlarca soru beynimi eritmek üzereyken aralarından zorlukla zihnime ulaşan bir tanesi adımlarımın donuklaşmasına neden oldu.
‘Noyan bey, kayınbabanız Zeren İmerler İzmir’de olan aile evini sizin kundakladığınızı iddia etti. Yaptınız mı gerçekten böyle bir şey?’
‘Deran, arabaya.’ Noyan’ın fısıltılı da olsa keskin sesiyle çatılan kaşlarımı düzeltmeye çabalasam da olmamıştı. Kendi yaktığı evin günahını bir de Noyan’a mı yüklüyordu yani? Şaka mıydı bu? Bedenimi geri döndürecekken sırtımdaki elin hafifçe desteklemesiyle bakışlarım diğer yanıma döndüğünde Denker abinin başıyla işaret vermesi ve benim resmen çuval gibi kendimi araca atmam bir oldu. Karga tulumba ardımdan yerleşen bedenlerle kapı sertçe kapandığında hızlıca harekete geçen arabayla beraber gözlüğümü çıkarıp çatık kaşlarımla Noyan’a baktım.
‘Babam… Yangını senin üzerine mi yıkmaya çalışıyor?’ sinirden titreyen ellerime tezatlık oluşturan sakin sesimle beraber Noyan’ın gözleri bana döndüğünde derin bir nefes aldı.
‘Önemli bir konu değil.’ derken aslında itibarı için ne kadar önemli olduğunu biliyordum. Bunu tahmin etmemek aptallık olurdu zaten.
‘Önemli bir konu değil.’ Sesim yüksek olmasa da tonum o kadar baskın çıkmıştı ki şaşkınlıkla havalanmış kaşlarımın asla tesiri var gibi görünmüyordu Noyan’ın üzerinde. Bakışlarını gözlerimden çekerken sertçe dizlerime bıraktığım ellerime odaklandı.
‘Niye konuşmamı engelledin ki. Senin zerre alakan yok.’ Konunun önemi üzerine tartışmaya girecek olsam da Noyan titreyen parmaklarımı avucunun içine aldığında harelerini de şoföre ve yanında oturan Adel’e dikmişti.
‘Bu konu basını alakadar etmiyor çünkü.’
‘Tüm Türkiye senin, benim ailemin evini yaktığını düşünüyor ve sen asla bir şey söylemiyorsun. Bana da basını alakadar etmiyor diyorsun. Ne zamandır var bu konu gündemde!’ titreyen ellerimi kontrol altına aldığı için belki de ses tonumu dahi ayarlayamadım. Öyle ki Noyan’ın başı hızlıca bana tekrar döndüğünde kaşları uyarır gibi çatılmıştı.
‘Deran!’ arabanın içindeki herkes sessizliğini koruyup bakışlarını olabildiğince bizden uzak tutmaya çalışsa da benim ateş saçan gözlerim Noyan’ın üzerindeydi. Sinirli olduğum kişi babam olsa da buna sessiz kalması akıl işi olmadığı için ona kızıyordum.
‘Onun yanına gitmek istiyorum.’
‘Hayır.’ Sabit ses tonu kaşlarımın daha çok çatılmasına neden olurken dudaklarımı aralamıştım ki Noyan’ın usulca başını sağa sola sallamasıyla araba duraksadı. Açılan kapıyla ikimiz dışında herkes inerken tekrar kapanıp harekete geçtiğinde gözlerim kısa bir anlığına az önceki şoförün yerine geçen Adel’e kaydığında sessizliğimi korumak ile ayan beyan bağırmak arasındaki git gelimde karara varmam gerekiyordu. Hangisini yapacaktım bilmesem de sıktığım dişlerim yüzünden çenemdeki ağrı kendini göstermeye başladığında derince soluklandım.
‘Onun yanına gitmek istiyorum dedim.’
‘Bende sana hayır dedim.’ Alenen baskın ve emredici çıkan sesiyle daha da derinleşen kaş çatmamı artık kontrol bile edemiyordum. Fakat makul ve mantıklı bir açıklama istiyordum Noyan’dan. Sadece akla yatan bir açıklama.
