23. Bölüm

Bölüm 22

Ceren Öztürk
biceruvar

Holaaaaa.... Geldim geldim, gıcır gıcır bölümle geldim, aşklı, savaşlı, komedili, baş kaldırmalı üstelik. O da yetmezmiş gibi epey uzun ki sonu yok mu bunun dersiniz. Ancakkk direnişlerini ayrı, birbirlerine yıkılışlarını ayrı seviyorum bu çiftin. Muhabbeti de çok uzatmadan gönderiyorum gelsin bölüm...

O zaman iyi okumalar ve bol bol keyifli zamanlar....

(İletişim kurabilmemiz adına Instagram; BiCeruVar)

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑

Ruhu buluştu ruhumla,

Hissettiğim en büyük yangın,

Düşleyemediğim en güzel gerçekti.

Serotonin, dopamin ve endorfin mutlulukla bağlantılıdır. Onların eksikliği ise mutsuzluk ve yorgunlukla. İkisini hangi vakitlerde karşılaştırsam, eksikliğini değil, hiç olmayışını bilirdim. Olmayan şey ne kadar eksik çözümlenemez çünkü. İşte tam da şimdi sırça gibi odanın dört bir yanına dağılmış harflerimin hiç oluşunu istiyordum. Hiç oluşu kadar, orada öylece var olmasını. Çelişki böyle anlarda baş gösteriyordu içimde azade bir galizmişçesine. Keza en çokta keşkeler, belkiler ve neyseler kıstırıyordu beni en uç noktaya. Hayatımızın köşe bucak her noktasında varlardı aslında ihtimaller… Bir de bütün bunları dahil edebileceğim dilimden ateş parçaları dökülmüşte odadaki parkeyi dahi alevlendirmiş gibi olan hissiyat dört tarafımı sarıyordu.

Etrafta insanın omuzlarına çöken bir ağırlık, kasvet veya ismine ne denilebilirse netameli cümleler asılı gibiydi. Nefeslerimiz asılı kaldığı, asla yere düşmeyip ses çıkarmadığı halde bizi ortada bırakmış bir aile misali iğreti halindeydi durum. Benim de, onun da boğazında takılı kalan bir hissiyat vardı. Bendeki öfkeydi ancak Noyan’ın puslu bakışlarında acı kol geziyordu. Sanki dudaklarını aralasa, bir cümle kursa kelimeler değil zehir dökülecek gibi acıyordu bakışları. Bunu neden, ne için veya Noyan’a kızdığımdan mı yaptığımı bilmesem de karşımda Zeren İmerler’in başka bir suretini istemiyordum. Birini sevmek ve ondan ömrünün sonuna kadar emir almak artık bana göre aynı şeyler değildi. Bu hatayı babama karşı yapmıştım. Sanmıştım ki itaat edersem sever beni, fakat Noyan’la işler aynı olmayacaktı. Birine itaat etmek istesem olduğum yerde kalırdım. Noyan’ı seviyordum ve kalan hayatım sadece birbirimize karşı sevgimizle sürsün istiyordum. Kavgalar, tartışmalar elbette olabilirdi ancak bu kesinlikle emir kipi içeren cümlelerle olmamalıydı. Eğer ki anlaması için böyle canını yakmam gerekiyorsa, yapardım. Yapmıştım da.

‘Bana Ahter deme.’ Sesi fısıldama gibi çıkarken güçlükle yutkunduğunda az önce kapanan gözleri de aralanmıştı ki harelerindeki içten içe kısılıp kalan ruhunu gördüm. Hitabım ağır geldi Noyan’a. Hitabımdan nefret etti fakat bana iki adım yaklaşmaktan kaçınmadı, ‘Deran ben sana emir vermiyorum.’ Benim aksime olabilecek en sakin tınıyla konuşurken başını olumsuzca sağa sola salladığında kaşlarımı çattım. Vermişti. Bire bir emir vermemişti ama mecbur kılıp istediğim yere gitmemi engellemekte buna dahildi ve eğer ki bu tutumu devam edecek veya tekrarlanacak olursa kafesi kırmak için kanatlarımı kanatacağımdan, Noyan’a karşı çıkacağımdan emindim. O yüzden acısa da, kanasa da bunu şimdi, hemen bugün anlamalıydı. Anlamalı ve tekrarlamamalıydı.

‘Gitmek istediğimi söylediğim halde tek kalemde eve gidiyoruz diye kestirip atman da emir değildi zaten.’ hala elimde neden tuttuğumu bilmediğim çantayı da sinirle yatağa, gözlüğün yanına fırlattığımda gerginlikten kuruyan dudaklarını ıslatıp derin mavilerini bana odakladı.

Noyan’a baktıkça içimde kopan bir fırtına vardı ve ben ne olursa olsun o yoğun duyguya kilit vurup kapının ardına saklayamıyordum. Ancak bu sinirli, gergin ve dahası emir kipleriyle dolu cümleleri korkmama da neden oluyordu. Karşımdaki adamın puslu mavi gözlerini, yanağında oluşan o derin çukuru, hatta sakallarını bile severken bir gün gerçekten mahkum edebilecek olma ihtimali içimi kasıp kavuruyordu resmen. Bu korku şimdi nereden çıkıp gelmişti ki?

Tabi ki direnişten.

Kimsenin haberi olmasa da içimde bir direniş başlatmıştım kendi hayatıma karşı. Bu illa ki Zeren İmerler olmak zorunda değildi. Noyan’ın olması da mecburi değildi. Ben kendi kendime direniyordum. Bir daha o eski, sakin, sessiz, alevlerin arasında da kalsa sesi çıkmayan Belgi’yi istemiyordum. Deran’dım ben. Noyan’ın Deran’ıydım ama en çok kendiyle olan, kendini sevmeyi öğrenmeye başlamış, başkasından medet ummadan yaşayan Deran’dım.

‘Ne yapacaksın gidince?’ benim aksime sakin ancak buz gibi ses tonuyla konuştuğunda üzerindeki beyaz gömleğin iliklerini de çözmeye başladı. Normal bir konuşmadaymışız gibiydi hali tavrı fakat kaçırdığı gözleri o kadar buz kesmişti ki sırf bu yüzden açtığı her iliğe baktığını tahmin edebiliyordum.

‘Yaptığı bu saçmalığı düzeltmesini sağlayacağım.’ Keşke cümlem kadar iç sesim de kararlı olsaydı. Keza kendisi resmen Zeren beyin beni dinlemesi konusunda kahkaha atarak karşı duruyordu tavrıma.

‘O da sana, hemen hallediyorum mu diyecek?’ derken son iliği de açıp tek kaşını havalandırarak baktı yüzüme.

‘Ne dediği umurumda değil, sana böyle bir etiket yapıştıramaz.’ Sonunda gömleğinden kurtulduğunda histerik gülüşü dudaklarında tebessüm olarak asılı kalırken derin bir nefes alıp başını sağa sola salladı.

‘Benim umurumda ama.’ Artık o dalga geçen yüzü de yoktu az önce dudaklarımdan dökülen Ahter ismine karşı buz kesen sesi de. Tınısı o kadar keskindi ki kendisi için ne denli bir anlam ifade ettiğini anlamam adına başını sallayarak onay dahi veriyordu.

‘Ne?’ çatılan kaşlarımla yüzüne baktım. Zeren beyin kurduğu cümleler benim umurumda olmazdı ki, neden onun umurunda olsundu. Zaten Zeren İmerler cümlelerini sadece can yakmak için kullanırdı, o konuda da ben epey ustalaşmıştım. Kendine karşı bir can falan bırakmadığından acıtamazdı. Bundan sonra ne yaparsa yapsın kanatamazdı kalbimi de, zihnimi de.

‘Sana ne dediği benim umurumda. İster babası olsun ister başka bir şeyi, benim karımın karşısında tek kişi gözlerinin içine bakıp canını sıkacak cümle kuramaz.’ Dediğinde o kararlı olsa da bende kafamın dikine gitmek istiyordum. Çünkü sandığının aksine birilerinin benim canımı sıkabilme olasılığı çok ama çok düşüktü. Sadece önemsediğim insanların cümleleri kırardı, yaralardı, onlardan birisi artık babam değildi. Yine de bunu dillendirmek istemedim Noyan’a, onun yerine konuyu farklı yere çekmek istedim, daha doğrusu Noyan’ın hal ve hareketlerine.

‘Ama sen kurabilirsin öyle mi Noyan?’

‘Söylediklerimi çarpıtma Deran. O eve gitmen canının sıkılması demek ama hadi bunu geçelim… Seni o eve göndermem benim aptalım dememle eş değer olur. Ki emin ol aptal bir adam değilim.’ Kaşlarım anlamayan halimle çatılsa da bedenini odanın içindeki cam duvarlarla bezeli banyoya yönlendirdiğinde son cümlesi sanırım damarıma basmakla aynı düzlem üzerinde ilerletti onu.

‘Bu konu tekrar açılmamak üzere kapandı.’ Herhalde ruh hastası kimliğimin bana verdiği yetkiye dayanarak sakince ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp yere eğildiğimde aldığım topuklumun tekini hırsla camdan fanusa benzeyen banyoya doğru fırlattım. Monako’dan son aldığım, üstelik fazlaca sevdiğim lacivert ince topuklu önce camda gürültüyle kendini gösterdi fakat çıkan takırtıya rağmen sadece ufak bir çizik bırakarak yere süzüldü. Bir gürültüde parkede yankılandığında yarım açtığı kapıdan şaşkınca bana döndü.

‘Kafama topuklu mu fırlattın sen?’ sesindeki hem şaşkın hem alaylı tınıyla ayakkabının diğer tekini de alıp havalandırdığımda dudaklarını sımsıkı birbirine bastırarak kahkahasını engelleme çabasına giriyordu. Kararsız gözlerim dalga geçen yüzüyle az önce topukluyu fırlattığım nokta arasında gidip gelse de madem cama fayda etmiyor bari Noyan’dan çıkarayım hırsımı diyerek ona fırlattığımda atik hareketi ve bu kez gerçekten şaşkınca büyüyen gözleriyle tuttuğu cam kapının arkasına sığınıp koca bir kahkaha patlattı. Dalga geçmesi işin gerçekten en saçma salak noktası olabilirdi çünkü ben asla ama asla alay etmiyordum durumla. Ki halimde alay edecek düzeyde sakin değildi. Sanırım atacağım başka topuklu ayakkabımın olmayışıyla rahatça odaya tekrar döndüğünde hız kesmeyen kahkahası hala odada yankılanıyordu.

‘Gülme!’ bağırarak çocuk gibi ayaklarımın üzerinde tepindiğimde Noyan’da hala tuttuğu kapıdan ayrılıp dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı.

‘Kafama ayakkabını fırlattın.’ Yerdeki lacivert güzelim topuklumu işaret ettiğinde tutmaya çalıştığı kahkahasını daha fazla dinginleştirememiş olacak ki yeniden gülmeye başladı. Ben burada çıldırıyordum, adamın kafasına ayakkabı atıyordum ve o sadece gülüyordu! Olacak iş değildi!

‘Ya gülmesene!’ sinirle arkamda kalan yatağa sertçe bedenimi bırakıp kaşlarımı çattığımda durdurmaya çabaladığı gülüşüyle yaklaştı yanıma. Halimle o kadar eğleniyordu ki gerçekten de kendimi bir sirk çadırında palyaço gibi hissediyordum.

‘Çok mu komik halim!’ sinirle tekrar kükrediğimde başını onaylarcasına sallayıp işaret parmağını ısırarak gülüşünü gizlemeye çalıştı bu kez.

‘Neresi komik bu durumun ya!’

‘Hiçbir insanın yapamayacağı bir şey yaptın az önce.’ Şaşkınlıkla az önce topuklu ayakkabıyı fırlattığım cam duvarı işaret etti. ‘Ömrüm boyunca başıma ilk kez bir kadın ayakkabısı geliyor.’ Bu duruma şaşırması, sinirlenmesi falan gerekirken sanki beni sinirlendirmekten zevk alırmış gibi davranması nedendi o zaman?

‘Nasıl yani?’ aptala anlatır gibi dillendirmesini istemiyordum fakat bu kadar garibine giden ve güldüğü o şeyi merak ediyordum. En az benim kadar sinirlenmeli ve çığırından çıkmalıydı. Kavga etmeliydik. Siktir! Kaos arıyordum ve Zeren bey bunun için mükemmel bir fitil olmuştu. Fakat yine de ne vardı bu halimde veya tavrımda onu güldürecekte tanıdığımdan beri atmadığı kahkahaları şimdi atıyordu? Ayrıca şu an haddinden fazla sinirliydim, biraz kendini toparlayıp ciddi durmazsa sinirle gülmeye başlayan ben olacaktım.

‘Kafama ayakkabı attın.’

‘Herkes yapabilir bunu.’ Bakışlarım iyice ne dediğini anlamamış olmakla ona odaklanırken başını sağa sola sallayarak üzerime doğru eğildiğinde az önceki sinirlendiğim konuyu hatırlayarak tekrar çattım kaşlarımı.

‘Bir tek sen yapabilirsin. Bir tek sen yaptığında bu kadar güzel olabilirsin.’ Mırıldanmasıyla dudaklarıma yaklaşırken anında tepinip geriye kaçtığımda bir kez daha kahkahasını savurdu. Yatakla arasında kalmış boşluğa hitaben o da oturduğunda elini bana uzatmıştı ki gözlerim parmakları ve yüzü arasında dolaşırken ne var dercesine başımı sağa sola salladım.

‘Gelir misin?’ derken havadaki parmaklarını gözleriyle işaret etti, ‘Lütfen.’

‘Sinirim geçtiği için değil, rica ettiğin için geleceğim.’

‘Tamam… Aslını inkar etmeyeceğim.’ Başımı anında sallayıp hala havada olan elini yakaladığım gibi az önce kaçtığım noktaya yeniden sürüklenerek döndüğümde önüme düşen saç tutamımı kulağımın arkasına iterek derin bir nefes aldı.

‘Seni babanın yanına gönderemem. Tek gönderirsem geri çıkarmaz ve sana ne yapacağını bilmediğim için bu riski göze alamam. Yanında adamlarla da gönderemem çünkü seni korumaları konusunda bir kendim, iki abim, üç Gizay ve dört Adel dışında kimseye güvenmem. Ki farz edelim dördümüzden biri seninle geldi, Zeren İmerler sana sesini yükselttiği dakika katili oluruz. Şahsi düşünceme bakacak olursak sevdiğim kadının bir şekilde hayata gelmesine sebep olan insanı öldürmek pek istediğim bir durum değil. Buraya kadar tamam mıyız?’

‘Ben tek başıma gidip tekrar dönebilirim.’ İnatla ve inançla konuştuğumda başını hafifçe omuzuna düşürüp dikkatle süzdü gözlerimi.

‘Deran, anlattıklarını yaşatmış herifin karşısında tek başına bırakamam seni, beni de anla.’ Az önceki kahkaha atan hali gergin tınısıyla kaybolurken gözlerindeki ufacık kıvılcımlar çekti dikkatimi ama Noyan’a birinin bunu yapmasını istemiyordum. Oradayken yanımdaydı, herhangi bir şekilde tesiri olmamıştı eve ve şuan açık bir şekilde iftiraya uğradığı halde sesi çıkmıyordu. Çünkü karşısında onu karalayan kişi benim babamdı. Sadece bu yüzden sustuğunu dahi tahmin edebilirdim. Böyle durumlar eğer ki Zeren beyin başına gelse çevresindeki herkesi yaylım ateşine tutardı o. Çünkü itibarını zedelemek istemez, hemen bir çözüm talep ederdi. Şanze’nin anlattığı kadar tehlikeli olan Ahter’in de başkasına böyle sessiz bir müsemma göstereceğini zannetmiyordum.

‘Gizay’la gideyim? Noyan böyle olmaz, haberler, magazin… Resmen itibarını zedeliyor.’

‘Bu durumu düzelteceğim, emin olabilirsin.’ Kuşkulu halime destek olmak istercesine avucundaki elimi okşayarak başını salladığında iç çektim.

‘Gelelim emir kipi ve otorite meselesine…’ hatırlattığın iyi oldu dercesine bakışlarım değişirken alt dudağını ısırıp gözlerini etrafta gezdirdi. Sanki kuracağı cümleleri dikkatle seçmeye çalışır gibi olan hali boştaki eliyle banyonun cam duvarını işaret ettiğinde kaybolunca bakışlarım oraya kaydı.

‘Kurşun geçirmez cam nasıl kırılır?’

‘Şu çekiçlerle sanırım, cam için tasarlanmış olanlarla.’ Diye mırıldandım. O kırmızı saplı garip çekicin ismini bilmiyordum fakat bu konuyla alakasızlığı da dikkatimi çekmemiş değildi.

‘Değil ama sayılır… Diyelim ki sen o garip olan çekiçsin ben ise kurşun geçirmez bir camım. Herkes içeriyi görür ancak kimse olanları bilmez zarar veremez, fakat sen tek darbe ile alaşağı edebilirsin. Sana emir vermiyorum Deran, yapamam, sen benim altımda olan, emrimde çalışan birisi değil eşimsin… Benimle eşsin fakat ben sinirlerini kolay zapt edebilen birisi değilim ama inan bana elimden geleni yapıyorum. Sana adamlarımın yanında bağırdığını söylemem de otoriteden falan değildi. Kimsenin haddi değil bizim aramızda olan gerginliğe, sevgiye, hatta mutluluğa dahi şahit olmak.’ Anlıyor musun der gibi bakarken tek kaşım havalandığında hala tutuğu elimi dudaklarına yaklaştırıp avucumun içine ufak bir öpücük bıraktı.

‘Çekineceğim bir durum yok, herkese diz çöktürür senin önünde diz çökerim. Dünya alem bilsin zerre utanıp sıkılmam bundan.’ Sadece gözlerime bakarak dahi ikna edebiliyordu beni sözlerinin gerçekliğine. Fakat asıl mesele şuydu ki ben ne kadar şartlarımız imkansız olsa da Noyan’ın herhangi bir durumu saklamasını istemiyordum. Ve o havaalanının çıkışında tepemize üşüşen onlarca soru arasından en çok beni tedirgin eden soruyu işitmişti kulaklarım. Bunu bir basın mansubundan değil, Noyan’dan duymak isterdim.

‘Fikrimi sormadan, bana anlatmadan dümdüz bodoslama dalıyorsun konuya. Bunu neden basının sorusuyla öğrendim ben mesela? Neden senden duymadım?’

‘Bir beklesen, sabır desen açıklayacağım. Çünkü bu olaydan uçağa binmeden önce haberim oldu ve ben durumun şiddetini ölçememiştim. Niyetim senin duymanı dahi engelleyerek basından haberleri çektirmekti ama sen kafama ayakkabı atıyorsun güzelim.’ Az önce yaşadığı şoku tekrar yaşarcasına kaşlarını havalandırdığında usulca omuz silktim. O kendince açıklama yapıyorsa bende kendimce bir cevap bulurdum.

‘Arkanı dönüp gidiyorsun.’

‘Sakinleşirsen adam akıllı konuşabiliriz diye düşündüm, ki sinirliyken nefes almayı unutacak kadar hızlı konuşuyorsun.’

‘Laf mı soktun sen bana? Ayrıca konu kapandı dedin, sonra konuşacağız değil.’ yüzüm anında buruşurken uzlaşmaya çalışan Noyan’a tamamen zıt davrandığımın bilincindeydim ancak zerre umurumda değildi. İçimdeki şımarmaya hazır o ufak kız çocuğu çoktan flamasını almış koştur koştur sokaklarda geziyordu.

‘Durum tespiti sadece. Ve konunun gerçekten kapanmasını istiyorum.’ Yeni bir zıtlaşma istemediğini belli edercesine ellerini havalandırdığında göz devirsem de odayı kaplayan melodiyle beraber cebindeki telefonunu çıkarıp sıkkın bir nefes bıraktı.

‘Başlıyoruz…’ sabır kaç kez dilenebilirdi bilmem ancak Noyan’a İstanbul’a adım attığı dakika itibariyle ben, şu an da hattın ucundaki kişi epeyce sabır diletecek gibi görünüyordu. Yanıtladığı aramayı tek kelime etmeden dinlemeye devam ederken bakışları kısa bir an bana döndüğünde tuttuğu elimi yüzüne yaklaştırarak avucuma tekrar dudaklarını bastırıp ayağa kalkıp ufak terasa ilerledi.

Gözlerim etrafta dolaşmaya başladığında odanın koridor tarafındaki ve siyah yatak başlığının yaslandığı alandaki duvarların tamamen beyaza yakın bir gri olan boyasını inceledim. Daha önce de odaya göz atmıştım fakat şimdi görüyordum ki üzerinde oturduğum yatak değişmişti. Nedenini bilmesem dahi tahmin yürütebiliyordum fakat henüz balayından dönmüş bir kadın olarak bu dramatik kıskançlığın içinde kısılıp kalmak istemiyordum. Keza bu sıralar itina ile olay çıkarma potansiyelim vardı.

Siyah yatak başlığını hizalamış koyu gri İtalyan sıva sanki bir sınır çizmiş gibiydi ve bu sıvanın devamlılığı yatağın hizasını takip edecek şekilde tavana kadar uzuyor, bir kısmını da kaplıyordu. Tavandaki ufak delikleri buradan görebilsem de ne olduklarını ayırt edemediğim ve bunun bir inşaat hatası olmadığını tahmin ettiğim için sormak adına aklıma not ettim. Spor ve modern yatak düzenini saf renk esir alırken sadece yatak örtüsünün saten dokusunun gece karasında olması da koca odadaki bir nokta gibi duruyordu.

Oda karışık değildi, özellikle yatağın olduğu bu kısım o kadar sadeydi ki ortada herhangi bir obje yok desem yeriydi. Sadece yatağın başuçlarında duran daha önceki cam komodinler ve ayak ucundaki puf vardı. Gerçi ne kadar sade desem de Noyan’ın çevresinde kitaplıkların olduğu ortamlar dışında her yer sakindi. Minimum düzeyde ancak tamamen kullanıma açık aksesuarlar yetiyor, eve ferahlık katıyordu. Koca yapıya dahi ferahlık verildiğine de ilk kez rastlıyordum çünkü Zeren beyin evi adeta antika salonu, hatta müze gibiydi.

Usulca oturduğum yataktan kalkıp bakışlarımı terasta gezdirdim. Bu eve gündüz geldiğim zamanlarda bahçede oturduğum ve akşam Noyan’ın odasına girdiğim için daha önce fark edemediğim yeşillikler arkasındaki denizin mavisi boylu boyunca bir tablo gibiydi. Odada uyandığım sabah ne kadar kafam bulanıksa manzarayı fark etmemiştim dahi. Ancak şu an yağlı boya bir tablo gibi yeşil ve mavinin harmanı ayaklarımın altındaydı. Noyan terasta olduğu ve telefonda ne diyecekse benden uzaklaştığı için sağ tarafta kalan sürgülü kapıya ilerledim.

Açtığımda içerdeki olağanüstü düzene dikkatle baktım. Bu odaya da daha önce girmiştim ve tertipli durduğunu biliyordum ama uzun uzun incelememiş, sadece cam oluşuna takılmıştım. Takım elbiselerin renkleri tonlarına varana kadar ayrılmış, tişörtler aynı düzene eşlik ederken cetvelle ölçülse ancak olur diyebileceğim hizada dizilmişti. İki tarafı tamamen cam dolap olan giyinme odasına girip etrafa göz atarken iki dolap arasına yerleşmiş büyük boy aynasından süzdüm kendimi.

Şu tertipli alanda kendimi görmek epey şaşkınlığa uğrayacağım bir eylemdi sanırım. Odanın ortasındaki yüksek cam sehpanın içinde kalan parçalarda gözlerimi gezdirirken kol düğmelerinden, gözlüklere, onlardan kravat ve saatlere kadar aynı düzende olduğunu fark etmiştim ki kapıdaki hareketlilikle beraber bakışlarım Noyan’ı buldu fakat bir şey daha dikkatimi çekti. O cam dolapların sağda kalan alanına makyaj masası gibi bir yer yapılmıştı. Henüz haftalar önce girdiğim bu odada o makyaj masasının olmadığına yemin edebilirdim ve onun daralttığı tarafın tam karşısındaki yerde Noyan’ın kıyafetlerinin olduğundan da emindim. Şimdi ise tam tersiydi. Makyaj masasının hizasındaki alanı daralmış dolaplarda Noyan’ın giysileri duruyordu, ayakkabıları ortalıkta hiçbir şekilde yoktu ve tüm duvarı boydan boya kaplayan alandaki askılar ile raflar boştu.

‘O kadın… Şey…’

‘Kübra hanım?’ bulmak istediğim şeyin gerçekten de evde çalışan Kübra olduğunu anlayarak gülümsediğinde anında başımı salladım.

'Kübra hanım takıntılı mı?'

‘Düzen konusunda mı?’ bir kez daha başımı sallayarak karşılık verdiğimde gülümsemesi genişledi.

‘Bu odaya o da dahil olmak üzere kimse giremez, mecburi olan haller dışında. Ben takıntılıyım biraz.’ Dediğinde kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Benden önce gelmediği halde kıyafetlerinin yeri nasıl değişmişti ki? Dahası düzen takıntısı olan bir adam olarak benimle evlendiğinin farkında mıydı?

‘Kendine muhteşem bir eş seçimi yapmışsın o halde. Bundan sonra en basit kararlarını dahi sorgulamam gerekecek anlaşılan o ki.’

‘Dağınıklığın dert değil güzelim, ben toparlarım.’

‘Keşke bu kadar emin konuşmasaydın Noyan.’ Sıkıntıyla göğsüne destek olurcasına vurup omuz silktiğimde bedenimi kendine çekip kolunu belime dolayarak şakağıma dudaklarını bastırdı.

‘Kıyafetlerin on dakika sonra gelecek, merdivenlerin başına bırakırlar, tüm valizleri taşıma, ihtiyaç duyduğun valizi al sadece ben dönünce hallederim.’ Dediğinde derin bir nefes alıp boş raflara göz attım.

‘Kıyafetlerin buradaydı.’ Diyerek bu kez dolu olan tarafa döndüm, ‘Ayakkabıların da burada. Neden ve ne zaman yerini değiştirdin?’

‘İzmir’e gittiğimiz gün değiştirdim.’ Dediğinde başımı devam etmesini ister gibi salladım, ‘Çünkü orada seni benimle yaşamaya ikna etmeyi planladım. Fakat daha iyisini yapıp evlendim.’ Dudaklarında hafif bir tebessümle devam ettiğinde gülümseyip başımı sağa sola salladım. Çok ağır başlı bir adam gibi görünse de arada sırada ufak bir çocuk munzurluğuna ev sahipliği yapıyordu Noyan.

‘Peki neden olduğu yerde kalmadı kıyafetlerin?’

‘Doğruyu mu söylememi istersin yoksa biraz atıp tutmamı mı?’

‘Doğruyu elbette.’

‘Adel seni epey uzun süredir takip ettiği için Ferhat abi ve Simay’la yaptığın alışverişten bilgim oldu ve aslını istersen bir ara odadaki eşyalarımın hepsini taşımayı düşündüm.’ Dudaklarımı araladığımda işaret parmağı susmam için üzerine yerleşti anında, ‘Neden takip ediyordu diye tartışmasak…’ umutsuz haline gülümsediğimde başımı onay verircesine sallamıştım ki hala dudaklarım üzerindeki parmağına ufak bir öpücük bıraktım. Zaten Adel’in bir süredir dibimden ayrılmadığı ortadaydı, Noyan’ın bunu benim bilip bilmediğimi bilmesi ise benim için muammadan öteye gitmiyordu. Fakat o meşhur saldırıdan önce ne kadar süre göz hapsindeydim merak etsem de şimdilik konuyu açmayacaktım. Olup bitmiş ve geçmiş meseleler değil şimdi üzerine odaklanmak istiyordum. Ve şu an karşımda son derece yakışıklı olan kocamın nereye gittiği benim özel merak konum olabilirdi.

‘Sen nereye gidiyorsun?’ merakla gözlerine baktığımda bir kez daha şakağımdan öpüp dudaklarını ıslattı.

‘Şirkete uğramam gerekiyor, basın toplantısı ayarlamışlar.’ Derken parmaklarım çıplak göğüs kaslarında dolaşırken kaşlarımı havalandırdım.

‘Benim olmam gerekmiyor mu?’ konunun içine alenen dalmışken tüm basın toplantısını üstlenmesini garip geliyordu kulağa. Hepsi bir kenarda kalsın tüm ülkede evliliğimiz resmen bir bomba etkisi yaratmışken tek başına olması da saçmaydı. Bu evlilikte ikimizdik, tüm medya ikimizin ismini, pardon Zeren beyde dahil olursa üçümüzün ismini konuşuyordu. Ve pek tabi orada olmazsam o basın toplantısının sonu zorla alıkoymaya kadar uzanırdı.

‘Sen maskot değilsin, gelmek istemeyeceğini düşündüm, sevmiyorsun bildiğim kadarıyla bu tür şeyleri. Fakat istersen beraber de gidebiliriz.’ Bakışlarım Noyan’dan usulca boy aynasına tekrar döndüğünde harap olmamış halimle omuz silkip tekrar derin deniz harelerine baktım.

‘Beraber katılalım.’

‘Peki… Duş alayım sonra çıkarız.’ Başımı onaylarcasına sallarken Noyan giyinme odasından çıkmış ben ise kapıya yönelip beni beklediğini umduğum valizler için dışarı adım attım. Koridora bakarken kenarda duran makyaj çantamı görmenin mutluluğuyla ilerlediğim gibi elime almıştım ki iki valiz çıkaran esmer bir adamla göz göze geldiğimde tebessüm etsem de anında bakışlarını kaçırdı. Yok yok gerçekten problemliydi kocam. Adamlar yüzüme bile bakamıyordu, sanki şeytan görmüş gibiydi halleri. En basiti valizleri bırakıp kovalayan var gibi tekrar inmesinden anlaşılıyordu.

Ardından bakakalsam da getirdiği valizlerden siyah olanı alıp tekrar odaya yöneldim. Az önce açık olan kapının şimdi duvar misali durduğunu fark edince kulpa bassam da açılmadığında içeriden yankılanan su sesinin de resmi olarak Noyan’ın duşunun habercisi olduğunun bilincindeydim. Gözlerim daha önce yeşil olduğunu anımsadığım ama şu an kırmızı yanıp sönen ufak ışıktayken derin bir nefes aldım. Bunu yapma ihtimalim yüzdelerle ölçülse belki çok düşüktü fakat olduğum yerde sırtımı duvara yaslayıp yere otururken tüm oran orantı hesaplamalarını da elimin tersiyle kenara ittim.

‘Deran…’ kesilen su sesi, adım sesleriyle birleştiğinde Noyan’ın seslenişini duyarken yanımda kalan kapıya vurdum. Açıldığında ise Noyan dümdüz karşıya bakıyor olsa da kaşları derinlemesine çatılmış ve koridorda sırtını duvara yaslayıp yere bağdaş kurmuş halde makyaj yapan beni bulmuştu. Çatık kaşları gevşerken dudaklarını şaşkınlıkla aralasa da tekrar birbirine bastırmıştı ki gülüşünü gizlemeye çalışırken başını kaşıdı. Çok garip bir görüntü sayılmazdı fakat Noyan’ın yerinde ben olsam halime gülerdim doğrusu. Sonuçta insan karısını yatak odasının kapısının önünde bağdaş kurmuş makyaj yaparken bulamazdı her gün.

‘İçeride devam etmek ister misin?’ kahkahalara boğulmamak adına zorlukla konuştuğunda parmaklarım arasındaki ruju işaret edip küçük aynaya dönerek hızlıca dudaklarıma bulaştırdığım gibi kapattım. Ortalığa dağıttığım malzemeleri toparlayıp çantaya tıkıştırdığımda hala beni bekleyen bedene dönerek kapı ile arasında gezdirdim harelerimi.

İnsan yatak odasına da parmak okuma sistemiyle giriş yaptırmazdı. Tamam bir nebze takıntılı olabilirdi fakat bu derece olmamalıydı. Ben öylece kapı ve Noyan’ı izlerken o boynumdaki zinciri yakalayıp askılımın içinden çıkardığında ne yapacağını izlemeye başladım. Kolyenin bir kenarını kapının hemen yanındaki ufak kare şeklindeki elektronik cihaza okutup elimi yakaladığı gibi parmak izi okuyan cihaza baş parmağımı bastırdı. Kenarda yanıp sönen kırmızı ışık yeşile döndüğünde parmağımın serbestleşmesini sağlayıp önümden de çekilmişti.

‘Bu başka ne yapıyor?’ içeri dalarken hala boynumda olan ufak gümüş renkli dikdörtgen prizmayı gösterdiğimde az önceki saçma sapan halimi unutmuştu ki yaklaşabildi bana. İşin garip yanı koca kat, hiç mi oda bulamadın falan dese verecek bir cevabım yoktu. Aslında vardı fakat yine de yok olması daha iyiydi. Çünkü Noyan’a dönüp üşendim diyemezdim. Beş adım atarak odaya girmeye üşenecek pek az insan vardı muhtemelen dünya üzerine.

‘Satrancı iyi oynayabilmek için rakibinin bir sonraki hamlesini tahmin edebilmen gerekir.’ Başımı onaylarcasına salladığımda az önce sürdüğüm ruju bozmayı önemsemeden dudaklarımın üzerini kapatıp geri çekildi.

‘İşte o ufak küp rakibin bir sonraki hamlesini benim istediğim gibi yapmasını sağlıyor.’ Dediğinde dudaklarına bulaşan rujumu başparmağımla hafifçe dağıttım.

‘Nasıl yani?’ tek kaşımı havalandırdığımda yanından sıyrılıp çektiğim valizle giyinme odasına yönelmiştim ki Noyan’da beni takip etti.

‘Akıllarından yüzlerce hamle geçebilir fakat elimdekilerle sadece ben ne istiyorsam onu yaparlar.’

‘Peki kimse bunu almak için bir girişimde bulunmadı mı?’ valizi ortaya yatırıp açarak kaşlarımı havalandırdığımda Noyan gülümseyip gömleklerinin arasından buz mavisi olanı seçti.

‘Almak için birleşmeleri gerek, birleşmek için birbirlerine sırlarını açmaları… Korkulan sırların daha fazla insanla paylaşılmasını kimse istemez.’

‘Peki neden dikdörtgen bir prizma şeklinde?’ diğer taraftan aldığı kömür karası takım elbiseyle açıklama yapmadan hızlıca üzerini giydiğinde bende açtığım valizin içindeki siyah saten elbiseyi üzerimdekilerle değiştirip az önce kafasına fırlattığım topuklularım için odaya yöneldim. Hala bir yanıt bekliyor olsam da bugün şirret kadın olma kotamı doldurmuş sayılırdım. İki farklı yöne dağılmış ayakkabılarımı da giydiğimde yanıma ulaşan Noyan yine dikdörtgen prizmayı göğsümün arasından iki parmağıyla çekip aldığında üzerinde kazıma gibi duran roma rakamlarından birini göreceğim şekilde çevirip iç çekti.

‘Bana ait olan ve kilitli yerlere parmak izi ekletmek için burayı kullanırsın.’ Küpü sağ tarafa çevirip bu kez ikiye geldiğinde baş parmağını üzerinde gezdirdi.

‘Aile kimlik bilgilerimiz kayıtlıdır. Doktorlarımız, avukatlarımız, taşınmaz ve taşınır belgelerimiz, daha önceki sağlık raporlarımız, kronik hastalıklarımız veya genetik olabilecek hastalıklarımız, kullandığımız ilaç geçmişiyle beraber hala devam ettiğimiz reçeteler… Senin, benim, abimin, Şanze ve Gizay’ınkiler. Babamınkiler de dahil.’ Kaşlarım çatıldığında ne soracağımı merak edercesine baktı yüzüme.

‘Benim mi?’ soruma başını sallayarak onay verdiğinde dudaklarını ıslatıp bir kez daha sağ tarafını çevirdi küpün.

‘Senin dışında hepimizde çip var, burasından çiplerin konumuna erişilir.’

‘Ne çipi?’

‘Benim ve Gizay’ın deri altında, abimin künyesinde, Şanze’nin hiç değiştirmediği piercinginde ufak çipler var. Her ihtimale karşı bir koruma, takip sistemi içeriyor.’

‘Benden de mi isteyeceksin böyle bir şey?’ yüzümü buruşturduğumda gülümseyip başını anında sağa sola salladı.

‘Takip edemeyecek kadar uzağımda bırakmayacağım için sana şart değil.’

‘E az önce gidiyordun?’

‘Evden garajda olan arabalar dışında hiçbir araçla çıkamazsın, kapıdaki sistem izin vermez, ben telefondan onay vermediğim sürece aynı şekilde içeri de birisi giremez.’ Açıklamasının ardından küpü bir kere daha sağa çevirdi. Dört rakamının üzerinde yine parmağı gezindiğinde kırık gülümsemesi gözlerinde sis bulutu gibi dolaştı.

‘Burada beni bitirecek, hatta kökümü kazıyacak şeyler var.’

‘Nasıl verdin bana o kadar kötü şeyler söz konusuysa?’ kaşlarım çatılırken az önce olan sis perdesi hızlıca dağılmış yüzünde gülümsemesi gerçekten harelerine yerleşmişti.

‘Beni hep abim ve Gizay’a güvenirim diye bildiler. Ben kendim dışında kimseye güvenmedim. Sadakat değil kastım asla fakat insan üzüldüğünde, sinirlendiğinde, mutsuz olduğunda kendini kaybedebilir. Ama artık kendime de güvenmiyorum.’

‘Nasıl yani?’

‘Artık güvendiğim sadece sen varsın Deran. Hani dedim ya herkese diz çöktürür senin önünde diz çökerim diye. Sana bir şey olacaksa eğer kendi ellerimle kendimi yakarım. Artık kendime bile güvenmiyorum.’ Başını sağa sola sallarken konuyu biraz dağıtmak ve yüzündeki kasveti yok etmek için gülümseyerek göz süzdüm.

‘Az önceki şirret halime rağmen güveniyor musun bana gerçekten?’ dediğim sırada parmaklarım gömleğinde gezinerek boynuna kadar ulaştı. Kömür gibi siyah bir takım elbisenin içine sanki gözlerine vursun diye açık mavi gömleği özellikle giymişti. Hatta gözüme öyle bir görünüyordu ki dışarıya adım atması taraftarı değildim. Mümkünse yatağa doğru yürüsündü çünkü libidomla onun arasında konuşmaları gereken özel bir mesele vardı.

‘Bir gülüşüne, bir öpüşüne yedi cihan dar gelir şu ömrüme, o yüzden yakacaksan sen yak Deran.’ Derken aklımdan geçenleri bilse muhtemelen romantizm doruklarındaki dilini susturup koca bir kahkaha patlatırdı. Aklımdakilere rağmen Noyan’ın romantik tavrına kaşlarımı havalandırsam da bu kez küpün zincirle bağlantılı kısmını çevirip hafifçe bastırmıştı ki açılmasıyla beraber içindeki ufak siyah kartı görerek tekrar bakışlarımı mavilerine döndürdüm.

‘Çıkardığın dakika bu ufak küp boş, basit bir aksesuar olur. Her şey kartta kalır.’ Son noktaya ulaşıp az önce açtığı ufacık kapağı kapatıp en altını çevirdiğinde bomboş olan yüzeyle derin bir nefes aldım. Ufacık bir aksesuara bütün bunları nasıl yerleştirmişti bu adam? Orada da olan kapağı bu kez sürgü gibi ittiğinde içinden avucuna metal bir parça düştü. İncecik görünen o metal parçanın üçe katlı olduğunu fark etmem ise Noyan açarken oldu.

‘Bu anahtar kasa anahtarı. Evrakların, tüm nakit paranın, acil durumda yok edilmesi gerekenlerin konumlarının olduğu haritanın da durduğu kasanın. Evde değil, zaman olunca yerini gösteririm sana da.’ İncecik anahtarı tekrar üçe katlayıp yerleştirerek kapağını kapattığında boş yüzeyde parmağını bir kez daha gezdirip gözlerini bana çevirdi.

‘Burada bir de Ahter var Deran. Ahter’in laneti, kiri, elindeki kanı, zihnindeki celladı var. Bir de çıkılmaz denilen her yerden çıkabileceği tünellerinin haritası…’ düşüncelice birkaç saniye gözlerini orada odaklı bıraksa da daha fazla karamsar kalmak istememiş olacak ki tekrar askılımın içinden göğüslerimin arasında bıraktı ufak kolye ucunu.

‘Bir gün saklanman gerekirse, gerekmeyecek ama olur da mecbur kalırsan, az önceki kartı herhangi bir elektronik cihaza takman yeterli. Önüne bir dünya haritası çıkacak, o gün tehlikeli olmayan neresiyse oralar mavi ile gözükecek, üzerine bastığın yer için de iletişim bilgileri çıkacak.’ Açıkladıklarına hitaben zihnimde merakından kavrulduğum onlarca soru olsa da şuan daha fazlası vardı. Beni en çok rahatsız eden ise o harita olmuştu. Böyle bir harita bir gün gerçekten ihtiyacı olacağı için mi tasarlanmıştı, yoksa sadece yine işleri sağlama alan yanı mı kendini göstermişti bir tahminde bulunamıyordum. Fakat en azından, ‘’hayatımızın garantisi…’’ cümlesinden daha tatmin edici olduğunu düşünüyordum.

‘Bütün bunlar, sahiden gerekli mi?’ derken elleri sırtımda yer edindiğinde belimdeki parmakları usulca tenimi okşadı.

‘Gerekli ve dahası da var. Bir gün seni şaşkına uğratacak sırlarım var.’ Cevabı kaşlarımın havalanmasını sağladı. Ne olduğunu deli gibi merak etsem de sormama fırsat bırakmayacak gibi bakıyordu ki gerçekten de henüz dudaklarımı aralamadan devam etti, ‘Zaman kısıtlı olmasa hepsini şimdi gösterirdim ama daha sonra.’

‘Saklamayacak mısın benden yani?’ dediğimde başını sağa sola salladı.

‘Aslında her şey görebileceğin kadar açıkta, ki eş meselesine geri dönecek olursak saklamam lafımı yememle eş değer olur. Sadece madalyonun diğer yüzüne şahit olmanın tek yolu var, o da en uç ihtimal.’ Meraklı bakışlarım uzun süre mavilerinde gezindi, ne dediğini anlamaya çalıştım, ayırt etmek istedim fakat gülümsemesi gözlerine kadar ulaştı.

‘Sen ve ben, seni kaybedersem, sana ulaşamayacak hale gelirsem eğer o gün madalyonun diğer yüzüne şahit olursun. Sana zararı diğerleri gibi dokunmaz ama gördüklerin de zarar verir.’

‘Sana bir soru soracağım ama şimdi zamanı değil.’ Sanki ne soracağımı bilir gibi başını anlayışla salladı. Ona neden Ahter var diyecektim. Fakat alacağım cevap günlerce sürecekmiş gibi geliyordu ve kısıtlı bir anda güme gitmesini istemiyordum. Ahter ne yapıyor da kız kardeşi dahi ondan hoşlanmıyor da diyecektim. Karşımda duran, tenine dokunduğum adamın her milimine ellerim kadar ruhum da değiyordu ancak dokunamadığım Ahter’in kim olduğunu öyle veya böyle duymak istiyordum. Belki korkutucu olacaktı, belki ürkecek, hatta Noyan’dan çekinecektim ama ne olursa olsun o ismim dudağından döküldüğünde dahi Noyan’ı irrite eden Ahter kocamın bedeninde, ruhunda, varlığında yaşıyordu.

Tuttuğu elimle göz ucuyla tekrar bana baktı. Evden çıkıp şirkete gelene kadar olduğu gibi üstelik. Emin değildi fakat bir o kadar da emindi. Soruların canımı sıkmasını istemiyordu ancak orada dünya alemin karşısına benimle el ele çıkmak istiyordu. Belki de bu yüzden geldiğimiz koridorun başında birkaç saniye kendini tartmış olacak ki derince soluklandı.

‘Toplantıya katılmak istediğine emin misin?’

‘Evet Noyan, daha önce yüz kere sorduğun soruya cevabım yeniden evet. Neden dünyanın sonu gibi geliyor bu sana?’ arabada, arabadan indiğimiz otoparkta asansöre ulaşana kadar, asansör kabininde, ofisine geçene kadar sürekli aynı soruyu sormuştu. Ben ise bir süre sonra umursamayı bırakıp şirketinin dekorasyonunu incelemeye başlamıştım. Yatak odası gri ve cam yüzeylerden olan bir adama göre tüm şirketi siyah fakat parlak bir imaj çiziyordu. Mobilyalarla o kadar güzel dengelenmişti ki insan istemsizce burada ciddiyet ve iş dışında bir şey düşünemezdi.

Noyan’ın ofisinin olduğu katta tek tük çalışan insan olsa da çevrede asla ama asla bir çalışma alanı gözükmezken o çalışanların da ayaküstü bir iş halletmek adına burada oldukları tahminini yürütmüştüm. Fakat tüm bunlardan sıyrılmam, daha kalabalık ve insancıl bir alana geçmem basın konuşması yapılacak katla olmuştu. Noyan’ın ofisinin olduğu kattan hiçbir farkı yoktu orasının da tasarım anlamında. Sadece daha çok insan, daha işlevsel çalışma alanları ve etrafta telaşlı bir ilerleyiş söz konusuydu.

‘Dünyanın sonu değil güzelim ama canını sıkacak tek soru duyman taraftarı değilim.’ Konuşmanın olacağı odaya uzun bir koridordan yürüyerek ulaşırken ve o koridorunda yukarı kat gibi siyahla dizayn edildiğini fark ettiğimde detaylara dalmam gereken bir durum olmadığını fark ettim. Koridorun başından itibaren ortalama üç metrede bir tıpkı koridor gibi siyah kumaşın üzerinde lacivertten griye doğru açılan bir renk geçişiyle Étoile Group yazan flamalar vardı. Her birinin ortasındaki boş siyah duvarlarda cam bir fanusun içine alınmış plaketler ve ödüllerle beraber sürekli farklı insanların olduğu epey kalabalıkça şirketin basamaklarında çekilmiş fotoğrafların yerleştirildiği lacivert metal çerçeveler ve altlarında gümüş plakalara yazılmış küçücük açıklamalar mevcuttu. Eğer dışarıda bir basın grubu beklemiyor olsa kesinlikle her birini inceler, Noyan var mı diye kontrol eder, altta olan o açıklamaları da zihnime kazırdım. Şirket o kadar az detayla süslenmişti ki belki de plaza hayatı söz konusu olduğunda içinde kalmak isteyeceğim tek yer burası olabilirdi. Kesinlikle gereksiz bir unsur yoktu, bu neden burada, ne alaka şimdi diyeceğim ufacık bir ayrıntı yerleştirilmemişti.

‘Duymayacağım zaten.’ Omuz silktiğimde içeride olan gürültünün bir nebze azaldığını fark ederek tuttuğum eliyle çekiştirmeye başladım Noyan’ı. Bu saatten sonra yetişen yetişmişti, katılamayan ise arkadaşlarından bilgi alsındı. Henüz masaya yaklaşırken yüzümüze çarpan onlarca flaşla beraber bakışlarım Noyan’ı bulsa da o gözlerini direkt olarak en arka koltukta oturan Gizay’a, Cinnetime çeyrek kaldı, dercesine dikti. Nasıl bir mesaj aldı veya Noyan bakarak hangi cümleyi kurdu bilmesem de Gizay anında işaret ve orta parmağını birine doğru hareket ettirdi. Hedefi belli ki en arkada tabiri caizse kapı gibi duran adamdı çünkü garipsemeden yanına ulaştığı gibi Gizay’ın elinin tersiyle dudaklarını kapatıp bir şeyler söylemesine odaklandı. Noyan’da bende tek kelime etmezken iki adam harekete geçtiğinde az önce patlayan flaşları bir bir çıkaran basın mensuplarını gördüm. Kısa sürede işleri bittiğinde Noyan kenetli parmaklarımız sayesinde elimi dudaklarına yaklaştırarak üzerine ufak bir öpücük bırakıp kollarını masaya yasladı.

‘Ayaklarınıza sağlık öncelikle arkadaşlar. Dilerseniz uzun uzadıya bir konuşma yapmayayım direkt olarak merak ettiğiniz sorulara yanıt vereyim.’ Psikopat görüntüsü sıfıra indirgenmiş, en ufak bir gerginliği yokmuşçasına duru sesiyle konuşmuştu ki en önde olan adama işaret verdiğinde derin bir nefes aldım.

‘Noyan bey öncelikle sizleri bu zamana kadar kimse ile gece hayatı da dahil olmak üzere tam olarak görme fırsatı yakalayamamıştık. Aslını isterseniz Belgi hanım açıklama yapana kadar ilişkiniz olup olmadığı da muammaydı ancak edindiğimiz bilgilere göre evlendiğiniz söyleniyor. Bu duyum doğru mudur ve evlendiyseniz eğer bu hızlı nikahın nedeni bebek beklemeniz mi?’

‘Evlendiğimiz doğru fakat düşünüldüğü gibi bebek söz konusu değil şu an. Beni birileriyle görme imkanınız olmadığı gibi eşimle de sadece bir kez görme olanağınız oldu. Herkesin hayatına saygımız sonsuz ancak ilişkimizi gözler önünde yaşama gibi bir mecburiyetimizin olmadığını düşünüyoruz.’ Yeterli olup olmadığını soruyu soran adamın onaylayıcı baş sallamasıyla anladığımızda bu kez orta sıralarda bir kadına eliyle işaret verdi.

‘Peki Noyan bey, Belgi hanımın babası Zeren İmerler, sizlerin İzmir’de bulunan evini kundakladığınızı öne sürüyor, neden böyle bir şey söyledi? Aileler evliliğinizi desteklemiyor mu?’

‘Evliliğimizi birinin desteklemesine ihtiyacımız yok. Eşim de bende birbirimizi desteklediğimiz sürece pek mühim konular değil bu fakat şu ayrıntıyı vermek isterim. Muhtemelen bir yanlış anlaşılmadan ibarettir ancak Zeren bey eminim ki beni böyle bir varsayımla suçlamak istememiştir ama yanan ev zaten karım Belgi Deran Visam’ın üzerine kayıtlı. Sizce karımın mülkiyetine zarar vermiş olsaydım kendisi şu an yanımda olur muydu? Ayrıca ben iş insanıyım arkadaşlar, kundakçı değilim. İsteyen ifade özgürlüğünü kullanabilir ancak bu ithamdan dolayı aslında en çok üzülen eşim oldu, şimdilik bizim için bir problem yok, olur da eşim üzülmeye devam ederse İmerler ailesi olması şart değil kendi ailemle dahi tüm bağlarımızı koparmaktan da çekinmem.’

‘Belgi hanım İmerler ailesinin bir ferdi ama?’ kadın şaşkınca mırıldandığında Noyan’a konuşacağımı belli etmek adına bende kollarımı masaya yaslayıp gülümsememi büyüttüm.

‘Düzeltmek isterim ki artık soyadım Visam fakat beni bu yaşıma getirmiş İmerler soyadına minnetim çok büyük. Yine de hayatımız konusunda ortak bir karar aldık ve bu karardan bir pişmanlığımız yok. Eşime karşı yapılan her yanlış itham, suçlama ve iftira benim de engel koymamı gerektirecek ciddiyettedir. Fakat Noyan’ın da dediği gibi bunun gerçek olduğunu bile düşünmüyoruz.’

‘Bu babanızla bağlarınızı koparacağınızın işareti mi Belgi hanım?’

‘Öyle bir şey söz konusu değil. Zaten biz babamın söylediği bir cümlenin farklı yönlendirildiğini düşünüyoruz. Henüz balayından yeni geldik ve bizler için önemsiz olduğu için inanın konusunu bile açmadık ailelerimize.’ Yalan söylemeye o kadar alıştırılmıştım ki bir an teklemeden konuştuğumdan olsa gerek masanın altına indirdiğim tek elimin üzerindeki sıcaklığı hissederek bakışlarımı Noyan’a çevirdim. Hala babam diyordum ki ona babam diye seslenmişliğim adam akıllı yoktu, normalde de sahiplenerek konuşamazdım. Yumruk olan elimi kavrayan büyük avucu destek verircesine okşadığında gülümseyerek baktım gözlerine.

‘Çoğu ekonomi programında hisselerinizin değer kaybına uğrayacağı konusunda öngörülere ne diyorsunuz peki Noyan bey?’ ben onu izliyor olsam da Noyan’ın derin mavileri basının üzerindeydi. Gelecek sorulara önceden hazırlık yapılmış mıydı veya sorular Noyan tarafından seçilmiş miydi bilmiyorum ancak öyle dikkatini vermiş görünüyordu ki benim dahi fark etmeden sıktığım yumruğumun üzerinde eli olmasa yanındaki varlığımı unuttuğunu iddia edebilirdim. Fazlaca profesyonel bir tutum sergiliyordu. O kadar ki bir an Noyan’ın gündelik hayatında da aynı şekilde davranabilme olasılığını tartıp ölçmeyi düşündüm.

‘Söz konusu ekonomi olduğunda öngörüler değil belgelerle ilgilenirim arkadaşlar. İşime olan sadakatimi beraber çalıştığımız tüm firma sahipleri biliyor zaten. Hatta inanır mısınız biz bu haberi yeni anlaşmalara imza atacağımız, uzun süredir beraber iş yaptığımız bir firma sahibimizden öğrendik. Kendisi o kadar ciddiye almamış ki bu saçma konuyu kahkahalar atarak arayıp anlattı.’ Benim böyle bir detaydan haberim yoktu, o kadar ki böyle bir aramanın olduğunu da zannetmiyordum ama güçlü durmalıydık. Biz parası geçmişten gelen insanlardık ve yalan söylemek kanımıza işlemişti. Sinsice aklımızın her kıvrımında yeni bir yalan dolaşıyordu. Gerçekler acıydı çünkü, kaosa sebep olurdu, incitirdi. Böyle büyük ailelerin iki çocuğu olarak birilerinin acıyarak bakması en son tercihimiz dahi olamazdı. Çünkü henüz bebekken soyadımızın ağırlığı omuzlarımıza yüklenmişti. Ailemiz bir isim verirdi mesela bizlere fakat basın tek başımıza hareket edeceğimiz vakte kadar soyumuzla tanıtırdı bizleri. Visam bebek, İmerler bebek, İmerlerin çocuğu, Visamların veliahtı…

‘Gizli bir düğün yaptınız mı acaba? Belgi hanımın gelinliğini görme fırsatımız olacak mı yoksa sır gibi kalacak mı?’

‘Düğün değil sevdiklerimizle ufak bir kutlama yaptık açığını isterseniz. Hali hazırda Deran başarılı bir tıp öğrencisi ve benim de iş hayatımın yoğun bir dönemi. Düğün organizasyonu için daha geniş bir zamanı beklemeyi uygun gördük. Zaten o uygun zaman söz konusu olduğunda sizleri de merakta bırakmayız.’

‘Belgi hanım İmerler holdingin başına geçeceğinizi duymuştuk, hatta yönetim kuruluna katılmış olmanız büyük yankı uyandırmıştı camiada, okulunuza kaldığınız yerden devam mı etmeyi düşünüyorsunuz?’

‘Şu an iş hayatı benim için en geri planda diyebilirim. Önceliğim her zaman eğitim olacaktır.’

‘Peki Tolga Külbasan hakkında ne söylemek istersiniz? Daha önce bir birlikteliğiniz mevcut muydu acaba? Sizce kendisi neden beraber olmadığınız halde bir birlikteliğiniz varmış gibi davrandı?’ hala yumruğumun üzerindeki avucu gerildiğinde parmaklarımı açarak terste olsa kenetlenmesini sağlayıp usulca Noyan’ın elini okşadım.

‘Tolga bey ile geçmişte de bugün de, gelecekte de aramda bir şey olamaz arkadaşlar, kendisi hakkında konuşmak istemiyorum.’

‘Yani platonik olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?’

‘O kısmı bilemem ve beni alakadar etmez.’ Kaşlarımı havalandırıp gülümsediğimde Noyan oturduğu koltuğu geriletince bende onunla beraber el mecbur harekete geçtim.

‘Sorularınız, ilginiz, katılımınız ve sabrınız için teşekkürler arkadaşlar.’ Baş selamı da verdiğinde ayaklanmıştık ki tek kolunu belime sarıp diğeriyle elimi tutarak ortamı terk etmemizi sağladı. Ardımızdan gelen sesler hala bir poz fazla yakalamaya ve konunun inatla üzerine gitmeye çalışanlar olduğunu kanıtlar nitelikte olsa da çoktan çıkmıştık ortamdan.

İndiğimiz basamaklarla yine o koridora ulaştığımızda bu kez hızlı adımlar atmaya çalışan Noyan’ı duraksattım. Tabi şaşkın bakışlarının farkında olarak.

‘İnceleyebilir miyim?’

‘Neyi?’ anlamamış halde dikkat kesilirken duvardaki ödül ve fotoğrafları gösterdim başımla. Merak ediyordum. Uzun bir koridor dolusunca ödüller neydi, kimlerle almıştı, neler yapmıştı.

‘Çok önemli değiller ama…’ diyerek şaşkınca bakmaya devam ettiğinde iç çekerek gülümsedim.

‘Başarılarına bakmak istiyorum.’ Başını usulca salladığında kenetlenmiş ellerimizin ayrılarak parmaklarının belime yerleşmesini sağladı. Bir sürü insan vardı o fotoğrafta diğerlerinde olduğu gibi, plakette ise tek isim Étoile Group. O gümüş plakalarda fotoğraftaki tüm insanların isimleri ve sonda hepsine teşekkür edilmesi.

‘Mühendislik ekibi. Depreme dayanıklı yapılar konusundaki projeleri sayesinde iki sene önce kazandılar. ASCE Outstanding Projects and Leaders Award, dünyanın en saygın inşaat müdendisliği örgütlerinden biri.’

‘Sen yoksun?’ daha da dikkat kesildim fotoğrafa. Denker abi hepsini hizalayacak şekilde ortadaydı. Sağında ve solunda kendinden emin on iki insan. Yüzlerinde hem gururlu hem de gerçek bir tebessüm.

‘Ekip abimin, benim yerim orası değil.’ Başımı usulca onay vererek salladığımda işaret parmağı hemen yanındaki iki fotoğraf ve ödülü daha işaret etti.

‘2023 ve 2024 OCEA ödülleri. Üstün inşaat mühendisliği başarı ödülleri, yine aynı ekip.’ Usul adımlarla devam ettiğimde insanların da değişmediğini fark ettim. O ekip insan sayısı olarak çoğalıyordu ancak simalar aynıydı, yeniler ise hiç öyle uzak veya mesafeli durmuyorlardı.

‘FIDIC Project Award, küresel ölçekte kalite, etik, sürdürülebilirlik ve yenilik kriterleri katı olan mühendislik ve inşaat ödülü.’ Yan taraftakine de göz attığımda gülümsemesi genişledi. Memnundu durumdan. Zaten global çapta kendini kanıtlamış firması olan kim memnun olmazdı ki.

‘ENR Global Best Project Awards, uluslararası en iyi mühendislik ve inşaat projelerinin aldığı bir ödül.’ Başımı onay verircesine salladıktan sonra bakışlarım karşıda kalan duvara döndüğünde gözümün ilk çarptığı kişi Noyan olmuştu. Yan yana duran üç fotoğrafta da vardı, arkasında koca bir ekiple. Diğeri sabitti ancak Noyan’ın ekibinin bazı üyeleri değişmiş, değişmekle de sınırlı kalmamıştı. Bir gittiyse yerine beş gelmişti. Fakat Noyan hepsinde buz gibi bir bakışla duruyordu. Tıpkı hemen ardında veya yanında duran kişiler gibi. Üzüm üzüme bakarak kararır derlerdi ya, tam olarak öyleydi. Denker abinin ekibindekiler daha sakin, nahif ve pozitif bakıyorlardı. Noyan’ın ekibindekiler soğuk, kararlı ve yırtıcı. Kadın erkek demeden, hepsi oldukları kabın şeklindelerdi.

‘2023 AMP MasterPrize ödülü, 2022,23,24 Pritzker mimarlık ödülleri ve yine 2024 Pritzker bronz madalya.’ Kaşlarımı havalandırdığımda dudaklarını ıslatıp iç çekti, ‘Sadece bronz veriyorlar.’ Başımı usulca sallayıp gülümsememi büyütüp ilerlemeye devam ettiğimde aynı duvarda Noyan’ın olduğu diğer fotoğrafları da gördüm.

‘RIBA International Awards, topluma katkısı hem tasarım hem kalite olarak yüksek standartlara sahip olan projelere verilir.’ Diğer baktıklarımı açıklamadı ama ben inceledim. Abisinin ödüllerini anlatırken gururla bahsediyordu. Kendine geldiğinde ise bir adım geride durup gururla bakıyordu. İsmini duymadığım ancak plaketlerinden dahi vasıflarının yüksek olduğunu anladığım onlarca kuruluş vardı.

‘Ulusal ödüller, üniversitelerin sağ olsunlar layık gördüğü ödüller.’

‘Bu kadar global ödül arasında üniversite ödülleri…’ kaşlarım şaşkınlıkla yine havalandı. Çünkü Zeren bey olsa sadece uluslararası olanları yerleştirir kalanları da odasındaki kapakları koyu ahşap renkli dolabın içinde saklardı.

‘Şaşırmanı gerektirecek bir şey yok bence. Karadeniz’den olan ödüle her baktığımda heyelan riskine karşı oluşturduğumuz yapı ve inşaatlarla gurur duyuyorum.’ Koridorun diğer tarafına tekrar baktığımda Denker abinin ödüllerinin de devam ettiğini görmüştüm ki bütün bu saygın duruşun, ifadelerin hemen dibinde biten o fotoğraf dikkatimi çekti. Gizay. O ve onun asla ciddi durmayan halleri, bir de ekibi…

Gizay hepsinin arasında bir yöneticiden çok çocuk gibiydi. Hatta hemen önümüzde duran iki ödülle de dünya kupası kaldırır gibi duruşu vardı. Yanındaki onca insan da bir futbol takımından geri kalmıyorlardı. Diğer fotoğraflarda olan takım elbiseler burada yoktu mesela veya kollarını göğsüne bağlamış kimseye rastlanmıyordu. Rahatlardı, alabildiğine ve eğlenebildikleri şekilde. Ufak bir tebessüm değil, koca bir kahkaha vardı tüm yüzlerini kaplayan ama bir o kadar da gururlu kendinden eminlik.

‘Böyle bir ekibin CES inovasyon ödülünün ikisine de aynı sene layık görülmesini hayal edebiliyor musun? Şahsen ben duyunca Gizay dalga geçiyor sanmıştım. Fakat Gizay bununla sınırlı kalmadı.’ Diyerek yandaki ödüllere ilerlememi sağladı.

‘ACM A.M. Turing Award, bilgisayar biliminin Nobel’i olarak görülür. ACM Software System Award, hayatta kalmış, herkesçe kabul edilmiş yazılım ödülü. ACM Grace Murray Hopper Award, bunlar yapacak diyerek en çaylaklarla işe koştuğu genç yaşta teknik ve hizmet katkı ödülü. Aynı sene, üçü birden.’ Gözlerim büyürken bitmedi der gibi ilerletti. Burada üç kişinin fotoğrafı vardı, ortada Gizay, sağ tarafında tek kolunu Gizay’ın omuzuna atmış esmer güzel bir kadın, sol tarafında kadının kardeşi gibi duran Gizay’ın diğer omuzuna kolunu atmış esmer bir adam, aynı basamaklar, aynı açı, aynı eğlenceli tavır. Cam fanusun içinde ise dört tane ödül. Ödüllerden ikisi üst üste gibi duruyordu ve üzerinde hem şirketin hem de Gizay’ın ismi vardı.

‘J.H. Wilkinson Prize for Numerical Software, kurumsal ve uygulamalı sayısal analiz katkı ödülü. Dahl-Nygaard Prize, nesnel yönelimli programlama ve simülasyon gibi alanlarda kıdemli ve genç araştırmacı ödülü. Dalh ödülünü Ezgi ve Enes’te aldı.’ Diyerek bu kez yandaki yine o kalabalık ekip fotoğrafını gösterdi.

‘ISTQB International Software Testing Excellence Award, yazılım testi ve kalite katkıları için alınan bir ödül.’ Başta beş kişi olan o fotoğraflar otuz kişiye kadar ulaşmıştı sonunda. Kimsenin kimseyi yargılamadığı bir ortam gibi duruyordu Gizay’ın ekibi. Herhangi biri bir saçmalık yapsa asla garipsemezler gibiydi. Hepsinin ardında koridor boyunca uluslararası olduğu kadar ulusal ödüller de vardı. Büyük küçük demeden, kimin emeği varsa hepsine teşekkür edilenler. Fakat en sonra duvarın iki tarafında da aynı kareyle çekilmiş bir fotoğraf ve altlarındaki fanuslardan birinde üç, diğerinde iki ödül duruyordu. Sanki tüm alınan ödüller, edinilen başarılar önemli değil de bir tek bu beş ödül mühimmiş gibiydi.

Fotoğrafın tam ortasında Noyan vardı, sağında Denker abi, solunda Gizay. Kiramen Katibin melekleri gibi oracıktalardı. Denker abinin arkasında az önce onunla pozları olan insanlar duruyordu, Gizay’ın arkasında da kendi ekibi. Fakat Noyan’ın arkası fazla kalabalıktı. Herkes çalışma anında nasıl giyiniyorsa öyle giyinmişti. Daha önce rastlamasam da üzerinde tulumlar, beyaz önlükler veya gri mavi takımlar olan insanların göğsünün sol tarafındaki şirket logosundan bunu ayırt edebilirdim. Belimin iki yanına yerleşen büyük avuçları ve sırtımı çekip yasladığı göğsüne rağmen başımı kaldırıp yüzüne baktım.

‘Benim ekibim bu işte.’ Gururlu bir baba gibi konuştuğunda başı dikti. Gözleri bir an bana dönmeden fotoğraftaki her bir yüzde gezindi.

‘Bugün hala ayaktaysa bu şirket belki yeri gelince biz kendimizi parçaladık diye fakat daha da önemlisi onlar kendi işleri gibi emek sarf ettiklerinden. Buranın bir şirket kültürü var. Çoğu şirkette bu giyim, kuşam, etnik köken, cinsiyet farklılıkları olabilir. Burada insan olmak. Teknik ekibiyle, servis elemanıyla, temizlik kadrosuyla, güvenliğiyle, mimarı, mühendisiyle, patronuyla, mavi veya beyaz yakasıyla. Hepsi insan, hepsi de bunun farkında olduğumuzun bilincinde.’ O ışıldayan bakışlarından kopup koskocaman fotoğraf karesinin altındaki gümüş plakaya değdi harelerim. Yüzlerce isim, hepsine teşekkür… Sonra fanusa döndüm usulca beraber gittiğimiz ilk davetteki kurumun ismi vardı. Harelerim tekrar Noyan’a dönerken alttan alta baksam da onun hala tüm odağı fotoğraf karesiydi.

‘Bu kız çocukları için olan kurum değil mi?’

‘Öyle.’ İç çekerek o da ödüllere baktı.

‘Neden önemli burası? Yani kız çocukları dışında.’ Dudakları daha da gerginleşti tebessümüyle. Hareleri sonunda beni bulurken gözlerini görmek için kaldırdığım başım sayesinde alnıma dudaklarını bastırdı nazikçe.

‘Yanlış anımsamıyorsam annem ve babamın 13. Evlilik yıldönümüydü. Bir hafta önce tartışmışlardı. Pek gözümüzün önünde olmazdı ama hissederdik. Bir hafta boyunca annem aşırı gergindi ve enteresandır babam da gönlünü almaya çalışmıyordu. Ki genelde bir saat sürmeden yumuşatırdı. Sonra evlilik yıldönümlerinde babam hazırlanmamızı yemeğe çıkacağımızı söyledi. Annem de bize yansıtmamak adına hazırlandı. Hep beraber yola çıktık ama mekanlar hep net olurdu, bu kez bilmediğimiz bir yoldan gidiyorduk. Yolun sonunda bu kurumun binası vardı. Henüz tabelası asılıyordu.’ Sırtımı göğsünden ayırıp bedenimi ona çevirdim şaşkınca. Dudaklarımı aralasam da ne diyeceğimi bulamadığım için Noyan usulca başını salladı.

‘Tartışma tartışma değilmiş aslında. Babam o gün anneme bir kartı vermiş, blokeli bir kartı. Tabi kullanamayınca babamı aramış, o da yakalanmış ve suçlu bir eş rolüne bürünmüş. Bir pırlanta şirketiyle de çekim yapmış tabi. Kem küm edince annem yanına gitmiş, hesabı kontrol etmişler. Tabi ilk başta aklına yıldönümü meselesi gelmiş ama babam hala kaçak dövüştüğü için gerilmiş. Ortada pırlantayla alakalı da bir şey yok. O bir haftada da annem aramadığı için rahat rahat kurumun işlerini halletmiş. Annemin adına kuruldu burası. Hayatta olduğu her bir anda eli üzerindeydi derneğin. Bir çocuğun ağladığı haberi bile ona gelirdi.’ Boynu ufak bir çocuk gibi bükülürken iç çekip gülümsemeye çabaladı.

‘Şirketi kurduğumuz ilk beş sene hem şirket için hem annem için bağış yaptık. Sağ olsunlar teşekkür plaketi haricinde onur ödülü verdiler. İkisi abilerim için, biri benim, biri Gizay’ın, diğeri de Şanze’nin. O yüzden beşi de burada.’ Kollarım beline dolaşırken büyük avcu sırtımı kavradı. Şakağım ancak omuzuna ulaşıyordu ancak öylece durdum. Oysa boynuna da sarılmak istiyordum, kaburgalarının altına da sığmak. Fakat olduğum sert omuz daha konforlu geldi. Başımın üzerine dokunan dudakları ve saçlarımın arasındaki nefesi gibi. Bir süre olduğumuz gibi kalsak da açılan kapıyla olduğum yerde araladığım gözlerim Gizay’ın yeşilleri ile çarpıştı.

‘Tolga isminin üzerine romantik bir anı mı bölüyorum yoksa hayal mi görüyorum?’ buruşturduğu ve anlamadığı her halinden belli yüzüyle göz devirdim anında. Ne güzel çıkmıştı aklından. Benzine çakmakla yaklaşılır mıydı? Gizay yaklaşıyordu. Hatta çakmak falan değil pürümüzle. Keza bunu hala sırtına sarılı olan kollarımın hemen altındaki gerginlikten bile anlayabiliyordum. Ateşlemişti işte fitilin ucunu.

‘Salaksın sen.’ Diyerek gözlerimi büyüttüğümde Noyan sert bir nefes alıp bedenlerimizin uzaklaşmasını ve elimin avucunun içine düşmesini sağladı. Gizay’ın yanından geçerken olabilecek en ters bakışını attığında adımlarımız önce asansörü daha sonra da Noyan’ın odasının olduğu katı bulduğunda hala omuzlarındaki gerginliğin yerli yerinde oluşundan emindim. Tolga Külbasan bir yana sadece t harfini duysa Noyan gerilecek gibi hissediyordum. Girdiğimiz odayla beraber ben içeriyi incelemeye çabalasam da Noyan’ın bakışları dışarıda resmen hazır ola geçmiş asistana döndü.

‘Kimse rahatsız etmesin.’ Cevap beklemeden kapıyı kapatıp kilitlediğinde hala elimi tutan parmaklarıyla beni kendiyle ilerletmeye devam ettiğinde odanın girişinin sol tarafında olan iki kapının birini açıp içeri çektiğinde kapatmasıyla dudaklarımın üzerini örtmesi bir oldu. Alamadığım nefesim resmen ciğerlerime kilit olurken sert öpüşünü tenimden kaçırdığında omuzuma dudaklarını basıp alnını sırtımın yaslı olduğu duvara yaslayarak birkaç kez hafifçe vurdu.

‘Herifin ismini duyunca cinnet geçirecek gibi oluyorum.’ O öpüşünün de, kafasını duvarlara vurmasının nedenini de bu vasıtayla açıklamış olduğunda iki yanımda öylece kalan kollarımı harekete geçirip boynuna dolarken burnumu da gömüp derin bir nefes aldım. Şahsi kanaatime bakacak olursak Noyan’ın şu an yanında taşıdığı sabır taşı aynı konumda ben olsam bir işe yaramaz hatta kafasını kırmama neden olurdu. Belki ben şiddete fazla eğilimliydim ancak ne olursa olsun tutup evlendiğim adama yapışma çabası olan bir kadınla ilgili soru gelirse çocuk gibi tepinebilirdim dahi. Odada yankılanmaya başlayan melodiyle omuzuma yasladığı başını kaldırıp iç cebinden telefonu çıkardığında kaşları havalansa da kısa süre sonra gözleri beni buldu.

‘Kim?’ dilime kilit vurma gereksinimi duymadan şaşkınlığının nedenini merak ettiğimde dudaklarını ıslatıp kararsızca bir kez daha ekrana baktı.

‘Babam.’

‘Neden şaşırdın bu kadar?’ hala devam eden arama sonunda bittiğinde saniyeler sonra tekrar yenilenmişti ki kaşları çatıldı bu kez.

‘Beni aramaz, beni ölse yine aramaz o.’ Hala ekranda dolaşan gözleri kararsız olsa da sonunda yanıtlaması gerektiğini düşünmüş olacak ki bedenimi saran kolunu da üzerimden kulağına götürdü.

‘Noyan.’ Karşıdan gelen tok sesin hiddetten ziyade buyurucu tınısını ve baskın halini ben buradan hissediyor gibiydim. Üstelik bu bana aşırı kısık şekilde ulaşırken ki Noyan’da hem şaşkınlık, hem de bu buyurucu tını etkisiyle olduğu gibi bir kelime etmeden bekledi.

‘Senin de, o kadının da beni duyduğunu biliyorum. İkinizi de görmek istiyorum.’ Arada birkaç saniyelik sessizlik olduktan sonra tekrar taviz vermez sesi duyuldu, ‘Hemen. Tarabya’da.’ Noyan hala sessizliğini korurken arama bir anda sonlandığında sıkıntılı nefesini bırakmasına dikkat kesildim. Bir iletişim yönteminin bu kadar iletişimsiz olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Armut cidden ağacının dibine düşüyordu. Şu dakika gergin olsa da az önce babasının takındığı tavır Noyan’la bire bir aynıydı.

‘Şeytan görsün yüzünü.’ Sanki az önce monolog yaşanmamışçasına burun kıvırıp telefonu iç cebine attığında gerilmiş çehresi de yavaşça toparlanarak bana döndü.

‘Bir fırça atmam gereken toplantım var daha sonra eve mi geçelim yoksa gitmek istediğin bir yer var mı?’ olağan sakinliğiyle yönelttiği sorusuna kaşlarımı havalandırarak baktım.

‘Babanın yanına gitmeyecek miyiz?’ oysa ben o ses tonunun sadece bana kullanıldığını düşünsem giderdim. Gitmek ne demek yanına ışınlanırdım.

‘Biz?’

‘İkimizi de çağırdı ya.’ Şaşkınlıkla mırıldanırken gülümsemesi tam anlamıyla yüzünde yer edindi.

‘İkimizi çağırmadı ki güzelim. O kadın diye birini çağırdı, sende hak verirsin ki ben o kadın diye hitap edilecek biriyle evli değilim.’ Başım omuzuma doğru düşerken yüzüm nasıl bir hal aldıysa elinin dışıyla yanağımı okşadı usulca.

‘Noyan… Damarına basmak gibi olmaz mı bu?’ sesimdeki tedirginliği hissetmiş olsa da gülümsemesini zerre bozmadan omuz silkti anında.

‘Damarına basmıyorum. Sen o kadın değil benim karımsın. Hadi karın demek istemiyor Belgi Deran’sın. Fakat üçüncü tekil şahıs asla olamazsın. Senden bahsedecekse eğer benim için her durum şartta birinci tekil şahıssın ve saygıyla yaklaşması gerekiyor. Benden dahi önde gelirsin.’ Tereddütle bakmaya devam etsem de göz kırpıp kolunu belime sararak az önce girdiğimiz kapıdan dışarı çıkmamızı sağladı. Henüz o odayı bile inceleyememişken andan istifade edip etrafta dolaştırdım bakışlarımı Noyan kapıya ilerlerken.

Çalışma alanının olduğu kısım ikiye ayrılır gibiydi. Tam ortada duran bir masanın arkasındaki duvarda gümüş kabartmayla yine şirketin ismi yazıyordu. Koca siyah bir mermerden tasarlanmış masası gözüme çarparken kaşlarım havalandı. Noyan bunun buraya yakışacağını düşünmüştü muhtemelen, ben ise bunu buraya nasıl taşıdıklarını. O kadar ağır görünüyordu ki açıklamak için kelimeler yetersiz kalırdı. Masasının hemen sağ tarafındaki duvarı kaplayan koca camlar fazla uzak olmayan boğazı gözler önüne sererken sol tarafındaki duvarda ofisten çıkmamız için olan kapı ve çevresini tamamen sarmış duvar boyunca kitaplık vardı. Masanın tam karşısına denk gelen orta alanda yine siyah ve deri oturma grubu yer alırken az önce çıktığımız odanın yanında olan hafif girintili kısımda altı kişilik bir toplantı masası vardı. Noyan’ın bütün toplantılarını burada aldığını zannetmiyordum fakat kesinlikle değer verdikleri için burayı kullanıyor olmalıydı. Çünkü hali hazırda taze görünen yıldız çiçeği masanın tam ortasında ve üçer tane karşı karşıya dizilmiş altı sandalyenin önüne denk gelecek şekilde de dosyalar duruyordu. Birde boydan boya manzarayı gözler önüne seren alanda siyah çizim masası vardı. Ben etrafı süzmeme son veremezken ofisin kilidini de çevirip açtığında anında ayağa dikilen asistanla beraber kadıncağız ikimizin arasında gözlerini gezdirdi. Noyan’ın arkasında daha uzak bir noktada olmama rağmen dudağımdan bir kelime çıkar da duyamazsa diye öyle dikkat kesilmişti ki gülümseyerek o tarafa ilerledim. Kadıncağızın bu bakışları beni kurtar anlamı da taşıyor olabilirdi.

‘Beş dakika içinde son projeyle alakası olan herkes üç numaralı toplantı odasında olsun. Ben toplantıdayken şirketin sahibinin kim olduğunu söylememe gerek var mı Yağmur hanım?’

‘Hemen bilgilendiriyorum ekibi Noyan bey. Elbette siz yokken Belgi hanım şirketin sahibi, dilerseniz ben toplantıya katılım sağlamamayım kendisinin bir isteği olursa özel olarak ilgileneyim?’ takır takır cevap veriyor olsa da yüzündeki acaba yanlış bir kelime kullandım mı ifadesini şaşkınca süzmeye başladığımda Noyan’ın gözleri bana döndü.

‘Yağmur hanımın kalmasını ister misin sevgilim?’ bakışlarım ondan tekrar kadına döndüğünde yüzündeki ifadeden bir şey çözemesem de usulca omuz silktim. Yağmur hanımın çevrede olup olmaması beni pek alakadar etmezdi. Toplamda bir saat sürecek toplantı esnasında oturup ders çalışırken Yağmur hanımın diken üzerindeki halini izleyemezdim doğrusu.

‘Serhat bey benimle toplantıya katılsın, siz burada kalın.’ Kadın başını onaylarcasına sallarken Noyan yeniden kapıyı örtmüştü ki kaşlarımı havalandırarak derin bir nefes aldım.

‘Yağmur hanım asistanınsa Serhat bey kim?’

‘Üçüncü asistan.’

‘Kaç asistanın var senin?’

‘Toplamda beş. Yağmur hanım kıdemli asistanım, onu asiste eden Hayal hanım ve Serhat bey var, onları asiste eden Vedat bey ve Ayyüce hanım var. Bunlara ek yetiştirilen iki de stajyer ama işi öğreniyorlar, pek benimle alakaları yok.’

‘Peki neden bu kadar çok?’

‘Kafam zaten pazar yeri gibi benim yerime akıllarında tutsunlar önemli detayları diye.’ Başımı anladığımı belirtmek istercesine sallarken Noyan masasına doğru ilerlemeye başladığında gülümsemem de genişledi. Az önce ders çalışma aşkına bir anlık tutulsam da şu an enteresan bir şekilde Noyan’ın toplantı halini görmek istiyordum.

‘Bende gelebilir miyim toplantıya?’ uzandığı dosyayı alıp emin misin dercesine kaşlarını havalandırdığında hala soruma bir cevap bekliyordum.

‘Pek senlik değil, sıkılmaz mısın?’

‘Bilgisayarını alma imkanım varsa sıkılmam. Yani sıkılırsam da sınavlar için notlara göz atarım.’

‘Ben diyorum dükkan senin, sen diyorsun bilgisayarını alabilirsem… ‘ başını sağa sola salladığında bu kez laptopu güç kablosundan çıkarıp eline almıştı ki kapıyı işaret ederek yeniden parmaklarımızın kenetlenmesini sağladı.

Son on beş dakikadır ağzı açık ayran budalası gibi Noyan’ı izlediğim gerçeğini göz önüne alırsak benim adama cidden dibim düşüyordu. Sınavda eğer Noyan’ın anatomik yapısını sorarlarsa yanıtlarımı kontrol etmek zorunda dahi kalmadan yüz verebilirler, bende A+ ile dersi vermiş olurdum.

Zerre ilgimi çekmeyip bilgimin de yetmeyeceği projeye kayan bakışlarım kısacık bir reklam arası verip de dizinin en heyecanlı yerinde elindeki dondurmayla koşarak televizyon karşısına yerleşmişim gibi bir ruh haliyle etrafımı çepeçevre sararken Noyan üzerindeki ceketi çıkarıp kenarda bekleyen ve tahminimce Serhat olan adama uzattığında kol düğmelerini de çıkarıp manşetlerini katlamaya başladı. Herhalde adamı spor salonunda tanıdığım için, ki tepe üstü ringden düşmemi sağladığını da atlamamamız gerekiyordu, kavgaya gidecekmiş gibi hissetmiştim.

‘Bana şu anlattıklarım içinde ilk kez anlattığım bir şey var mı biriniz söylesin artık.’ Hafifçe isyana giriş yapan tınısıyla beraber onun gibi bende bakışlarımı masadaki ahalide gezdirdiğimde hepsinin dikkat kesilmiş halleriyle tekrar Noyan’a döndüm.

‘Dört kez aynı mevzunun üzerinden geçtim. Oturdum çizdim anlattım, yetmedi anlattırdım, o da yetmez dedim çizimlerini siz yaparken saatlerce takip ettim ama siz hala uçan ev yapıyormuşuz gibi bir şaşkınlıkla çalışıyorsunuz. Arkadaşlar acemi misiniz diye sorasım geliyor ama ayıp ederim size diye diyemiyorum, değilsiniz. Sıkıntı ne anlamadım ki. Etüt mü vereyim size? Buna ihtiyacınız varsa söyleyin bakın yemin ediyorum yapacağım.’ Hareketlenmelerden hissettiğim herkesin aslında Noyan’ın ne kadar haklı olduğunu düşünerek utanmasıydı ancak adam tepelerine dikilmiş sıkkın bir nefes bırakırken haklısınız bile diyemiyorlardı. Fakat bu korkudan, çekinmekten falan değil tamamen utandıklarından gibiydi.

‘Cevapta vermiyorsunuz siz. Ne yapalım? Projeyi baştan mı çizelim? Bambaşka dümdüz bir bina mı yapalım? Şunu nasıl yapamazsınız siz?’ hala tek başına konuşuyor olsa da açtığı üç boyutlu görüntüyü işaret ettiğinde artık Noyan’ın halinden kopup yansımaya odaklanma ihtiyacı hissettim. Üç tane bina sanki devrilmek üzere de birbirlerinden destek alıyor gibilerdi. Üstelik dış cepheleri tamamen yansımalı camdan tasarlanmıştı. Bu adamlar bina yaparlardı, yıkmazlardı ki. Şimdi adamların kafasının karışmasına anlam verebiliyordum.

Ellerini birbirine çarpıp bende dahil irkilerek hepsinin kendine odaklanmasını sağladığında derin bir nefes alarak devam etti, ‘Hadi bırakın. Kapatın önünüzdeki bilgisayarları, bırakın kalemleri, not defterlerini.’ Dediği bir an sekmezken hepsi aynı anda komutuna uyduğunda gömleğinin en üstteki düğmesini açıp elleriyle destek aldığı koltuğa yerleşip iyice geriye yaslanarak gözlüğünü de masaya bıraktı. Eliyle pencereyi işaret ettikten sonra oturanlardan birisi açtığında Serhat’a parmaklarını uzatmış o ceketini yaklaştırarak Noyan’nın hızlıca sigara paketini çıkarıp bir dal ateşlemesine yardımcı olmuştu. Tabi sigarayla beraber beni de yakmayı ihmal etmemişti sevgili kocam.

Ne kadar seksi göründüğünün farkında mıydı acaba? Çünkü eğer ayaklarımın yerle bağlantısını kesersem akarak sandalyeden düşebilirdim bu hali karşısında. Kolunu yasladığı masa sayesinde açtığı düğmesinden fark edilen yara izine, bende olan zincirin benzerinin boynundan göğsüne doğru yol çizmiş olmasına, hatta masanın üzerinde seken parmaklarına kadar nefesimi kontrolsüzleştiriyordu. Yine libido mağduru olamazdım, şirketin ortasında, bunca insanın içinde kocama bu kadar hızlı libidom yükselemezdi, üstelik adamcağız bir şey de yapmamıştı ki!

‘Bir şeyler getirsinler bize, havalandırmayı da çalıştırın. Çıkarın sigaralarınızı da.’ Sırası üzerine dizili asistanlara libidomu kontrol etmek adına odağımı yönlendirdiğimde hızlıca harekete geçen ve aralarında yaşları en küçük olanlar çekti dikkatimi. Biri kendini odadan dışarı atmış, diğeri panele yönelmişti. Bakışlarım tekrar masadakileri bulduğunda az önce olan gergin hallerinin usulca havaya karıştığını gördüm. Çok geçmeden odadan çıkan genç adam da geri dönmüştü, peşindeki servis elemanlarıyla beraber. İlk başta normal gibi görünse de acaba yanlış mı görüyorum diyerek anlık şaşkınlıkla tepsilere baktığımda biraları fark ettim. Ne ara stres modunu kapatmıştı bu adam? Bir şeyler dediği çay kahve olurdu insanın. Fakat öyle değildi. İki kişinin tepsilerinde de bira vardı, sadece bir tane fincan. O fincan da direkt olarak kızıl saçlı bir kadının önünde yerini almıştı.

‘Şirketi atın kenara, ben bir emek harcadım, onu da yok sayın. Düşünmeyin hiçbirini, farz edin ne emek var ortada ne çaba ne de şirket. Etken olarak bunları tutmayın aklınızda. Kendinizi düşünün bir.’ Elimdeki kalemi dişlerimin arasına sıkıştırıp gözlüğümü de saçlarıma çıkardığımda diyeceklerine toplantının başından beri ilk kez odaklanmıştım Noyan’ın. Duruşu, jest ve mimiklerine o kadar kaptırmıştım ki aslında dakikalardır Noyan’ı süzdüğümü ama tek kelimesini anlamadığımı yeni fark ediyordum. Fakat hala dağılan biralar garipti. Yanıma kadar ulaşan personel çekinir gibi yaklaştığında anında gülümseyerek harelerimi çevirdim.

‘Sizin tercihinizi bilmiyoruz maalesef Belgi hanım, özel bir isteğiniz var mı acaba?’ diyen kadınla gülümsemem daha çok genişledi. İnsan olmak. Şirketin kültürü. Kimin ne içtiğini, ne içmediğini bilecek kadar bir şirket içinde tanımak.

‘Herkesle aynı devam edelim.’

‘Nasıl isterseniz.’ Diyerek bir bira da benim önüme bıraktığında kenarda duran Adel’in harekete geçmesine dikkat kesildim. Dolaptan iki bardak çıkarmış önce içine su doldurup boşatmış, sonra da silip birini benim birini Noyan’ın önüne bırakmıştı. Yetinmemiş, biraları da bardaklara doldurmuştu.

‘Şu anlattıklarımla iki gün sonra uluslararası bir şirketten teklif alacak birer mimar veya mühendis olabilirsiniz, bir bunu düşünün ya. Çok zor değil.’ Sınırlarında bulunduğumuz şirketin de uluslararası olduğunu söylemek isteyen iç sesime ihanet edercesine suskunluğumu koruduğumda dudaklarını ıslatıp öne doğru eğilerek diğer kolunu da masaya yasladı elindeki sigarasını boş bira şişesine çırparken.

‘Vasfı sadece bir mimar veya mühendis olan insanlar olarak mı teklif almak istersiniz yoksa olmaz denileni oldurmuş, sayılı projelerden birinin altında imzası olan, durmaksızın piyasada değeri artan, herkesin imrenerek baktığı, kendi ismi ile anılan olarak mı? Siz bana göre vazgeçilmez olacak potansiyele sahipsiniz ancak kullanmıyorsunuz. Yanlış anlamayın kimseyi kovma düşüncem yok fakat şahsi olarak atıyorum New York’tan, Katar’dan, dünyanın dört bir yanından sizin için bana gelsinler isterim. Geçen ay Sema hanım aranızdan ayrıldı değil mi? Henüz otuz yaşına gelmemiş, ilk ve tek çalıştığı yer bu şirket olan Sema hanımın nereye gittiğini bilen var mı?’ gözlerini bir bir herkeste dolaştırdığında onların başlarını sallamasıyla Noyan’da onay verici şekilde bakmaya başladı.

‘Kanada’ya. Kanada’da belki de benim sunduğum imkanlardan on kat daha iyi standartlara sahip olan bir şirkette çalışmaya gitti. Sema hanım için benimle kontağa geçildiğinde gurur duydum, benimle aynı masada oturup iş yapan bir insanı kendi ekiplerine katmak için neredeyse yalvaracaklar hatta bana ikna et diyecek haldelerdi. Ve şundan eminim bu ne ilkti, ne de sondu. Sema hanım aynı azim ve istikrarla devam ederse eğer teklifler artarak çoğalmaya devam edecek onun için. Bugün benden on kat daha iyi imkanlar sunan yerdeyken iki yıl sonra kırk kat yüksek standartlar için adım atacak.’ Sanki az önce ders anlatırken şimdi de hayat hilesi verir gibi olan haliyle dudaklarını ıslatmasına bakarak gülümsedim. İşini ciddiye almanın ötesinde çalışanlarını ciddiye alıyor ve değer veriyordu. Belki duruşu, hareketleri ve konuşması sertti ama hepsine birer kardeş, dost edasıyla akıllı davranmalarını rica eder gibiydi hali.

‘Sema hanım tüm imkanlara rağmen gitmek istemedi, son gün çıkışını alırken dahi kalayım ben dedi, istifasını verip daha iyi yerlere gelmek için çaba harcamazsa eğer benim kovup üzerine de tazminat ödeyeceğimi söyledim. Şimdi böyle duyunca salaklık gibi geliyor ama değil. Ben hali hazırda ismini duyuracak bir mimar yetiştirdim ve bundan kırk sene sonra bile sizinle bu masada çalışmış arkadaşınız yine benim holdingimde işini öğrendiğini anlatacak. Peki siz niye olmayasınız bu? Açığını söyleyeyim, haberiniz olmasa dahi aranızda sürekli teklif gelen, benimle iletişime geçilen insanlar var. Niye haberiniz yok biliyor musunuz?’ yüzlerindeki anlamaz ifadeye bakılırsa hiçbiri bilmiyor hatta neden haberimiz yok dercesine bakıyorlardı.

‘Çünkü ben üç verirken dört verecek diye emek verdiğim insanları köpek balıklarına yem etmem. Sizden herhangi birini, ben üç verirken onlar on verip üzerine de sizlere daha çok bilgi sağlayacaklarsa alırlar. Kendinizi bir ürün olarak görün arkadaşlar. Burada yaptığınız her şey etiket fiyatınızı belirler. Uluslararası bir mağazanın içerisinde 100 dolara da ürün bulursunuz, 100 milyon dolara da söz konusu çalışma piyasası ise. İçinde bulunduğunuz şirket her ikisini de barındırıyor ve etiket fiyatınızı siz belirlersiniz. Standart, tek düze bir hayat isteyen, yetinirim diyen var ise söylesin onu zorlamayalım kaldığı yerden çalışmasına devam etsin. Fakat ben 100 milyon dolar olup, birkaç yıl sonra da binanızın tam karşısına rakip bir firma kurmak istiyorum diyenler daha çok öğrenmek zorundalar. Anlaştık mı?’ gülümseyerek son cümlesini de söylediğinde hepsi yüzlerindeki tebessüm ve minnet dolu ifadeyle başlarını sallamışlardı. Arada birkaç tanesi rakip firma olasılığı için kıkırdadığında Noyan o gülenlere bir süre baksa da derince soluklanıp tekrar geriye yaslandı.

‘Şimdi… Var mı soracağınız bir şey. Herhangi bir konu hakkında olabilir, iş şart değil.’ Masanın diğer ucundaki yüzünde son derece sevimli gülümsemesiyle elini havalandıran kıvırcık saçlı adamla Noyan’ın gülümsemesi daha da büyüdü.

‘Sormasan şaşarım Necati. Gönder gelsin.’ Az önce gerilen herkes hafif gülüşme sesleri çıkarırken isminin Necati olduğunu öğrendiğim adam kollarına abanarak daha çok uzandı ortaya. Noyan ise bu sırada hem sigarasını içti hem birasını.

‘Ben ilk başladığım sene bir şey duydum sizin hakkınızda Noyan bey, o zamandan beri de merak ediyorum.’ Noyan ne dercesine başını sallayınca kararsız bakışları gün yüzüne çıkmıştı adamın.

‘Merakınıza ne zaman sinirlendim Necati, sorsana.’

‘Size de teklif geliyormuş sanırım, şirket dışında bireysel olarak mimarlıklarını yapmanız için, yani ben öyle duydum doğru mu?’

‘Doğru, şirketi kapatmamı isteyene dahi şahit oldum.’ Durumdan biraz mustarip gibi burun kıvırsa da bu odada olan bütün çalışanların gözlerinde Noyan’a hayran bakışları görebiliyordum.

‘Peki sizin etiketinizde ne yazıyor Noyan bey?’ az önce çekingen olan hallerine rağmen bu kez esmer bir adamın konuşmasıyla bir anda Arap atı misali açıldıklarını fark ettim. Gerçi bu iş ciddiyetinden bir ufak sıyrılan Noyan sayesinde de olabilirdi. Ancak son gelen soruya zerre kızmadığını belli eden gülüşüyle insanların rahat olmalarını istiyordu.

‘Yok Cüneyt. Beni alamazlar. İster ego deyin, ister öz güven ancak…’ gözleri hepsinde gezindiğinde dudaklarını ıslatıp derin bir nefes alarak devam etti cümlesine, ‘Ben onlar için müzede görebilecekleri ancak dokunamayacakları kadar kıymetli bir şaheser olabilirim sadece.’ Egosu ve özgüveni odayı dolduracak şekilde kendini belli ederken isminin Cüneyt olduğunu öğrendiğim adam başını onay verircesine sallayıp aldığı cevaptan memnun halde gülümseyerek yaslandı arkasına fakat Noyan susmadı.

‘Beni alırlarsa sizi de almak zorundalar. Bize yetecek nakitleri yok onların.’ Göz kırpıp gülümsemesini büyüttüğünde aslında bir bakıma teklif ne olursa olsun ekibini desteksiz bırakmayacağını da alenen dilendiriyordu. Noyan’ın dilinde buradaki her insan çalışanı olabilirdi fakat kalbinde, zihninde öyle değildi. Öğrencileriydi bu insanlar, destekçileri, olmadığında idare edebileceklerine dair inancı, güveni, belki dostu veya kardeşi. Fakat hepsinden öte değerlilerdi.

‘Peki Sema hanımın kalifiye bir elaman olduğunu hepimiz biliyoruz, onun neden sizin gibi olması için yanınızda tutmadınız?’

‘Ben Sema hanımı bakmaya dahi cesaret edemeyecekleri şaheser olsun diye gönderdim. İşin bazı incelikleri vardır ve gerekeni yapmak şarttır. Umarım bir gün Sema hanımın kurduğu şirketle aynı ihalede karşı karşıya kalma imkanımız olur. Umarım bir gün Sema hanım burada çalışan sizler gibi personellere git diye ısrar edeceğim tekliflerle gelir, umarım bir gün siz dinlenin Noyan bey, artık eğitim bende diyerek dudak uçuklatacak kadar çok sıfırlı bir sözleşmeyle karşımda belirir ve ben de zevkle kabul ederim.’ Derin bir nefes alırken bakışları tekrar hepsinde gezindi, ‘Bana birileri buradan eğitim al, burayı da gör daha iyi olur demedi. Hırslarım vardı, sahip olmak istediklerim ve daha iyi olma dürtüm, o yüzden girilmeyecek her deliği buldum, açılmaz denilen her kapıyı zorladım. Uyumadım, yemedim, içmedim ama gerek kendimi gerek başkalarını parçalayarak aldım birikimimi. Fakat aldım dediğimde de bitmedi, bu kadar bilinçliyken bile sizden öğrendiğim şeyler var hala veya eğitim almaya devam ettiğim konular. Sema hanımı aslını isterseniz bu yüzden yönlendirdim. Ben direndim, yolu çizdim, o da gittiğim yollardan en az hasarla geçsin diye. Yani hepsi bir rota, hepsi bir ders aslında.’ havalanmış kaşlarla ve anlamaya çalışan gözlerle Noyan’ı izlemeye devam ederken düz saçlı, acı kahve göz rengi olan bir kadın elini havalandırmıştı anında.

‘İzniniz varsa Belgi hanıma da soru sorabilir miyiz?’ çoğuna göre yaşı daha genç duran kadının cümlesiyle kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında Noyan’ın baştan beri onlarda olan gözleri bana döndü.

‘Kendisi yanıtlamak isterse elbette.’ Soran kaç çift göz üzerimdeydi saymamıştım ama epey gergin göründüğüm gerçeğini es geçemezdim. Afallamış halimi düzeltmek istercesine çok etkisi varmış gibi üst üste attığım bacaklarımı değiştirip gülümseyerek başımı salladım.

‘Biz Noyan beyi hep işkolik gördük. Şaka değil, şirket eğlencelerinde dahi proje ve tasarımlar üzerine çalışmaya devam eder. Gözümüzde açığını isterseniz çalışmayan bir Noyan bey yok, hatta bazen uyurken bile çalıştığından şüphe edecek kıvamdayız. Gündelik hayatında da aynı mı Belgi hanım?’ bakışlarım usulca Noyan’a kaydığında onun gülen haliyle bende sırttım. Elimde değildi bu gülüşü saklamak çünkü Noyan’ın deli divane çalıştığı zamana sadece adada denk gelmiştim. Onun haricinde sürekli dolaşan, hareket halinde veya rahat bir adamdı bana göre.

‘Ben delicesine çalıştığına sadece bir kez şahit oldum açıkçası.’

‘Nasıl delicesine?’

‘Bildiğiniz delicesine, yapması gerekeni yapmayınca uyku uyuyamadığını anlamış bulundum mesela. Fakat sormak istediğin etkiliyor mu günlük hayatını iş kolikliği ise… Etkilediğini söyleyemem.’

‘Bence size olan aşkı, işe olan aşkından daha ağır bastığı için şahit olmamışsınızdır.’ Odada ufak gülüşmeler yankılanırken elimi kavrayan parmaklarla beraber derin bir nefes aldım. Noyan’ın herhalde kendince yorumu destekleme stiliydi bu. Ki söylediklerini göz önüne alırsak ufak tefek duran kadın sonuna kadar haklı olabilirdi.

‘O zaman Noyan bey ben artık size patron demiyorum.’ Necati gülerek tekrar masaya doğru eğildiğinde kaşlarım havalansa da Noyan’ın bir şey demesine fırsat tanımadan beni işaret etti, ‘Benim için artık patron Belgi hanım, kusura bakmayacaksınız.’ Yorumuna yanaklarım kızardı mı bilmiyorum fakat içten içe utançtan yandığımı hissederek Noyan’ın tepkisini bekleyenlerden gözlerimi çektim.

‘Orada dur işte Necati. Belgi hanım benim patronum, başka kimsenin de olamaz.’ Verdiği karşılık daha da utanmamı sağlarken herkesin gülüşleri odayı doldurduğunda sertçe yutkunmama rağmen elimin üzerindeki uzun parmaklarının okşamasıyla gözlerim onu buldu. Derin mavileri mest eder gibi bakarken gülümsemeye çabaladığımda rahatsız kıpırdanışımı fark etmiş olacak ki sandalyesini hafifçe geriye sürükledi.

‘Goy goy tayfa da ağızlarını açtığına göre bize müsaade arkadaşlar.’ bakışlarını kimse konuşmazken üçü susmayan bedenlerde gezdirip göz kırptığında kahkahalar yenilense de ayağa kalktık.

‘Söylediklerimi oturup düşünün. Yine şamatamızı muhabbetimizi yaparız fakat biraz daha zorlayın kendinizi. Sormaktan da çekinmeyin, anlamadıysanız anlayana kadar devam ederim konuşmaya fakat kafanızda bir fikir oluşmadıysa tamammış gibi rol kesince sinirleniyorum haberiniz olsun. Bir dahakine bu kadar sakin iletişim kurmayız.’ Hepsinden birer birer dökülen onaylayıcı cümlelerle toplantı odasını terk ettiğimizde arkadan koşarak gelen Serhat bey önce kol düğmelerini ardından da ceketini teslim etti Noyan’a. Elinde tuttuğu laptop sanki hep aynı halde kalıyor gibi adımlarını Noyan’ın ofisine yönlendirdiğinde biz asansör kabinine geçmiştik bile.

Dudaklarını araladığı sırada tekrar telefonunun sesi yankılandığında derin bir nefes alıp cebinden çıkararak ekrana göz attı. Biraz sabır dilenen, bir nebze de yardım isteyen tavrıyla gözleri asansör tavanına döndüğünde dudaklarını ıslatıp yanıtladı. Kulağına götürüp tek kelime söylemediğinde anlamıştım ki arayan yine Kubilay beydi.

Noyan diğerlerinin konuşması için beklemiyordu, babası ise Noyan konuşsun diye çaba harcamıyordu. Tabi ki tek etken sessizliği değildi anlamam için, önceki konuşmaya nazaran daha yüksek olan ses tonu ve artık direkt emir kipleri beni başka tarafa yönlendirmiyordu. Aramayı yanıtladığından beri durağan olan yüzü bir anda gerildiğinde çenesinin seğirdiğini fark edip kaşlarımı havalandırmıştım ki açılan asansör kapısıyla beraber tuttuğu elimle çıkışa ilerlemeye başladığı gibi telefonu kapattı.

Kapının önüne gelmiş arabaya yerleştiğimizde kendine gelmek istercesine dudaklarını ıslatıp derin bir soluk çektiğinde telefonla birkaç kısa uğraş sonucu arabanın gövdesine bıraktıktan sonra harekete geçtik.

‘İyi misin?’

‘Gerginim sadece.’ Başını bir şey yok dercesine sağa sola sallarken önce emniyet kemerimi kontrol etti ardından elimi tuttuğunda arabanın içini esir alan melodiyle bir an beklemeden yanıtladı.

‘Ayarladın mı söylediklerimi?’ sesi tavizsiz çıkarken Gizay’ın sesi de sonunda kulaklarıma ulaştı.

‘Hazırdayız abisi de hayırdır?’

‘Hayır mı bayır mı göreceğim ben. Abimden haber var mı?’ Noyan’ın sabırsız sesine rağmen Gizay’ın merak dolu tınısı apaçık ortadayken onun yanındakilere verdiği karışık direktiflerle beraber tekrar telefona dönmesi bir olmuştu.

‘Denker abi yanımda zaten, beraber geleceğiz.’

‘On dakika sonra görüşürüz.’

‘Tamamdır.’ Arama Gizay tarafından sonlandırılırken Noyan ilerideki trafik ışığıyla ara sokağa sinyal verip girdi.

‘Nereye gidiyoruz?’ başka insanlar diline kırk kat kilit vururken benim direkt zımba çakma isteğim böylesi anlarda daha çok kendini gösteriyordu. Bir anda nereye gittiğimiz, Gizay’ın ne hazırlığı yaptığını ve onlarla neden görüştüğümüz konusunda fikrimin olmayışı sürekli adapte olmak isteyen ruhuma zıt düşüyordu sadece.

‘Kubilay Visam’ın karın ağrısını öğrenmeye.’ Bahsettiği kişinin babası olması çokta konu edilecek bir husus değildi fakat bir saat önce rahatlıkla gitmeyeceğini söylemesine rağmen şimdi söylediğine ters olan tavrı da bir ufak şaşırtıyordu. Nasıl olduğunu anlamadığım halde çıktığımız sokaktan sonra tekrar sahil şeridi üzerine girerken çevremizi çeper gibi saracak haldeki arabalarla soracağım şeyleri de unutup şaşkınlıkla önümüzden seyreden iki arabaya ardından iki yanımızda olan siyah motorlu dört adama ve son olarak da önce sağ aynadan arkasından da şaşkınla başımı çevirip tam arkamızdaki iki araca göz attım.

‘Bunlar kim?’

‘Korumalar.’ Arabanın içinde bir süredir olan sessizliğe inat edercesine müzik sesinin esir almasını sağladığında sertçe yutkunup tekrar iki yanımızdaki motorlara baktım.

‘Biraz abartı değil mi sence de?’ sorumla beraber Noyan kenardaki sigarasından çıkarıp hızlıca yaktığında alt dudağımı kemirmeye başlamıştım bile. Çevrede korumalar olmasına da, arabalara da alışmıştım ancak daha öncekine göre bu defa ürkütücü duruyorlardı. Üstelik insanın üzerine ağır bir yük gibi binen ürkütücülüktü bu. Kasvet gibilerdi. Sanki durdukları herhangi bir yerde bütün zaman yavaşlayacakmışçasına…

‘Normalde belli etmeseler de sürekli çevremizdeler zaten. Şimdi daha görünürler o kadar. Boş verelim korumaları.’ Kaşlarımı havalandırırken cümlesine devam edeceğini beni kendine çekip yanağıma sıkıca dudaklarını bastırmasından anladım.

‘Aç mısın? Biraz geç kalabiliriz yemeğe.’

‘Noyan’cım… Kocamsın diye bir şey demek istemiyorum ama muhtemelen babanla kavga etmeye giderken aç olup olmamam ne derece mühim acaba?’

‘Çok mühim bence.’ Hafifçe omuz silktiğinde yavaşlattığı araçla bakışlarım ondan kopup önüme döndüğünde açılan demir kapıdan tıpkı yoldaki seyir halinde olan düzenle aynı şekilde içeri girdiğimizde etrafı süzdüm. Bir miktar ters düşeceğimiz mekanın daha kasvetli olmasını isterdim açıkçası.

Hali hazırda yeşillerle bezeli, resmen ince detaylarla süslenmiş, ağaçları özenle budanmış, ortada buz mavisi bir yalı bulunduran ortamda olması pek kasvetli bir imaj çizmiyordu. İnsan burada kavga edecekken yolunu, yönünü şaşırıp yogaya başlar sonra da bana bir huzur geldi diyebilirdi.

Bakışlarım etrafta dolaşmaya devam ederken koca bir çit gibi tüm manzarayı ön bahçeden saklayan yapının çatısından merdivenlerine kadar incelememi sürdürdüm. Eski fakat bir o kadar da bakımlı görünüyordu, aksi gibi burada karısını diri diri yakmış bir ruh hastasının yaşadığını insan asla düşünemezdi.

‘Hani bugün eve girerken bana dikleniyordun ya, hatırlıyorsun değil mi?’ gözlerim yalının detaylarından kopup Noyan’a döndüğünde kahkaha atmamak için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp başımı salladım.

‘Şimdi senden on kat fazlasını istiyorum.’ Dedi kaşlarını ciddiyetle havalandırıp sigarasından derin bir nefes çektiğinde.

‘Nasıl yani?’

‘Sana söylenen herhangi bir kelimede ben zaten susmam ama sende lafını esirgeme.’ Kaşlarım çatılmaya başladığında ciddiyim dercesine başını sallarken kısılan gözlerimle bir yalıya bir de Noyan’a baktım tekrar.

‘Gerekirse bana bile. Farz et ki sana bir şey olacak korkusu diken üzerinde tutmuyor beni, çünkü sen zaten saçının teline dokunanı yok edersin. Ben olsam saçının teline zarar veren, beni de tek kibritle yakarsın.’ Aşırı ciddi olan hali yüzünden ürkmeli miydim yoksa bir tepki vermeli miydim bilmesem de parmaklarımı avucunun içine alıp elimin üzerini işaret parmağıyla okşadığında, ‘Yaparsın değil mi?’ dedi, umut eder gibi.

‘Yanlış mı anladım yoksa sen senin kadın modelinmişim gibi davranmamı mı istiyorsun?’ sorum çatık kaşlarımla ve anlamaz bakışlarımla olsa da Noyan’ın dudakları sol tarafa doğru memnuniyetle kıvrıldı. Gamzesi oracıkta sakallarının altında bir çukur gibi kendini gösterirken rahatlamışçasına bıraktığı nefesiyle yaklaştı yüzüme.

‘Çok doğru anlamışsın.’ Başını usulca sallarken neden diye sormama gerek kalmadan dudaklarımın üzerini sertçe kapatıp baş parmağıyla yanağımı okşadı.

‘Savaşların hepsi önce içeride başlar, asla unutma.’ Alnını alnıma yaslarken mırıldandığında puslu mavileri de direkt olarak bakışlarıma ok misali fırlıyordu. Noyan her daim güzel bakıyordu fakat şimdiki hali biraz bana savaş sonrasında bir ülkeye bakmak gibi hissettirmişti.

‘Korkmam gereken kısımdayız sanırım ama…’ derin bir nefes alıp gülümsediğimde omuz silkerek tenlerimizi bu kez ben birleştirdim, ‘Zerre korkmuyorum.’

‘İşte benim karım.’ İkimizde arabadan inerken açılan beyaz ahşap kapının sesiyle gözlerim o tarafa döndüğünde bir adım atmıştım ki ne zaman yanıma geldiğini anlamadığım Noyan elimi kavrayıp duraksattı. Kapıdaki muhtemelen kırklı yaşlarında olan kadın sevecen gülümsemesiyle merdivenleri hızlıca inerken sanki diğer yanıma gelip dikilen Denker abiye de Noyan’a da anne şefkatiyle bakıyordu. Bakışlarında öyle büyük bir özlem vardı ki elimde olmadan az önce gergin bir anın ortasına düştüğümü düşünen ben dahil olmak üzere tebessüm etmiştik. Gözlerim usulca yaklaşan kadından Noyan’a döndüğünde samimi tebessümü dudaklarında olmasa da gözlerinin içi parlıyordu adeta.

‘Hoş geldiniz çocuklar.’ Gözlerinin dolu dolu olması, iki kardeşin dik duruşuna baktıkça aslında korkmaktan ziyade gurur duyduğu da çok açık ve netti kadının. Omuzları yılların yorgunluğuyla çökmüş olsa da adımlarının hızlılığı bize taş çıkaracak kadar da gençti.

‘Hoş bulduk Halide’m.’ Denker abi göz kırpıp gülümsediğinde aralarındaki mesafenin kapanmayacağını sadece ben değil dünya tatlısı kadın da anlamış olacak ki sonunda dibimize kadar yaklaşıp durdu.

‘Hadi geçin içeri. Sizin geleceğinizi öğrenince börek yaptım. Çok seversiniz. Bir tek benim elim değdi, kimsecikler dokunmadı içiniz rahat olsun. Sen de hoş geldin kızım.’ Başımı teşekkür edercesine salladığımda bir kez daha adım atmaya yeltenmem hala buzdan heykel gibi duran iki adamla sekteye uğradı.

‘Kendisi gelsin Halide anne. Ayağına bir adım daha atmam. O kapıdan çıkarken ne dedim çok iyi biliyor.’ Noyan’ın ne kadar saygı duyduğu belli olsa da inadı ve adının kara Murat olmamasına rağmen olan tavrıyla kadın kararsızca bir arkasında kalan eve, bir üçümüze baktı.

‘Noyan… Oğlum, bilmiyor musun inadını, söylesem gelir mi sence?’

‘Sen söyle, çok hasret kaldı herhalde ki gel gel diye tutturdu. Ata ya sözde, lafını yere düşürmeyelim dedik ama benden bu kadar.’ Noyan’ın taviz vermez haliyle kadıncağız sıkıntıyla nefesini bıraktığında aklına bir şey gelmiş gibi gözleri parlarken anında elini önlüğün altından cebine attı. Etrafta gözlerini dolaştırırken Noyan’ın adamları dışında birisinin olmamasıyla boştaki elimi tuttuğu gibi avucuma anında ufak bir kutu bıraktı.

‘Kısmet olup bir araya gelebilir miyiz bilmem kızım, daha fazlasını da yapmak isterim ama bu hayırsızlarla doğru dürüst görüşemiyoruz, bunu da güç bela sakladım zaten. Benden size nikah hediyesi olsun, Noyan sana anlatır hikayesini.’ Gözlerim avucumun içindeki kutuyu tamamen bırakan elden Halide hanımın gözlerine döndüğünde sertçe yutkunup gülümsedim.

‘Teşekkür ederim, gerek yoktu buna.’

‘Bu iki deli oğlan evlat gibi oldu bana, ne demek gerek yok.’ Yalancı kızgınlığından sonra bakışlarını tekrar Denker abi ve Noyan’da gezdirdiğinde içeri yönelirken parmaklarımı hapsetmiş elden kurtulmaya çalıştım fakat sanki Noyan yanından kaçıyormuşum gibi şaşkın bakışlarını bana çevirdi.

‘Elimde kutuyla mı gireceğim içeri? Arabaya bırakayım.’

‘Açsana merak ettim, ne saklamış olabilir ki?’ Denker abinin meraklı tınısıyla Noyan dudak büktüğünde ufak kutuyu aralayarak içindeki künyeye ve ufak iki taşı olan küpeye baktım. İnce bir zincir üzerinde onlarca pırlantayla bezeli parçadan gözlerimi alıp yanımdaki iki adama baktığımda yüzlerindeki hafif tebessümleri dudaklarında asılı kalmıştı. Fakat bu tebessüm memnuniyetten değil bir nebze hüzünden geliyor gibiydi. Denker abinin iç çekip nefes alamaz gibi soluğunu bırakmasıyla ne olduğunu anlamak istercesine dikkat kesildiğimde Noyan boşta kalan elinin parmaklarını birbirine sürterek dudaklarını ıslattı.

‘Takmak ister misin?’

‘Siz ister misiniz asıl?’ kaşlarımı havalandırdığımda ikisinin de hüzünlü gülüşü gerçek bir tebessüme dönüştü.

‘Anlatırım sonra ama tabi isteriz.’ Bakışlarım bu kez Denker abiye kayınca onun başını destek verircesine sallamasıyla Noyan’a önce künyeyi uzattım. Bileğime geçirip klipsini taktığında küpeleri de alarak kendiminkileri çıkarıp onların yerine yerleştirdiğimde elimizde kalan parçaları da kutuya bırakmıştım ki aldığı gibi iç cebine bıraktı kutuyu. Hareketlilikle gözlerimiz tekrar merdivenlerin başını bulduğunda saçları kırlaşmış ama duruşunda hem ağırlığı hem de asaleti kendini koruyan adamla çakıştı gözlerim.

Noyan’a ve Denker abiye tamamen zıt koyuluktaki hareleri, Şanze’nin bakışlarıyla aynıyken bir süre göz hapsine aldığında basamakları çok vakti varmış gibi yavaşlıkla indi. İnsan istemsizce geriliyordu sanki Kubilay beyin karşısında. Bir an bozulmayan kaş çatması, küçük görücü bakışları, tüm vücut diliyle birbirine kenetli parmaklarımızdan iğrendiğini belli edişi alenen etrafta cirit atıyordu veya bana öyle geliyordu. Çünkü az önce ellerimizden iğrenerek baktığına dair yemin edeceğim Kubilay Visam bir anlığına bakışlarımız kesiştiğinde baba şefkatiyle süzmüştü beni. Fakat o kadar kısa sürmüştü ki o bakışı kendi kendime, sen baba şefkati bilmediğin için zırvalıyorsun Belgi, dedim. Adımları bayılmama neden olacak kadar yavaşça devam ettikten sonra gelip tam karşımızda durduğunda iki oğluna göz atıp başını sağa sola salladı.

Sanki bir kelime söylemesine veya hoş geldiniz demesine gerek yokmuşçasına, ki hoş gelmediğimiz gerçeği çok net şekilde belliydi, geri dönüp merdivenleri tekrar çıktığında harekete geçen iki bedenle bende el mecbur adımladım basamakları. Ne yani tek dertleri adamı dışarı çıkarmak, bir bakıma onların geldiği kadar olmasa da ayaklarına getirmek miydi? Nasıl saçma bir düşünce tarzıydı bu? Evin önüne kadar adamın ikinci telefonuyla gelmiştik, yani evin içine kadar da girebilirdik. Fakat olan olaya iki tarafta itirazsız görünüyordu, sanki aralarında gizli bir anlaşma varmış gibiydi tüm tavırları.

Herhangi bir durumda birbirlerinden haz etmedikleri resmen paçalarından akan üç adama baktıkça Şanze’nin bu üçlünün olduğu ortamda nasıl hayat sürdürdüğünü merak ediyordum. Gizay bana kalırsa bu konunun tamamen dışındaydı. Çünkü şimdiye kadar yani Visam ailesini tanıyana kadar Kubilay beyin ismini dile getirmese de ondan epeyce bahsetmişti ve ne kadar çok baba olarak gördüğünü anlatmıştı. Fakat onun bu aileyle olan pürüzü ise Yıldız hanımı da annesi gibi görürken bir cinayet sonrasında neden Noyan’la aynı tavrı sergilemiyordu? Veya onun tavrı çok daha önce ortalıklara saçılmıştı da o yüzden mi sessizliğini koruyordu anlam verememiştim.

Oturduğumuz berjerlerle gerilen sırt kaslarımı gevşetmek istesem de belli etmemeye çabaladığımda dudaklarımı ıslatıp kahve bırakan Halide hanıma gülümsedim. Beş dakikadır sus pus oturmuş aralarındaki bakışmayı pinpon maçı izler gibi seyrediyordum resmen. Kim cümle kuracaksa bir an önce başlamalıydı, aksi taktirde sabaha kadar sürer giderdi bu halimiz. Ortam ve bakışmaları zaten gerginken bir de sessiz kalışları tahammül edilecek gibi değildi. Fakat anladığım kadarıyla sadece bakarak anlaşabilen iki oğul ve baba mimik dahi kıpırdatmadan sayfalarca konuşmanın içinde gibilerdi.

Elimi fincana attığımda benden önce davranan parmaklarla bakışlarım Noyan’ı bulduğunda istifini bozmadan fincanımdaki kahveyi yudumlayıp tekrar tabağa bıraktı. Ne yapmaya çalıştığını anlasam da bakışları bir an Kubilay beyden bana dönmüyordu.

‘İkinizden biri şu an bu saçmalığı sonlandırmazsa öleceksiniz zaten, bunun farkında olman ne güzel oğlum.’ Duyduğum uyaran tonla bakışlarım Noyan’ın baktığı noktaya döndüğünde onun histerik gülüşü kulaklarımda uğuldadı. Babasının tehdidine karşın kahkaha mı atıyordu sahiden? Gülüşünün ardından bir şey söylemesini beklesem de sessizliğini koruduğunda Kubilay beyin gözleri beni buldu.

‘Ya ben senin canına kast edeceğim, ya da baban Noyan’ın canına kast edecek. Farkındasın değil mi? Gerçi o girişimde bulundu, acaba sıra bende mi?’ cevap alamadığından olsa gerek okları bana döndüğünde kaşlarımı havalandırarak yüzüne bakmaya başladım. Aklımdan arabada konuştuklarımız defalarca geçmeye başladığında istemsizce dudaklarım yukarı doğru kıvrılmıştı ki bacak bacak üzerine atarak sırtımı iyice yasladım koltuğa. Başım istemsizce ruhuma giren bir şeytana itaat edercesine omuzuma düştüğünde gülümsemeye de devam ediyordum.

‘Öldürün o halde.’ Bu cümle benim dudaklarımdan çıktıysa eğer birisi acil kayıt altına almalıydı çünkü ben emindim ki söylediğime inanmayacak hatta yapmadım diye inkar edecektim. Geçmişten gelen bir tabire bakılacak olursa, evet, üzüm üzüme baka baka kararıyordu. Bende Noyan’a baka baka Noyan oluyordum.

‘Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk diyorsun yani…’ dalga geçen haline rağmen sessizliğimi koruduğumda anlamış gibi kaşlarını havalandırıp başını salladı, ‘Fakat atladığın bir şey var. Benim oğlum aşkı bilmez.’

‘İsmi ne?’ gülümsemem bozulmadan mırıldanırken Kubilay bey anlık şaşkınlığıyla yüzümü süzdüğünde anlamamasının verdiği zevkle devam ettim konuşmama, ‘Oğlum dediniz ya, aşkı bilmeyen hani. O oğlunuzun ismi ne? Çünkü ben iki oğlunuzu tanıyorum. Denker abi ve Noyan. Başka bir oğlunuzun olması da şart bu durumda.’ İki tarafımda oturan adamları işaret ettiğimde yüzümü hızlıca buruşturup elimi savuşturdum ama Kubilay beyin donan gözleri ve Noyan’la Denker abinin kaşlarını havalandırıp bana dönmesiyle hafifçe omuz silktim.

‘Affedersiniz… Ben saçmalıyorum şu an… Siz Noyan’dan bahsetmeye çalışıyorsunuz…’ az önce Noyan’ın yudumladığı fincanımı alıp kahvemden içtiğimde gözlerim de anında onun derin mavilerini buldu. Fazlaca abartılı ve yapmacık tepkiler veriyordum, kaldı ki bu tepkilerimin her biri zaten yapmacık olduğu belli olsun diye yüksek perdedendi.

‘Sevgilim.’ Resmen kur yapar gibi olan ses tonumla şu an Kubilay bey benden nefret ediyordu emindim ki fakat göz ucuyla beni süzen Noyan artık tamamen bana odaklandığında başını sağa sola sallamıştı ki derin bir nefes aldım, ‘Kubilay bey hakkında olan fikirlerini söylüyor ama lütfen biz çocuk büyütürken sen daha fazla evladınla ilgilen olur mu? Onun hakkında sadece fikrin olmasın, gerçek bilgin olsun mümkünse.’

‘Attığı adımı tahmin edecek kadar ilgili olup bilgi sahibi olacağım zaten güzelim.’ Derken sesi ufak bir sekteye uğrasa da bakışlarım Noyan’ın harelerini kolaçan ediyordu. Hiçbir tepki vermiyordu ancak o ufak ses bozukluğundan çocuk fikrini dillendirmem mi garip gelmişti, yoksa tüm bunlar yaşanmadan önce Kubilay bey çok iyi bir baba mıydı ayırt edemedim. Daha doğrusu o an ayırt etmek istemedim. Belki de Kubilay beyi mükemmel bir baba olarak kafamda bir yere yerleştirme hissiyatı ürpertti bedenimi.

‘Peki sen anne olabilecek misin?’ duyduğum soruyla gözlerim Noyan’ın harelerine tamamen zıt renkteki koyuluklara döndüğünde dudak büktüm anında.

‘Sizce? Olabilir miyim?’ düşünmüyordum ki korkusuna kapılayım, en azından bizi öldürme çabasına olan ailelerimiz artık savaşlarına son verene kadar. Peki bu fikrimden Kubilay beyin haberi var mıydı? Hayır. Olmalı mıydı? Asla… Dahası az önce ortaya sırf Kubilay beyin damarına basmak için attığım cümleden Noyan’ın da an itibariyle ne tür duyguda olduğunu anlayamamıştım. Gerçi en son otelde olan konuşmamıza hitaben istediğini net bir şekilde dile getirebilirdim fakat kafamı şuan bu soruyla meşgul edemezdim daha önemli önceliklerim vardı. Hayatta kalmak, sevdiğim adamın hayatta kalması ve sevdiğim insanların sağlıklı olmaları gibi. Bir de ekstradan bebek sağlığıyla kafayı bozamazdım. O gün bugün değildi.

‘Hiç sanmıyorum. Eminim ki tıpkı annen gibi arkanı dönüp-‘

‘Kes sesini!’ anında oturduğu yerden fırlayan Noyan işaret parmağını da havalandırdığında sanırım damarına basmış olmanın hazzıyla Kubilay beyin resmen gözleri ışıldadı. Fakat hayır bu Noyan’ı sinirlendirmeye çalıştığı için aldığı bir zevk değildi. Sinirlendirmeye çalıştığı oğlu değil bendim, buradan göndermeye çalıştığı da Noyan değil bire bir bendim fakat onun gerilmesiyle Kubilay bey gözlerinde ne gördüyse memnunca gülümsüyordu. Hatta enteresan ama gurur duyarcasınaydı bu ışıltılar. Veya ben gerçekten aptaldım…

‘Gerçekler çok mu canını acıtıyor bu kadının.’ Cümlesi daha da sinirlenmesini sağlarken bir adım daha hamlede bulunduğunda bileğinden yakalayan Denker abiyle gözlerim üç beden arasında dolaştı.

‘Deran’a bir daha bu kadın demeyeceksin! Benim karıma saygıyla yaklaşacaksın! Sevmesen dahi saygı duymak zorundasın! O aklına sok bunu!’ Denker abi ne kadar tutsa da Noyan olduğu yerden dahi ürkütücü görünüyordu. Üstelik adım atmadan, hareket etmeden, sadece konuşarak ve öylece durarak Ancak aklımdaki hengâmeden çıkabilsem onun yerine lafta sokabilirdim fakat o mevsimi dahi belli olmayan ormana dönmem işimin epey zorlaşmasına sebebiyet veriyordu. Kubilay bey yerinden kıpırdamadan öyle rahat şekilde oturuyordu ve Noyan gergin şekilde ayakta olduğu için Denker abi delicesine kasılmıştı ki benim o ormandan çıkıp hemen bulunduğumuz salona dönmem gerekiyordu.

‘Karım o benim! Haddini bil! Görmek istiyorum dedin geldik! Söyle ne halt söyleyeceksen! Senin sayende dünyaya gelmişte olsam karıma saygısızlık yapamazsın!’ Noyan’ın beynine sıçrayan kanı ve asla zapt etmek gibi bir çabası olmadığı sinirleriyle beraber dudaklarımı aralamaya çabalasam da sanki birbirine japon yapıştırıcısı ile kenetlenmiş gibiydi.

‘Karısıymış! Bu mu karın! Tamamen ticari mal gibi davranılan bir kadın mı karın olacak senin!’ Kubilay beyde ayağa kalktı fakat benim dudaklarım yine açılmadı, ‘Babanın onu zehirleyeceğini düşündüğün için kahvesini içip hayatını tehlikeye attığın bir kadın mı karın senin! Soyadına yakışmayan! Hayatı boyunca babasının köpeği olmuş! Annesi tarafından terk edilip sevilmemiş!’ cümleleri içime işliyordu Kubilay beyin, o kadar işliyordu ki ona doğru atılan Noyan’la kendimde artık dudaklarımı aralama dirayeti dahi bulamıyordum.

‘Sikerim senin belanı!’ atıldığında son anda yakalayan Denker abiyle beraber gözlerimi sıkıca kapatıp tekrar açtım. Flulaşan görüntünün gözyaşlarımdan olmadığından adım kadar emindim fakat bir şeyler yapmazsam şurada hem söylediklerinin doğruluğu yüzünden hem de hemen kırılan sert duruşum sayesinde sinir krizi geçirebilirdim. Arada geçen iki tarafında bağırdığı konuşmaları zerre algılayamıyordum, arada sırada radarıma girip resmen ruhuma diken gibi batanlar dışında duymuyordum dahi.

‘Son kez uyarıyorum seni Noyan! Ya boşanırsın, hemen şimdi! Ya da on sekizinde yaşadığının aynısını yaşarsın!’ aradan seçebildiğim cümlelerle tüylerim ürperirken olan durağanlığımı bozmak istercesine zorlukla koltuktan kalktığımda kilitlenmiş gibi kalan Noyan’a yaklaştım. Önünde bir barikat edasıyla duran Denker abinin şaşkın gözleri beni bulduğunda yüzümdeki ifadeyi bende çok merak etmiştim ancak durmadan yanına kadar ulaştığım bedenin elini tuttuğumda etten duvar misali olan cüssesi aradan çekildi. Bakışlarım Kubilay beyin gözlerindeyken zorlukla gülümsemeye çabaladığımda dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissettim. Halide hanımın verdiği künye aklıma geldiğinde Noyan ve Denker abinin hüzünlü tebessümünü anımsayarak işime yarayacağını düşünüp elimi hafifçe kaldırarak tırnaklarımda gezdirdim gözlerimi. Karşımda ruhsuz bir canavar gibi duran Kubilay beyin az önce küçük görür gibi olan hali anında değişime uğrarken aramızda kalan parmaklarımı indirerek tekrar gözlerine odaklandım. Flu olan gözlerine.

‘Belki düşeriz Kubilay bey. Düştüğümüz yerden kalkabiliriz de. Hiç olmadı yenilebiliriz de. Kısacası her türlüsüne katlanırız ancak sizi ve bizi ayıran bir tek ayrıntı var. Biz düşerken de, yenilirken de, hatta ölürken de güzel kalırız.’ Gülümsemem artık tüm yüzümü esir alırken az önce tuttuğum ele parmaklarımı kenetleyerek başımı sağa sola sallayıp derin bir nefes aldım.

‘Neyse… Çok uzatmaya gerek yok. Hem ne demişler…’ bakışlarım usulca Noyan’ı bulduğunda onun aslında ne halde olduğumu fark etmesi zamanını almamıştı ki tekrar Kubilay beye baktım, ‘Söz kifayetsiz kalacaksa susmalı insan. Fazladan izahat, lisanen kabahattir. İyi günler size.’ Daha fazla beklemeden arkamı dönüp ilerlemeye başladığımda Noyan’ı tuttuğum eli yüzünden peşimden sürükledim. Mesele aslında kim üstün çıktı konusu değildi, sadece bu evden çıkmak istiyordum. O yüzden de saçmalamış dahi olabilirdim.

Sadece buradan çıkmak, temiz hava almak ve görüşümün kendine gelmesi gerekiyordu o kadar. Yani Kubilay bey bana birçok ithamda bulunabilirdi fakat benim onları dinleyecekte, baş kaldıracakta, ciddiye alacakta dirayetim yoktu. Bir anda karşıma dikilen bedenle duraksadığımda sıktığım çeneme inat yine gülümsedim. Bu evden çıkmamam için önüme bütün eşyaları dikseler karşımdaki iki metreye yakın boyu olan ve silah doğrultan herif kadar etkili olmazdı sanırım.

Bugün saçma salak her halta bozulan psikolojimin gülesi vardı. Mükemmel bir gün yaşıyorum imajına beynim inanmak istiyordu fakat işin aslını kabullense çok daha iyi olurdu. Çünkü hali hazırda boktan bir gün tükenmek üzereydi.

Arkadan gelen metalik sesle sakinlikle o tarafa döndüğümde üzerimize doğrultulmuş namlu Noyan’ın anında beni arkasına çekmesine neden oldu. Ona hatırlatmak istemesem de iki tarafımızdaki iki adam da silah çekmişti ve açıkçası beni ne tarafa saklamaya çalışırsa çalışsın ikisinden birinin hedefi halindeydim ve inanılmaz ama kahkaha atmak istiyordum.

‘Bunu sana yaptıktan birkaç dakika sonrası çok romantikti.’ Bakışlarım karşımda namlunun ucunu üzerime doğrultmuş adamdan Noyan’a döndüğünde anlam veremeyen haliyle bana baksa da gülerek tepki verdim. Ey Görmeyen gözlerime rağmen hala benimle olan fotografik hafızam sen nelere kadirsin…

Serbest kalabilmek adına Noyan’ın kavradığı bileğimi parmaklarından sakince çektiğimde aklıma Gizay geldi. Ringin ortasında yüzüme bakan sinirli olsam da gülme krizine sokan Gizay. Sırlarıma ortak olan, sırlarını isimsiz anlatan, korumacı bir abi gibi ateşli silahlara karşı kendimi korumayı öğreten, kahkahaları arasında, ‘’Şaşırt beni Belgi’’, diyen Gizay. Ne yapacağımı benim dahi kestiremeyeceğim şeyler göstermişti ve sanırım onları kullanmam gereken yer tam olarak burasıydı. Suratıma suratıma ucu çevrilmiş silahı kavrayan bileği yakaladığımda ayağımdaki topuklulara saygı duymaya devam edebilmek için adamın karnına geçirip tuttuğum bileğini de kendime çektim. Adam bir anda gaflete düşüp sersemlese dahi direnç gösterdiğinde dirseğimi sertçe ensesine vurmam yeterli gelmişti. Tam olarak Kubilay bey ile ortamıza serilmesi de bunu yeterince anlatıyordu.

Henüz ne olduğunu kavrayamamışken, hatta kendi yaptığıma inanamaz halde odadaki insanların hepsine göz atarken tek kalan namluya karşılık Noyan’ın ve Denker abinin parmakları arasındaki metaller de dikkatimi çektiğinde hızlanan kalbime küfür etmek istedim. Yerden göğe kadar, haddini aşan, usulünü bilmeyen onlarca küfür. Hatta sikerim yapacağınız işi diye çığlık atasım dahi vardı. Fakat yapmadım, yapamadım. Öylece bana silah doğrultmuş birinin önüne atılan kocam ve onunla beraber karşı tarafa silah doğrultan abisiyle ortama bu girişi yapmam abesten de öte olurdu. Gerçi benim markajımda olan adam yerde yatıyordu, bu da abesti ama henüz silahlar patlamamıştı en azından. Az önce Noyan’dan kurtardığım bileğimi uzatıp tekrar parmakları arasına almasını sağladığımda havalanmış kaşlarla beni izleyen puslu mavileri buldu gözlerim.

Etrafa derin bir sessizlik hakim olurken bakışlarım üç adamın yüzünde de tekrar gezindi. Bir de son olarak yerdeki dev gibi olan cüssede. Kafam güzel gibiydi şuan, bilincinde değildim ama şaşkınlıkla bir bana bir de yerdeki adama bakan üç çift göz neler olduğunu algılamaya çalışıyordu.

Noyan sanırım yaptığım hareketle kendimi savunabileceğimden emin olmuştu ki bu kez o bırakıp tersten de olsa sırtımın sırtına yaslanmasını parmaklarının ise karnıma kadar dolaşmasını sağladığında birleşen vücutlarımızla babasına doğru yaklaştı. Denker abinin bulunduğu noktaya geldiğimizde az önce bıraktığı elimi tutup bedenimi hafifçe ona doğru çektiğinde ne olduğunu anlamasam da sanki bir paketmişim gibi Denker abinin arkasında bulmuştum kendimi. Doğrusu bana güveni gözlerimi yaşartmıştı. Ben Gizay’la antrenman yapan bir kadındım, tamam yerde yatan arkadaşta kalıplı olabilir ama kafayı yemiş Belgi ve Gizay kadar efor gerektirmiyordu. Fakat Denker abinin sakin ol dercesine bakan harelerini fark ettiğime bunun bana değil Kubilay beye olan güvenle alakalı olduğunu da ayırt edebiliyordum. Gözlerim tekrar Noyan’a döndüğünde ne kadar rengi mavi görünse de artık kapkara bakıyor oluşuyla elinde tuttuğu buz gibi metal Kubilay beyin sol tarafına yaslandı.

‘Babanı mı öldüreceksin? Bir kadın için…’

‘Bir kadın değil.’ Dedi dişleri arasından, birazdan hırlarsa asla şaşırmazdım, ‘Karım.’ Ağız dolusu ve bunu söylemekten daima memnun haliyle dudaklarım kıvrılsa da yeri olmadığını bilerek tuttum kendimi, sahiden kafayı yemiştim.

‘Seni niye bu zamana kadar öldürmedim biliyor musun?’ konuşma sırası belli ki Noyan ve Kubilay beydeydi. Geldiğinden beri kükremesi dışında sakin tek bir cümle çıkmamış dudakları tükürürcesine konuşurken sıktığı dişlerinin gıcırtısını durduğum yerden dahi duyabiliyordum.

‘Yaşarken her gün ölmen için. Kafana, kalbine, herhangi bir yerine isabet etmiş kurşunla ölmek senin için o kadar kolay bir veda olur ki. Ama hayır.’ Başını sağa sola salladığında hala Kubilay beyin sol tarafına yaslı olan namlu usulca kayıp indi, ‘Bu kadar basit ve kolay olmayacak. Sen her gün acı çekeceksin, her gece kabusun devam edecek, nefes aldığın her dakika kendine küfürler edeceksin, ne zaman bir ateş görsen aklına senden nefret ettiğim bakışlarım gelecek. Yalvaracaksın, seni affetmem için, abimin, Şanze’nin affetmesi için yalvaracaksın. Hatta-‘ işaret parmağı havalandığında başını sağa sola sallayıp gözlerini duvardaki fotoğraf karesine çevirerek gülümsedi. Denker abinin omuzunun arkasından başımı uzatıp baktığı fotoğrafı inceledim. Kocaman, çerçevesi siyah metal olan ama içi gülümsemeyle aydınlanmış aile fotoğrafı…

O ana kadar gözüme çarpmamıştı fakat Yıldız hanımın dişlerini göstermese dahi kocaman olan gülümsemesi iç ısıtıyordu. Gözleri Noyan’ın hareleri gibi mavi, üzerinde siyah yarım boğazlı bir elbise vardı, hemen sol göğsünün üzerinde ise deniz yıldızı şeklinde broş. Yanında oturan Kubilay beyin yeşil gözleri de onunki kadar canlı ve gülümseyen haldeydi. Onun üzerinde ise koyu kahve bir takım vardı, yakasında Yıldız hanımın broşunun taşsız olanı. İkisinin tam ortasında dizlerinde Şanze upuzun saçlarıyla, çocuksu gülüşüyle, babasının takımı gibi olan kahverengi elbise ve onun bire bir aynısı olan parlayan gözleriyle objektife bakıyordu. Sanki sandalyenin sırtına değil de dört tane genç adama yaslanmış gibi durdukları arkalarında kalan gençlerde gezdirdim gözlerimi. Sağ taraftaki Noyan hemen babasının arkasında, ortada Denker abi, onun yanında yine yeşil gözlü, kumral ve aşırı neşeli genç bir adam duruyordu Bager Türker Visam, sol tarafta Yıldız hanımın arkasında ise Gizay. Hepsinin üzerinde simsiyah tişörtler vardı. Hepsi mutluydu. Sadece gülümsemeleri değil bakışları bile mutlu ve huzurlu olduklarını bağırıyordu. O ana kadar fark etmediğim fotoğraf karesinde hem yıllar vardı, hem de şuan bileğimdeki künye, bir de tanımadığım ve tanıyamayacağım bir adam ile bir kadın… Yıldız hanım ve en büyük oğlu Bager, fakat en çok dikkatimi çeken pırlanta künyeydi. Yıldız hanımın sol bileğinde, Şanze’nin ince uzun parmaklarının oyalandığı nahif parça. Sertçe yutkunurken incelemem sırasında konuşmadan kaçırdığım nokta olmayışını da Noyan’ın cümleleriyle anladım.

‘-Hatta bu azabının bitmesi için anneme yalvaracaksın. Geri dönüp seni öldürsün diye milyonlarca cümle kuracaksın. Bu kadar acısız ölmeyeceksin sen.’ Bir adım gerilediğinde derin bir nefes alıp Kubilay beyin silah tutan elini yakaladığı gibi alnına yasladığında yüzündeki dalga geçen gülümseme kendini gösterdi.

‘Şimdi. Çek tetiği. Fakat ondan önce aklına yaz ki, bir kadın için değil, dünyadaki milyonlarca kadına denk tek kadın için, karım için, öldürürüm de ölürüm de.’ Bu görüntü, konuşulanlar, kurulan cümleler, hepsi ama hepsi midemi allak bullak ederken devamını asla izlemek istemiyordum. Deminden beri flu olan görüntü bir fotoğraf karesi ve Noyan’ın alnındaki namluyla netleşmeye başlamıştı. Gözlerim korkuyla açıldı, adım atmak istedim ancak Denker abi engel oldu. Anın gerginliği yüzünden elimde olmadan midemin bulandığını belli eden enteresan bir ses çıkardığımda Denker abinin gözleri bana döndü usulca.

‘Çıkın dışarı.’ Noyan gözlerini bir an babasından çekmeden konuştuğunda Denker abiye başımı sağa sola sallayarak karşılık versem de o anında kapıyı işaret etti. İnatlaşacağım konusunda ortak bir fikre sahiptik fakat benim beynim işlevini yerine getirmiyordu belli ki. Aksi takdirde henüz ne olduğunu anlamadan belimi kavramasına en azından çığlık atardım. Daha çok alt üst olan midemle itiraza dahi kalkışamadan dışarı çıkarıldım.

‘Su verin!’ kükremesinden sonra belimi de serbestleştirdiğinde sarsak adımlarım bahçenin çimenlerine doğru ilerlemiş ama daha fazla titremelerine karşı koyamayarak yere çökmemi sağlamıştı. Yemediğim yemeğe rağmen defalarca içimi dışıma çıkarmaya kalksam da sonuç vermediğinde zorlanan mideme istinaden yaşaran gözlerimle bir kez daha dizlerime yasladığım ellerimden destek alarak çaba harcadım.

‘Hişşşttt… Geçti Belgi, geçti abicim.’ Beni kendine çeken halinden sonra elindeki şişeden su içirmeye çalışsa da başımı anında sağa sola sallayıp ayağa kalkmaya çabaladığımda durmamı sağladı.

‘Belgi, abicim sakin ol. Hadi sakinleş biraz kızım.’ Tam karşımda dururken aslında yakaladığı kollarım ayakta kalmama destekti.

‘Noyan içeride.’ Zorlukla konuşup tekrar hamlede bulunsam da yeniden yakalanmıştım.

‘Gizay koruyor onu, sakin ol. Sakin ol derin nefes al.’

‘Yoktu Gizay içeride! Noyan’a bir şey olacak!’ bir kez daha çırpındığımda açık bıraktığımız kapıdan önce dümdüz duran namlu daha sonra Noyan, ona sırtını yaslamış Gizay ve elindeki silahı içeriye doğrultmaya devam etmesiyle göründüklerinde Denker abi tıpkı dışarı çıkardığı şekilde beni paket yapıp arabanın sağ tarafına ilerleterek oturmamı sağladı. Yan koltuğa yerleşen Noyan’la kollarım anında boynuna dolanırken hızlıca arabayı çıkardığı bahçeden sonra olduğum konumu bozmadan derin nefesler almaya çabaladım. Fazlasıyla derin nefesler ve gerçekliğine inanmak isteyen ruhumu ikna çabam. Bedenimi sımsıkı saran tek koluyla asfalttan çığlık gibi çıkan fren sesi sonrasında olduğum konumdan kopmasam da Noyan diğer koluyla da bedenimi kavrayıp kendine çektiği gibi direksiyon ile arasına sıkıştırdı bedenimi.

‘Seni götürmemeliydim… Seni o siktiğim cehenneme hiç sokmamalıydım.’ Omuzuma yaslı çenesiyle mırıldanıp saçlarımı okşamaya başladığında duyduğum camın açılma sesiyle derin bir nefes daha aldım.

‘Deran… Tanrımın hediyesi, bana bak güzelim.’ Bedenimizi ayırmaya çalışsa da adama sülük gibi yapıştığımdan olsa gerek başaramayıp ikna çabasına girdiğinde başımı iki yanından yakalayan elleriyle biraz bile olsa ayrılarak gözlerimizin denk gelmesini sağladı.

‘Bana odaklan sevgilim. İyiyim, sende iyisin. İyiyiz.’ Gözlerim alnında gezindikten sonra ellerim göğsünü yokladığında parmaklarını hafifçe sıkılaştırıp tekrar harelerine bakmamı sağladı.

‘Nefes almakta güçlük çekmiyorsun değil mi? İyiyiz bak. Daralmıyor değil mi nefesin?’

‘İyisin…’ fısıltılı çıkan sesime başını anında sallayarak onay verdiğinde tepkime şükür çekmiş olacak ki başımı boyun girintisine çekerek koltuğunu hafifçe arkaya kaydırdı. Az önce duran arabayı tekrar çalıştırıp harekete geçtiğinde sımsıkı sardığı bedenimi bir an olsun bırakmamıştı.

Başımın ağrısıyla inleyip bedenimi çevirmeye çalıştığımda alnıma denk gelen sert göğüs gözlerimi aralamama neden oldu. İçerinin zifiri karanlığını dışarıdaki bahçe aydınlatmaları bozuyordu ancak tam olarak odayı aydınlattığını da söyleyemezdim. Huzursuzca yerimden kıpırdandığımda başımın üzerinde hissettiğim nahif öpücükle kendimi geriye çektim. Kaşlarımın çatılı olduğunu, yüzümün alabildiğine buruştuğunu, hatta seksen yaşında sürekli can sıkmaya çalışan yaşlı bir bunak gibi göründüğümün bilincinde olsam da Noyan tüm geceye rağmen ışıldayan bakışlarıyla gülümseyerek izliyordu halimi.

Zihnimi yoklamaya çabalasam da en son tüm yol boyunca tepesinden inmediğimi ve bir ara bedenime çarpan hafif esintiye rağmen gözlerimi açmaya karşı çıkarak havalandığımı hatırlıyordum. Daha sonrası o derinden gelip beni alaşağı eden çıra kokusunu alarak uykuya bırakmıştım kendimi. Anlam veremediğim nokta herhangi bir kriz geçirmememe rağmen neden başım çatlıyordu? Birileri kulağımın dibinde davul zurna çaldırmadıysa eğer hiçbir anlamı yoktu bu zihnimin talan olan halinin.

‘Çok derin uykun var.’ Sonunda konuşmayacağımı anlamış olacak ki yarım gülümsemesiyle mırıldandığında sırt üstü dönüp tavanda gözlerimi gezdirdim. Bomboş bir zeminden öteye gitmeyen haliyle biraz daha odaklandığımda az önce bedeni bana dönük olan Noyan’da sırt üstü dönüp benim gibi gözlerini muhtemelen tavana çivilemişti. Göz ucuyla baktığımda benim halim ve tavrımdan tek farkının tebessüm eden dudakları olmasıyla tekrar çektim gözlerimi.

‘Babam, o… Seni öldürecek kadar ileri gidemez.’ İstemsizce bilinçaltımda kalan cümleler dudaklarımdan döküldüğünde boynumun altında olan kolunu çekip yanıma düşmüş elimi uzun parmaklarıyla kavradı. Bu söylediğim tamamen kendimi kandırmak adınaydı ve ne acı ki bunu ben de Noyan’da biliyorduk. Babam buna daha önce kalkışmıştı. Kubilay bey bana sadece bir defa sözleriyle zarar verme çabası olmuştu ki bence haklıydı o hastanede ama babam Noyan’ı öldürmeye çalışmıştı zaten.

‘Pisliğin tekidir, kabul ediyorum… Ama birini öldüremez, bu kadar ileri gidemez.’ Sertçe yutkunup bakışlarımı Noyan’a çevirdiğimde bir karşılık beklercesine, hatta belki de ne olur destekle dercesine tekrar araladım dudaklarımı, ‘Öyle değil mi?’

‘Düşünme bunları, hepsini halledeceğimi bil yeterli.’ Duymazdan gelmek istemediğimden olsa gerek başımı sağa sola salladım.

‘Bugün baban beni öldürmek için hamle yaptı ama sana bir şey yapmadı. Sana zarar vermeyeceğinden o kadar emindin ki elindeki silaha rağmen kaldın, çünkü onun oğlusun. Ya benimki için de aynı şey geçerliyse? Ya sana bir şey yaparsa?’ bedenini yeniden bana doğru çevirirken bende onun gibi yüzümü ona dönüp beklentiyle süzdüm güç bela ayırt edebildiğim harelerini.

‘Oğlu olduğum için değil, bana bir şey yaptığı dakika sende dahil insanların bunu basına çatır çatır sunacağını bildiği için yapmadı. Durumu duygusal aile ilişkilerine bağlamaya gerek yok. O beni sevmez, ben de onu. Bu inkar edilemeyecek bir gerçek. Senin baban da yine aynı nedenden bize bir şey yapamaz.’ O kadar kendinden emin konuşuyordu ki cümlelerine bir an olsun inanmak istedim ama hayır işin aslı Noyan’ın düşündüğünden farklıydı bence. Kubilay bey oğlunu seviyordu, bunu görmüştüm bakışlarında. Hatta eğer ki kafamda kurmuyorsam beni savunduğu için, önümde durduğu için gurur duyuyordu onunla. Ancak tüm bu olup bitenler, bizi desteklememesi, beni öldürmek istemesi nedendi bir türlü anlam ve açıklama bulamamıştım. Benim babam ise tam bahsettiği gibiydi. Beni sevmezdi, o beni hiç sevmemişti ve sadece onun istemediği biriyle evlendiğim için hem öz kızını hem onun sevdiği adamı öldürebilirdi. Az önce kendimi bir yalana ikna etmeye çabalıyordum ama gerçek buydu.

‘Nasıl böyle buz gibi kalpleri var?’

‘Bilmem.’ Hafifçe omuzunu silktiğinde derin bir nefes alıp devam etti konuşmasına, ‘Benim için nedeni, nasılı önemli değil. Sonucu önemli.’ Kolunu başının altına çekip kaşlarını havalandırdığında gülümsemesi yeniden çehresinde yer edindi. Bu gerçeklerle yüzleşmek Noyan için ne kadar kolaydı bilmiyordum ama benim için değildi. İçten içe sevilmiyor ve sadece satranç tahtası üzerindeki obje olduğumu biliyordum, bu obje ev içerisindeyken piyon, dışarıdayken vezirdi İmerler evinde. Tüm medya için en stratejik ve kıymetli taş olsam da babamın elinde kaybedilmesi en mümkün bir piyon olmak açıkça pek fazla dillendiremediğim bir konuydu. Fakat Noyan bunu açıkça söyleyebiliyordu. Üstelik bir mimiği dahi oynamadan yapıyordu.

‘Üzülmüyor musun?’ sorumu anlamadığı her halinden belli olurken iç çekip tekrar dudaklarımı ıslattım, ‘Sadece oğlu olduğun için sana zarar vermediğini bilmek istemez miydin, bunun önemsiz olduğunu bilmek seni üzmüyor mu?’

‘Hayır, üzüleceğim bir şey değil ki bu.’ Diyerek usulca omuz silktiğinde kaşlarımı havalandırdım ama devam etti, ‘Böyle bir dünya içinde doğdum ben. Yani, herkes kendini kollar, en sevdiklerin veya seni çok sevdiğini düşündüklerin ihanet eder, yıllardır alıştım bu duruma.’

‘İstemez miydin yani sadece oğlusun diye kıyamamasını? Aynı şey değil bu bahsettiğin durumla…’

‘Onun yerinde başka bir baba olsaydı isterdim. Fakat söz konusu o iken zerre önemi kalmıyor. Görmedim, yani kendimi bildiğim yaştan beri onun sevgisini hiç hissetmedim. Zaten kendimi bilmeye başladığım zaman annemin katilini öğrendiğim vakitti. Bu durum yaralayamaz beni.’

‘Hiç başını okşamadı mı yani? Ne bileyim… Hiç beraber iyi bir anınız olmadı mı?’

‘Niye bunları sorup moralini yerle bir etmeye çaba harcıyorsun ki?’ kaşlarını havalandırıp merakla konuştuğunda kirpiklerim titreyen nefesimle hızlıca açılıp kapandı üç kez. Moralimi yerle bir etmekten ziyade hep böyle olup olmadığı konusunda merakım mevcuttu. Noyan’ın çocukluğunu şimdiki hali veya karanlığından daha çok merak ediyordum. O fotoğraftaki gülümseyen ergenin rol yapıp yapmadığını içten içe merak ediyordum. Eğer rolse bu da garip gelmezdi bana çünkü ben bütün aile fotoğraflarında objektife yalana bulanmış bir suretle tebessüm ederdim.

Bunu anlamış olacak ki sırt üstü dönüp kendi tarafındaki komodinin çekmecesine uzandı. Birkaç saniye uğraş verdikten sonra içerinin hafif aydınlanmasıyla gözlerim tüm tavanı kaplayan ufak ışıkları buldu. O ufak delikler anlam kazanırken tavanın her yerine bir karmaşa içinde yerleştirilmiş diye düşünülebilecek ufacık noktaların aslında ne olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Gökyüzü bilimine çok ilgim olmasa dahi büyük ayı ve küçük ayı takımyıldızlarını tahmin edebilecek potansiyelim vardı.

‘Hatta inanır mısın bırak saçımı okşamayı karnemi bile sorduğunu anımsamıyorum. Evde top oynayıp milyonlarca lira değerindeki antika vazoyu kırdığım için kızmadı bile. O kadar yoktum onun için. Belki de ben böyle hatırlamak istiyorum.’ Dediğinde harelerim hala tavana yansıyan yıldızlarda gezinirken iç çektim. Durumun böyle olduğunu zannetmiyordum çünkü Gizay daha önce spor başlığı altında dedikodu ve dertleşme seansımız sırasında Kubilay beyin ismini geçirmese de çok iyi bir baba olduğundan bahsetmişti. Noyan ve Denker abiyi kenara bırakacak olursam evladı olmamasına karşın kendine mükemmel bir baba olduğunu dahi anlatmıştı.

‘Hepinize mi aynıydı tavrı? Denker abi… Şanze…’ gözlerim ona dönerken bakışlarını bir an tavandaki gökyüzünden çekmeden hafifçe tebessüm ettiğinde aldığı soluğun derinliğini hafif sesten dahi anlayabilirdim.

‘Abime daha farklıdır. Onunla alakası hep başkaydı. Yani, anneme kadar öyleydi en azından. Sonra en ağır tepkiyi abimden aldı. Resmen savaş alanı gibi yaptı ortalığı abim. Onun için abim başkaydı ama abim için annem çok başkaydı.’ Açıklamasına bu kez ben iç çekerek karşılık verebildim. Anlatırken dahi bütün kanı kaynıyordu Noyan’ın. Annesini illa ki tanımam şart değildi, bire bir sevdiğim adamın içinde öylesine yaşıyordu ki sanki bu evrende olmasa da diğer tüm paralel evrenlerde ben bir şekilde o kadınla tanışmış gibi hissediyordum.

‘Aile fotoğrafında arkada dört kişiydiniz. Hepinize benzeyen yeşil gözlü bir adam vardı O….’ Gözlerim tavanın ev sahibi olan yıldızlardan Noyan’a döndüğünde göğsünün sertçe şişmesini sağlayacak bir nefes aldı.

‘En büyük abim. Annemden sonra kaybetmiştik ya o.’ Kaşlarım aldığım cevapla derinlemesine çatılmaya başladı. Söz konusu Bager olunca her şey bir sırra dönüşüyordu. Tamam biliyordum, bir suikaste kurban gitmişti, hem de annelerini kaybettikten sonra fakat konuyu detaylıca ne Noyan anlatıyordu, ne Gizay, ne de herhangi bir haber sitesinde varlığına dair bir ipucu vardı. Sadece annesinin cenazesinde büyük bir olay çıktığını yazmıştı gazeteciler onda da isimde yoktu görüntü de.

‘Başka bir abin olduğunu biliyordum ama ondan hiç bahsetmemen garip geliyor.’

‘Boş ver. Anlatırım zamanı gelince.’ Son cümlesi sessizliğe gömülmemi sağlarken nefesimiz de odanın her duvarına çarptı. Uyanıktık fakat ikimiz de fazla detaya inmek istemiyorduk. Abisini merak etmiştim ama sanki öylece havada asılı kalması gereken bir konuymuş gibi bende konuşup ısrar etmek istememiştim.

Odayı gün ışığı aydınlatıp tavandaki gökyüzü haritası silinene kadar sessizliğimizin içinde boğulduk. Öyle ki katran kara bir gecenin tam ortasında kafamızın içerisinde dönüp duran onlarca senaryoyla beraber bir an göz kırpma cesareti gösterememiştik. Yan yana uzanıp sadece tavanın koyu renginin üzerindeki noktacıkları süzdük uzun uzun ve bu belki de Noyan’la yaptığım en güzel aktivitelerden birisi olabilirdi.

Sessizlik içinde tüm suskunluğumuz ile konuşurken dışarıdan yeni yeni gelmeye başlayan kuş sesleri derince nefeslenmemize sebep oldu. Belki ölüydük ve bunun farkında bile değildik ancak yan yana dururken yaşar gibi hissediyorduk. İliklerime kadar hissedebildiğim gerçeklerden biriydi bu. Ve gün gelip bambaşka hayatlarda tamamen aramızda uçurumlar olarak kalsak bile iliklerimde onu hissetmeye devam edeceğimden adım kadar emindim.

‘Bana onu anlatır mısın?’ dediğimde gözlerini tavandan çekmese de kaşlarının havalandığını fark ettim.

‘Kimi?’ sesindeki garipser tını muhtemelen Kubilay beyi veya abisini sorduğumu düşündüğünü belli ediyordu ama merak ettiğim onlar değildi. Yıldız hanımı anlatmasını da Noyan’dan isteyemezdim çünkü ne zaman kendi isteğiyle anlatmaya çabalasa kalbinin acısı yutkunuşuna kadar kendini belli ediyordu.

‘Ahter’i, nedenini, niçinini, varlığını, amacını, nasıl biri olduğunu…’ hafifçe omuz silktiğimde tavandaki bakışlarını bana çevirip gülümsemeye çabaladı. Anlatmak istemiyordu ama bir yandan da kararsız bakışları üzerimde geziniyordu.

‘Ahter’i tam olarak anlatamam, onun kurallarına aykırı bir durum bu fakat onun için sana göstereceklerim var. Sadece…’ başını diğer tarafa çevirip telefonunu aldığında saati kontrol edip iç çekti, ‘Daha sonra yapmamız gerekecek, şuan mümkün değil.’ Kaşlarımı havalandırsam da gülümsemesi büyüdüğünde konudan çıkmak için olsa gerek dirseklerinin üzerinde doğruldu.

‘Kahvaltı hazırdır. Bir şey yemeden uyudun, hadi inelim.’ Gözlerim silikleşmiş yıldızlardan Noyan’a döndüğünde başımı usulca sallayıp onayladım. Açlığı zerre hissetmiyordum, gerçi son zamanlarda kendimi de pek hissettiğim söylenemezdi ama yaşamak için yemenin şart olduğu bir vakitten geçiyorduk. Usulca yataktan kalkıp üzerimizdekileri değiştirdikten sonra aşağı indiğimizde verandaya hazırlanmış masaya ilerleyip yerleştik. Etrafta kimseciklerin olmayışı koca ev için garip olsa da ikimiz adına da bu durum mühim değildi. Sadece önümüzdeki tabağa bakarak bile kahvaltıyı sonlandırabilecek düzeye ulaşmıştık.

‘Şirkete uğramam gerekecek, gelmek ister misin?’ diyen Noyan sanırım yaşamak için yemek felsefesine bağlanarak ağzına domates attığında omuz silktim.

‘Sevmiyorum o gudubet ortamı.’ Başımı sağa sola sallayıp burun kıvırdığımda gülümsemesi de yüzünde yer edindi.

‘Çalışma ortamım için gudubet demen biraz ağır olmadı mı?’

‘Gudubet ama…’ yeniden omuz silkerek konuştuğumda kendimi zorla bunun kahvaltı olmadığına inandırmak isteyen ruhumla ağzıma peynir atıp yutkundum, ‘Stabil, gram gülümseme olmayan, insanların hep bir yerlere yetişir gibi göründüğü ancak asla yetişmek zorunda olmadıkları bir ortam.’

‘Gerçekten insanların sadece yetişmeye çalışır gibi rol kestiklerini mi düşünüyorsun?’ inanamayan haline gülümseyip başımı sallayarak karşılık verdiğimde dudaklarını ıslatıp çok önemli bir konu açıklayacakmış gibi masaya hafifçe eğildi.

‘İnsanlar bilgi edinmek için koşturuyorlar ve üzgünüm ama gerçekten yetişmeleri gerekiyor.’

‘Bilgi edinmek için mi? Benimle girdiğin toplantıda aceleci olacakları bir mesele yoktu ki. Çok açık ve netti. Oysa hepsi harıl harıl bir şeyler karaladılar.’ Dediğimde ise kaşlarını havalandırarak bakmaya başladı.

‘Toplantı konusunu hatırlıyor musun?’ başımı onay verircesine salladığımda sanki zihnini tartar gibi gözlerini kısıp dikkatle inceledi beni.

‘Peki sana projedeki ana hat çizgilerini sorsam çizebilir misin?’

‘Çizim yeteneğim yok ama anlatabilirim, sadece ana hat değil, detayı dahi anlatırım.’ Dediğimde kaşları çatılırken dikkatle yüzümü incelemeye devam etti.

‘Ofisimdeki sehpada duran dergi dikkatini çekti mi hiç?’ ahiret sorularına giriş yapıyorduk herhalde ki konudan konuya hızlı geçişimiz bu yüzden olmalıydı.

‘Ekonomi dergileri, Capital ve Economist vardı.’ Dediğim sırada fincanına uzanıp bir yudum alarak iyice kuruldu sandalyesine.

‘Yalıdaki salonda sağ tarafımızda ceviz bir konsol vardı. Üzerinde ne duruyordu?’

‘Duvarında fütüristik bir tablo vardı, konsol üzerinde iki tarafta üçlü gümüş şamdanlar, ortada nilüferlerden oluşan bir çiçek aranjmanı.’ Sanki garip bir şey var gibi gözleri büyümeye başlarken dudakları da şaşkınlıkla aralandı.

‘Fotografik hafızan var?’ buna neden bu kadar şaşırdığını merak ediyordum açıkçası. Hatta genel olarak insanların buna neden şaşırdığını merak ediyordum. Çünkü dahi falan değildim, sonradan eğitimle geliştirilmiş bir hafıza sistemim mevcuttu ve çabalayan insanlar bunu yapabilirlerdi.

‘Gidip dinlemeden verdiğim derslerim var, tabi ki fotografik hafızam olacak. Gökten zembille inmiyor ya bilgiler.’ Diyerek zorlukla dudaklarımın arasına bir zeytin bıraktığımda Noyan hala şaşkınlıkla süzüyordu.

‘Karım süper zeka ve ben yeni mi öğreniyorum bunu?’

‘Ben süper zeka değilim. Sadece geliştirdiğim ve eğittiğim bir durum bu.’

‘Bunu böyle basitleştirdiğine inanamıyorum Deran.’ Başını gülerek sağa sola sallasa da omuz silkip derince soluklandım. İşime yaramıyor diyemezdim ama hep iyi anlarda yarıyor demem de kendime haksızlık olurdu. Nedense genelde en bedbaht zamanlarda psikolojimi bozuyordu bu durum. O yüzden de çok sevdiğim bir husus sayılmazdı ancak kendimi engelleyemediğim şekilde sürekli durumun üzerine gitmem pekiştirmeme neden olmuştu. Şimdi de elimde olmadan kullanıyordum, hepsi bu kadardı işte.

Noyan’ın şaşkın ancak bir o kadarda gurur duyan haliyle kahvaltıyı sonlandırdığımızda kendisini şirkete atması fazla zamanını almamıştı. Gözlerim hala bomboş olan evde gezdirdiğimde yapacak bir şey bulamamanın isyanıyla salondaki koltuk takımına yayıldım. Elime geçen kumandayla bilmem kaç kez değiştirdiğim televizyon ekranı da artık isyan bayrağı çekecekken nereden çıktığını bilmediğim kadınla kaşlarım havalandı anında.

‘Kübra hanım?’ kıstığım gözlerimle kadını dikkatle süzdüğümde önüne birleştirdiği ellerinden bir an gözlerini çekmemişti. Ben Noyan değildim ve insanların böyle yokmuşlar gibi davranması alışacağım durum da olamazdı.

‘Kusura bakmayın Belgi hanım rahatsız ettim ama akşam yemeğine özel olarak istediğiniz bir şey var mı acaba? Noyan beyin beslenme programı var fakat siz farklı bir şey isterseniz eğer yapabilirim.’

‘Beslenme programı mı?’ hala şaşkınca kadına soru sorarken gözlerini diktiği ellerinden bir an ayırmadan başını onaylarcasına salladı.

‘Kalorisine göre beslenir Noyan bey akşamları, kendisi hazırlar takvimi de. Fakat sizin ne sevdiğinizi bilmediğim için sorayım dedim.’ Sehpaya uzattığım bacaklarımı çekip oturuşumu dikleştirdiğimde aklıma gelen detayla gülümsemem yüzümde yerini buldu.

‘İstediğim bir şey var aslında.’ Başımı sallasam da dudaklarımda aslında özür diler bir mahcubiyet vardı ancak Kübra hanım henüz bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu ne yazık ki.

‘Ne acaba? Eksik malzeme varsa aldırayım.’

‘Bana yemek yapmayı öğretir misin?’ ilk defa gözleri gözlerime döndüğünde yüzündeki şaşkınlığa tebessüm ettim, ‘Yani rica etsem…’

‘Ne ricası, isteğiniz emirdir Belgi hanım. Elbette öğretirim.’ Noyan nasıl bir psikopatlığa alıştırdıysa kadın kalakalmış haliyle cümlelerini toparlamaya çalıştı. Daha önce bu eve geldiğimde normal ve çekingen görünmeyen haline zıt olan tavrı işleri daha da garipleştiriyordu ancak henüz benim mutfak ile olan o büyük bağımla karşılaşmamış Kübra hanım bir yandan da aşırı hevesli görünüyordu. Umarım Noyan mutfakta çalışıp ciddi anlamda güzel yemek yapan Kübra hanımı çıldırttığım için fazla sinirlenmezdi.

‘Oluyor mu?’ elimdeki bıçağı havuca bastırdıktan sonra gözlerimi Kübra hanıma çevirdiğimde işkence ettiğimi düşünen gözlerini saklamaya çalışarak gülümsedi.

‘O-oluyor…’

‘Çok kötüyüm değil mi? Söyle hadi çekinme.’ Muallakta kalsa da sonunda dayanamamış olacak ki acıyan gözleri gözlerimi iyice süzdü.

‘Salata yaptınız mı hiç?’ derken havuca orantısız güç uyguladığım için tahtada çıkan sesle irkilse de dakikalardır olan savaşım sayesinde bu kez hızlı adapte olmuş, uçmak üzere olan parçayı yakalamıştı.

‘Dışarıdan isterdim hep.’

‘İnanın olan biten değil derdim ama kendinizi keseceksiniz diye çok gerildim Belgi hanım. Benim yardımımı istemediğinize emin misiniz?’ elindeki havuç parçasını vermekten emin olmasa da omuz silkmemle mecburen bıraktı tekrar kesme tahtasına.

‘Yardımın mümkünse öğreterek olsun. Hem herkes bu konuda yetenekli olmak zorunda değil ki. Geliştirmek istiyorum işte kendimi, bu da bir adım nihayetinde.’

‘Elbette… Ben yargılamak için söylemedim.’ Elimde salladığım bıçağa istinaden ne yapacağımı bilemediğinden olsa gerek ellerini havalandırdı. Bende kaldığım yerden devam ettim, daha doğrusu eziyet ettim. Bütün sebzelere işkence çektirmem dışında büyük sıkıntılarım mevcut değildi mutfakta. Pratiklikle beraber o kısmı da halleder tüm sebze dünyasıyla barış anlaşması imzalardım. Neyse ki başladığımız noktada gözümün içine bakamayan Kübra’yı açmıştım ve Adel’e oranla daha konuşkan bir insana erişebilmiştim.

Ocağın üzerinde benim hazırladıklarım, daha doğrusu katlettiğim yemekler, buzdolabında ise Kübra’nın hazırladığı ve sadece mikrodalga ile ısınabilecekler vardı. Bakışlarım mutfakta gezindiğinde adada olan durumumuzdan çok daha başka bir noktada olduğumun bilincindeydim. Çünkü ben dağıttıkça Kübra pes etmeden toparlamış, hatta bazen dağıttığımı hissetmememi sağlamıştı.

‘Noyan bey bu saatlerde evde bulunmamı istemedi. Benden başka bir isteğiniz yoksa çıkabilir miyim?’

‘Normalde duruyor muydun?’ diyerek çorbayı karıştırmaya devam ettiğinde tebessümü genişledi.

‘Burada yaşıyordum.’

‘Şimdi neden gidiyorsun o zaman?’ kaşlarımı havalandırıp elimdeki şarap kadehinden bir yudum alarak kalçamı tezgaha yasladığımda o gülümseyerek baktı.

‘Bilmem, sorgulamak haddim değil açıkçası.’

‘Daha önce neden kalıyordun peki?’

‘Noyan bey genelde iş yoğunluğu yüzünden yemek yiyecek zamanı bulamaz ama günü de üç öğünü tamamlamadan atlamaz. Bende asistanıyla sürekli irtibatta kalıp eve döneceği zamana göre masayı hazırlardım. Bazen sabaha karşı oluyordu bu, yoğun çalıştığı günler sabaha karşı yemek yediği için de uyumaz, çalışmaya devam ederdi, haliyle çay kahve servisi yapardım.’ Başımı anladığımı göstermek istercesine salladığımda istediğim bir şeylerin olup olmadığını netleştirmek adına dikkatle bana baktı yeniden.

‘Her şey için teşekkür ederim, başta sabrın için tabi.’

‘Zevkti benim için. İyi akşamlar.’

‘Sana da.’ O mutfaktan ayrılırken yaslandığım yerden ayrılarak verandaya çıktığımda koltuğa yaklaşıp oturdum. Ayaklarımı yukarı çekip gözlerimi etrafta gezdirdiğimde rüzgarın etkisiyle hafifçe kıpırdanan yaprakları seyretmeye başladım.

Benimde acaba Noyan’ın asistanı ile sürekli irtibatta olmam gerekecek miydi? Mümkünse gerekmesindi. Bu egodan veya muhatap olmak istemediğimden değil, daha çok olayın ilk failinden öğrenmemin hoşuma gideceğindendi. Kocam hakkında başkaları bilgi versin istemezdim en nihayetinde. Kadehi kenara bırakıp tekrar ayaklandığımda bomboş oturmanın bir işe yaramayacağını anlayarak içeri yöneldim.

Kısa bir duş, fazla göze batmayacak şekilde makyaj, ufak bir saç şekillendirme sonrasında basamakları inmeye başladığımda zilin sesiyle gülümsemem büyümüş, adımlarımı hızlandırmıştım. Oturup nerede kaldı bu adam diye çıldıracağıma vakit harcayacak bir şey bulmam en iyisi olmuştu. Araladığım kapıyla beraber şakağını ve omuzunu kirişe yaslamış, yüzündeki ufak tebessümle beni izleyen puslu mavilere baktım. Yüzündeki memnun ifade içimi ısıtıyordu, bakışlarındaki sadece sabahtan akşama kadar dahi olsa ayrılık özlemi vardı ve bunun ruhumu nasıl kanatlandırdığını tahmin dahi edemezdi.

‘Hoş geldin.’

‘İnan bana hoş buldum.’ Önünde dikildiğim gerçeğini hatırlayıp geriye çekilince içeri girmişti ki kapıyı kapattığı gibi sardı belimi. Dudaklarıma nefesimi kesecek bir öpücük bırakırken aramıza giren çiçek buketiyle ayrıldı tenlerimiz birbirinden. Büyük zambak buketini kucaklayıp Noyan’ın yanağına derin bir öpücük bıraktığımda bu halimden memnun gibi gülümsemesini sürdürüyordu ki içeri yönlendirdiğimiz bedenlerimizle Kübra hanımın anlattığı kadarıyla konsolda olduğunu bildiğim vazolardan birini çıkardım.

‘Teşekkür ederim.’ Diyerek Noyan’ın tekrar yanağına dudaklarımı bastırdığımda göz kırpışıyla mutfağa yöneldim. Zaten hazırda olan ve çoğu masaya götürülmüş yemeklerle beraber çorbadan iki kase doldurduğumda kenardaki kendinden geçmek üzere olan dereotu çarptı gözüme. Mutfak konusunda zerre bilgim olmasa da genelde çorbaları servis ettikleri sırada yeşillik kullandıklarının bilincindeydim, bunun artık modern olmadığının bilincinde olduğum gibi fakat şanslıydım ki artık bıçak kullanırken kendimi yanlışlıkla öldürme payım yoktu ve ben bu modern olmayan görsel şovu yapacaktım. Dereotundan kopardığım birkaç dalı yıkayıp hızlıca parçalara ayırarak kaselere attığımda çok gözüme çarptığı için karıştırıp masaya ilerledim.

Önce çorbaları bırakıp tekrar mutfağa dönerek vazoyu alıp döndüğümde Noyan kurtulduğu takım elbisesinin yerine siyah bir pantolonla, yakalı acı kahve bir tişört giyip, elinde şarap şişesiyle geri dönmüştü. Vazoyu kenara bırakıp sandalyeme yerleştiğimde başımın üzerindeki ufak öpücüğünden sonra Noyan’da oturdu. Önündeki tabakta bakışlarını gezdirirken şarabı açıp servis ettiğinde bir süre incelemeye devam etti. Kaşları çatılırken bu kadar ilginç olan ne diye bende inceledim çorbayı açıkçası. Fakat kocaman duran sebze parçaları, onlardan tamamen farklı orantılara sahip tavuklar, bir de nasıl gözden kaçırdığımı zerre anlamadığım üzerindeki dereotu sapı… Aslında bu çatık kaşlarını anlatmaya fazlaca yeterliydi. O haliyle Kübra hanımın böyle bir şey yapmayacağını düşünüyordu ancak gerçeklerin de acı olduğunu beraber öğrenecektik.

‘Kübra hanım iyi miydi bugün?’ diyerek geriye yaslanıp beni süzdüğünde kaşlarımı havalandırarak gülümsemeye çalıştım.

‘Epey sabır diledi Allah’tan. Fakat çıkarken iyiydi.’ Başımı hevesle sallasam da bir kez daha çorbaya göz atıp bana döndü. Neler olduğunu anlamaya çalıştığı açıktı ancak duyacakları şaşkınlık değil, gülme etkisi yaratacaktı onda.

‘Neden sabır diledi güzelim?’

‘Benimle birkaç saat mutfakta kaldı da.’ Zorlukla gülümsemeye çabaladığımda tekrar tabağına odaklanan gözleri şaşkınlıkla bana döndü. Önündeki yapboz edasıyla duran tüm malzemeler ve benim aramda birkaç kez bakışları gezinirken dudaklarını aralamış ama kararsız kalarak tekrar kapatıp derince soluklanmıştı.

‘Biraz kötü görünüyor olabilir, orantısız, fakat beslenme programınla uyumlu.’ Omuz silkip kendime göre en mantıklı açıklamayı sunduğumda tek kelime etmeden kaşığını alıp yaslandığı sandalyeden çekilerek masaya yaklaştı.

‘Sen yaptın yani?’ gülümseyerek başımı sallayıp elime çenemi yaslamam yeterli cevabı vermiş olacak ki iki lokma aldığında tüm mimiklerini dikkatle süzdüm. Bakışlarımın farkında olmaması mümkün değildi çünkü adamı resmen taciz ediyordum. Dahası tepkisini de merak ediyordum.

‘Ellerine sağlık, çok güzel yapmışsın.’ Dalga geçen bir hali hareketi olmayınca kaşlarım çatıldığında bende anında kenardaki kaşığı alıp bir lokma attım ağzıma. Tadında bozukluk olmayışı, sadece görüntünün bir rezaletten ibaret oluşu şaşkına çevirirken kenarda bekleyen kadehimden bir yudum alarak dudaklarımı ıslattım.

‘E olmuş bu?’ şaşkınlıkla kurduğum cümle üzerine bakışları gülerek beni buldu bu kez.

‘Çorba içerken ilk defa bıçak kullanacağım fakat evet olmuş. Olmaması için çaba mı sarf ettin ki? Niye olmasın?’ Noyan benden daha şaşkındı açıkçası. Fakat bu yaptığım yemeğe değil benim alenen kendimden bu performansı beklemeyişimeydi.

‘Mutfaktayken çok karıştı ortalık, Kübra’nın anlattıklarının yarısını duydum yarısını duysam da duymamazlıktan geldim. Çok karmaşıktı ve düşündüm ki berbat oldu. Hatta Kübra’da dinlemediğimi, daha doğrusu umursamadığımı anlayınca ne olur ne olmaz diyerek mikrodalgada ısıtabileceğimiz şeyler yaptı. Ama yapmışım!’ kafama dank eden gerçekle ellerimi birbirine çarpıp sandalyemden kalktığımda Noyan’a yaklaşarak boynuna sarıldım anında.

‘İnanabiliyor musun? Başarmışım resmen!’ kulağının dibinde cırlarken olan halim zerre rahatsız etmemişti anlaşılan çünkü belimi sımsıkı sarmaktan kaçınmıyordu. Omuzumdaki öpüşüyle geri çekildiğimde o da sandalyesinden kalkıp yanağıma sıkıca dudaklarını bastırdı.

‘Bu başarını kutlamak için şarap getiriyorum o zaman.’

‘Var şarap.’ Şişeyi işaret ettiğimde gözleri bir süre masada gezinse de gülümsemesi büyüdü anında.

‘Bunun için o şişe çok basit kalır güzelim, sen devam et yemeğine, hemen geliyorum.’ Hızlı adımlarla mutfağa yöneldiğinde omuz silkip sandalyeme tekrar yerleştim. Bunca zaman mutfaktan takoz çıkarabilmek dışında bir başarım söz konusu olmamıştı. Eğer ki bir sebze çorbası, pardon yemeği, yenilebilecek haldeyse ve ben yaptıysam bundan kesinlikle gurur duyardım. Benim için partilenmesi gereken bir durumdu hatta. Konuyla bu kadar bağlantısız birisi olunca insan elbette istemsizce kutlamak istiyordu. Herkese göre basit gelen eylemler benim için devrim niteliği taşırdı.

Uzandığımız koltukta başımı Noyan’ın göğsüne yaslayıp derin bir nefes alarak ilerideki ağaçlara göz attım. Elim istemsizce koluna uzanırken son beş dakikada bir olduğu gibi parmakları yeniden ensesine gittiğinde kaşlarımı çatıp başımı kaldırsam da gülümseyip tekrar elimi yakaladı. Şarap almak için gidip geldiğinden beri üzerinde olan gariplik geçmek nedir bilmemişti. Üstelik eve geldikten sonra giydiği tişörtü de uzun kollu bir parçayla değiştirmişti. Buna itirazım yoktu çünkü ince ve dar olan üstü tamamen bedenini sarmış, bütün kaslarını da daha dokunulabilir ve görülebilir bir hale getirmişti. Gözüm gönlüm de, elim kolum da bayram ediyordu ancak olan sıcaklık yüzünden benim üşüyeceğimi düşünerek kaşınması da mantıklı değildi. Sadece ikimizdik nihayetinde ve ısıtıcılar çalışıyordu. Tamamen çıplak olsa daha çok cennet canıma minnet derdim, kendini zora sokması anlamsızdı.

‘İyi misin sen?’

‘İyiyim güzelim ne oldu ki?’

‘Kaşınıyorsun.’ Anlamaz bakışlarım yüzünde dolaşırken kaşlarını havalandırdığında açıklama yapmak için dudaklarımı ıslatıp doğruldum, ‘Bu sıcakta giydin uzun kolluyu, üşürüz diye de ısıtıcıyı açtın, üzerine bir de kaşınıp duruyorsun. Ne oldu?’ koltuğun kenarlarındaki gömülü aydınlatmalar için olan anahtara elimi uzattığımda anında yakaladı parmaklarımı.

‘Çok yoruldum bugün bilgisayar ekranına bakmaktan kapalı kalsın aydınlatmalar.’ Bahanesini rastgele savursa da eli tekrar boynunu bulunca fırsattan istifade düğmeye dokunmuştum ki az önce anlam vermeye çalışan halim hızlıca kayboldu. Sürekli kaşıdığı için kıpkırmızı olan boynunda ufak şişlikler oluşmuştu. Dışarıdan bakan kaynar suyla yandığını bile düşünebilirdi.

‘Ne oldu!’ pes edercesine başını geriye atıp boynunu kaşımaya devam ederken bileğini yakalayarak dizlerinin üzerine çıkıp oturdum.

‘Boynuna ne oldu Noyan?’

‘Panik yapacak bir şey yok Deran’ım. Hava değişimindendir, alerji işte, geçer.’ Az önce sadece boynunda olduğunu düşündüğüm kızarıklık ve şişlikleri bileğinde de fark edince bu kez elini tutup çektim. Üzerindeki kıyafeti sıyırdığımda neredeyse tüm bölgeyi kaplamış kızarıklıklarla çıktığım tepesinden inerek ayağa kalktım.

‘Doktora gidelim kalk.’ Panikle kolundan çekmeye çalışsam da bir doksan boyunda yüz kiloya yakın adamı altmış kiloluk cüssemle kıpırdatamazdım dahi bunun bende farkındaydım ancak bir çaba gösterse çok iyi olurdu.

‘Aldım alerji ilacı, uzanalım sadece, gel hadi.’ Elini uzattığında kaşlarımı çatarak süzdüm yüzünü. Ne halde olduğunun bilincinde miydi acaba? Vücudundaki kızarıklıkların, sürekli kaşıdığı için artık iz olan boynunun, bütün kırmızılıklarının giderek arttığının ve hala devam ettiğinin farkında mıydı mesela?

‘Kafana göre alerji ilacı alınır mı Noyan? Kalk hadi.’ İtiraz dolu mırıldanmaları olsa da el mecbur diyerek sürüklememe izin verdi. Dışarı çıktığımız dakika şaşkınca bize dönen onlarca adamı görmezden gelerek basamakları indim.

‘Arabayı getirin.’ Yanına ulaştığım adam şaşkın olsa da garaja ilerlemeye başladığında gözlerimi yeniden Noyan’a çevirerek iyice süzdüm.

‘Niye böyle oldun sen? Neye alerjin var?’

‘Önemli bir durum değil Deran’ım ya. Abartıyorsun, yarım saate toparlar ilaç.’ Çocuk gibiydi şuan. Tansiyonunun falan da normal olduğunu düşünmüyordum çünkü baygın gözlerle bakıyordu. Eve gitmek istiyorum diye ağlayan ufak çocuklara dönüşebilirdi her an. Avucunun içinde kaybolan elimi kaldırıp bileklerindeki kırmızılıklara göz atmaya başladım.

‘Su toplamış derin resmen.’ Gelen arabayla beraber Noyan’ın kapısını açtığımda dikkatle gözlerime baksa da başımla içeriyi işaret ettim.

‘Doktoru çağırsak?’ son bir umut diyen tavrına anında çatıldı kaşlarım. Acil müdahale gerekirse ayrı ayrı iş yaptığımız için hayatını dahi etkilerdi. Alerji öyle basit deyip üstü kapatılacak bir konu değildi ki.

‘Dalga mı geçiyorsun benimle? Onun gelmesini beklerken ya daha da çoğalırsa?’

‘Görkem, doktoru çağır! On, bilemedin on beş dakikası var. Gelemezse… Kendine başka iş arasın.’ Cümlesinden sonra gözleri ikna oldun mu dercesine beni buldu. Ben ise şaka yapıp yapmadığını kontrol ediyordum. Bir sağlık çalışanını işiyle mi tehdit etmişti az önce?

‘Son söylediğimi söyleme, acele etsin sadece.’ Dehşet ifademi fark etmiş olacak ki kendini düzelttiğinde bu kez o başıyla benim tam tersime evi işaret etti. Acil bir durum söz konusu olduğu için kurduğu cümleyi sineye çekmeye karar verip geldiğimiz yolu geri döndüğümüzde kendini yeniden verandaya atan Noyan’a şaşkınlıkla bakıyordum. Kaşıntıdan çıldırmak üzere olsa da duruşunu zerre bozmuyordu. Sıkıntıyla bir nefes bırakıp yanına ulaşarak üstündeki kıyafetin uçlarını yakaladığımda gözleri gözlerime döndü ve bu halde dahi çapkınca gülümsemeye başladı.

‘Bakma öyle, reaksiyona bakacağım.’ Gözlerimi büyüterek konuştuğumda itiraz etmeden kıyafetini çıkarması için gösterdiğim çabaya kollarını havalandırarak yardımcı oldu.

‘Sen bu kadar yakınımda olunca sadece kızarıklıklar değil başka şeylerde reaksiyona giriyor.’

‘Kasap et derdinde koyun can lafını biliyor musun sen?’ tamam biraz azarlar gibi olabilirim fakat şu durumda dahi libidosu halay çekemezdi canım. Biraz olsun hasta psikolojisiyle mızırdanabilir, kalkmak istemeyebilirdi ancak Noyan’ın derdi ayağa kalkmamak değil, hormonlarını ayağa kaldırmaktı.

Çok geçmeden kapı zilini duyduğumda laf yetiştirmesine fırsat bırakmadan içeri döndüm. Araladığım kapıda ortalama kırklı yaşlarında, durgun bir ifadeyle önce bakan sonra karşısında umduğu şekilde Kübra’yı değil beni bulduğu için panikle gözlerini kaçıran bir adam vardı. Onun hemen arkasında ise Adel.

‘Tuna bey, aile doktoru.’ Diyen Adel’le içeriyi işaret ettiğimde adam usul adımlarla ilerlese de sıkıntıyla bıraktığım nefesim hala kapıda duran adama döndü. Başımı herkes umutsuz vaka der gibi Adel’e doğru sağa sola salladığımda gülmemek için dudaklarını sıkıca birbirine bastırdığında bende oyalanır gibi minimal adımlar atan doktora ilerledim. Birisi yol göstersin düşüncesiyle duruyor olabilirdi fakat acil olmasa gecenin bir vakti aramazdık, bu kadar durgunluk fazlaydı. Hızlı adımlarım onun da verandaya yönelmesini sağlarken karşılaştığı Noyan kısa bir duraksama yaşamasına neden oldu. Şaşkındı, sanki daha önce böyle bir şey yaşamamış gibi şaşkındı ancak birkaç saniye içinde kendini toparlayıp Noyan’a yaklaşmaktan da geri kalmamıştı.

‘Rica etsem Noyan beyin alerji haplarını görebilir miyim?’ sorusuyla harelerim tekrar Noyan’ı bulduğunda sertçe yutkunup bana bakmasına dikkat kesildim. Boğazına kadar yükselmiş miydi alerjisi yoksa bana mı öyle geliyordu?

‘Güzelim, mutfakta buzdolabının üzerindeki dolapta, getirebilir misin?’ zorlukla çıkan sesinde her bir kelimesi yüzünün buruşmasını sağlarken başımı hızlıca sallayıp içeri yöneldim. Gözlerim buzdolabının üzerindeki dolabı bulurken böyle ulaşamayacağımın çok net farkındaydım. Adamın kendisi büyük olduğu gibi evindeki her şey de büyüktü. Sandalye çekip dolabı kurcalamaya başladığımda elime gelen alerji ilaçlarını kucağımda toparlayıp tekrar indim aşağı. Adımlarım hızlıca verandaya dönerken çoktan bir hazırlığa girmiş doktorla çatıldı kaşlarım. Böyle hızlı bir girişimde bulunup bilinçli hareket edecekti madem ben ilaçları neden getirmiştim? Kucağımdakileri orta sehpaya tangır tungur bıraktığımda iki adamın gözleri bana dönmüş olsa da Noyan parmağıyla yeşil, beyaz kutuyu işaret etti anında. Tabi doktor da sözde işaretini ciddiye aldı.

Serum bağlayan doktorun her hareketini incelediğimden olsa gerek Noyan’ın kendisine dönmemi ister gibi olan öksürüğüyle bakışlarımı mavilerine çevirdim. Dudaklarını ıslatıp yutkunmaya çabalasa da yüzü buruştuğunda iki adam arasındaki ölüm sessizliği sürüyordu. Ya da o sessizlik çoktan bozulmuştu ve şuan bana rol kesiliyordu.

‘Güzelim, soğuk su verebilir misin bana rica etsem?’ başımı onaylarcasına sallayıp içeri yöneldiğimde doktorun allak bullak olan şaşkın yüz hatları da dikkatimden kaçmadı. Hareketlerimi hızlandırıp bir bardak soğuk suyla yanlarına tekrar döndüğümde az önce takılmış serumun içine enjekte ettiği ilaçla gözlerim kısıldı. Altı üstü alerji ne kadar gizli tutulması gereken bir husus olabilirdi ki.

‘On dakika içinde kaşıntının duraksamasını sağlar Noyan bey. Bir süre duş almamanızı öneririm. Boğazınız tahriş olmuş, sert şeyler yutkunmayın mümkünse, alkolde almayalım. Ben serum bitene kadar dışarıda bekliyor olacağım.’

‘Sizin beklemenize gerek yok. Teşekkürler.’ Doktorun gözleri bana bir an dönmese bile başını sallayıp içeri yöneldiğinde kısık gözlerim Noyan’ın üzerinde gezindi.

‘Neye alerjin var senin ya? Devlet sırrı gibi saklıyorsun!’ ufak çemkirmeme gülse de yaklaşan ayak sesleriyle bakışlarımı içeri çevirdiğimde Denker abi hızla daldı ortama. Tek kelime etmeden Noyan’a yaklaşıp hala kızarık ve şiş olan boynuna baktığında çatık kaşlarıyla konuşmaya başladı.

‘Sen yine dışarıdan salata mı söyledin lan?’

‘Yok abi salata falan.’ Noyan kaş göz yapmaya çalışsa da Denker abi zerre algılayamamıştı durumu. Haline bakılacak olursa epey korkarak gelmişti eve zaten. Keza bu algılayamayan hali de benim işime yarayacak gibiydi.

‘Ne yok ne yok! Şu haline bak. Kafan mı güzel senin de dereotu yiyorsun?’ dikkatle baktığı kolundan kendiyle ikiz gibi duran bakışlara döndüğünde Noyan başını sıkıntıyla arkaya bırakıp gözlerini kapattı. Tabi yüzümdeki dehşet ifadesi de ben ve benliğime eşlik ediyordu.

‘Senin dereotuna alerjin mi var!’ Denker abi ortamda bulunduğumu yeni fark eder gibi gözlerini bana çevirdiğinde avucumu alnıma vurdum sıkıntıyla, ‘Bir yemek yaptım onda da kocamı zehirledim! Allah’ım ben anladım sen bu mutfak konusunda bana müsaade etmeyeceksin!’ yüzümü ellerimle örterken ortamda koca bir sessizlik oldu önce. Şuan yavrusunu kaybetmiş öküz gibi böğürsem yeriydi. Kaliteli çizgimden çıkmakta neymiş, çığlık çığlığa bağırmam lazımdı. Birilerinin beni alıp itinayla mutfaktan en uzak noktaya bağlamak suretiyle sabitlemesi şarttı. Resmen kocamı öldürüyordum, o da aptal gibi aşk uğruna ölüyordu. Ben katil olacaktım, kocam ise aptal bir aşık. Manşetlere bile düşerken insanları gülme krizine sokacaktık. Geri zekalı bunlar diyeceklerdi ve düştüğüm hapishanede biri bana direkt olarak bunu söylerse alnını öpüp haklısın kardeşim diyecektim.

‘Hanımcılık yapayım derken ölüyor muydun lan!’ az önceki ortamdaki o sessiz gerginlik Denker abinin kahkahasıyla bozulduğunda umutsuz bakışlarımı yüzümden çektiğim ellerimle onlara çevirdim. Noyan’ın dizini eliyle itip koltuğa yerleşerek bir bana bir ona bakıp gülüşünü daha da katlıyor hatta bayağı kahkaha atıyordu, yeri göğü inletecek şekilde üstelik. Çokta haklıydı. Bu aptallığa bende şahit olsam katıla katıla gülerdim.

‘Noyan madem var böyle bir şey kabak gibi karşındaydı dereotu, niye yiyorsun!’ Denker abinin çıldırma sırası benim canım bünyeme geldiğinde Noyan sıkıntılı nefesini bırakıp omuz silkti. Resmen çocuk gibi omuz silkti.

‘Sen yapmıştın, hevesini kırmak istemedim.’ Dediği sırada koşar adımlarla Gizay’da yanımıza geldiğinde benim gergin, Noyan’ın sıkıntıdaki, Denker abinin ise kahkahası duraksamayan halinde dolaştırdı gözlerini.

‘Ölsen hevesim daha çok kırılırdı!’ büyüttüğüm gözlerime rağmen Noyan iç çektiğinde derin bir soluk aldım.

‘Ölmezdim ya, ilacı aldım zaten. Durumu çakma, yanında kaşınmayayım diye duşa girince-‘ Denker abi durultmaya başladığı kahkahasını tekrar serbest bıraktığında büyümüş gözlerimle Noyan’a bakıyordum. Bir de kan akışını hızlandırmıştı, yok kesinlikle öyle mi ölsem, böyle mi diyerek kendine çeşitli seçenekler bulma çabasına girmişti adam. Ben istediğim kadar akıl sağlığımdan emin olmayayım sapa sağlamdım. En azından alerjim olan şeyi göz göre göre yiyecek kadar kendimi kaybetmemiştim.

‘Ne oldu? Sen nasıl alerji oldun? Dikkat edersin normalde?’ Gizay’ın şaşkın sesiyle başımı sağa sola sallayıp göz devirerek yaslandım geriye. Bundan gerisini ben anlatamazdım çünkü kelimelerim kifayetsiz kalacaktı. Ancak Denker abi gülüşünden vakit bulmaya çalışıp kısaca açıkladığında Gizay’da onunla kahkaha atmaya başlamıştı.

‘Sen sahiden hem gözünün önündeki dereotunu hanımcılıktan yedin hem de duş mu aldın! Yüzyıl düşünsem bunu yapabileceğin aklıma gelmezdi!’ Gizay artık karnını tutarak gülerken laf yetiştirdiğinde Noyan sehpada olan ilaç kutusundan birini alıp kafasına çoktan fırlatmıştı bile ama yeterli gelmedi. Gelmediği gibi daha çok gülmesine neden oldu.

‘Gör abi gör… Aslan kesilen Noyan Cenker Visam nasıl miyavlar iyi izle.’ Diyerek kendiyle gülmeye devam eden Denker abinin koluna vurduğunda o da yenisini ekledi gülüşlerine. Aptallıkta Nobel ödülü alacaktık resmen. Bu olayı eğer ki Gizay’ı biraz tanıyorsam aylarca konuşurduk. Keza kendisi böyle şeylerle dalga geçmeyi çok severdi, hele ki karşısında yıllardır buz gibi duran dostu, kardeşi varsa daha da eğleniyor gibi geliyordu bana.

İkisinin kahkahaları ve dalga geçmeleri arasında biten serumla beraber Denker abi ortamdan kaçmış, Gizay ise burada kalıyorum her ihtimale karşı diyerek odasına çıkmıştı. Atağı durduracak ilacın ağır olduğunu bildiğim için bende sürükleyerek Noyan’ı odaya çıkarmıştım. Zaten dakikalar geçmeden uykuya dalmasından da anlaşılıyordu ağır bir reaksiyonu olduğu. Yanına uzanıp başucu lambasından aydınlanan yüzünü incelemeye başladığımda aslında benim de aşırı derecede geç fark ettiğimin bilincine varabiliyordum. Çünkü üzerinden çıkarıp attığı uzun kolludan sonra işin iç yüzü daha da aydınlanmıştı. Tüm gövdesi hem su topluyor gibi, hem de isilik dökercesine izlerle bezeliydi resmen. Dahası o kızarıklıkların üzerine dokunduğumda cayır cayır yandığının bilincine varabiliyordum. Resmen canına kast etmiştim. Bilmeden neden kendi kafama göre atmıştım ki zaten o dereotunu.

‘Deran…’ mırıldanır gibi dudaklarından dökülen isimle okşadım saçlarını.

‘Buradayım sevgilim.’ Fısıltılı sesimle başının üzerindeki kolunu kaldırıp bana doğru uzattığında gülümsedim.

‘Sıkma canını.’ halsiz sesiyle kolunu sırtıma sarıp kendine çektiğinde kedi gibi sindim göğsüne.

‘Sözde karınım ama alerjin olan şeyi bilmiyorum.’ İç çekmem dahi göğsümde takılı kalıyordu. Tamam yaşayıp görmek tercihimdi ama sevdiğim adamı öldürerek öğrenmek pek tercih edilecek bir detay değildi.

‘Kendini suçlama…. Ben söylemeliydim.’ Konuşurken dahi ara verişi aslında alerjisinin boğazına kadar etki ettiğini gösteriyordu bana. Bundan sonra mümkünse dereotu görmek istemiyordum. Hatta Noyan’ın alerjisi olabilirdi ama benim dereotuna karşı fobim vardı. Her insanın yapmaya çalıştığı şeyi yapıp mantıklı olmak istemesem o dakika kafayı yerdim.

‘İyiyim ben. Uyu dinlen hadi.’ Derken parmakları usulca sırtımı okşadığında bir kez daha derince nefeslendim. Olduğum konumda ve kocamı alerjik reaksiyona soktuktan sonra pek gözüme uyku girmezdi fakat yine de olduğum yerde, sığınak gibi hissettiğim göğsünde sabaha kadar bekleyebilirdim. Burası güvenli alandı. Başımın yaslı olduğu sert göğsü, bedenimi çevreleyen kolları korunak, sığınak ve evdi benim için. O üzülmemem için susmuştu, ben ise bilmeden adamı alenen zehirlemiştim. Bakıldığında basitleştiriyordu cümleleriyle ancak işin aslı öyle değildi. Eğer ki o an inat etmesem, ışığı açmasam, hastane diye tutturmasam şuan Noyan’ın solunum yolları tıkanmış olabilirdi dahi. Bunu en çok yaslı olduğum göğüste normalde hissetmediğim dahi nefeslerinin hırıltısından anlayabiliyordum.

Gözüme çarpan günışığıyla gözkapaklarımı araladığımda ufacık bir kıpırdanma dahi yaşamadığımızın farkındaydım. Zaten gözlerim neredeyse gün yeni aydınlanırken kapanmıştı, iki gecedir de diken üzerindeydim. Arada sırada ateşi olup olmadığını, hatta nefes alıp almadığını kıpırdamadan kontrol ettiğim ve aklımda sürekli felaket senaryoları döndüğü için rahat soluklanabildiği zamana kadar da uyumam mümkün olmamıştı. Noyan’ı uyandırmamaya çalışarak usulca yanından sıyrıldığımda adımlarım direkt banyoya yöneldi. İki gece olan tedirginliğimin yükü kaslarımda kilitlediği için gerginliğe ancak sıcak su iyi gelirdi.

Üzerimdeki havluyla kendimi anında yatağa bıraktığımda boynumun altında kalan Noyan’ın koluyla sırtım sarmalandı. Beni iyice kendine çekerken elimi yanağına yerleştirdiğimde zorlukla kendini topladığı yirmi altı saati aşmıştık. Yarı uykulu yarı uyanık alerjinin verdiği yetkiye dayanarak geçirdiği sürece rağmen biraz daha toparlandığını fark etmem hem içimin rahatlamasına hem de bundan sonra mutfakta sadece Kübra’nın olması gerektiğine dair kanıttı. Çıplak sırtımı okşayan parmakları güne hiç başlamak istemez gibi sakinlikle hareket ederken başımı kaldırıp omuzuna yerleştirdim.

‘Var mı bugün için planın?’ uykulu mırıldanmasıyla elimi hafifçe havalandırıp tırnaklarımı süzdüm.

‘Kuaföre gitmem gerek, manikür, pedikür yaptıracağım. Sonra okula uğrayacağım, saat üçte hocayla görüşmem var. Simay’la görüşmek istiyorum ama tehlikeli sayılır, okula bir göz atarım bulabilirsem onu görürüm işte. Sen ne yapacaksın?’ gözleri artık daha kendindeydi. Dün gece ise yarı uykulu bugün olacak toplantısından bahsetmişti. Normalde olsa asla dibinden kıpırdamazdım ancak dinlen dememe rağmen işlerim var diye direttiği ve artık baygın konuşmadığı için de gönlüm rahat plan yapmıştım.

‘Online bir toplantım var, onu halledeceğim. Bugün boş programım, dilersen şoförlüğünü de yapabilirim tabi.’ Sesindeki tebessümle konuştuğunda çenemi omuzuna yaslayarak izlemeye başladım yüzünü.

‘Kuaförün kapısında saatlerce bekleyecek misin?’ Munzur tınımın bilincinde olsa gerek yorgun gözlerini sonunda araladığında dudakları da sol tarafa doğru belediye çukuru oluşturacak şekilde kıvrıldı.

‘Nerede ve ne kadar değil, kimi beklediğim asıl mesele.’ Cevabıyla gülümsemem genişlese de yanındaki telefonu alıp bana uzattı.

‘Simay’la kuaförde görüşmen daha rahat olur. Şanze’nin gittiği salon güvenilir bu konuda.’

‘Salon değil muhtemelen senin tehditlerin güvenilirdir.’

‘Olabilir.’ Gülerek yanıt verince hala uzattığı telefonu alıp kısa mesaj çektim. Simay yanıtlamakta bir an gecikmediğinde Noyan’a açık ekranı çevirdim anında.

‘Hangi salon?’

‘İsmi yok. Henüz, yani var da yok.’ İki arada bir derede halinden kurtulmak isteyip elimden alarak adres bilgisini yazdığında ekranı kilitleyerek aldığı yere geri bıraktı.

‘Noyan…’ mırıldanıp kedi gibi göğsüne sinerken parmakları tekrar gezindi usul usul. Tenimi karıncalandıran bir dokunuşu vardı. Dahası olduğu konumda günlerce kalsam sesimi çıkarmayacağım sakinliği. Hayatımı böylece koca evren üzerinde bir kum tanesi sayılabilecek tüm insanlardan ayrı bir yerde tuttuğum Noyan’ın bedenine sığınmış şekilde geçirebilirdim. Vaktim, vakitsizliğim, geçmişim, geleceğim, tüm olağan hallerimle en çok Noyan’ın göğsüne yaslandığım anları seviyordum.

‘Efendim güzelim?’ sesi bir nebze yorgun ve ilaçların verdiği halsizlikle çıkıyordu ama şu yirmi altı saati göz önüne alacaksam eğer ciddi şekilde iyi görünme çabasında olduğunun farkındaydım. Bir dereotu insana neler yapabiliyordu bunu bizzat kocam sayesinde deneyimlemiştim. Şu zamana kadar böcek veya örümceklere karşı fobimin gelişmesi adına yaşadığım o vahim olaydan sonra alerjik vaka görmemiştim. En azından benim aklım başımda olan zamana dair hiç kötü bir geçmişim olmamıştı bu konuda. Sadece babaannemin söylediği kadarıyla keçi sütüne karşı alerjim vardı ve bu alerjiden ziyade zamanında yaşıma uygun olmayarak verildiği için reaksiyon göstermişti vücudum. 12 aylık bir bebekken içirilen keçi sütü sayesinde boğazımda dahil her yerim kızarıp şiştikten sonra eve tekrar o besin hiç girmemiş, benim de genelde hastaneye işim düştüğünde test yapılmamasına rağmen alerjim olduğu notunun alınması emredilmişti.

‘İyisin değil mi?’ yeniden çenemi göğsüne yaslayıp yüzüne bakmaya çabaladığımda alnıma dudaklarını basıp başını hafifçe eğdi. Okyanus gibi olan derin harelerinin çevresinde hala kırmızılıklar olsa da önceki kadar kötü görünmüyordu.

‘Neye göre, kime göre soruyorsun?’ dudakları hafifçe yana kıvrıldığında sakalları arasına gömülen belediye çukuruna tebessüm ederek baktım. Gayet iyiydi anladığım kadarıyla.

‘Sana göre hep iyisin, bana göre nasılsın?’

‘Seni özlemekle meşgulüm.’ Dirseğinden destek alıp bedenini hafifçe bana çevirdiğinde omuzunda olan başım yatakla buluşmuştu bile. Dudaklarımın üzerini kapatırken parmakları hala sırtımda geziyordu.

‘Bende bir doz sana hayır demem doğrusu.’ Tenlerimiz kopar kopmaz mırıldandığımda sırtımdaki elini çekip göğsümün üzerinde kıvrılmış havlunun ucuna ulaştırdı. Usulca tutup kenara çektiğinde açıkta kalan tenim tüylerimin ürpermesini sağlarken Noyan çoktan dudaklarını boynum, omuzlarım ve göğsüme doğru bir çizgi çizer gibi ilerletmişti. Parmakları usulca belime doğru kayarken dudakları da daha aşağılara inmeye başladığında sertçe yutkundum.

(+18 alarmı canlar…. 😊 O resmi uyarıyı yapıyorum, yaşı tutmayan arkadaşlar biraz ilerlerse onlar için açık bir kapı bulacaklar, yaşı tutanları ise buradan alalım lütfen. )

‘Her saniye teninde kaybolabilirim biliyor musun?’ az önce belimde olan eli kalçama kadar sürüklenirken parmakları sıkılaştığında sanki Noyan’dan bir emir bekler gibi sırtımı kavislendirdim. Dişleri bacağımın içine iz bırakırken gözlerimi sıkıca kapattığımda aldığım sık nefesler aslında yeniden Noyan’a düşmeme, onda kaybolmama neden oluyordu.

Etraf gün ışığı sayesinde aydınlık kalsa da benim için simsiyah bir geceden farksız değildi. Hissettiğim her dokunuşu, kendini bilir halde canımı yakması, hatta arada denk gelen bakışları tüm ruhumu ona adar gibi hissetmeme en büyük nedendi. Ve o kapkara olan içimde Noyan’ın bakışları sadece bu adanmışlık hissiyatı yüzünden milyonlarca yıldıza denk gelebiliyordu. Kalbim hipodrom koşusunda bir at misali hızla çarparken eli tam sol göğsümün üzerine denk geldiğinde tekrar hissettim dudaklarımı örten teni. Tüm benliğimi sunmak istercesine ve ne yaptığımı bilmediğim halde bacaklarımı beline dolaştırdığımda bacaklarımın arasındaki hissiyatla başımı geriye attım. Az önce çarşafı sıkan ellerim bileklerinden yakalanırken ne olduğunu anlamasam da Noyan kendiyle beraber bedenimi de çekip kaldırmış bileklerimi sırtıma doğru çekerek tek eliyle sıkıca kavramıştı.

‘Bana koşulsuz teslim olmanı seviyorum.’ Boynumda gezen dudakları mırıldanmak için ara verdiğinde bileğimi çekmeye çalışsam da kurtulamamıştım parmaklarının hapsinden. İnsan kaç kez mahkum olabilirdi hayatında ve bundan haz duyabilirdi ki? Ben öyle veya böyle tüm bedenimle özgürlüğümün içindeyken ruhumun çoktan Noyan’a karşı ellerini teslim olurcasına havalandırmasını seviyordum. Koşul ve şart bilmem ama herhangi bir zaman diliminde zaten pus basmış denizi anımsatır gibi olan gözlerine bakarken defalarca esir düşüyordu kalbim ve beynim bu adama. Bakışı, gülüşü, hatta hala belimi okşayan parmak uçları bile ait olmaktan çok ait hissetmekti benim için.

‘Sen bir hikayenin başından sonuna kadar yaşayan gecesin Deran.’ Boynuma dağılan sık nefesleriyle gözlerimi kapatıp dudaklarımı ıslattım. Noyan’la evliydim, fakat sadece Noyan’la yaşamıyordum. Bilmediğim bir surete bürünmüş, madalyonun diğer yüzü gibi duran Ahter’de vardı işin içinde. Eğer ki araştırma zahmetine girmemiş olsam, romantik bir cümlenin ötesine geçmeyecek şekilde aklıma yer edinecek kelimeleri benim için yüzlerce sayfalık bir aşk romanından daha fazla kalp çarpıntısı barındırıyor olmazdı. Fakat şimdi benzettiği o gece adına bildiğim gerçekler vardı.

Ahter, yıldız demekti. Ve herhangi bir yıldız her daim gökte olsa da gecenin lacivertinde gösterirdi en çok kendisini. Bana arada sırada kurduğu o gece karasıyla alakalı cümleler Noyan için değil, Ahter içindi aslında. Sorduğumda daha sonra diyerek pek açıklama yapmadığı o kişiliğin yanında ben olduğumda daha çok ortaya çıktığını söylemek istiyordu belki de.

Ben Noyan’la evliydim. Aynı zamanda Ahter’le de imza atmıştım hayata. Uzanan, tenime dokunan Noyan olduğu kadar Ahter’di. Gözlerime deli bir yangınla Noyan’ın baktığı gibi bakışlar atan bir başka ruh daha vardı. Ve ben o ruhun, Ahter’in, parlaması için var olan geceydim. Koca siyah bir gökyüzünde tek yıldız olarak kendini gösteriyordu. Noyan için Deran olabilirdim ama Ahter için koca bir geceydim. Dokunduğu, baktığı, seviştiği her an gözlerinin parladığına şahit olan gece.

Tenime sarmalanan teni, ruhumu esir alan ruhu nefesimi kesiyordu. Noyan dokunduğu yerde yitip giden lekeler değil, uzun ve soluksuz izler bırakıyordu. Ne zaman aramızda bir çekim oluşsa ki bence oluşmadığı zamanlar daha azdı, ona fazlaca çekiliyordum.

Hırpaladığı için dudaklarımın acısını hissetmeyi, parmak uçları değerken kıvranan bedenimi ve bu an dışında hiçbir şey düşünmeyen beynimi ona esir kılmaktan haz alıyordum. Onu tamamen hissetmeyi seviyordum. Orta çağdan kalma gibi olan sert cinsel dürtülerini, ruhlarımız harman olurken nefes nefese kalışını, seviştiğimiz her seferden sonra gözlerinin derin bakışını seviyordum. Bana solumayı unutturuşunu dahi.

Başımı aldığım haz yüzünden geriye bırakırken boynumda dolaşan dudaklarını da seviyordum mesela. Çıktığım o dorukta tüm vücut fonksiyonlarım yüksekten düşercesine hissettiğinde bedenimi sımsıkı tutmasını da.

Vücudumun her bir noktasında geziyordu parmak uçları. Birbirine değen tenlerimizdeki neme kadar hissediyordum onu. Tüm varlığıyla sanki zevk almak değil, zevk vermekti derdi. Bileklerim hala avuçları arasındayken sırtını yatağa yaslayıp beni kendine daha çok çekti. Nefesimi kesmek ister gibi öptü, öptü ve tekrar öptü. Bir avcu kalçamı kavrarken hareketlerime de destek olduğunda oturup kalkmaya başladım. Ancak aldığım haz, onu hissetmek pek bacaklarımın dirayetli olmasına alan tanımıyordu. Bir milim dahi ayrılsa dudaklarımdan dudakları inleyişim yankılanıyordu odada. Bunu fark ettiği anda ise sırtını iyice geriye yasladı. Kıstığı gözleri arasından parlayan mavileri hazla titriyordu ancak daha fazlasını görmek ister gibiydi. Belki de sadece bu yüzden tuttuğu bileklerimi azat ederek parmaklarımı göğsüne yaslamama izin verdi. Az önce tenimde parmak uçları dolaşırken artık gözleri temas ediyordu. Her bir milimde dolaştı hareleri. Boynumda, köprücük kemiklerimde, göğüslerimde, karnımda, belimde, hatta göğsüne yasladığım parmaklarımda. Üzerinde olan her hareketim ne kadar yavaşsa o denli fazla kısıldı gözleri. Sadece bu hali dahi haz veriyordu, kendini bana bırakması, kontrolüyle de şehvetiyle de. Tırnaklarım göğsü ve omuzuna gömülürken dudaklarına yaklaştığımda itirazsız karşıladı nefesimi. Az önceki gibi hırpalayan değil, usul bir dokunuşla çekti alt dudağımı dudakları arasına.

Kendimi tamamen bastırdığımda ise duraksadı teni fakat madem kontrol bendim, o kumanda bendeydi o halde yine parmaklarını istiyordum tenimde. Yatağa düşmüş ellerini yakalayıp avuçlarını kalçamın biraz üzerine bıraktığımda kıvırır gibi hareket ettirdiğim belimle hem parmaklarını sıkılaştırdı, hem de dişleri alt dudağımı ezdi. Ben ona kıvrak hareketlerimle eziyet ettim, o dudaklarıyla dudaklarıma…

Sonunda nefesinden kopunca kendini kontrol edebiliyor olsa da omuzundaki parmaklarımı çenesine kaydırdım tenini okşayarak. Sakalları arasında sinir uçlarımın gezinmesi romantik bir eylem olsa da şuan daha farklı bir şey vardı. Tutku mesela. Haz. Şehvet. Çoğu zaman korkarak sığındığım boynuna bu kez bunlar için yaklaştım. Dilim, dudaklarım usulca omuzundan kulağına doğru yükselirken bıraktığım ıslaklık hırıltılı nefesini savurmasını sağladı.

‘Şarapnel parçası gibisin. Kafadan sakat bırakacaksın o olacak.’ Dişleri arasından küfür eder gibi çıkan cümleyle keyifle kıvrıldı dudaklarım. Üzerinde etkim olmasını seviyordum, teninde de, ruhunda da. Fakat söz konusu yataksa hep o alırdı ipleri eline. Şimdi ise bendeydi. Tamamen.

‘Noyan…’ cilveyle kulağına fısıldadığımda ipleri bu kadar bırakmasının hata olduğunu anlamış olacak ki tek hamlede üzerinden indirdi bedenimi. Tekrar hamlede bulunmama olanak tanımadan sırtımı göğsüne çekerek tekrar üstüne çıkmama izin verdiğinde ayaklarımı bacaklarına yasladı.

‘Yangın da beraber, yanmakta beraber güzelim.’ Sağ elini sol göğsüme sabitlediğinde ne demek istediğini anlık bir gafletle anlayamasam da kadınlığımın üzerindeki parmak uçlarıyla yay gibi kıvrıldı belim. İstediği de zaten buydu. Sertliğini usulca tekrar içimde hissettim, her bir hareketiyle beraber. Az önce ona yaşattığım gergin anı anımsatmak istercesine dili omuzumdan kulağıma kadar nemli bir yol çizdi. Usul her bir hareketi kalbimin daha da hızlanmasını sağlarken bacaklarımın arasında hem tüm varlığını hissettiriyordu hem de parmaklarını.

‘Hepsi beraber…’ diye fısıldadı kulağıma. Yavaş olsa da sert hamlelerle, parmaklarının seri hareketleriyle belimin daha çok kavislenmesine tırnaklarımın ise göğsüme uzanan kolunda izler bırakmasına neden oldu. Soluklarım sıklaşırken ufak öpücükleri boynumda iz bırakmaya devam ettiğinde bacaklarımdaki ve kasıklarımdaki kontrolü kaybetmeye başladığımı fark ettim. Ben ne kadar kendime gelmeye çalışsam da Noyan o kadar izin vermiyordu.

‘Beraber…’ tekrar fısıldadığında bu kez dişleri omuzum ile boynum arasında bir noktada hissettirdi kendini ancak mühim değildi. Benim odağında kalabildiklerim kasılan bedenim, kasıklarımda ılık bir hissiyat, dönen başım ve Noyan’ın kasılmalarıydı. Ardı arkası yokmuş gibi olan bir hülyaymışçasına kalbim boğazımda atıyor, ellerim dahi titriyordu. Ona kavuşmak romantizm eşiğinde görülmeyecek kadar şiddetli bir savaş gibiydi çünkü.

(+18 alarmı burada bitti 😊 Yaş gözetmeksizin devam edebiliriz…)

Usulca yanına yatırdığı bedenimle önce örtüyü çekmiş ardından da göğsüne sinmemi sağlayarak parmaklarını saç diplerimde dolaştırmaya başlamıştı. Bakışlarım ışıl ışıl günün sergilediği yeşillikler ve mavinin birleştiği noktada gezinirken titrekçe iç çektim. Renkler ve ışık dahi farklı görünüyordu. Yorgundum ama dünya daha yaşanılabilir gibiydi. Başımın üzerinde hemen saçlarımın arasında ılık nefesi, yine saçlarımda ve çıplak bedenimde nazikçe dolaşan parmaklarıyla gözlerim kapanmaya başladığında kirpiklerim göğsüne takılıyordu.

‘Simay kıyameti koparır bak, uyanık kalmaya çalış.’ Az önce olduğunun aksine şehvetten uzak fakat yorgun sesi ilişti kulağıma.

‘Nasılsa tüm detayları bilmediği için koparacak.’ Halsiz bedenimle usulca omuz silktiğimde hafif gülüşü kulaklarımı doldurdu.

‘Delinin teki farkındasın değil mi?’

‘Yıllardır itina ile kuzenim olduğu için çok farkındayım ama sen duruma erken aydınlanmışsın.’ Başımı göğsünden kaldırmadan hafifçe geriye attığımda alnıma dudaklarını dokundurdu nazikçe.

‘Ortadan kaybolunca çıldırmış. Tabi biz de iletişime geçmedik burada başına bir iş açarlar, müdahale edemeyiz diye. En son Gizay’ı denk getirebilmiş, şaşırıp açmış aramayı, nefessiz fırça çekmiş. Kuzenin değil de kardeşin gibi, yani senin için telaşlanması öyle hissettirdi.’

‘Simay ve ben on yıl önceye kadar pek görüşmezdik. Daha doğrusu görüşemezdik. Babamın şirket konusunda takıntılı hali amcamı bile bıktırdığı için Fransa’da yaşıyorlardı. Sonra Simay habersiz şekilde lise için Türkiye’ye gelmeye karar verdiğinde büyük bir bomba patladı. Kıyametler koptu, amcamı da anlıyorum gerçi…’ dudak büksem de tek kaşı havalandığında iç çektim.

Amcam kolay anlaşılabilen bir insandı, öyle uzun uzun öğütler vermez, çoğunlukla arkamızda durur, kızacaksa da bunu makul bir dille yapardı. Yani abisinin aksine fevri ve kolay kolay sesini yükselten bir insan değildi. Yine de Simay buraya gelmek için atılım yaptığında gerçekten de sinirlenmesini hatta hayatı boyunca en yüksek ses tonunu kullanmasını anlıyordum. Simay’a yardım ve yataklıkta bulunduğum için bende nasibimi aldığımdan biliyordum sinirinin şiddetini de. Çünkü Zeren İmerler itibar adamıydı ve amcam özgürce yetiştirdiği kızı Simay’ın cemiyet hayatı denilerek altın bir kafese kapatılmasını istemiyordu. Doğrusu ülkeye ilk döndükleri zamanda uzun bir müddet bunun savaşını vermişti. Sonuç ise Simay ve babamın çok nadir ve mecburiyetten karşı karşıya kalmaları dışında bir araya gelmemeleri olmuştu.

‘Anlaşamaz mı babanla?’

‘Anlaşır, babamı çokta sever aslında. Sadece… İşkolik halini kaldıramaz amcam. Kardeş olduklarına bin şahit istesek yeridir. Amcam daha özgür ruhludur, işin bir şekilde yapılacağını, yaşamanın, gerçekten yaşamanın önemli olduğunu düşünür. Baskıya fazla gelemez. Zeren bey ise tam tersidir. Cemiyet, soyadı, duruş, bakış, hatta nerede nasıl gülüneceği dahi onun için önem taşır. Amcam aslında Türkiye’ye dönüyor olmaya değil, Simay’ın o kıskaçta kalmasına sinirlendi anlayacağın.’

‘Yaptıklarına, yaşattıklarına nasıl sessiz kaldı peki?’

‘Başlarda kalmadı elbette…’ yan dönüp az önce sırtımda gezinen parmaklarıyla saçlarımı okşamaya başladı. Devam et deme ihtiyacı bile hissetmiyordu, çünkü biliyordu ki ben bir şekilde dökülecektim. Şimdi veya daha sonra.

‘İlk halini fark ettiğinde beni alıp evine götürdü. Tabi yaptıklarını fark etmesi uzun zaman aldı çünkü bu Zeren beyin eşinin dahi bilmediği meselelerdi, aynı evde olduğumuz halde… Fakat babam tehdit etmiş olacak ki tekrar eve dönmek zorunda kaldık. Defalarca diklenme kızım dedi, ben halledeceğim, sen sakin kal, korkma… Bir kez daha teşebbüs etti beni almaya, babam o sırada yanımızda olan Simay’ı tutup beni götürürse Simay’ın yanında kalacağını söyledi. Amcam o gün o kadar af diler gibi bakarak gitti ki evden. Daha sonra benim iyi olup olmadığımı kontrol etmek adına her geldiğinde korumalar izin vermedi.’

‘O da bir şey yapamadı.’

‘Yaptı aslında.’ Gülümsemem yüzümde yer edinirken Noyan’ın düşünceli hali anında kaybolmuş benimle beraber tebessüm etmişti.

‘Şirkete pek gitmez amcam, dışarıda babamla yüz yüze gelmeyecek ne kadar iş varsa halleder, bazen de Zeren bey seyahatte olunca uğrardı. Bir gün babamın yakın koruması, ki aslında belki de evde çocukluğumu yaşamama yardım edebilen tek insan Gökmen abi okula bırakacaktı beni. Yolu değiştirdi. Moda’da bir binaya götürdü. Arabadan iner inmez Simay’ı ve amcamı sahile açılan bir bahçede gördüm. İçim o kadar rahatladı ki, senelerce çabalamasına rağmen bir şey elde edemese de pes etmemişti Noyan. Vazgeçmemiş, sırt dönüp umursamamazlık yapmamıştı.’ Dolan gözlerimi başparmaklarıyla taşmadan önce temizlediğinde dudaklarımdaki gülümseme hala yerli yerindeydi.

‘O ev… Amcam askerlik arkadaşıyla anlaşmış, aralarında bir sözleşme yapmışlar. Evin vergisini amcamın ödeyeceğine, sanki ev arkadaşınınmış gibi her sene toplu kira göndereceğine dair. Arkadaşından da sadece gizli tutmasını istemiş. Senin burası dedi, izini, ismini, cismini bulamaz. Burada yaşa Deran dedi…’

‘Neden yapmadın?’ yüzümü buruşturduğumda sıkıntıyla gözlerini kapatıp bedenimi kendine çekti anında, ‘Tehditler…’

‘O kadar umutluydu ki hali. Görmeyelim seni, özleyelim, farz edelim başka bir ülkede yaşıyorsun, hatta hiç var olmamışsın gibi yapalım ama gitme o eve kızım dedi. Biliyor musun bana babamdan önce amcam kızım dedi kendimi bildiğim yaşlarda.’ Başımı yaslandığım göğüsten çektiğimde Noyan derin bir nefes alarak parmaklarını yanağıma yerleştirip dudaklarımın üzerini kapattı.

‘Görüşelim ister misin amcanla? Yani, oraya gitmemiz amcan ve Simay için tehlikeli bir durum olur muhtemelen ama bir yolunu bulup onun gelmesini sağlarım.’ Kendinden emin ve buna ihtiyacım olduğunu bilircesine konuşuyordu ancak

‘Yok, muhtemelen o şuan babamdan yana gibi rol yapıyordur. Her adımdan haberdar olmak için.’

‘E Simay korumalar peşimden bir an ayrılmıyor dedi. Sence sadece rol mü?’

‘Amcamın koruması yok ki. Zeren beyindir o. Hem emin ol bardaki tuvalete gidip beni araması için fikri de amcam vermiştir Simay’a. Sadece kızgındır biraz.’

‘Niye kızgındır?’

‘Düşünelim…’ sırt üstü yatağa dönüp kaşlarımı havalandırıp Noyan’a gülümseyerek bakarken devam ettim cümleme, ‘Gizli kapaklı evlendiğim için, sizi tanıştırmadığım için, hatta o çok daha önceden sevgili olduğumuzu tahmin ettiğinde nasıl sevgilisini benimle tanıştırmadan evlilik kararı aldı diye de kızmıştır.’ Cevabımla kaşları havalandığında aslında merak ettiği şeyin ne olduğunun farkındaydım

‘Amcan, biliyor muydu bizi?’ sorusu da aklımdaki düşünceyi yanıltmadığında usulca başımı sallayıp onay verdim, ‘Ne dedi peki sana öğrenince?’ normal şartlar altında pek soru sormayan, birinin bizim ilişkimizle alakalı yorumunu merak etmeyen, merak etse dahi belli etmeden kendi öğrenebilen biriydi Noyan. Fakat ilk kez birisi aramıza girmek için ayak diretmemişti bildiği halde ve beni tüm dirayetiyle korumaya çalışmıştı, bu da haliyle Noyan’ın konuyu derinlemesine dinlemek istemesine neden olmuştu.

‘Senden haz etmediğini fazlaca net kelimelerle dile getirdi öncelikle.’ Dediğimde kaşları derinlemesine çatılırken anlamazca bakan gözleri yüzümde gezindi.

‘Amcanı maksimum davetlerde görmüşümdür, onda da saygılıca selam verdim, ne yaptım ona da haz etmedi benden?’

‘Konu seninle alakalı değil. Senden benim yüzümden haz etmiyor çünkü Simay ve benim ütopik insanlara layık olduğumuzu düşünüyor. Yani bugün birisi gidip ayaklarının önüne servet dökse, tek boynuzlu at bulup onu kurban etse, yorulmayalım diye kucağında taşıyacak mükemmel biri dahi olsa kızlarını kimsenin yanında görmek istemez ve kellesini alın bunun diye bağırıp bizi ilkel çağa kadar götürür.’ Açıklamam hoşuna gitmiş olacak ki gülümsediğinde derin bir nefes alıp yatağa daha çok kuruldu. Kuruldu diyorum çünkü bu söylediklerim Noyan’a hem haz vermişti, hem de kendi içinde amcamı haklı bulmuş gibiydi.

‘Şanze hayatımda tanıyıp tanıyabileceğim en kaliteli elemanla karşıma çıksa bile ben o heriften nefret edeceğim, benden haz etmemesini bu anlamda kesinlikle kaldırabilirim.’ Yorumuna göz devirdiğimde telefonun saatini kontrol edip iç çekerek hazırlanmak için çıktım yataktan.

Her insanın bir bam teli olurdu. Normalde bazı sazlarda olan ve en kalın sesi veren tel ya da kiriş söz konusu erkekler için kız kardeşleri, kızları, anneleri gibi olan kadınlar mevzu bahis olunca epey gürültülü bir tona ulaşabiliyordu. Ki bu anlamda da amcamın bam teli ben ve Simay’dan başka birisi değildi.

Kötü görünen iyiler de olurdu hayatta ve benim amcam sanırım onlardan biriydi. Bunca zaman etrafta babamın maşası olarak görünen, tıpkı onun gibi şeytan fikirli zannedilen haline tam ters davranışları vardı özünde mesela. Çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı olurdu. Gizli saklı anlayışını ortalıklara sererken dışarıdan bakan herkes onu gudubet bir İmerler olarak bilirdi. Oysa babamla arasındaki fark Etna yanardağının yüksekliği kadar vardı en az. Onun sesini yükseltip harekete geçtiği nokta sadece kızı ve yeğeniydi. Diğer durumlarda sessiz sakin, kendi halinde, hatta neşeli bir adamdı ve olayları pek büyütüp umursamazdı.

Zorlukla kendimi kazıdığım Noyan’ın sıcaklığından sonra tekrar duşa girip hazırlandığım gibi evden çıktım. Yaptığım hafif makyaj ve giydiğim sarı elbisenin yansımasıyla güzellik merkezinin camlarından kendimi süzdüğümde derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Evden çıkana kadar elli tane kıyafet değiştirip hiçbirine de tam oldu diyememiştim. Ki Noyan’la geçirdiğim zaman da üzerine eklenince epey geç kalmıştım ve Simay muhtemelen beni içeride bir bıçakla bekliyordu. Adımlarım salona yaklaşırken sensörlü kapı aralandığında içeri girip etrafa göz gezdirdim. Mekanın sade şıklığı konusunda diyebilecek pek çok şey vardı fakat ortalıkta kimseler görünmüyordu. Sanki hazırlanmış ve terk edilmiş gibi bir sakinlik söz konusuydu ancak sağ taraftaki başka bir kapıdan üzerime koşarak gelen Simay’la kahkaha attım.

‘Belgi!’ boynuma dolanan kollarla beraber Simay’ın öldürmek istercesine olan sarılmasına karşılık verdim. Ortalıkta kimseler görünmese de bunun Noyan’ın işi olduğunu tahmin edebiliyordum. Sarılmasının etkisiyle boynumdaki baskı önce artıp sonra hafiflediğinde gerilese de iki kolumu sıkıca yakalayıp beni dikkatle süzdü.

‘İyisin değil mi? Delirdik, resmen delirdik. Sana, Noyan’a, Gizay, Denker abi veya Şanze’ye ulaşamadım. Babam da çıldırdı. Başına bir şey geldiğini düşündüğü için amcamla konuşmayı düşündü hatta. O derece. Tek parça olman ne kadar büyük bir şans farkında mısın?’ belerttiği gözleriyle konuşurken beni de kendisiyle beraber çıktığı kapıya çekiştirmeye başladı. Salonun arka kapısının açıldığı kapalı bahçeye çıkıp füme bahçe takımına oturduğumuzda gelen sesle bakışlarımı çevirdim.

‘Siz ne alırsınız Belgi hanım?’ Simay’a olan özlemim ve onun telaşlı haliyle yanımıza kadar gelmiş kadını yeni fark ettiğimde gülümseyerek baş selamı verdim önce.

‘Kahveniz varsa alırım.’

‘Tabi, kahvenizi gönderiyorum. Siz müsait olduğunuz zaman seslenirseniz gelip işlemlere başlarız.’

‘Teşekkürler.’ Kadın içeri tekrar döndüğünde dudaklarımı ıslatıp Simay’ın ellerini sıkıca tuttum.

‘Çok iyiyim sadece sizi özledim.’

‘Neredeydiniz bu kadar zaman? Ortalık ayağa kalktı, baban resmen yeminler içiyor. Noyan’ı bulduğu yerde kıtır kıtır doğrayacak. Bir hafta önce İstanbul’a gelmişsiniz. Sadece havaalanına iniş kaydınız var. Nasıl saklandınız bir hafta boyunca?’ şaşkın haliyle bende kaşlarımı havalandırdım. Gittiğimiz yer hakkında bilgi edinememelerini anlardım fakat Türkiye’den çıktığımızı bile öğrenememişler miydi sahiden? Türkiye’den çıkmamızı göz ardı edecek olursam eğer ortalıkta gezmekten de kaçınmamıştık döndüğümüzden beri.

‘Türkiye’de değildik ki biz…’ derken az önceki kadın kahve fincanını bırakıp ortamı tekrar terk etti.

‘Nasıl ya?’ Kaşları derinlemesine çatılırken olmadığımızı tasdiklemek istercesine omuzlarımı kaldırıp indirdim, ‘E çıkışınız gözükmüyor. Babam eve gelmeyi düşündü ama oradaysanız yerinizi belli ederim düşüncesiyle yapamadı. Tabi hemen sonrasında amcam İstanbul’u alt üst etti, resmen kaldırıp altına bakmadığı taş bırakmadı. Noyan’da sanki dalga geçer gibi bütün izinleri vermiş. Üç gün boyunca Noyan’ın bütün evlerini gezdi. Yüzlerce koruma, hiçbirinin kılı kıpırdamıyor. İnan birine denk geldim ben ürktüm.’

‘Elini kolunu sallayarak her yere girdi mi yani?’ kaşlarım derinlemesine çatılırken Simay hızlıca başını sallayıp beni onayladı.

‘Evet. İlkinde benim paçalar tutuştu tabi düştüm yola yanlarında. Noyan’ın güncel olarak kullandığı evmiş, üç ya da dört katlıydı tam hatırlamıyorum, dışı gri ama geneli cam. Ormanın ortasında bir yerdi hatta git git bitmedi, kendi kendime deli mi bu adam da dağ başına ev yaptırmış diye düşündüm. Zaten ben daha bahçe kapısında gerginlikten patlayacaktım, sahiden orası mı güncel yaşadığınız ev bilmiyorum ama karargah gibi. Amcam daha arabayı durdurmadan bahçe kapısı açıldı, biz henüz arabadan inmeden korumalardan biri evin kapısını açtı. Zeren İmerler çıldırıp adamlara saldırdı, birisi de ya sabır demedi. Put gibilerdi. Hatta sana şaka gibi gelebilir ama bir oda vardı, tek kilitli yerdi, amcam oraya da sardı. Şu şirkette yanında takılan koruma yani amcam seni koruduğunu zırvaladı sonradan, o ikiletmeden açtı, yatak odasına kadar girdi resmen.’ Şaşkınca dinlerken Simay anında kaşlarını çatıp duraksayarak süzdü beni. Bahsettiği kişi muhtemelen Adel’di ancak onun da sürekli bizim yanımızda olduğu düşünülürse iş gittikçe garipleşiyordu.

‘Her haltı anlattırma, çıldıran Zeren İmerler işte. Her zaman aynısı, asıl sen anlat. Bir anda, doğru düzgün tanımadığın biriyle evlendin. Belgi…’ sonda çıkan ima dolu tınısı kendini tutamayacağını açık ve net şekilde belli ediyordu aslında ki daha fazla bekleyemedi, ‘Bu Noyan seni tehdit falan etmiyor değil mi?’

‘Saçma sapan konuşma. Evlenme teklifi etti, kabul ettim. Yıldırım nikahıyla bir gün sonra evlendik. Tehdit, zorla alıkoyma falan yok.’

‘Bak öyle bir durum söz konusuysa şimdi söyle, tamam hukuk savaşçısı değilim ama yurt dışından tanıdığımız sağlam avukatlar var. Hem boşarız hem ömür boyu içeride kalmasını sağlarız.’ İnançla ayak direttiğinde başımı omzuma doğru düşürüp derin bir nefes aldım.

‘Simay, sence zorla tutulsam burada tek başıma olur muyum?’

‘Ay ne bileyim ben! Balatalarım yandı. Amcam ruh hastasından hallice, sen bir gece evlendim diyorsun, babam hiç dert yokmuş gibi bildiği halde kim bu adam diyor. Hayır asıl işin komik yanı kocanın sahibi olduğu güzellik merkezinde buluşuyorum seninle.’ Son cümlesiyle kahkahalara boğulurken bende gülümseyerek omuz silktim.

'Klasik amcam işte.'

'Evet şekerim babam klasik halinde ancak şartlar normal değil. Namlu ucunda duran yeğeni ve kocasını nasıl kurtaracağını değil senin nasıl kendisine haber vermediğini düşünüyor.' Büyüttüğü gözleriyle yeniden hafifçe omuzlarımı silktiğimde göz devirip nefesini sıkkınca bıraktı.

'Bornova'da olan yangın sırasında...' iki arada bir derede haliyle beni dikkatle süzmeye devam ederken tekrar araladı dudaklarını, 'Orada mıydın?'

'Oradaydım ama-' gözlerim kısılırken saçlarımın arasına taktığım gözlüğü çıkarıp gelen kahvemin yanına bırakarak fincanı aldım, 'Sen nasıl tahmin ettin orada olduğumu?'

'Amcam... İzlemiş.'

'Ne!' o anın acısıyla beraber şimdinin ani şoku sayesinde titreyen elimden zorlukla fincanı bıraktım. Üzerime dökülen birkaç damla kahveyi rast gele silip savuşturmaya çalıştığımda Simay'ın yüz hatları çoktan gerilmişti. O kadar ev talan etmiş, bizi bulmak için çaba harcamıştı fakat burnunun dibindeyken herhangi bir tepkisi olmamış mıydı? İyice kafayı yemişti adam.

'Size ulaşmak istememin asıl nedeni buydu, fakat bir türlü irtibata geçemedim işte. Bir anda ortadan kayboldu senden sonra, geri döndüğünde de keyfi yerindeydi. Babam sorduğunda rahatlığının nedenini öğrendik, Belgi, çok kötü şeyler yapacak. Bak bu kundaklama düşündüklerinin yanında çok basit şeyler.'

'Sen...' oturduğum yerden kalkıp etrafıma bakındığımda gözüme kestirdiğim çantamı alarak dudaklarımı ıslattım, 'Sen bakımını yaptır, ben geleceğim veya yetişemezsem okulda görüşürüz, hocayla görüşmem var.' arkamdan seslenişlerini duymazdan gelerek kendimi salondan dışarı attığımda bakışlarım bir süre caddede dolaştı. Noyan'ın buradan tek çıkmama imkan vermeyeceğini biliyordum fakat aynı zamanda adamlarına da güvenmediği için peşime takamazdı. Bir ihtimal takip edenler olurdu ancak onlar da zaten müdahale edemezlerdi.

'Nereye gidiyorsun?!' Simay'da dibimde bittiğinde gelen taksinin boş olmasını ümit ederek havalandırdım elimi.

'O kafasındaki pislik düşünceler hakkında bir konuşma yapmaya.'

'Belgi saçmalama, bak durumu daha da kötüleştirirsin bu sinirle. Hem tek başına gitme yanına.' önümüzde duran taksinin kapısını açtığımda Simay engellemeye çalışsa da derin bir nefes alıp gözlerinin içine diktim harelerimi.

'Kundakçı diye iftira attı. Noyan'a Simay, kocama.' Bu durum bir tek beni mi çıldırtıyordu sahiden? Noyan’da, Simay’da gayet sakinlerdi geriye kalan herkes gibi. Fakat Zeren bey alenen kocamı karalama kampanyasını başlatmıştı. Buna sinirlenmemem saçma ve enteresan olmalıydı asıl. Neden herkes benim hareketlerim fazla yüksekmiş ve olan bitenler normalmiş gibi davranıyordu ki? Bir de zevk alarak izlemesi vardı. Annesinin evini yakmış bir adam kızı acı çekti diye nasıl keyiflenebilirdi ki?

'Bu söylediklerimi Noyan'la konuşsan, madem zorla tutmuyor o bir yolunu bulsa?' daha önceki konuşmamızda Zeren bey sadece babam diye ona zarar vermeyi düşünmediğini yeterince açıkça dile getirmişti Noyan. Hal böyleyken de tutup ufak bir çocuğun bir başkasını öğretmenine şikayet etmesi gibi kocama koşmayacaktım. O karşısına geçip beni göz önüne alarak kükremese de ben Noyan yerine bunu yapardım.

'Bir sonraki adımda seri katil diye basına sunması için mi? Hiç sanmıyorum...' başımı sağa sola sallayıp koltuğa yerleşip kapıyı çektiğimde derince soluklandım. Bu yaptığımla birbirimize girebilirdik herhalde, hatta şirketin yönetim katını infilak ettirir ve baba kız cinnet geçirdiler gibi bir haber manşetinin baş failleri olurduk.

'İmerler holdinge.' çıkan son ses tınım tüm gürültülü şehrin içinde kaybolurken bakışlarımı dışarı diktim. Geçmişim, şimdim ve geleceğim, hepsi ama hepsi ellerimden defalarca alınmaya çalışırken an itibariyle başkaldırmak zorundaydım. Söz konusu artık ben değildim, bu zamana kadar tehditlerin konusu da zaten ben olmamıştım. Genellikle sevdiğim şeyler ve insanlar konusunda onlarca tehdit yedikten sonra oldukça geniş bir hale geliyordu sabrım. Artık tükenmek üzere de olsa içi su dolmaya başlayan her dakika insanı ürküten ve ne zaman patlayacak acaba diye sorulması gereken bir balon gibiydim. Gittikçe yüzeyim genişlese de dışımdaki kabuğum inceliyor ve tehlikeli hale geliyordu. Söz konusu Noyan ve onun sabrettikleri olunca da herhangi bir köşeli cisme dokunmam dahi patlamam için yeterliydi. O köşeli cisim ise bana kalırsa Zeren İmerler’di.

Taksiden indiğimde bakışlarım önce on beş basamakta daha sonra büyük harflerle yazılı şirket isminde ve son olarak tüm binanın tepesine kadar gezindi. Bu binadan en son çıktığımda sinirli ve bir o kadar da mutluydum. Babamın zorla tanıştırmak istediği bilmem kaçıncı aday Tolga Külbastı tüm sinir sistemimi alt üst etse de, yıllardır çabaladığım mesleğim için koca bir adım atıyor olmam ayaklarımın yerle bağlantısını kesmişti. Fakat ben bu binadan tıp sempozyumuna diye çıkıp evli bir kadın olarak geri dönerek kendimde dahil insanları dumur etmiştim. Beni bu konuda deli diyerek adlandırabilirlerdi, zerre alınıp gücenmezdim.

Az önce göz attığım on beş basamağa dönüp büyük bir sakinlikle adımlamaya başladığımda kapıdaki güvenliğin dehşete düşmüş bakışlarına yalancı bir tebessümle karşılık verip ilerlemeye devam ettim. Asansörün gelmesini beklerken yanıma gelip benimle durmaya başlayan insanlar gerçekliğim konusunda emin olmak adına iyice süzdüler. Hatta öyle süzdüler ki asansörün aynalarından acaba yüzümde veya üzerimde garip bir şey var mı diye bende kendimi kontrol etmek zorunda hissetmiştim.

Kata geldiğimde üzerimdeki görünen büyük durağanlıkla Zeren beye doğru yaklaşmaya devam ettim. Kapısındaki ismine göz attığımda anında ayağa kalkan asistanının yine değişmiş oluşu hiç şaşırtmıyordu beni açıkçası.

Normal insanlar yıllarca tek asistanla güllük gülüstanlık iş yapabilirdi ancak benim babam için bu zor değil, imkansızdı. Nedeni için büyük araştırmalara da gerek yoktu. Kendinden yaşça küçük bir kadınla evli olunca asistanları o konuma ulaşacağını düşünerek fazla ilgi gösteriyor olabilirlerdi en nihayetinde, onlar bu şirketi lüks bir yaşam olarak görüp rahatlık isteseler de aslının öyle olmadığını ben biliyordum. Ki Ilgın hanımın daha önce babamın asistanı olmasıyla da ilgisi vardı bunun. Ne yaşadığını, bütün bu insanların nasıl sürekli değiştiğini bilmesem de alışmıştım.

Bir keresinde, yaşım yirmiyken şirkete gelip benden birkaç yaş büyük olan asistanıyla benim için samimi bir iletişim kurmuştum. Muhabbet muhabbeti açmıştı ve benden Zeren bey için bilgi almaya çalışmıştı, hiç aptal bir kadın olmamıştım, belki de babamın benimle alakalı gurur duyduğu ilk ve tek şey zekam olabilirdi, haliyle o zaman ağzımdan laf almaya çalışan asistanı da anlamıştım ancak samimiyetimizin bozulmaması adına birkaç kez ufak tefek uyarılarda bulunmuştum. Enteresandır Zeren bey çocukluktan hatırladığım kadarıyla şuurunu yitirmiş çapkın bir adam değildi fakat yirmili yaşlarımdayken kendini kaybetmiş gibiydi.

Ben o asistanı durdurmak istesem de iki hafta sonra ortadan kaybolması ve telefonlarıma cevap vermemesi üzerine anlamıştım ki çocukluğumdaki Zeren bey sadece benim için değil, herkes için tarihe gömülmüştü ve lanet bir adam haline gelmişti. Bu duruma babamın sevgili eşinin bazen tepkisi oluyor, bazen de bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek göz ardı ediyordu. Sanırım daha önceki asistana tepki göstermişti ki artık yoktu. Bu konu bir kez daha kendisinden nefret etmeme ve midemi bulandırmasına sebepti işte. Bakışlarımı asistan kadından çekip kapıya vurmadan içeri daldığımda bilgisayardaki gözleri şaşkınlık ve kızgınlık arasında muallakta kalmış şekilde bana dönen Zeren beye yaklaşmaya başladım.

'Zeren bey ben-'

'Çık dışarı!' kapıda dert anlatmaya çalışan asistana kullanabildiğim en sert ses tonumu gönderirken elimdeki çantayı da masasına sertçe bırakıp tek kaşımı kaldırarak izlemeye devam ettim biricik babamın tepkisini. Burada beni göremeyeceğine o kadar inanmıştı ki karşısında bulmak dumur etmişti onu. Hala kapı kapanma sesi duymadığım için gözlerimi asistana çevirdiğimde bir bana bir de Zeren beye bakan tavrıyla başımı sağa sola sallayarak onun yapmadığı işe el atmak adına yaklaştım. Dış tarafında durduğu kapıyı işaret parmağımla itip yüzüne kapattığımda tekrar masaya çevirdim bedenimi.

'İzlerken çok eğlenmişsin.' ne dediğimi anlamaya çalıştığı her halinden belliyken kafasında da kırk tane acaba sorusu döndüğünün bilincindeydim. O Zeren İmerler'di, basının mutlu, sevecen, güler yüzlü ve asil aile babası olarak tanıttığı adam. Kararlı, istikrarlı ve dakik iş insanıydı. Gerçekten insan ve adam olması hakkında şüphelerim olsa da geriye kalanlar büyük bir kumpastan ibaretti. Zeren beyin medya camiasına kurduğu kumpas...

'Tek izleyenin sen olduğunu düşünmedin değil mi?'

 

Tavlada en basit görünen ancak en önemli olan şey zar atmaktı muhtemelen. Bu insan hayatı için de geçerliydi. An itibariyle babam ve benim aramdaki o çıkmaza zar atıyordum. Olan çevremden uzaklaştığımı bildiği için ve amcam onun safında yer aldığından kimseden bu bilgiyi alabileceğimi zannetmezdi, bende rahat rahat taşlarını kırabilirdim. Bu yaşıma kadar atmadığım o zarı şimdi elimde evirmiş, çevirmiş, bol bol sallamış ve Zeren İmerler’in masasına pata küte bırakmıştım. Tavlayı kırsa da, pulları dört bir yana dağıtsa da buradan çıkamazdı. Çünkü avuçlarının arasındaki zarlarım yirmi altı yıl sonra benim idaremdeydi. Yani asla beklemediği yerde.

 

Bölüm : 30.11.2025 22:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...