‘Neden?’ çatık kaşlarıma rağmen hala akla uygun bir açıklama istesem de Noyan usulca omuz silkti.
‘Canım gitmeni istemiyor.’ Kulaklarımın işittiği cümle doğru muydu değil miydi ayırt dahi edemezken hala avucunun içindeki parmaklarımı sertçe çektiğimde çenemi havalandırarak olabilecek en gergin şekilde gülümsedim.
‘Ben senin emin erin değilim, kendine gel. Senin canına göre hareket etmeyeceğim, bu yaptığının hesabını verecek o.’ Evet söz konusu benim gerilmem babam yüzündendi ancak Noyan’ın tavrı da yangına körükle gitmek gibiydi. İnsan kendisi hakkında bir aksiyona canım istemiyor açıklaması aldığında körük falan da bir sonraki evreye geçerek odun atma durumuna evriliyordu.
‘Cümlelerine dikkat et Deran.’
‘Seninle nasıl konuşacağıma dair bir belge hazırla göz atayım Noyan. Belgeyi hazırlayana kadar da durdur arabayı, Zeren beyi göreceğim.’ Kılı kıpırdamadı tabiri şu an Noyan için geçerli olabilirdi çünkü gerçekten kirpiği dahi kıpırdamadan dümdüz karşıya bakıyordu. Ses tonu olabilecek en sakin haldeydi fakat az önce parmaklarımı çektiğim için dizine düşen eli yumruk olmuştu.
‘Sana diyorum.’
‘Eve gidiyoruz.’
‘Noyan!’
‘Deran, eve gidiyoruz dedim.’ Bu tavrı devam ederse eğer kafasını falan kırabilirdim. Bakışlarım bir anlık Noyan’dan Adel’e döndüğünde alt dudağımı dişleyip başımı dikleştirdim.
‘Zeren beye gidiyoruz Adel.’
‘Nasıl isterseniz Belgi hanım.’ Hamlem Noyan’ın bakışlarının bana dönmesini sağladığında başını sağa sola sallasa da döndüğümüz sapakla beraber hala kucağımda olan ufak çantamı karşıya fırlattım. Adel’e bu emri Noyan vermişti, şimdi geri çekmesi demek Adel’in tekrar tamamen odak noktasının Noyan olması anlamına geliyordu ve bunu yapmazdı. Biliyordum çünkü onca insan arasında en güvendiği ve beni güvenli alanda bıraktığını düşündüğü yer Adel’in olduğu kısımdı, kendisinden sonra. Yavaşlamaya başlayan arabayla gözlerim dışı cennet içi cehennem olan evde gezindi. Usulca aralanan otomatik kapıyla Noyan benden önce davranıp arabadan inmişti ki bende hamle yaptığımda ayaklarım havada kaldı. Kaldı çünkü Noyan’ın omuzundaydı bedenim.
‘Noyan!’
‘Senin onun cümleleriyle darbe almandansa bana günlerce küsmeni kabul ederim.’ Kolunun biri bacaklarımı sıkıca kavrarken sırtına yumruk indirmeye çabaladığımda arkadaki arabalara ilerlemesiyle başımı kaldırdığımda ilk gözüme çarpan Adel oldu. Bundan sonrasında elimden bir şey gelmez dercesine bakarken hemen arkasında o demir kapının gölgesindeki kollarını göğsüne bağlamış açıkça gülen Gökmen abiyle göz göze geldim. Adel az önce fırlattığım çantamı alıp yanımıza yaklaşarak Noyan’a teslim ettiğinde sinirli gözlerim onu da hedef alsa bile döndüm tekrar Gökmen abiye.
‘Gökmen abi!’ seslenmemle demir kapıdan çıkıp başını omuzuna doğru düşürdüğünde Noyan’ın yüzü ona benimki ise ardımızda kalan arabalardan inmiş şaşkınca bakan koruma ordusuna dönmüştü.
‘Gökmen abi seni benim omuzumdan alamaz Deran, çünkü kocanım.’ Hızlı bir hamleyle omuzundan indirip yere basmamı sağladığında tekrar kapıya doğru hamle yapsam da belimden yakalayıp arkadaki arabanın koltuğuna bırakmıştı. Kemerimi takıp ters bakışlarıma rağmen çekilirken şakağıma da dudaklarını bastırdığında göz devirdim.
‘Bağla istersen!’ bağrışımı önemsemeden elindeki çantamı da kucağıma bırakıp kapıyı da kapattığında yine gözlerim Gökmen abiyi buldu. Sanki Noyan’ın doğru yaptığını anlatmak ister gibi başını fark edilmeyecek kadar ufak bir hareketle salladığında sürücü koltuğuna yerleşen Noyan’a döndü harelerim. İçimde kaynar bir kazan vardı. O derin huzur, mutluluk, sakinlik Monte Carlo’da kalmıştı. Döndüğümüz ilk dakika başlayan bu gerginlik ise savaş boyaları istiyordu. Hem de herkese karşı olacak bir savaş.
‘Beni durduramayacağını sende anlayacaksın.’ Dediğimde arkadaki arabaların kenara çekilmesiyle beraber çıktık tekrar yola.
‘Seni durdurmaya değil, korumaya çalışıyorum zaten.’ dudaklarım sinirle aralansa da tekrar birbirine bastırıp kelimelerimi yuttuğumda kollarımı göğsüme bağladım. Tamam sindirilmiş olabilirdim, belki gözüm çabuk korkuyor ve hızlı ağlıyordum ancak Noyan’ın ortaya çıkardığı biri vardı. Deran. O Belgi Deran İmerler ile aynı kişi değildi. Noyan’ın severek ortaya çıkardığı o Deran savaşın kendisiydi. Bunu kendisi de anlayacaktı.
Araç yavaşlarken o korunaklı kale kapısından içeri girip merdivenlerin önünde durmuştu. Ben hamlede bulunmadan kapı açıldığında hızlıca inip ilerledim. Çantadaki anahtarı çıkarıp kapıyla kavga edercesine davranarak araladığımda ardımdan açık bırakıp arka bahçeye yönelmiştim ki gürültüyle kapanmasından sonra hızlıca elimi yakalayan parmakları sertçe savurdum.
‘Odaya çıkalım, lütfen.’
‘Bence şu an aynı ortamda bulunmayalım. Maazallah cümlelerime dikkat edemem falan.’ Yanından geçmek için harekete geçtiğimde bir anda tuttuğu ama incitmek istemediği nahif dokunuşundan anlaşılan haliyle gözlerine baktım. O puslu mavilerinde ne aradığımı bilmiyordum fakat ikimiz de sakin değildik bunu görüyordum.
‘Çalışanımın önünde bağırıyordun, sussan evde istediğin kadar bağırırdın zaten.’
‘Tek derdin otorite mi!’ şaşkınlıkla büyüttüğüm gözlerimle kolumu kıskacından çektiğimde başımı teessüf edercesine salladım.
‘Deran…’ kendini tutmaya çalıştığı her halinden belliydi ancak ben pek kendimi tutma niyetinde değildim. Hapis hayatı gibi bir düzenim olduğunu bilerek nasıl olur da birkaç saat önceki adamdan sıyrılabilirdi anlam veremiyordum. Gidip Zeren beye kükresem bu problem yaşanmayacaktı bile ancak kendisi emretmeyi seçmiş, yetmez gibi bir de çanta gibi arabaya tıkmıştı beni.
‘Üzerine iftira atıyor ve sen bunu sineye çekiyorsun ama benim bağırmam dert mi oluyor!’
‘O herif benim hiçbir şeyim! Ama sen karımsın!’ kükrer gibi çıkan cümlelerle adımlarım geriye doğru çekildiğinde dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim.
‘O herif karın yüzünden sana bu iftirayı atıyor!’
‘İşte tam da bu yüzden gidemezsin diyorum!’ karşılıklı kükrememiz ortalığı ayağa kaldırırken Noyan’ın gözleri benden kopup bahçeye döndüğünde yanımdan sinirle ayrılıp verandaya ilerledi.
‘İşinize bakın lan! Kim size buraya dönme hakkı veriyor!’ yeniden bağırdıktan sonra kapının sürgüsünü kapatıp yanıma tekrar ulaştığında başımı sağa sola sallayıp bu kez sıyrılarak yanından geçtim. Adımlarım basamakları bulduğunda koca evde hangi oda kimin bilemesem de ilk geldiğimde Denker abinin Şanze’ye olan isyankar halini anımsayıp Noyan’a ait olduğunu bilerek üçüncü kata çıkıp sinirle tek tek kapıları açmaya başladım. Ne aradığımı bile bilmeyen halime rağmen ayak seslerinden Noyan’ın geldiğini fark ederek bir kapıyı daha açıp amacıma ulaşamadığım için sertçe kapattım. Yüzüne dönüp bakmadan çaba harcamaya devam ettiğim sırada duyduğum dijital kilit sesiyle bakışlarımı koridorun karşısına çevirdiğimde önünde beklediği yarım açık kapıya yöneldim bu kez.
‘Zeren bey emir verir! Sen emir verirsin! Diğeri emir verir! O, bu, şu! Hepiniz emir verirsiniz! Yeter!’ son yeterim eğer bardak olsam titrememe neden olacak güçteydi fakat içimdeki kızgınlığı atamıyordum. İçimdeki babamın başlattığı ve Noyan’ın devam ettirdiği o sinir ateşi durulmuyordu.
‘Kriz geçireceksin sakinleş biraz.’
‘Bu da bir emir mi Noyan bey!’ gözlüğümü yatağa fırlatırken bağırmaya devam ettiğimde aklıma gelen o şeyle koca bir kahkaha attım, ‘Noyan dedim sana değil mi?! Ahter mi olmalıydı!’ bu herhalde tüm tartışmamız sırasında vurucu bir darbe olmuştu. Noyan’ın az önce sakin çıkan sesi tamamen kesilmiş, göz kapakları, dişlerini sıktığı için gerilen çene kaslarıyla eş zamanlı kapanmıştı.
Bazı sakinleşmeler bir ateşin fitili olabiliyordu. Bazen insan çok sevdiği kişilere istemediği şekilde hitap edebiliyordu. Öyle ki canını yakacağını tahmin ederek yapıyordu bunu. Kapana kısılmaktan nefret eden ruhum ve artık emir kipi duyunca midesi bulanan Belgi olarak çığırımdan çıkabilirdim, çıkmıştım. Nasıl ki Şanze bazen abisinin Noyan olmadığını iddia ettiyse bende bazen Noyan için Deran olamıyordum. Bana Tanrının hediyesi olduğumu söylese de arada bir harap olmuş zihnim ve psikolojim beni Tanrının cezası yapabilirdi. Sanırım hayatımdaki en büyük travma da böyle baş gösterecekti. Ateşi Noyan yakmamıştı, onu Zeren bey yakmıştı ve ben karşımdaki savaşacağım kişiyi Zeren İmerler olarak aklıma kodladığım için önüme çıkan her şeyi yerle bir edebilirdim. Artık beni bir kilere kapatmayacağından emin olduğum için de hür şekilde istediğim kelimeler dökülebilirdi dudaklarımdan.
Fakat yanlıştı.
Kelimelerin döküldüğü kişi asla uğramaması gereken kişiydi.
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Öyle bir bölümdü ki benim için kalbimin Monaco'da falan değil Belgi ve Noyan'da kaldı. Hem aşklarında, hem savaşlarında, en çokta Noyan'ın herkese sabırsız, Belgi'ye sonsuz sabrında... Şimdi söyleyin bakalım sizce nasıldı bölüm?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |