
Çok uzak yollardan çıkıp geldi bu hikaye. Yazmaya başladığım zamandan şimdiki zamana kadar aylar geçti. Yazdım, sildim, en başa döndüm, olan en sona gittim, kendime saçmalama dediğim yerler de oldu, gözlerimin dolduğu anlar da. Çevremden kimilerinin huyları, kimilerinin tavırları, bazılarının boş vermiş halleri, mutlulukları, hüzünleri, heyecanları, kırgınlıkları, kalışları, gidişleri, Ölmeden Bir Dakika Önce'nin içinde kapalı bir kutuya kilitlendi. Ömür boyu benimle olacak ve baktığımda sadece benim hatırlayacağım güzelim anlarla mühürlendi. Yazarken ayrı ayrı yerlere dokunan çalma listesi oluştu, koca bir defter dolup taştı, kafamda karakterler can buldu, mekanlar inşa oldu. Yani öyle ki ilmek ilmek işlendi. İşte tam da bu yüzden onlarla kırılmak, eğlenmek, çaresiz hissetmek, yapayalnız kalmak veya bazen hayatlarına dokunmamış gibi çekip gidilebileceğini görmek benim için çok değerli oldu. Çünkü o uzak yolların, ayların ve tüm geçen satırların hissettirdikleri kaldı bana. Ki insan genelde yazarken de, yaşarken de çoğu şeyi unutur, hissetiklerini unutmaz.
Şimdi de sizlere uzun ama bayağı uzun bir bölümle geldim. Bol bol yorum ve beğeninizi eksik etmeyin.
Bölüm duyuruları ve paylaşımımızın daha da çoğalması adına instagramda sizi beklediğim gerçeğini de atlamayalım lütfen...
İnstagram: BiCeruVar
---------------------------------------------------
Ufacık bir an köklerim olsun isterken,
Babamın işlediği cinayette can verdi ruhum.
Buğday tenli kadındım ben. Havanın ısısına, günün ışığına, yağan kara göre değişiklik gösterirdim. İç işlerim karışamazdı bir tek değişen cilt rengime. Kalbimde nasıl bir yangın var görünmezdi, çünkü bunun için eğitilmiştim. Kırgınlıklarım gözlerimden dahi anlaşılmazdı çünkü ruhum bunun için ikna edilmişti. Sevemezdi zihnim, çünkü her insan bir gün ihanet ederdi. Yirmi beş yıl boyunca etimle kemiğimle bütün bunları ezberlemiştim. Ben sevecek de, sevilecekte o kadın değildim. Birinin beni sevmesi bir çıkarı olduğu anlamı taşırdı. Burnunun ucunda olduğum halde sarılacak kadar babam bile sevmemişti. Beni korkunç bir adama bırakmayacak kadar sevmemişti annem. Kırılamazdım, kırgınlıklar basit insanlar için vardı ve ben bir robot gibi yetişmiş, saçları anne ve babası tarafından okşanmamış, ufacık yaşında gördüğü kabusla hıçkırarak anne diyerek ağlayamayan o kadındım. Ben tehditlerin içinde ufacık bir ayrıntıydım.
Açık saçık bir tehdit mesajı ve her seferinde ona benzememden şikayetçi olan haliyle gözlerimi devirdim. Son on dakikadır ekrandaki iki cümleye bakıyordum. Okulumun tehdit hususu olduğu ve anneme benzememem gereken o mesajlara. Aslına bakılacaksa onlarla davete katılmam önemsediği bir detay değildi. Mesele Zeren İmerler’in kızının ne kadar naif, atılgan ve tanıdık bir siması var dedirterek birkaç yıl sonra babama göre oturacağım koltukta yerimi sağlamlaştırmamdı. Ona göre davetlerde olmam yönetim kurulunun dediğim her kelimeye mantıklı veya mantıksız fark etmeden boyun bükmesi, güçlü bir başka şirket yönetimini ele almış benim yaşlarımda bir adamın dikkatini çekmem demekti. Zaten beni pek önemsediğini de zannetmiyordum, ortalama on yedi yıldır onun için değerim yoktu. Ben annemin kızıydım, onun gibi şikayet eden, istemeyen, huzursuzluk yaratan kızı. Seçimlerim, isteklerim, okulum, ne yapmam gerektiği tamamen iş hayatıyla ilgili olmak zorundaydı. Bazen babamın sadece bu yüzden çocuğu olsun istediğini düşünmeden edemiyordum. Çünkü yaptıkları aksini göstermiyordu.
Kilitlediğim ekranla elimin altına denk gelen elbiseyi alarak üzerime geçirdiğimde aynada kontrol edip tamamen bedenime yerleşmesini sağladım. Küf yeşili, olabildiğince sakin bele oturan, üzerindeki ufak beyaz çiçeklerle tam olarak bir bahar kıyafetiydi. Kış ayında, ocakta olmamıza rağmen… Eteklerindeki ufak volanlarla da gayet hoş duruyordu. Çekmeceyi açarak Firuze hanımın dün ben uyuduktan sonra kişisel eşyalarımı çantamdan buraya yerleştirdiğini görüp kenardan aldığım beyaz çantanın içine bıraktım hepsini. Mahremiyet yoktu. Olamazdı da. Firuze hanıma soracak olsam, görevim, der geçerdi. Fakat rutin eşyalarım dışında herhangi bir şey olduğu zaman Zeren beye intikal edeceğini biliyordum. Nihayetinde kimse birilerinin evinde çalışıp onların bir sonraki gün için farklı çanta kullanacağını düşünerek sözde bir incelik gösterecek kadar mahremiyet kurallarını ihlal edemezdi. Makyaj masasının önündeki pufa yerleşip yüzümü toparlamaya çabaladıktan sonra ayakkabıların arasından da beyaz süet topuklu botları ayağıma geçirip çıkmak için harekete geçtim.
Gelen arabamın koltuğuna kurulduğumda duyduğum bildirim sesiyle harekete geçmeden önce mesajı açtım. Simay belki de samimiyetine inandığım uçuk kaçık hallerini sevdiğim ve aşırı heyecanlı biriydi. Hayat ondan ufacık neşeli bir an kaçıramazdı çünkü asla müsaade etmezdi bu duruma. Kendi hayatının neşesini birilerinin sömürmesine nasıl izin vermiyorsa çevresindekiler için de aynı kalkanı korurdu. Benim gibiydi bazı yaşadıkları fakat benden bir o kadar da uzaktı. Her şeyin başında tek kuzenimdi, biricik amcamın biricik kızıydı ve benim gibi annesiz büyümüştü fakat terk edilmek değildi bu. Annesiz bir kadın olmak ne kadar zor bilir, anlar ve benim çoğu hissime tercüman olacak cümleler kurardı.
Okula gidesim, derse giresim yok. Hele ki Latince sevesim tövbe estafurullahhh! Yazdığı mesaja gülerek bende cevap yazmaya başladım.
Bordo’da kahvaltı yapasım, kuaföre gidesim var. Latinceyi hayatla beraber boş versek mi?
Zevkle katılacağım sana, yirmi dakikaya görüşürüz. Sonunda telefonu kilitleyip arabanın gövdesine astığım gibi harekete geçtim. Okula gitmemek benim için aşırı ekstrem bir durum sayılmazdı. Ki ben kendi potansiyelime güvenip önceden veya boş her anımda çalıştığım için de notlarım çok düşük olamazdı. O yüzden de fazla uğramazdım sınavlar dışında, gerçi bu sene böyleydi durum, ilerleyen dönemlerde pek yapılabilecek bir şey değildi sonuçta. Okulu sevmemekten çok kalabalıklığı rahatsız ederdi beni, gerçi dışarıda arkadaşlarımla oturmayı da severdim daha önce ama oldum olası ki muhtemelen okuldaki ergence tavırlar yüzünden ruhum sıkılıyordu.
Geldiğim mekanın otoparkına arabayı bırakıp hızlı adımlarla içeri ilerledim. Bir süredir uzak olsam da her fırsatta özleyebilirdim onu. Özellikle hayat enerjisini, neşesini ve olaylara dalga geçen bir pencereden bakmasını. Sosyal çevremden kaçan bendim aslında, yani bundan şikayet edemezdim ancak elimde olmayan tedirginlikler beni bu hale sürüklüyordu. Simay’a doğru yaklaştığım gibi karşısına oturdum. Kızıl saçlarını sağa sola sallayıp bir fotoğraf daha çektikten sonra telefonu bıraktığında gülümsemem büyüdü.
‘Spor salonunda beni aldattığın yakışıklı erkekler yoksa eğer büyük bozuluyorum buluşmamıza, çünkü koşu bandıyla aldatılmam olacak iş değil. Seni ancak yakışıklı bir sevgilinin, acayip yakışıklı arkadaşıyla tanıştıracağın sözüne istinaden affederim haberin olsun.’ Söylediğine göz devirerek kıkırdadığımda masaya bırakılan tabaklarla onun çoktan siparişi verdiğini anlamıştım. Ela gözleriyle kenardaki sigarasından derin bir nefes çekerek boğazın serin sularına üflemek ister gibi bıraktı.
‘Sıkılıyorum ortamlardan, ne yapayım?’
‘Tatlım biz sıkılacağın insanlar mıyız? Şey gibi düşün, başkaları Flash tv, biz Netflix.’ bir anda koca bir kahkaha attığında bende gülümsedim. ‘Gerçi bence Flash tv Netflix’i ezip geçer ama konumuz bu değil.’ Diye devam ederek bir kez daha kahkahasını savurdu. Eğer şuan olduğum kadın olmasam, yani psikolojimin morali bozuk olmasa onlarla çok eğlendiğim dönemlerde olmak isterdim. Fakat ben zaten onlardan da ortamdan da sıkılmamıştım. O çevre içerisinde gözümün daima Arıkan’ı arayacağını ve asla bulamayacağını biliyordum. Yani kaçınılmaz gerçekten olabildiğince kaçıyordum.
‘Sergio’nun sarhoşluğu çekilmiyor, o konuda sıkılmana hak veririm.’ Kendi kendisine tespit yaptığında bende anında onaylarcasına salladım başımı.
‘Belgi…’ son harfi uzatarak konuştuğunda yine o vefalı arkadaş haline dönüşmüştü Simay. Bir şey söyleyecek ve tüm gün aynı konuya dönüp dolaşıp gelecektik. Muhtemelen söyleyeceği şey beni bir miktar üzecekti, kıracaktı, hatta belki de yıpratacaktı. Ancak onun arkadaşlığıyla akrabalığı arasında o kadar güzel bir çizgi vardı ki Simay’ın söylediği herhangi bir cümleye alınmaz ve hangi gözle bakarak söylediğini bilirdim.
‘Efendim?’ çatalımı alıp peynirden bir parça ağzıma attığımda yüzündeki hüzünlü gülümsemeye bakmayı eksik etmedim. Onun aksine üzerime bir gard gibi giyindiğim umursamaz halimle kahvaltıma devam ederken cümlesi birkaç saniye duraksamamı sağladı.
‘Eskisi gibi neden olamıyoruz?’ yıllardır benim depresif hallerimi görüyordu Simay ancak şu son dört aydır depresiften de beter halim yüzünden artık pes edecek seviyeye gelmişti. Farkındaydım, üzerime gelmek istemiyor, kalbim kırılmasın diye her konuşmasını erteliyor ve uzaklaşmamı seyrediyordu. Aslında böyle olmadığımı bilen bir kadına şimdi omuz silkerek boş bir karşılık veremezdim. Ben biraz melankoli seven tiplerdendim. Hayatı dramatize edip köşeme çekilip izlemek, üzülmek hoşuma bile giderdi. Fakat son dönemlerdeki tüm zamanım melankoli ve dramatize gibi iki ufak kelimeyle açıklanamayacak kadar farklıydı.
‘Bilmem, yaşlandık herhalde.’ Gülerek başımdan savuşturmaya çalıştığımda derin bir nefes alarak kollarını masaya yasladı. Ben ise normalde mantıklı bulmadığım kahvaltıyı kaçış noktası gibi kullanmaya devam ettim. Sabahları bir şey yenilmesi bana göre asla mantıklı değilken şimdi Simay’ın aklında dönüp, diline çarpan meselelerden kaçmak adına dakikalarca kahvaltı yapabilirdim.
‘Ben reşit değilken gece kulübüne girmek için soyadını kullanan, kış ayazında gece vakti çıplak ayak sahilde koşan, bizimkilerle sabah kahvaltılarında kahkahalara boğulan arkadaşımı çok özledim.’ Gözlerindeki hüzünden bile anlaşılıyordu bu. O Belgi Deran’ı bende çok özlemiştim, kendini kaldırdığı raftan kurtarmayı, yanlışlıkla pandoranın kutusu gibi ortaya düşmesini çok isterdim fakat yapmıyordum. O bizimkiler dediği beş kişinin arasında sadece kendisiyle iletişim kurduğunun bilincindeydi üstelik. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, kahkahalarımız kadar gözyaşlarımız da beraber olurdu hepimizin. Bende özlediği kişiyi özlüyordum fakat kendi kendimi ekarte ediyordum tüm yaşamdan. Simay hepsinden fazla tanıyordu beni, sanırım en büyük etken kuzen olmamız ve aslında herkesin imrendiği bir evde yaşasam da güncel şartlarını biliyor oluşuydu. Taktığım tüm maskeleri tanır ve ayırt ederdi. Fakat mümkün değil o maskelerin gerçek hallerini dile getirmez inanmış gibi yapardı.
‘O kadar uzun zaman oldu ki hepimizi bir arada görmeyeli, emin olamıyorum kuzen.’ Mırıldanıp çayımdan bir yudum aldığımda derince soluklandım.
‘Görüşelim işte, sen kaçıyorsun diye gelemiyoruz ki bir araya. Hem, hepsi çok özledi. Kuzenin olmasam benimle de görüşmezsin herhalde.’ O kadar uzun zaman dediğim vakitler haftalardan ibaretken ve içimdeki acı büyüdüğünden olsa gerek asırlardır dostlarım yokmuş gibi davranmaya başlamıştım. Deli gibi kaçmak, saklanmak istediğim insanlardı onlar, bir aralar her fırsatta yanlarında olmak istesem de şimdilerde Belgi Deran çok başka bir insan olmuştu. Sanırım Arıkan’ın bedeniyle benim tüm iyi huy ve duygularımı da yanına gömmüşlerdi. Sadece bende dahil olmak üzere kimse farkında değildi bu durumun.
‘Mecburiyet değil seninle olan. Sen onlar gibi bakmıyorsun diye.’ Tekrar omuz silktiğimde Simay kaşlarını çattı anında.
‘Nasıl bakıyorlar ki?’
‘Acıyarak, hüzünlü, garip işte Simay. Deliymişim gibi bakıyorlar.’
‘Bence acıyarak bakmıyorlar. Sadece hüzünlüler ve bu seninle alakalı değil. Hepimiz Arıkan’ın ölümüne üzülüyoruz. Üzülmemiz gerekiyor zaten.’ Haklılık payı kendine göre vardı belki ama bana göre işler Simay’ın düşündüğü gibi değildi. Ben o koca arkadaş grubunun en vurdumduymaz, sevecen, huzur veren adamının katiliydim. Gözlerini son kez açık gördüğümde ellerimdeki kan Arıkan’ın kanıydı. Bakışları kayarken son tebessümünün solup gitmesine ben sebep olmuştum. Hayatı uğruna ölmemi engelledikten hemen sonra atmamaya başlayan kalbinin sebebi de bendim. İşte tam da bu yüzden canlarının acısıyla değil, tüm olanlar sonrasında kafayı sıyırdığımı düşünerek acıyorlardı bana. Bunu gözlerinde, yarım tebessümlerinde görüyordum. Dört aylık zaman diliminde sadece hastane koridorunda bir kez gördüğüm Atakan, sadece o bana delirmişim de acıyormuş gibi bakmamıştı. O da muhtemelen ikizinin kayıp haberini aldığı için algılarında sorun yaşamıştı.
‘Ama sorumlusu benim, bunu kenara atıp nasıl kaldığım yerden devam edeyim. Onun yerine ben ölmeliydim.’ Kaşlarımı çatıp konuşurken Simay masanın üzerindeki parmaklarımı okşayıp derin bir nefes aldı.
‘Arabayı sen kullanıyorsun diye onu sen öldürmüş olmuyorsun. Arıkan’da bunu üstlenmeni istemezdi. Hayata kaldığın yerden devam etmeni, aynı Belgi olmanı…’
‘Önce o kadın, sonra Çelik, en son da Arıkan… Bilmiyorum, sanki hayatım üç beş senede bir başa sarıyor gibi.’ Konuyu kapatmak istercesine hala üzerini okşadığı elimi çekerek bakışlarımı tamamen tabağıma çevirdim. Arıkan, belki de hayatta görüp görebileceğim en neşeli adam olabilirdi. Dağınık bir duruşu, ışıl ışıl parlayan gözleriyle bütün kara bulutların çöktüğü zamanları bir güneş gibi aydınlatabilirdi. Onun yanında ağlayan bir insan göremezdik. Ben çok ağlar, ağlamamın asıl nedenini söylemeden saçma sapan konulardan dert yanardım fakat kendim dışında kimseye denk gelmemiştim. Simsiyah diyebileceğim koyu kahve harelerindeki o karanlıkla nasıl aydınlatırdı bilmiyordum fakat her seferinde ustalıkla başarırdı insanların içini açmayı.
Ne zaman canım sıkkın olsa sarılır tedavi etmeye çalışırdı çünkü ona göre sarılmak bir merhemdi. Yarayı temizler, korur, geçmesini sağlar ve iz kalmasını engellerdi. Yakındı, çok ama çok yakın. Üstelik bu dünyadan beklenmeyecek kadar gerçek bir adamdı. Fakat yirmi altı yaşına bastığı gün ne yazık ki benim kullandığım arabada aldığı darbelerden sonra bir yoğun bakım ünitesinde, yaşamına doğarken son verilmesi gerektiğine dair kader çizgisi vardı. O zamandan beri kendimi ikna edip kabullenememiştim. Bizimkilerin arasında durmak ise bu yüzden zorlaşmıştı. Arıkan yoktu, dağınık saçıyla gelerek, bir anda kalçasıyla itekleyip kendine yer açtıktan sonra, Bugün ne olduğunu tahmin bile edemeyeceksiniz, diyerek ufacık olayı büyüterek anlatamazdı artık. Veya oturduğum masadan kafamı kaldırıp neredeyse haftada üç gün kahvaltı yaptığımız Bordo’nun kapısına baktığımda akşamdan kalma haliyle, dağınık saçları ve simsiyah güneş gözlükleriyle inlercesine olan gülümsemesini takınıp giremeyecekti içeri.
‘Hoooppp…’ kolumun dürtüklemesiyle başımı sağa sola sallayıp kendime geldiğimde Simay kaşlarını havalandırarak bakıyordu bana. Ben ise az önce gözlerimi diktiğim kapıya bir kez daha umutla bakıyordum. Kötü bir rüyadan uyanmayı, şurada elimde çatalla uyuya kalmış olmayı ve beni uyandıran kişinin de Arıkan olmasını istiyordum.
‘Ohoooo… Yine daldın gittin, Levent ve Gamze nişanlanıyor diyorum.’ Kendime gelmem gerektiğini bilerek iç çektiğimde gülümsemeye çabaladım. Benim içimdeki enkazda onları da esir bırakamazdım. Haksızlık olurdu bu. İçimde her gün deprem oluyor, binaların tozları etrafı simsiyah yapıyor, çığlıklar yükseliyor diye onları da ölümcül bir mahkumiyete teslim edemezdim.
‘Ne güzel, hayırlı olsun.’ Yalancı bir tebessüm gönderdiğimde sıkkın nefesini bırakıp kaş çattı.
‘Ev, yat, kat aldılar demiyorum. Nişanlanıyorlar diyorum. Levent ve Gamze!’ gözlerini belerterek baktığında durgun halimle sıkıntılıca nefesini bırakıp devam etti, ‘Liseden iki arkadaşımız, iki yakın arkadaşımız, imkansızlıklarla yıllardır savaşan ve tam da şu dakika kendilerini ailelerine kabullendirmiş iki dostumuz nişanlanıyor ve sen gelmeyecek gibi hayırlı olsun mu diyorsun sadece? Üstelik onlara da değil, bana.’ ciddi olup olmadığımı anlamak için dikkatle bana baktığında umursamazca omuz silktim.
‘Ne işim var Simay?’ sorumla gözlerini kocaman açtığında ipin ucunu bırakmaya niyeti yoktu.
‘En yakın arkadaşlarımız nişanlanırken bir işimizin olmasına ihtiyacımız mı var Belgi’cim…’ ismimi söylerken ısrarcı olan tavrıyla derin bir nefes aldım.
‘Bana mı yüzük takacaklar, kendi çaplarında yapsınlar işte.’
‘Oha ama artık. O kadar da uzun boylu değil. Tamam aile arasında olana katılmayız fakat sonraki parti aşamasına gerekirse saçından sürükleyerek götürürüm.’ Yapardı biliyordum. Saçımdan olmasa da kolumdan tutar sürükler, hatta karga tulumba kaçırıp, mecazi anlamda değil gerçekten birkaç adama kaçırtıp, kutlamanın olacağı kulübe gitmemi sağlardı. Eğer dört ay önce o kaza olmasa ve ben kendimi bir katil gibi hissetmesem Levent aile arasında olacak o isteme törenine beni kız kardeş vasfıyla götürürdü. Çünkü onların yıllardır verdikleri savaşın yakın şahitlerinden ve suç ortaklarından biriydim. Gamze’nin defalarca kaçmasını ve yakalanmamasını sağlayan, çevresinde onu Levent’ten koruyan korumalarını saçma sapan bahanelerle oyalayan, Levent her çiçek göndereceğinde benim elime tutuşturup kuryelik yapmamı sağladığı kişiydim. Yani onların ilişkisinin içindeki Gamze’ye çektiren fakat aynı zamanda onları birleştiren bir görümce sayılırdım, ki bunu ikisi de sık sık dile getirir, Gamze arada sırada, sevgili görümcem, diye seslenirdi.
‘Çok teşekkür ederim miniğim ama bir buçuk metrelik boyun ve elli kilo ağırlığınla bunu yapabileceğini zannetmiyorum.’ Küçük görüyor olsam da şu dakika sadece ilgisinin dağılması için yapıyordum. Gerçeklerin farkındaydım fakat bunu Simay’ın bilmesine ne gerek vardı, tartışılabilirdi.
‘Çok güvenme ağırlık çalışmana, istediğim zaman bir panter olabileceğimden haberdarsın. Ayrıca ben bir buçuk metre değilim, bir metre altmış santim boyum var, aslan gibiyim be.’ Çirkefleşen haliyle attığım kahkahaya engel olamadım. Simay’ın bam teli genellikle boyu olmuştu. Ne zaman bahsi geçse ve bu durum dalgaya dönüşse bahsettiği panter olabilirdi. Fakat şuan beni biraz olsun fikre yumuşatma düşüncesi yüzünden saçımı başımı yolmuyordu.
‘Neyse ne, nişan ve parti bir hafta sonra Cumartesi günü. Sen sormasan da söyleyeyim ben. Mekanı bildirmiyorum zaten gelmemek aklında olacağı için ben gelip alacağım seni. Yarın akşamki davetin gölgesinde kalmamak adına Gamze organizasyonu bir hafta sonraya aldı. Fakat az kalsın sinir krizi geçirecekti biliyor musun?’ heyecanı gözlerinden okunuyordu Simay’ın. Bir an dışarıdan bakan nişanın ona ait olduğunu dahi düşünebilirdi.
‘Neden?’ kaşlarımı havalandırıp doyduğumu hissederek çantamdaki sigarayı çıkarıp bir dal yakarak zehri içime çektim. Simay gözlerini büyütürken sigaranın filtresini dişlerim arasında ezerek mentol kapsülünün çıkardığı sesi duydum.
‘Kız haftalardır uğraşıyor, didiniyor, mekanı, elbisesi, saçı, makyajı derken. Normal şartlarda geçtiğimiz hafta olacaktı, önce Levent’in mecburen yurt dışına gitmesi gerekti. Ama hakkını yiyemem Gamze bunu olgunlukla karşıladı.’ Kaşlarım şaşkınlıkla havalanmıştı. Söz konusu Gamze olduğunda Levent’in herhangi bir şey ertelediğine hiç şahit olmamıştım, hele ki asla kendisini kabullenmeyen Gamze’nin ailesi bu nişana onay verdiyse Levent’in bir iş yüzünden sonraki haftaya alması kıyamet habercisi olabilirdi.
‘Levent neden mecbur kaldı ki yurt dışına gitmeye? Toplantı falansa ertelenirdi. Ki Levent Yalım Dalamandan bahsediyoruz yani, ölüyor olsa bir dakika nişanlanacağım der yine o nişanı yapar.’
‘Yok tatlım, başka bir mevzu, onun saçma salak işleri işte. Acil bir durum olmuş, ölüm kalım meselesiymiş, madalyonun diğer yüzüymüş, ki Gamze’nin de haberi varmış sanırım ama bir nebze alengirli olunca dinlemedim pek, o da anlatmadı zaten fazla. Neyse…’ elini havada aman dercesine salladığında bir yudum daha çayımdan alıp sigarayı tekrar çektim.
‘Ne diyordum… Hah.’ Kaldığı yer aklına gelince daha çok masaya yaklaştı, ‘Arkasından büyük bomba patladı, Gizem’i kocası aldatıyormuş, ablası aldatılıyor olunca kaosta kaldı bizimki yine erteledi.’
‘Magazindeki haberler doğru muymuş yani?!’ gözlerimi şaşkınlıkla büyüttüğümde Simay maalesef der gibi yüzünü buruşturarak başını salladı.
‘Valla az buz da değil, bir yıldır aldatıyormuş şerefsiz. Kadın hamile kalıp Gizem’in kapısına dayanmasa haberi olmayacakmış.’
‘Büyük kaos, çok kötü…’ yüzüm istemsizce falan değil bayağı isteyerek buruşmuştu. Olduğumuz dünya içerisinde kimin eli kimin cebinde belli olmuyordu. Aynı ortamda yetişmemize rağmen bu durum bizlerin midesini bulandırırken yapan kişilerin nasıl midesi var anlam veremiyordum. Başta babam olmak üzere ki ondan birçok konuda iğrensem de bu anlamda çok daha fazla nefret etme durumum söz konusuydu, kesinlikle alçaklıktı bu.
Adamlar da kadınlar da aldatır, birbirlerine pahalı hediye alıp konunun üzerini örterler, şık bir davet düzenlenir çıkan haberlerin yalan olduğunu iddia ederlerdi. Emindim ki yarın o mecburen katılmam gereken davette böyle bir durum yüzünden planlanmıştı. Çıkan bütün haberler doğru olsa da yalanlamak, hatta biz çok mutlu bir aileyiz imajı çizmek için milyarlarca para harcayıp insanların gözü önünde el ele diz dize poz keseceklerdi.
Dönüp baktığım zaman Gizem’i çok iyi tanımazdım, birkaç kez rast gelmiştim o da Gamze’nin ablası olduğu için fakat fazlaca aklı başında, güzel, dik duruşlu, naif biriydi. Şimdiye kadar birini kırdığına dair asla kulağıma haber gelmemişti ama anlaşılan o ki kırmayanı kırıyordu bu dünya. Ve aldatacak kişinin karşısında istediği kadar güzeli, naifi, kısacası mükemmeli olsun hep dangalakça bahanesi olabiliyordu.
‘Hem de ne… Gel gelelim son anda yetişmeyen bir nişan elbisesi fiyaskosu var. Gamze’nin istediği bir ürünün taşı gelmemiş, bizim kız da bu kadar bekledim, bunun için de beklerim diye inat etti, yarınki davet eklenince başta iki gün sonraya almışlardı. Fakat en sonunda da nişan mekanında aksilik oldu, Gamze’de davet gölge olmasın bitsin onun dedikodusu öyle yapalım diyerek mekanı da haftaya ayarladı.’
‘Bu gidişle kulüp havaya uçar gibi Simay, gitmek istediğine emin misin?’ resmen felaket senaryosu gibi görünüyordu durum. Ardı arkası kesilmeden başına gelenlere Gamze göğüs germişti fakat eminim ki evrenin bana bir oyunu olmalı bu diyerek isyan da çıkarmıştı. Hatta Gamze’yi biraz bile olsa gerçekten tanıdıysam kendine kurşun döktürmüş dahi olabilirdi. Çünkü daha önce Levent istenmeyeceğini bilerek Gamze’yle görüşse bile aileyle tanışma yemeğinden defalarca kaçtığında nazar mı var acaba diye düşünerek koca adamı ve adamın kim olduğunu göz önüne almadan tepelerine serili beyaz çarşafla izlememiz için davet edilmiştik. Ki bence tepelerine dökülen kurşundaki çıkan nazar değil, Levent’in belindeki silahta olan kurşundu asıl mesele. Fakat aşkın gözü kör değildi, aşık Gamze’nin gözü katarakt olmuş adamın ne için çırpındığını görmemişti.
‘Yok o konuda Ati’de. Tüm olanları Gamze ağlayarak anlatırken Atakan kahkaha attı. Gamze de partide bir durum veya aksaklık olursa kendisini parçalara ayıracağını, yapamasa da Levent’in zevkle yapacağını söyledi. Atakan yanımızdan kalkıp güvenlik önemlerini sıkılaştırmaya başladı. Herhangi bir konuda olay çıkmaz ve Levent’i göz önüne alırsa eminim ki pastanın başına bile koruma diker.’ İkimiz de kahkaha atmaya başladığımızda Atakan’ın ciddi tedbirler alacağının farkındaydık.
İnsan yıllarca aynı ortamda, aynı okullarda okuyunca iyi veya kötü diye bir ayrım yapamıyordu. Levent Yalım Dalaman herkese göre önü alınamaz bir kötüydü, fakat biz onu sadece Levent olarak, normal, genç bir adam diye görüyorduk. Bizim için lisede haşarılık yapan, o zamandır Gamze’den gözünü alamayan, en üst sınıfta olduğu için hepimize abilik taslayan biriydi. Bunun ötesini de göremezdik, çünkü Levent kalıplaşmıştı.
Simay’ın dakikada kırk fotoğraf çekebilme, Atakan’ın yüksek sesli müziğe delicesine tapma, Sergio’nun her eğlence sonunda sarhoş olacağını bilerek alkol tüketmesi kadar kalıptı işte. Onlar Gamze ve Levent’ti. Gamze ağlar, Levent göz yaşına asla tahammül edemezdi. Babasını kaybettikten bir sonraki gün canı zerre acımamış gibi jilet gibi hazırlanıp şirkete giden Levent, tartışıp bir aylık ayrılık yaşadıktan sonra ilk kez Gamze’yle göz göze geldiğinde ağlamıştı mesela. Bizim için Levent’in kötü olması gibi bir durum söz konusu olamazdı. Herkese göre öyle olabilirdi ama bizim açımızdan asla değildi.
Simay’la sonunu düşünmeden oturduğumuz saatlerden sonra artık okulun yolunu hatırlamamız gerektiğini anımsamıştık nihayet. En azından kalan iki dersi yakalamak adına Bordo’dan çıkıp birbirimizden ayrılmış ve olan o iki derste de tamamen kendimi hocaya vermiştim. Durumlar gittikçe karmaşık hale geliyordu. Ve benim ciddi şekilde artık ders programına uyum sağlamam şarttı. Aksi takdirde bu zamana kadar olmamış o şey olacak ve ben TUS tan sonra yerin dibine batan doktor adayı olarak tarihe geçecektim. Olmazdı, olmamalıydı. Bu ihtimal benim kafayı yememle eş değerdi ki aklım pek yerinde de değildi açıkçası.
Hocanın kürsüyü terk etmesiyle beraber boşalmaya başlayan amfiyle bende toparlanmış, kendimi direkt olarak kütüphaneye atmıştım. Çalışmamın kaçıncı saatiydi ufacık bir fikrim yoktu, hatta beynim artık çalışmaya devam etmek istiyor muydu ondan da emin değildim fakat benim aşkım anatomiydi. Ama eğer ki önümdeki açılı cilt cilt kitaplara soracak olsam o büyük aşkımın an itibariyle Beni bu kadar darlama Belgi! Diyerek sayfaları da alıp kaçacağından emindim. Ki kütüphanede ışığı yanan tek masa benimkiydi. Bir de pencere kenarlarında olan birkaç berjerde kitap okuyan insanlar vardı. Telefonumun yanıp usulca kararan ekranıyla beraber boynumu sağa sola oynatarak elimdeki kalemi kenara bıraktım. Gelen bildirimi okumak adına ekranı açtığımda kayıtlı olmayan numara kaşlarımın havalanmasına neden oldu.
Belgrad’da gece koşusu?
Mesaja cevap vermeden önce gözlerimin doğru görüp görmediğinden emin olmak adına profil fotoğrafını büyüttüm. Üzerindeki şile bezi beyaz gömleğin açık üç düğmesi sayesinde yeşile boğulan ormanın sık ağaçlarına rağmen esmer tenine güneş vuruyordu. Karşısında kim var ve kime tebessüm ediyor bilmiyordum ama gerçek bir gülümseme olduğuna kalıbımı basabilirdim. Sol yanağındaki gamzesi hafifçe kendini göstermiş, siyah çerçeveli gözlükleri olsa da yan dönmüş yüzü sayesinde gözlerinin kenarındaki çizgiler bile fark ediliyordu. Fazla uzun baktığımı fark edip geriye döndüğümde klavyeyi açtım. Orman yürüyüşü bana pek makul gelmiyordu, ormanlar benim için iyi değildi fakat çalıştırırken o kadar dalga geçen Noyan’ın bir de bu konuda damarıma basmasına izin veremezdim. İnadımın da bir murat olduğunu düşünmekten de kaçınmayacaktım.
Bir saat sonra Bahçeköy girişindeyim.
Yanıtı gönderip hızlıca önümdekileri topladığımda dünya üzerinde özen göstermeyi sevdiğim tek şey olan kitapları da aldığım raflara bir bir bıraktım. Normalde bunu yapan insanlar vardı ama ben koca koca raflar arasında gezmeyi seviyordum. Ki ezbere bildiğim için zor da olmuyordu. Son kitabı da rafına bırakırken gelen mesaj sesiyle ekranı aydınlattım.
Bir saat sonra Bahçeköy girişinde görüşürüz.
Ekranı tekrar kilitleyip kütüphaneden çıktığımda üzerimdeki kıyafetleri değiştirmemin şart olduğunu da biliyordum. Fakat umudum şuan Noyan’ın benden önce oraya ulaşmamasıydı. Arabanın içinde hallederdim fakat kendisi yoksa, eğer ki varsa da yapabileceğim ufacık bir şey yoktu. Öyle veya böyle değişecektim sonuçta. Arabanın bagajından spor çantamı alıp yan koltuğa fırlattıktan sonra direksiyonun başına geçtim.
Yolun bitmesine on dakika kala insanın aklına okulda kıyafet değiştirme fikri yeni gelebilir miydi? Geliyormuş. Öyle ki insan istediği kadar analitik ve sorun çözmede uzman olsun karşısında kendine bir tedirginlik yaratacak etken varken aptallaşabilirmiş. Orman fikri kütüphanede o kadar canımı sıkmasa da şuan gerilmeye başlayan vücudum yüzünden anlıyordum ki kafamın durmasına neden olmuştu. O an düşünme yetimi de, sorun çözme kabiliyetimi de kaybetmiş ve asla arama girişiminde bulunmamıştım. Artık neredeyse burnumun dibinde olan Bahçeköy girişinde aklıma dank etmesi de bir şey ifade etmemişti haliyle.
Neyse ki kimseciklerin görünmediği giriş içimi rahatlatmıştı. Kenara çektiğim arabada koltuğu arkaya kaydırıp çantadaki taytı aldığımda topuklularımdan kurtulduğum gibi giyindim. Elbise giymenin faydalarını bir kez daha seviyordum an itibariyle. Elbisenin arkasındaki fermuarı tabiri caizse güreşerek açtığımda tıklatılan pencereyle sıçradım. Geldiğini fark edemediğim araba hemen arkamda park halindeydi. Başımı kaldırıp bakmaktan korktuğum kişi ise eminim ki Noyan’dı. Üzerimde sırtı açılmış halde elbise onun altında bir tayt ve çıplak ayaklarımla zamanlamasının iyi olmadığını net şekilde anlamıştım. Pencereyi tamamen açmadan ufakça araladığımda Noyan bir adım geriye çekildi.
‘İki dakika müsaade edebilir misin?’
‘Tabi…’ onayıyla pencereyi tekrar kapattım. Camların karartılmış olmasına şükür edeceğim aklıma gelmezdi ama o gün bugünmüş sanırım. Hızlıca elbiseden kurtulup çantadaki siyah kapüşonluyu giydikten sonra spor ayakkabılarımı alıp kapıyı açtım. Aceleden fark etmesem de kapıya sırtını dönmüş bekleyen Noyan’a da bu sayede çarptığımda rezillik seviyemin herhangi bir cihazla ölçülebilir olup olmadığını merak ediyordum. Yere bıraktığım spor ayakkabıları da giydiğimde Noyan’ın gülmemek için etrafta gezdirdiği gözleriyle derin bir nefes aldım.
‘Kütüphanedeydim de.’ Derken açıklamama usulca başını salladı sadece. Tepeden tırnağa beni süzdüğünde ise derin bir nefes aldı.
‘Serin olur, malum orman, e tabi bir de ocak ayı. Ceketin var mı?’ dediğinde kapattığım kapıyı açıp spor çantasına göz attım fakat salon sporuna alışkın benim elbette ceketim olmayacaktı.
‘Üşümem sanırım. Yok yanımda.’
‘Bende belki vardır bakayım bir.’ Başımı onay verircesine sallayıp arabadan sigaramı ve telefonumu alarak kilitlediğimde Noyan elindeki siyah şişme mont ile geri dönmüştü. Alıp giydikten sonra içinde kaybolan kollarıma göz atsam da hala gülmemek adına kendini tutan Noyan’a fırsat vermemeye çalışarak ilerlemeye başladım. Etrafta köpek havlaması dışında ses olmayan, ufak tefek aydınlatmalarla yolu gösteren alana girdiğimizde koşudan çok yürüyüş yaptığımızın bilincindeydim. Gözlerim sanki çok farklı bir şey var gibi tüm ağaçlarda gezinmeye başladığında böceklerin sesinin daha net olduğu patikaya girmiştik.
‘O kadar tedirgin olma ayı çıkmaz karşımıza, öyle umuyorum en azından.’ Noyan’ın dalgavari sesiyle gülümseyip omuz silktim.
‘Çok uzun zaman oldu ormana gelmeyeli. Daha doğrusu gece gelmeyeli.’ Dediğimde tek kaşını şaşkınca kaldırsa da yüzünde memnuniyetsiz bir gülümseme oluştu.
‘Sende moda sahilcilerdensin.’
‘O ne?’
‘Moda sahilinde koşuyorsun yani.’ Başımı anında sağa sola sallarken Noyan duraksayıp dikkatle baktı, ‘Nerede koşuyorsun o zaman?’
‘Spor salonunda.’ Dedim hafifçe omuz silkerek. Ne vardı bunda ki? Niye şaşırıyordu veya ona anlamsız geliyordu.
‘Açık hava koşusu?’ derken şaşkınlıkla bakmaya başladığında tekrar başımı sağa sola salladım.
‘Spor salonunda da aynı, açık havada da. Bant bunun için icat edilmedi mi zaten, ne var şaşıracak bu kadar?’ inatlaşmaya hatta isyankarlığa doğru giden ses tonumla Noyan omuz silkip tekrar ilerlememiz adına hamlede bulundu. İçine girdiğimiz sessizlikte ilerlemeye başladığımızda çıktığımız koşu yoluyla beraber tempomuz da artmıştı.
Yıllar sonra bir keşmekeş içerisinden kaçmak gibiydi halim. Senelerce kaçtığım ağaçların arasında sanki peşimden geçmiş kovalıyordu ve ben onu tamamen görmemezlikten gelerek adımlıyordum zemini. Sanki herkesten saklanan yanım bir köşede hıçkıra hıçkıra gözyaşı döküyordu da ben bile artık dönüp ona bakmıyor gibiydim. Bir söz vardı, kor gibi yanarken buz gibi davranmak diye. Sanırım haleti ruhiyem en çok bu kasırga içinde kayboluyordu. Yanımda bir adam bana eşlik ediyordu fakat o kadar sessizdi ki sanki kendimle yüzleşmeme izin veriyordu. Yıllar sonra belki de tüm hikayenin başladığı noktada dakikalardır sessizliğini koruyan adamın tek cümlesi zihnimde şimşekler çakmasına neden oluyordu.
‘Yıkıldığın günden beri, yıkım sensindir.’ Duyduğum cümleyle önce bacaklarım benden bağımsız gibi yavaşladı, sonra yürür halim de tamamen duraksadı. Bakışlarım gecenin karasına rağmen parlayan mavilerine odaklandığında o da karşımda durmuştu. Dimdik, yıkılmaz, hatta sarsılmaz gibiydi hali. Elleri ceplerinde, başı hafifçe sağ omuzuna düşmüş, dudaklarında varla yok arasında kalmış tebessümü öylece bakıyordu bir tepki vermem için.
Peki yıkım gerçekten ben miydim?
Kabullenmeyi sevmediğim şeydi kaybetmek, yıkılmak, yılmak. Peki ben yıkım olmayı kabul edebilecek miydim? Setleri, durdurulmaları ezip geçerek baş kaldıran kişi olarak sayılabilir miydim?
‘Ben yıkım değilim ki.’ Ufak bir tebessümle omuz silktiğimde dudaklarını ıslatıp başını usulca salladı.
‘Sana ufak bir sır vereyim mi aramızda kalacaksa?’
‘İki kişinin bildiği asla sır değildir.’ Dediğimde gülümsemesi daha da büyüdü.
‘Doğru fakat ben yaşayanım, sen bilen tek kişi olacaksın.’ Derken göz kırptığında başımı onay verircesine salladım. Adımlarımız yeniden harekete geçtiğinde sallana sallana yürümekten ikimizde şikâyetçi değildik. Fakat Noyan derin bir nefes aldı. Göğüs kafesini patlatmak ister gibi, cümlelerini azat etmek istercesine.
‘Yıllardır cebelleştiğim bir şeyi bir akşam anahtarı kapıda çevirirken kabullendim. O an o şey tık diye yerine oturdu. Yıllar sürdü fakat fark ettim ki kabullenmekte uzun ama ani bir eylemdi.’ Ne demek istediğini anlamak için dürtüsel olarak gözlerim kısıldığında dudaklarımı ıslattım.
‘Yıkım olduğumu kabullenmedim mi yani?’
‘Placebo etkisini biliyor musun?’ başımı onay verircesine salladığımda o da güzel der gibi başını sallayarak karşılık verdi ve devam etti, ‘Placebo gerçek bir etkidir. İnandığın bir konuyu gerçekleştirmek için beynin tüm imkanlarını harekete geçirir. Seni ikna eder, direnç göstermeni sağlar. Mesela…’ düşünmek için gözlerini bende gezdirdiğinde gülümseyerek tek kaşımı havalandırdım.
‘Yıkıldığımı kabullenmemem gibi mi?’ dediğimde bu kez gülümseyen Noyan oldu.
‘Olabilir. Yıkılmadığına inandığın için direnç gösteriyorsun. Belki de şuan depresyonda olman gerek fakat sen bunu kabullenmediğin için hayatın akışında bir yön buluyorsun.’
‘O zaman iyi ki kabullenmiyorum.’
‘Sen değil miydin panik atağın korkulacak bir şey olmadığını söyleyen?’ dediğinde hıhı gibi mırıldanarak onay verdim, ‘Seni öldürür gibi hissettiren şeyden kaçmıyorsun fakat bir süre durup sonrasında iyileşebileceğinden korkuyorsun. Neden?’
‘Çünkü panik atak depresyon gibi günler, haftalar, aylar almıyor.’ Derken omuz silksem de anında başını olumsuzca salladı.
‘Çünkü depresyonu nasıl tedavi edeceğini bilmiyorsun. Senin sıkıntın zaman değil, sana hükmetmesine izin verdiğin ilaçlar. Panik atak ilaçla düzelir, sende olan kayıtlara alınmış tüm psikolojik hasarlar ilaçla tedavi edilebilir şeyler. Fakat depresyondan tek başına çıkmak zorundasın, ilaçta alsan, hastanede de yatsan bu böyledir. Onu kabullenirsin, acısını çekersin sonra da baş etmeyi öğrenirsin.’ Derken gözleri tekrar yüzümde gezindi ve kaşlarını havalandırdı. ‘Sen, seni, senden başka herkesin tedavi etmesine bağışlamışsın.’ Bir insanın cümleleri ne kadar can acıtabilirdi? Benim canımı genelde Zeren beyin kurduğu cümleler yakardı fakat şimdi Noyan’ın cümlesi tüm bedenime şişler batırılıyor gibi hissetmeme sebebiyet veriyordu.
‘Acımasız herifin tekisin.’ Dediğimde kaş çatıp bakışlarımı ileriye diktim. Gülüşü yürüdüğümüz patikayı esir alırken dalga geçmesi daha da bozuyordu sinirlerimi.
‘Albert Einstein ne demiş?’
‘Senin laf sokacağın bir şey demiş anladığım kadarıyla.’ Tek kaşım havalanırken hala üzerimdeki gergin hal yerini koruyordu. Noyan tekrar güldüğünde göz ucuyla baktım ona. Durumla eğlenmiyordu, benim karşı çıkışımla eğleniyordu. İnatlaşmamla, durumu kabullensem de baş kaldırmamla.
‘Her şey enerjidir ve her şey yalnızca bundan ibarettir… Sahip olmayı istediğiniz gerçekliğin frekansına uyumlandığınızda artık yapacak bir şey yoktur, o gerçeklik size ait olur… Bundan başka bir yol yoktur. Bunun adı felsefe değil, fiziktir.’ Açıklamasının ardından bakışları üzerimde olsa da omuz silktim. Bana bilmişlik taslıyordu fakat bunun tek sebebi benim fırsat vermiş olmamdı.
‘Nesin sen?’ dediğimde yüzündeki eğlenir ifade kendini kaybetmeden oracıkta duruyordu, ‘Spor koçu mu? Psikolog mu? Fizikçi mi? Enerji uzmanı mı? O takım elbise biblolarının yöneticisi mi? Bana bu kadar şey söylüyorsun anlatıyorsun da sen nereden biliyorsun tüm bunları?’ derken çemkirmeye giden halime dur deme ihtiyacı hissetsem de yapmadım. Enteresandır ki Noyan’a bir şeyler söylemek veya sormak çekineceğim değil karşılık bulabileceğim yer gibi hissediyordum.
‘Ben yıkımım.’ Başladığımız noktaya geldiğimizde verdiği yanıtla beraber arabamın başında durduk. Gözlerim gözlerine kilitlenirken kaşlarımı havalandırdım.
‘Yani yıkıldın.’ Dediğimde bakışlarını hala kaçırmamıştı. Hatta inat edercesine bakıyordu.
‘Yıkıldım.’ Derken salladı başını usulca. Kabullenişinden gurur duyar haldeydi. Yıkıldığını kabul etmek onun için bir ezilme değil yeniden doğrulmaydı sanki. Ki devam etti cümlesine, ‘Yıkıldığımı kabul ettiğim günden beri omuzlarım da, başım da dik.’ Göz kırptığında arabanın kilidini açıp derin bir nefes aldım.
‘Teşekkür ederim davet ettiğin için.’ Dediğimde ikimizin de yüzünde inattan çok ayrı bir gülümseme vardı.
‘Kırmadığın için ben teşekkür ederim.’ Dedi kapımı açtığı esnada. Koltuğuma yerleştiğimde ikimizde baş selamı vermiştik ki o da kapıyı kapatıp arkadaki aracına ilerledi. Noyan’a karşı bir şey hissetmiyordum iyi veya kötü. Onu tanımıyor, tanımadığım için nereye koyacağımı bilmiyordum. Fakat bildiğim bir gerçek vardı ki durmaksızın kaçtığım o arkadaş çevremden sonra kendi oluşturduğum yalnızlığa iyi gelmişti. Hassas bir şekilde bana yaklaşmaya çalışanlara zıtlık oluşturacak şekilde yüzüme gerçekleri çarpması canımı sıkmıyordu. Belki de yaramı kanatmak benim de hoşuma gidiyordu artık.
Çıktığım yolla beraber aracın içerisini esir alan müziğin sesini biraz daha yükselttim. Şuan odaklandığım nokta şarkılar değildi ama geçtiğim yolların sessizliğini bozmak niyetindeydim. Zaten ne zaman yola çıksam tüy hafifliğinde hissederdim kendimi. Bir ihtimal Noyan’la olan rahatlama da buna bağlanıyor olabilirdi. Çünkü yanına gideceksem yola çıkmam gerekecekti. Spor salonuna, Belgrad ormanına… Kısa veya uzun mesafe, ne olursa olsun yol beni esir alacaktı.
En baştan beri acımasız olacağını belirten adamın birkaç dakika önce damarıma basması neden sinirlendirmişti ki zaten beni? Bahsettiği acımasızlığı sadece spor yaparken kas gücümü yormak olarak algılamamalıydım zaten. Hatta o salonda mekik çekerken beni alevlendiren cümlelerinden anlamalıydım zihnimle de oynayacağını. Halbuki kolay kolay kimse oynayamazdı aklımla, antrenmanlıydım Zeren İmerler’den. Fakat Noyan profesyoneldi. Zihnen, bedenen bir oyunun içine insanı ustaca atıyor ve etini kemiğinden ayırır gibi canını yakıyordu. Bunu öyle bilinçli yapıyordu ki ağlayacak sızlanacak alan bırakmıyordu. Bildiğim tüm ezberlerin koca bir yalan olduğunu sertçe yüzüme vuruyordu.
İçine girdiğim dakika beni huzursuz eden eve ulaşmam direkt olarak odama kaçıp uyumamla eş değerdi artık. Spor çantasına tıkıştırdığım elbisem ve topuklularımla odama çıktığımda Noyan’a tekrar vermediğim şişme montu çıkardım üzerimden. Kendi eşyalarımı kaldırıp atardım çevreye ancak bunu tekrar kendisine götürmem gerekirdi o yüzden hayatımda bir ilki yapıp çıkarmak için değil takmak için kıyafet askısını aldım. Firuze hanıma bunu temizlemeye göndermesi için kısa bir mesaj attıktan sonra üzerimdeki kalan parçalardan kurtlup hızlı bir duşun ardından bedenimi yatağa bıraktım. Bakışlarım komodindeki ilaç tabağını bulduğunda doğrulup derin bir nefes aldım. İlaçla tedavi edilecek tüm hastalıklar… Eğer daha saniyeler geçmeden düşünmeye başlamasaydım o ilaçları içmeden uyuyabileceğime inanırdım fakat bu şimdiden etkisini yitirmiş bir düşünceydi. Kendi zihnimde kaybolmak değil düşünmeden uyumak istiyordum. Komodindeki ilaçları atıp suyu da tepeme diktiğimde tekrar uzandım yatağa. Daha önce olan her gecedeki gibi ne zaman daldığımı dahi fark edemeyeceğim bir uykuya esir oldum.
Gözlerimi araladığımda hala simsiyah olan odayla derin bir nefes alıp telefonuma uzandım. Saat neredeyse öğlene geliyordu. Gece çok geç gelmemiştim ama belli ki birilerinin dinlenmemin gerekli olacağını düşünmesi güneşlikleri kapatmasına yeterli gelmişti. O birileri muhtemelen babamdı. Akşam olacak davete daha duru bir yüzle katılmam adına bunu yapacağını biliyordum çünkü ben cemiyetin gözünde onun kusursuz kızı olmalıydım.
Üzerimdeki ince örtüden kurtulup yataktan çıktığımda güneşlikleri açma hamlesinde bulundum. Fakat lanet olsun ki insanın bu kadar canına okuyabilirdi güneş. Yüzüm buruşurken yumruk yaptığım elimle gözümü kaşımaya devam ederek yöneldim banyoya. İçeri girer girmez aynada gördüğüm yansımaya da sinirlenebilirdim mesela. Çünkü akşam aldığım duş ve kendi hallerinde kurusunlar diye ıslak bıraktığım saçlarım ne kadar elektriklenebilirse o kadar elektriklenmişti. Aldığım tehdit neticesinde ve içinde bulunduğum saat dilimi göz önüne alınırsa epey işim olduğunu bilerek harekete geçtim.
Bazı durumlarda insan gerçekten bir profesyonel kadar iyi iş çıkarabiliyordu. Yıllardır ağlamaktan kızarmış gözlerimin altını, arada sırada gördüğüm şiddetten sonra moraran tenimi kapatmam makyaj anlamında bana çok büyük yetenekler kazandırmıştı. Saçlarım konusunda o kadar başarım olmasa da gelinin kız kardeşi moduna girmeden halledecek kadar idare edebiliyordum kendimi. Maşaladığım bukleleri hafifletmek adına parmaklarımla aralarından geçtikten sonra son olarak rujumu da sürdüm.
Ortalama bir saatim vardı ve benim yetişmem gereken yer İstanbul trafiği göz önüne alınırsa kırk beş dakika mesafedeydi. Bakışlarım üzerimdeki elbiseyi bulduğunda derin bir nefes alarak kalktım makyaj masasının başından. Boy aynasından kontrol ettiğimde bana disko topuymuşum gibi gelse de o cemiyet salonunda benim on mislim olan kişilerin bulunacağının bilincindeydim. Elbise kötü değildi aslında fakat ben bunun içinde fazla kutu bebeği gibi duruyordum. Kendime yakıştıramamıştım böylesine simlerle dolu gri bir elbiseyi. Giydiğimden beri sırtındaki çapraz iplerdeki simler sağ olsun deli gibi kaşındırıyordu zaten. Vücudumu sarması rahatsız etmezdi ancak o simli iple işlenmiş bir elbise bu kadar tenime değmemeliydi. Tabiri caizse bir karış eteği de zaten bir yere oturamayacağımı bağırıyordu.
Kimi kandırıyordum ki elbise gayet güzeldi benim onu sevmeye daha doğrusu onu giyip gideceğim yeri sevmeye niyetim yoktu. Yoksa gri ve simli bir elbise olmasına rağmen hem cürretkar, hem naif, hem asil duruyordu. Degaje yaka olması göğüs kısmımı tamamen sarmasını engellememişti, hatta belinn darlığı sayesinde biçimli olan kalçamı daha da güzel göstermişti.
Vurulan kapımla birileri benim ne cevap vereceğimi önemsemeden içeri daldığında giyinme odama yönelen Ilgın hanımla göz göze geldim. Elindeki üç kutuyu bana uzattığında istemsizce onu süzdüm. Zümrüt yeşili saten bir elbise giymişti, derin bacak dekoltesi vardı, güzeldi, aşırı güzeldi fakat yine ayağında platform ayakkabılar vardı. Lanet platformlar 2000’li yılların başında kalmıştı artık buna ikna olmalıydı bu kadın.
‘Baban gönderdi. Çok şık tasarımlar. Aksesuar eklenmemişken bile bir prenses gibi gözüküyorsun.’ Başımı onay verircesine salladığımda samimi bir iltifat olmadığını bilmek acaba ayıp mı ettim dememe engel oluyordu. Geldiği gibi umarsızca çıkarken üç kadife kutunun en üzerindeki açtım. Silver dikey bir çizgide detaylandırılmış siyah pırlantayla bezeli yüzük benim yaşımda bir kadının kalbini çalmalıydı herhalde değil mi? Fakat bazen bazı kadınlar babalarının gönderdikleri hediye ile havalara uçamıyorlardı işte. İçimde bu durumu daha da büyütmemek adına yüzüğü takıp ince uzun diğer kutudaki bilekliği çıkardım. Zarif, yüzükle aynı ölçülerde pırlantalara sahip parça alenen ben buradayım diyordu. İnce künyeyi de sağ bileğime taktığımda kalan ki tahmin edilmesi zor olmayan kolyedeki ince işçilikte gezdirdim harelerimi. En azından bu davetin benim için iç karatıcı olduğunu biliyordu Zeren beyde aksesuarı ona göre göndermişti.
Üzerimdeki füme fakat baştan ayağa sim olan elbiseyi sıkkınca çekiştirdiğimde gözlerimi etrafta gezdirdim. Bakışlarım bir çift koyu kahve hareyle çarpıştığında Atakan yüzündeki büyüyen gülümsemesiyle bana yaklaşmaya başladı. Simay’ın zorlukla sürüklediği herhangi bir yer değildi burası, kaçamazdım, çünkü Zeren beyin gözleri üzerimdeydi fakat Simay’dan aldığım bilgilere göre geçen haftaya kadar Atakan ortalıklarda yoktu. Simay’ın anlattığı kadarıyla bazı işlere koşturması gerektiğinden katılamamıştı fakat bana kalırsa o da henüz tam anlamıyla toparlanamamıştı. Geçen hafta ise Levent özellikle aramış, onu Bordo’ya çağırmış ve bir şekilde artık dünyaya dönmesi gerektiğiyle beraber ne kadar istiyorsa harcamaya hazır olduğunu, nişan kutlamasını onun barında yapmak istediğini söylemişti. Atakan dünyaya dönmesine dair olan konuşmadan kaçsa da nişan kutlaması açılır açılmaz aşırı normal bir zamandaymış gibi büyük gülümsemesiyle meseleye el atmış ve Gamze’den talep ettiği tüm detayları dinleyerek not almıştı.
Bundan tam dört ay iki gün önce sırtını duvara yaslayıp yere çöktüğü hastane koridorunda göz göze gelmiştim onunla. Ve şimdi dört ay iki gün sonra bana gülümseyerek yaklaşıyor, elinden geldiğince iyi görünme çabasına giriyordu. Dibime kadar gelip elini beyefendi tavrıyla havalandırdığında parmaklarımı avucuna bıraktım. Karşımda Atakan’ın olduğunu, onu çok ama çok benzer bir başka bedenin takip etmeyeceğini bilsem de gözlerim anlık bir hızla geldiği kapıda dolaştı. Koca boşluk bana selam verirken sertçe yutkunup yüzüme yapıştırdığım gülümsemeyle döndüm ona tekrar.
‘Davet kendisinin ne kadar şanslı olduğundan haberdar mı acaba Belgi hanım.’ Yüzündeki gülümsemeye karşılık verme çabasına girsem de pek başarılı olamadığımın ikimiz de farkındaydık herhalde.
‘Çok centilmensiniz.’ Hafif bir tebessümle elimin üzerine dudaklarını bastırdıktan sonra tamamen çekilmeden gözleri bir bende bir de parmağımdaki yüzükte dolaştı.
‘Zeren amcanın istediği gibi şirkette mi çalışmaya başladın sen?’ sorusuna başımı sağa sola sallayarak karşılık verdiğimde usulca elimi bırakıp normal moduna evrilip kollarını bistro masaya yasladı. Yanından geçen garsonun tepsisinden kadeh alırken az önceki bakışlarım hala gözlerindeydi.
‘Taktığın o yüzük özel tasarım ve biraz Zeren amcayı tanıyorsam ya sen şirkette işe başladın ya da istediği bir herifle yemek yemeyi kabul ettin. Ki tüm seti taşıdığına göre evlenmiş bile olabilirsin.’ Yorumuna gülmek istesem de babamın ortalama nasıl bir ruh hastası olduğuna vakıf Atakan’ı garipsemezdim.
‘İkisi de değil ama muhtemelen benzer bir planı vardır.’ Omuz silkerek yanıt verdiğimde Atakan bakışlarını çevrede gezdirmeye başladı. Hislerini o kadar ustalıkla saklıyordu ki Arıkan’ın ikizi olmasına rağmen kardeşini kaybetmemiş, hatta buna sebep olan kadınla aynı masada değilmiş gibiydi. Onun yerinde olsam bana defalarca nefret kusar paramparça ederdim ancak Atakan’ın sonu hastanede biten gecede bile bana karşı tepkisi olmamış sadece bir duvar dibinde hıçkırıklarına boğulmuştu. O içten ettiği isyanı sanırım ömrümün sonuna kadar unutamayacaktım.
‘Yemin ediyorum kasıntılıktan patlayacaklar.’ Etraftaki insanları işaret ettiğinde üzerindeki takım elbisenin yakalarını düzeltti.
‘Sen de, ben de onlarla aynı görünüyoruz.’ Gerçekleri yüzüne çarpmamla tek kaşını kaldırarak göz devirip elindeki kadehten bir yudum aldı.
‘Görünüşümüz öyle ama kafa yapımız öyle değil. Onların kafasının içi de kasıntı. Bak şunlara-‘ çenesiyle gösterdiği noktaya döndüğümde sarışın, topuzu kafasından daha büyük kadını buldu harelerim, ‘Demir’ler, kadının kafasındaki kendi saçı bile değil bence, ya Aysun hanıma ne diyorsun?’ gözlerini kısıp bana baktığında görmediğimi belirtmek istercesine omuz silktim. Bu kez kendi önüne denk gelen tarafı çenesiyle işaret etti Atakan.
‘Boynundaki kolye iki milyon dolar, kocası tartıştılar diye almış. Düşünsene kocanla tartışıyorsun ve sarılarak barışmak, konuşmak, problemi çözmek yerine sanki sen malmışsın gibi ödeme yapıyor. Kavganın kapanma bedeli iki milyon dolar, çok çirkin.’ Biraz daha zorlasa kusacak hale gelirdi Atakan eminim ki. Açıklarken zapt etmeye çalıştığı mimiklerinden dahi anlaşılıyordu bu.
‘Hakaret gibi…’ mırıldandığımda Atakan başını salladı onaylarcasına. İkimiz de bomboş halde etrafa bakmaya devam ederken bir anda masadaki kollarını çekip duruşunu düzeltti. Odaklandığı noktada her ne var ise Atakan’ın enteresandır serseriliğinden sıyrılmasına neden oluyordu. Bakışlarım onunla aynı yöne dönerken hafif dalgalı kızıl saçlarıyla, tertemiz gülümsemesiyle bir kadın çarptı gözüme. Koluna girdiği adam babası yaşındaydı ve ben babası olmasını ummaktan başka bir şey yapmıyordum. En nihayetinde benim de babam kızının yaşına yakın biriyle evlenmişti fakat bu kızıl afet böyle bir adama eş olmamalıydı. Adam çirkin olduğu için falan değil, yaşına göre oldukça karizmatik dursa da kızıl bir şeytan halinde duran, ki sevimli bir şeytan, onun harap olmasını istemezdim. Saçlarını gösterecek siyah uzun bir elbise giymişti, beyaz tenli ve buradan dahi fark edilebilecek yeşil gözlere sahipti. Atakan’ın dibinin düştüğü kadar vardı.
‘Su gibi.’ Hülyalı hülyalı bakan Atakan’a göz attığımda gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Atakan serseri görünürdü fakat öyle çok kadın peşinde koşan bir adam olmamıştı. Aksine zıpırlığı sadece hareketlerindeydi, kalbi ise görünüşüne oranla çok daha ağır başlıydı, ‘Son iki davette de vardı, kim olduğunu bulamadım. Yanındaki herifin neyi onu da bilmiyorum. Fakat umarım kocası mocası çıkmaz.’ Bana doğru eğilip konuştuğunda gerçekten de Atakan’ın söylediğini tasdikleyeceğim su gibi güzellik bakışlarını bize çevirmişti. Başta kafası karışsa da hızlıca duruşunu düzeltip koluna girdiği adamla ilerlemeye devam ettiğinde derin bir nefes aldım.
‘Belki ben bulabilirim kim olduğunu?’
‘Hiç uğraşma, şimdi kocası falan çıkar karalar bağlarım. Bilmemek en iyisi.’ Derken burnunu kırıştırdığında kadehindeki son yudumu da içip tamamen bana odaklandı, ‘Ben birazdan bara kaçacağım, seni de götüreyim geceler bir maşallah çeksin, ne dersin?’ sorusuyla derin bir nefes alarak birkaç masa ilerimizdeki babama diktim gözümü. Burada böylece oturup insanların tahlilini yapmaktansa kafamı kazan haline getirecek Atakan’ın barına gitmek ne kadar mantıklıydı acaba… Veya o sırada Arıkan’ın muhabbetinin açılabilecek olma olasılığı, Atakan’ın hiçbir şey olmamış gibi tavır takınması beni ne kadar rahatsız ederdi?
‘Zeren beylerden veto yerim sanırım.’
‘Ben konuşurum Zeren amcayla, bir şey demez. Hem bar bugün kapalı, özel müşterim var. Bekarlığa veda yapacaklardı, sarhoş halleriyle dehşet eğlenirsin izlerken. Ha yok ben burada kalıp bayılana kadar kontrbas dinleyerek klasik müzik kusacağım dersen bilemem…’ bakışlarım umutsuzca sahneye döndüğünde başımı onaylarcasına salladım Atakan’a. Geçmişten kalabalık bir gurupla karşılaşmayacak, fakat burada da kalmayacaktım. Her şekilde artıydı benim için. O yanımdan uzaklaştığı sırada gülümseyerek bana gelen felaketi değerlendirme taraftarıydım. Normalde katlanmak istemezdim ama Atakan öğrenmek istemese de ben o kızıl sevimli şeytanın kim olduğunu merak ediyordum.
‘Belgi…’ samimiyetsiz ancak neşeli ses, bunu idare edebilirdim, yıllardır ediyordum, şimdi de ederdim.
‘Sara!’ en az onun kadar samimiyetsiz neşemle gülümseyerek karşılık verdiğimde nasıl gidiyor soruları peşimizden takip etmişti. Ne yaptığı detayı ile ben ilgilenmezken Sara da sadece lafın gelişi soruyordu zaten. Sonunda istediği konuya gelmesi kadehimi parmaklarımın arasına almamla kendini göstermişti.
‘Nişanlanıyor musun?!’ büyümüş gözleriyle beraber elimi tuttuğunda daha doğrusu tutmaya çalıştığında kadehi diğer elime alıp kaşlarımı havalandırdım.
‘Hayır… Neden?’
‘Bu tasarım bir parça, sakın bilmediğini söyleme bana.’
‘Az önce Atakan’dan öğrendim, öyleymiş…’ babam ne haltlar karıştırıyordu acaba? Tasarım olmasını dillendiren Sara ve büyüyen gözlerine bakacak olursak epey kıymetliydi. Fakat benim anlamadığım nokta okul kaydımı sildirirsem ancak bu kadar dikkat çekici bir parça alacak Zeren beyin yapmaya çalıştığı şeydi. Gözlerim babamın olduğu noktaya dönerken kenara çektiği Atakan’la mücadelesine ve arada bir gözlerinin iliştiği masaya çevirdim harelerimi.
Çağdaş Kalyoncu… Gözleri gözlerimle çakışırken hafifçe havalandırdığı kadehle verdiği selama gülümsedim.
‘Çağdaş beyin tasarımı bu. Kendisi hediye etmiş anlaşılan. Çok güzel bir jest. Nişanlanmadın ama yakında olur.’ Sara’nın o samimiyetsiz kahkahasıyla tuttuğu elimi çekip kadehimi tekrar parmaklarım arasına aldım.
‘Babamın hediyesi, Çağdaş beyin tasarımı olduğunu dahi senden öğreniyorum.’ Dediğimde Sara kuşkuyla bakmaya başlasa da telefonumun titreşimini hissettim. Ondan önce benim de Sara’dan almam gereken bilgiler vardı.
‘Sara’cım… Sen cemiyet gecelerinin sevilen insanlarındansın. Merak ettim de şu az önce yanındaki güzel kadın, kim o?’
‘Ahu. İlk kez mi gördün onu?’ başımı onay verircesine salladığımda dedikodu batağından faydalanmak için hafifçe yaklaştım Sara’ya. Bu taktik hep tutardı.
‘Umarım yanındaki babasıdır, kocası dersen şurada gülme krizine girerim.’ Dememle Sara’nın kahkahası bir oldu. Dudaklarının üzerini örtse de asla çekindiğini zannetmiyordum, aksine şuan onunla dedikodu yapmamdan zevk alıyordu.
‘Babası tatlım. Kubilay bey. Eşini seneler önce kaybetti trajik şekilde. Ahu Şanze’yi de bu kadar sık cemiyet davetlerine getirmezdi, basından sır gibi saklanmış birisi fakat önceden karşılaşmamanıza şaşırdım. Sevimli bir kızdır. Gerçi abilerini davette görmeyi daha çok isterdim. Yunan mitolojisi yanlarında halt yemiş.’ Sara koyu kestane saçıyla oynamaya başladığında ben aldığım bilgiye şükür çekmekle yetinmiştim. Daha fazlası bana da zarardı, Sara’nın benden de dedikodu bekleme ihtimaline de.
Atakan’ın babamla mücadelesini uzaktan uzağa izlerken fazla muhabbeti sulandırmadığım Sara yanımdan uzaklaşmıştı. Tabi Atakan’ın iradeli savaşına kahkaha atmaktan da son anda yırtmıştım. Küçük çocuk gibi ellerini çenesinin altında birleştirip ne olur demeye çalıştığında ise tabi ki babam forsunu korumak adına kabul etme mecburiyetinde kalmıştı. Bu aslında Atakan’ın babama karşı her seferinde son hamlesi olurdu. Etraftakiler çocukça olan tavırlarını görmesin diye başından göndermek adına hemen onay verip uzaklaştırırdı. Geldiğimiz gece kulübünün önüyle arabadan indiğimizde, Atakan aracı güvenliğe teslim edip elini belime yerleştirdi.
‘Biraz Levent’gillerden içerdekiler ama sıkıntı olacak bir durum yok, o yüzden tedirgin olma.’
‘Niye tedirgin olayım Atakan, çocuk muyum ben. Bana ne, istedikleri dünyada yaşasınlar.’ Uzun koridordan ilerlemeye başladığımızda aklıma ilk gelen şey bu bara en son o lanet gecede gelmiş olmamdı. Bu barda onların doğum gününü kutlamış ve on gün sonra aileleriyle çıkacakları seyahat için bizi ektikleri, bunun için doğum günlerinde kilometre uzakta olacakları konusunda epey takılmıştık. Atakan ve Arıkan’ın doğum gününde yaptığımız planlar, deli gibi attığımız kahkahalar, havada çarpıştırdığımız kadehler, deli gibi dans etmemiz…
Simsiyah bir halının serili olduğu, siyah duvar kağıdının üzerinde şaheser edasıyla duran Sergio’nun elinden çıkmış, bakır renk çerçevelerle korunan çizimler, her çizimin derin anlamı… Yaklaştığımız üç basamağı inmeden önce gözlerim daha önce orada olmadığından emin olduğum tabloyu buldu. Adımlarım olağan hızından daha yavaş hale gelirken Atakan odaklandığım noktayı fark etmiş olacak ki bana ayak uydurarak incelememe izin verdi.
Barın geniş salonuna inmeden önce olan geniş kapının hemen üzerinde, sadece alttan bordoya yakın bir kırmızıyla kendini gösteren tablo tamamen siyahla boyalıydı. Alt zemini bu kadar karanlık olsa da iki oturma yeri olan salıncağın birisi bomboş ve sallanırcasına açılandırılmış, diğerine ise ufak bir çocuk yerleştirilmişti. Bir başkası olsa anlamını çözemezdi fakat arkası dönük, tek başına oturan ve salıncağı sallanmayan çocuk Atakan’dı. Yanından biraz önce ayrılmış gibi duran Arıkan onun salıncağının da sallanmasını durdurmuştu. Bu tabloyu Sergio çizmişti, onun elinden çıkmış, onun ruhunu taşımıştı ama başka biri yapacak olsa Arıkan ve Atakan’ı bu kadar içsel anlatamazdı. Alt dudağımı ısırıp derin bir nefes alarak artık önüne geldiğimiz üç basamağı inip bara doğru yönlendik. Atakan üzerindeki takım elbisenin ceketini ve kravatını çıkarıp barmene vererek diğer tarafa ulaştığında bende uzun bacaklı tabureye çıktım.
‘Aklını başından alacak bir tarif hazırlayacağım.’ Barın tezgahına ellerini yaslayıp yaklaştığında gülümseyip başımı salladım. Ellerim otomatik olarak saçımı sabitlemek adına kullandığım tel tokalara giderken hepsini bir bir çıkarmaya başladım. Resmen beynim zonklamıştı, her toka çıkarken rahatlamayı öyle hissediyordum ki ben bile inanamamıştım. Hepsi bitince saçlarımın dibine parmak uçlarımla masaj yaptım. Atakan önüme bıraktığı bardağı işaret parmağıyla hafifçe itip göz kırptı. Ben ise barın hazırlık tezgahındaki kalemi işaret ederek uzatmasını bekledim. Anında alıp bana teslim ederken tokayla saçlarımı kabul edilebilir bir topuz yaptığımda gülümseyerek gözümün önüne gelen saçımı kulağımın arkasına çekti.
‘Gece boyunca manyak güzel tatlara hazır ol. Sen gelmeyince yeni reçeteleri kimseye denetemiyorum. Hiçbirinin damak zevki yok.’ Gözlerini devirdiğinde kahkaha atarak önümdeki bardaktan bir yudum aldım. Net şekilde domates tadı gelse de ufacık bir ferahlık dağılıyordu damağıma. Atakan damak zevkleri olmadığını iddia etse bile onların farklı şeyleri sevmedikleri için tavır takındıklarını biliyordum. Aslında hepsinin farklı karakterleri vardı ve haliyle belirli bir favorileri.
‘Bir tık acı ekle bence?’ sorarcasına bana meraklı gözlerle bakan yüzünü süzdüğümde elindeki karıştırıcıya bir şeyler ekleyip çalkaladıktan sonra kapağı açarak yarım olan kadehime doldurdu. Karıştırıcı çubuğu içinde gezdirdiğinde tekrar çekerek bir kez daha baktı gözlerime. Bir yudum daha aldığımda gülümsemem daha da büyüdü.
‘Şimdi efsane bir tat, menüde olmalı.’
‘Bunu özel menüye ekleyeceğim. Buraya tekrar gelmiş olmanın şerefine.’ Gülümsemesi yüzünden usulca silinirken derin bir nefes aldı, ‘Neler yapıyorsun Belgi?’ kendine de bir kadeh viski doldurup yine kollarını tezgaha yasladığında bende derince soluklandım.
‘Ben hep bildiğin gibi devam ediyorum. Farklı bir durum yok. Nadiren okul, ev ve spor.’
‘Hastane peki? Gitmiyor musun, başlamadın mı?’ sorusuyla iç çekerek gülümsemeye çabaladım.
‘Psikolog bir süre daha kendime zaman tanımamı söyledi.’ Diyerek omuz silktiğimde başını onay verircesine salladı. Kısmi olarak bunu psikoloğum söylemiş olabilirdi fakat asıl karar veren bendim. Hastane ortamı için hazır mıyım emin olamıyordum. Bir yere başvuru yapmak, insanlara yardımcı olabilmek için yeteri derecede zaman geçmiş gibi değildi.
‘Buraya gelmeni özledim, barı daha açmadan damlardınız. Size saçma sapan da olsa onlarca reçete denetirdim…’ sertçe yutkunduğunda o ekte olan bizin aslında ikizi Arıkan ve ben olduğumun farkındaydım. Belki de bu yüzden uzaklaşmış olmam Atakan’ı epey gücendirmişti.
‘Burayı devir aldığım zaman bile ilk seni getirmiştim. Hatırlıyor musun, Arıkan senin ikizin benim diye kıyameti koparmıştı.’ Kahkaha attığında bende güldüm. O gün koca kulüp denize açılan terasın ışığı sayesinde gündüz vakti aydınlıktayken gelmiştik. Atakan’ın heyecanını kırmak asla istememiştim. Tüm yol boyunca neler yapacağını, menüden çıkaracaklarını, ekleyeceklerini, yeni fikirlerini, dekorasyonu anlatıp durmuştu. Uzun zamandır ikna etmeye çalıştıkları babaları iki kardeşin isyankar haline mecburen boyun bükmek zorunda kalmıştı. Gerçi isyanları sadece Atakan’ın işine yaramıştı çünkü Arıkan için pek mühim değildi bir gece kulübünün olması. Sadece kardeşi delicesine istiyor diye o da destek çıkmıştı. Bara girdikten sonra yarım saat boyunca dekorasyonu anlatırken de Arıkan bize katılıp isyan çıkarmıştı. Onun da beni kardeşi olarak gördüğüne fakat artık istemese bile Arıkan’ın kendisinin öz kardeşi olduğunu kabul etmesi mecburiyetinin üzerine bastırarak bahsetmişti. Elbette bunu espriyle yapmıştı, zaten onların kardeşlikleri bizim arkadaşlığımızla boy ölçüşemezdi.
‘Ati, buz alabilir miyim?’ yanımdaki Oktay’ın sesiyle Atakan başını sallayıp arka tarafa ilerlediğinde gülümsemem büyüdü.
‘Naber Oktay?’
‘İyidir Belgi, senden naber?’ yüzündeki şaşırmış ifadenin farkındaydım. Gelmeyeli aylar olunca insan uzaylı gibi bakardı elbet. Oktay’da anın şokuyla öyle bakıyordu.
‘Benden de iyidir. Özel konuklarınız varmış…’ başı hafifçe arkaya döndüğünde derin bir nefes aldı.
‘Valla var var olmasına da ortadaki muhabbetleri şok edici biraz. Ati nereden buldu bunları bilmiyorum.’ Sıkıntıyla, bir nebze de iğrenir gibi konuşsa da arkada kalan kalabalık ekipten çekindiği belliydi Oktay’ın. Halbuki oldukça gevşek ve umursamaz bir adamdı ancak çivi çiviye bazen ders verebiliyordu sanırım.
‘Neden?’ kaşlarımı çatıp arkamda kalan ve geldiğimden beri bakmadığım locaya göz attığımda çatık kaşlarım da usulca düzeldi.
‘Sarhoş olmuyorlar, şaka gibi ama sekizden beri içiyorlar ve henüz yamulan yok.’ Hala baktığım noktada gür kahkahalar birbirine karıştığında göz göze geldiğim iki kişiyle tebessüm ederek önüme döndüm. Atakan elindeki buz kovasını maşayla Oktay’a verdiğinde gözleri de az önce baktığım masaya döndü.
‘Var mı bir eksik Oktay?’
‘Tekele git bence Ati, çünkü barın bu potansiyeli kaldırabileceğine inancımı yitiriyorum. Ya da daha iyi bir fikrim var toptancıyı ara ve kamyonu arkaya kapıları açık halde park etmesini iste.’ Oktay göz devirerek yanımızdan uzaklaşırken benim gözlerim Atakan’a döndü.
‘Niye adamları öldürecek gibi bakıyorsun Ati’cim?’ sorumla beraber çatık kaşları düzelmemiş, hatta daha çok çatılmıştı. Odaklandığı noktaya bakmaya devam ederken sıkıntılıca bir nefes aldığında başımı geriye çevirecekken tezgaha yaslı kolumu tuttu Atakan.
‘Bakma sen, üçü gözünü senin üzerine dikmiş gibi duruyor, ona bakıyorum. Hadlerini bilsinler, müşterilerse yerlerini hesaba katsınlar.’ Bir anda sertleşen ses tonuna rağmen bahsettiği üçüncü kişinin kim olduğuna ben de anlam verememiştim fakat yıllardır tanıdığım Ati’nin barın o tarafından locaya atlamaması için bir hamlede bulunmam gerektiğinin farkındaydım.
‘Tanıştığım için olabilir mi?’ kaşlarımı havalandırıp bakmaya devam ettiği sırada Atakan allak bullak olan yüzünü sonunda bana döndü.
‘Ne?’
‘Tanıyorum, ikisini. Yan yana oturan gözlerini buraya dikenleri yani.’
‘Ne işin olur senin bu tiplerle?’ Atakan şaşırma evresini geçmiş olacak ki kaşlarını tekrar çattığında önümdeki kadehi tepeme dikip ona doğru sürükledim.
‘Birisi spor salonumun sahibi, diğeri aynı salonda eğitmen.’
‘Ne?’
‘Tüm gece ne diye sorup cümlelerimi tekrar etmemi mi sağlayacaksın Ati?’ sinirle mırıldandığımda Atakan boş kadehi tezgah altına itip yeniden shakerı eline aldı. Aklından ne geçiyorsa bakışlarını bir an bana çevirmediğinde sıkıntıyla verdiği nefesin ardından yeni bir kokteyl sundu önüme. Kusana kadar içirecekti muhtemelen.
‘Sana bir şey diyeceğim ama sen yine kafanın dikine gideceksin muhtemelen?’ herhangi bir biliyorum cümlesinden çok sorgulayıcıydı hali. Yıllardır da üzerinde var olan bir durumdu bu Atakan’ın. Nabız yoklamayı severdi, benim de kabul etmeyeceğimden emin olurdu, ancak vazgeçmezdi söylemekten. Çantamdan sigaramı çıkarıp bir dal ateşleyerek başımı onaylarca salladığımda önüme bir de kül tablası ve çerez tabağı itti.
‘Spor salonundan ayrıl, başka yere git.’ Dediğinde tek kaşımı havalandırdım anında.
‘Niye?’
‘Sağlam değil bu herifler. Tahminimce sahibi dediğin o herif bulanık. Nasıl diyeyim… Levent işte, anlarsın.’ Umut edercesine bakmaya başladığında anında omuz silktim.
‘Bana ne?’ dediğim esnada imkanı varmış gibi gözlerini daha da belertme çabasına girmişti ama umurumda değildi. Atakan’ı tanırdım, severdim, o benim çocukluğumun bir parçasıydı fakat söz konusu Gizay ve Noyan ise, ki daha çok Gizay ise konu hakkında önerileri ciddiye alamazdım. Noyan’ı tanımıyor olabilirdim ama Gizay’ı tanıyordum. Çoğu insanın tanımadığı kadar iyi tanıyordum üstelik. Ve nasıl ki Levent’in iç dünyasından haberdarsam istedikleri kadar bulanık olsun Gizay’ın da ruhundan haberdardım.
‘Ne demek sana ne? Pis işleri var kızım, eğitmen de aynı şekilde. Muhtemelen antin kuntin işlerinin üzerini o salonla kapatıyorlar.’
‘İyi de ucu bana dokunmuyor, ben hizmet alıyorum, ne isterlerse yapsınlar, beni neden alakadar edecek?’
‘Spor salonunun taranması mı lazım Belgi sana ucunun dokunması için.’ Dibime kadar girip sinirli gözleriyle bakmaya başladığında başımı sağa sola sallayıp kadehimden bir yudum aldım. Bende Atakan gibi öne doğru eğildiğimde gülümsemem büyüdü.
‘Bu da iyi ama ben çok tatlı sevmiyorum, o yüzden tercihim değil.’ Önümdeki kadehi anında bir önceki gibi tezgah altında aldığında sıkıntıyla dudağını ısırdı.
‘Malzeme alıp geleceğim, kaybolma.’
‘Mutfağa geçince koşarak kaçacağım zaten Atakan, ben de bunun planını yapıyorum.’ Göz devirip ilerlemesini izlediğimde derince soluklandım. Hangi konuda sıkıntıya girdiğini bilmemem salaklık olurdu fakat bu kadar kasmak Atakan’a göre bir davranış değildi. Olduğumuz alan zaten çay bahçesi değil bir kulüptü. Belki de içeride yüzlerce kişi varken de aynı kişiler oluyordu fakat durumu göz önüne almıyorduk. Bu ihtimalleri bilerek bar açmış bir adama göre aşırı gerilmişti. Mutfaktan geri döndüğünde tekrar çabasına devam etmişti ki hala arkamda olan bakışlarıyla kaşları çatılmaya başladı.
‘Belgi.’ Başımı yanımdan gelen sesle çevirdiğimde Gizay gülümseyerek bakarken parmaklarını da elbisem yüzünden açık kalan sırtımda hissettim. O olabildiğince arkadaş canlısı davransa da, Atakan düşman kuvvet görmüşçesine elindeki küreği buza sapladığında çıkan haşırtı bakışlarımızın ona dönmesini sağladı.
‘Gizay… Bekarlığa veda varmış, inşallah seni alan biri yoktur da başı yanmıyordur kadının…’
‘Beni alan kadının başı yanmaz Belgi, göğe erer.’ Gülerek karşılık verdiğinde o da yanımdaki boş tabureye yarım şekilde oturup ayağının birini benim tabureme yaslayarak gözlerini Atakan’ın ateş eden bakışlarına çevirdi.
‘Atakan bey, viski alabilir miyim? Sek.’ Sırtımdaki parmaklarının çekilmesiyle bir anda bacağımda hissettiğimde kaşlarım çatılsa da hafif gülümsemesiyle baktı.
‘Fazla manzara sunuyorsun.’ Fısıltısıyla parmakları bacağımdan koptuğunda anlamıştım ne yaptığını. Barın sürekli kalabalık olmasına ve bu tür fazla kısa ayrıca dar eteklere alışık olmadığım için haliyle yukarı çekilmişti ve ben arka tarafta yaklaşık 15-20 kişilik bir erkek topluluğunun önünde barın diğer tarafına uzanmak için hamlede bulunmuştum. Halbuki birkaç saniye daha açıklamasa Gizay’ın ağzının üzerine arkadaşız biz diye çarpmayı düşünmüştüm.
‘Tabi Gizay bey.’ Atakan aramızdaki bakışmanın ne olduğunu anlamayarak mırıldandığında aslında cümlesinin onlarca küfre tekabül ettiğinin muhtemelen ben kadar Gizay’da farkındaydı. Fakat boşuna bir gerginlik içerisindeydi. Tüm ömrüm boyunca tanımamıştım Gizay’ı ama uzun süredir tanıyordum sonuçta. Önümüzde itilen viskiyle gülümseyip başını teşekkür edercesine salladı.
‘Tanışıyorsunuz herhalde?’
‘Çok yakinen, abi kardeş gibiyiz.’ Atakan araya girdiğinde kendine abi yakıştırması kaşlarımı havalandırmamı sağladı. Bu abilik jargonunu ancak Levent yapardı, Atakan’ın bu zamana kadar bir kez böyle bir hitapta bulunduğunu duymayınca insan şaşırıyordu ki benden bir yaş büyük olması gerçeği onu abim de yapmazdı zaten. Şaşkınlıktan dalıp gittiğim yerden sonunda kurtulduğumda birbirlerine diklenen halleriyle derin bir nefes aldım.
‘Ben de çok yakinen arkadaşıyım ama hiç karşılaşmadık Atakan bey?’ Gizay eğer ki şu ortamda sadece damarına basmak için yapmıyorsa ben de ufacık tanımıyordum bu adamı. Gerçi dalga geçen bir hali yoktu fakat öldürebilir gibi bakıyordu.
‘Gizay.’ Daha fazla gerginliğe gelemeyeceğim için bir anda konuştuğumdan olsa gerek bu kez iki sinirli bakış beni buldu, ‘Arkadaşınız mı evleniyor, hem evleniyorsa neden burada kutluyorsunuz?’ insanın hayatında saçma sapan sorular için hakkı olmalıydı. Hatta mümkünse belirli bir kota konulmalıydı çünkü eğlenmek için gelinen bir mekanda neden kutlama yapıldığını sormak ancak bir aptala göre hareketti. Ve ben adımı altın harflerle en üst sıraya an itibariyle yazdırmıştım.
‘Eğlenmek için aş evine mi gitseydik Belgi? O nasıl bir soru.’ Allahtan bu tür cahil sorular ortamın kasvetini dağıtmıştı da en azından aptallığa razı gelebiliyordum.
‘Neyse. Şey yapma sen, boş bir soruydu.’ Elimi havada sallarken gülümsemeye çabaladığımda birbirlerine tekrar bakışlarının dönmesiyle derin bir nefes aldım.
‘Ati, kardeşim. Bana hazırladığından bir tane daha versene.’ Diğer yanımdaki sesle bakışlarım bu sefer oraya kaydığında derin bir nefes aldım. Kurtarıcı belliydi ve hemen sağ tarafımda duruyordu, üstelik ürkütücüydü.
‘Vereyim Denker abi, iyi miydi ayarı?’ diyen Atakan’la beraber ben hala ürküten kurtarıcıya bakmaya devam ediyordum.
‘İyiydi koçum.’ Adamın bakışları Atakan’da olsa da göz ucuyla bize baktığını fark edip rahatsızca kıpırdandım yerimde. Ortalama Gizay ile aynı boydaydı, kalıplı bir bedeni vardı fakat garip gelse de daha önce tanışmışlık hissiyatı tüm ruhumu esir alıyordu ama emindim, daha önce Denker isminde biriyle tanışmadığıma emindim en azından. Duruşunu görünce dahi insanın çekinesi, hizaya giresi, hatta saygı duyası geliyordu.
‘Denker abi, sana bahsettiğim abim gibi olan birisi vardı ya o, ayrıca Noyan’ın abisi.’ Yanımdan gelen Gizay’ın sesiyle adamın bakışları tamamen bize döndüğünde zorlukla gülümsemeye çabaladım. Çok mu soğuk bakıyordu yoksa bana mı öyle geliyordu? Yok yok, kesinlikle buz gibi bakıyordu. Bana da öyle geliyor olabilirdi ancak Gizay’ın anlattığı o babacan, sempatik adam bu olamazdı.
‘Abi, Belgi, kendini öldürmek için üstün çaba sarf eden arkadaş var ya hani salonda, o.’ Gizay’ın iğneleyici konuşmasına bile takılacak seviyede değildim şuan. Sadece ve sadece Denker beyin buz gibi bakan ama Noyan’la birebir aynı hareleriyle iletişim içindeydim. Az önce tanıdık gelmesinin sebebi de buydu belli ki. Göz rengi Noyan’la bire bir aynıydı fakat bakışları Noyan’a oranla epey çekinmemi sağlayacak soğukluktaydı. Korkutucu ve ürkmemi sağlayacak kadar üstelik.
‘O deli kız sensin ha. Memnun oldum.’ Az önceki donuk bakışlar bir anda yumuşadığında uzatılan ele ve yeniden gözlerine baktım. O nasıl hızlı bir ruh hali değişimi yiğidim? Parmaklarımdaki sigarayı bırakamadan elini sıktığımda Atakan’ın uzattığı kadehe çevirdim gözlerimi.
‘Ben bunu niye görmedim hiç?’ sanırım durumu def etmek için Atakan’a salça olmak en iyi tercihti. Parmağımla Denker abinin önüne itilen kokteyli işaret ettiğimde Ati tek kaşını kaldırdı anında.
‘O fazlaca ağır olduğu için.’ Dediğinde kaşlarım derinlemesine çatıldı. Şuan o içkiyi denemek değil Denker beyin profesyonel bir oyuncu nasıl olduğunu algılamayı tercih eden beynime küfürler yağdırmak istesem de inatçılığım sayesinde frekansı silebilirdim.
‘Ben burada bir saatte on beş reçete denedim Ati, bana da mı ağır?’ sesimin kızgın çıkmasını bile engelleyemiyordum, halbuki Atakan’a takılıp iki yanımdaki adamdan hissettiğim baskıdan kurtulmaktı tek amacım ama dengemi koruyamamıştım.
‘Valla Belgi’cim, Zeren beyin tercihi olan şu muhteşem derecede uyuz elbiseyle haydi eller havaya diyerek boş barımı inletmen taraftarı değilim. O yüzden bak sen bunu dene.’ Önüme uzatılan yeni kokteyle baktığımda gözlerimi kısıp süzdüm Atakan’ı. Kaç kez sarhoş görmüştü beni diye sorgulamayacaktım çünkü çok kez görmüştü. Fakat zaten denettiği üçüncü veya dördüncü reçetesi alkol almamı sağlarken onu da merak ediyordum. Üstelik o kadehin menüde olduğunu da hiç zannetmiyordum.
‘Ne var içinde?’ gözlerimi kısarak en azından ruhumu esir alan merakı gidermeye çabaladığımda başını anında sağa sola salladı.
‘Reçete vermem, sen bile olsan.’
‘Meraktan çatlarım ama! Ya reçeteyi söyle ya bana da hazırla.’ Ellerimi bar tezgahına yaslayıp boyun bükerek taburenin kenarına topuklarımı basıp ayağa kalktığımda yine Gizay’ın elini sırtımda hissettim.
‘Otur oturduğun yere cadaloz. Zeren ne ayak lan ayrıca. Bu elbiseyi nasıl bir manyak seçer?’ sitemkar sesiyle ne yaptığımı fark ederek bir anda oturduğumda gülümsememi büyüterek döndüm Gizay’a.
‘Bizim pek değerli Zeren beyler, sen ismini ilk defa duyuyorsun gerçi. Hani birkaç ay önce anlattığımda sinirlenip dövmüştün ya beni.’ Ona doğru eğilip fısıldadığımda Allah’tan Atakan ortadan kaybolmuştu. Çünkü bu meseleler Atakan’ın bildiği şeyler değildi, o sadece beni bir kutu bebeği olarak yetiştiren iyi huylu aynı zamanda da camia için kararlı Zeren beyi tanırdı, Gizay ise kötü huylu bir tümör olan haline kadar bilirdi.
‘Gizay?!’ diğer yanımdaki adamın varlığını unutmama ramak kala şaşkın kükremesi kulağıma iliştiğinde irkilerek ona dönsem de o her an Gizay’ı dövmeye hazırlanır gibiydi. Bu Gizay’ın benden çektiğini de kimse kimseden çekemezdi herhalde. Önce asıl patronu Noyan’la tanışmış ve şikayet etmiştim, şimdi de kadın döven bir ruh hastası gibi lanse olmasını sağlamıştım. Umarım bu işin sonunda benim yüzümden dayak yiyerek hastanelik olmazdı çünkü Denker bey boyu posu ve cüssesiyle Gizay’ı çiğ çiğ yerdi. Tamam Gizay’ın eli de armut toplamazdı ancak şahsen ben Denker bey gibi büyük boyun karşısında dursam saygıdan elimi kaldıramazdım.
‘Öyle değil abi, spor yaparken, ya geçen Noyan’la kavga ettiğimiz mevzu.’ ellerini havalandırmış halde korkuyla konuşmaya başladığında bakışlarım Gizay’a dönemiyordu. Çünkü Denker abinin gözlerinde öyle bir sinir vardı ki, o kadar dehşet vericiydi ki bakışlarımı korkudan kaçırmama imkan tanımıyordu.
‘Emin misin?’ derken sıktığı dişlerini çene çizgisindeki gerilmeden anlayabiliyordum. O emin misin soru cümlesi değil tehdit cümlesiydi ve ben yürüttüğüm bu fikre kalıbımı dahi basardım.
‘Eminim tabi, tutup Belgi’yi mi döveceğim, saçmalama.’ Ben ortamda yokmuşum gibi tavır takınmalarıyla gözlerim tekrar aramıza gelen Atakan’a döndüğünde aklıma takılan şeyle çattım kaşlarımı.
‘Siz Noyan’la benim hakkımda kavga mı ettiniz?’ odağım artık tamamen Gizay iken gözlerim kısılsa da bu mesele benden başka birinin de çok daha fazla ilgisini çekmişti.
‘Ne oluyor lan burada? Noyan’la Belgi ne alaka?’ Atakan’da sonunda sinirlerine sahip çıkamayarak dalmıştı mevzuya. Ortalık resmen şen şakraktı anlaşılan. En azından başımı çevirip Denker abiye baktığımda onun durumu anlayarak sakinleştiğini fark edebiliyordum. Bir yerden artımız olduğuna göre Gizay, Atakan ve ben üçümüz birbirimizi yiyebilirdik.
‘Ati, sen şu kokteylden yap bana sonra gir mevzuya. Gizay? Bir soru sordum.’ Bakışlarım önce Atakan’da olsa da daha sonra Gizay’a döndüğünde o yanağımı sıkıştırıp göz kırptı.
‘Ettik cadaloz. Neymiş tutup kafama göre fesih evrakı çıkaramazmışım, işte arkadaşsam arkadaşlığımı bilecekmişim, falan filan.’ Bakışları arada arkamda kalan adamda dolaşıyor olsa da tek kaşımı kaldırıp baktığımda gülümsemesini gösterdi.
‘Cidden bu elbiseyi baban mı seçmiş?’ konuyu değiştirdiğine göre bir miktar işin içinde yalan olduğunu da anlamıştım. Fakat yine karışmayacaktım, merakta etsem yapmayacaktım çünkü olduğumuz ortamda bu meselenin konuşulması pek akıl karı bir seçim değildi. Başımı usulca salladığımda Atakan sertçe kadehi tezgaha vurup gözlerini bana dikti. Resmen etrafta testosteron hormonundan başka bir halt salgılanmıyordu ve ben böylece kalmıştım.
‘Sen Belgi’nin abisi gibiyim dedin değil mi az önce?’ Gizay gözlerini kısıp Ati’ye bakmaya başladığında o kararlılıkla başını salladı.
‘O zaman şu kardeşine söyle, kendini dövdürüp durmasın, hastanelik olacak.’ Derken pası bana attığını belli edercesine bıyık altından gülüyordu bir de. Dayaklıktı Gizay, tam olarak kelime anlamıyla beraber dayaklıktı. Taşıyordu bütün özelliklerini.
‘Ati’yi ne karıştırıyorsun ya sen! Gidip bekarlığa veda etsene.’ Cırlar gibi çıkan sesime ben dahi lanet etsem bile radarına girdiğim Atakan etkilenmemişti ne yazık ki.
‘Ne yapıyor, ne yapıyor?’ dediğinde şok içerisinde haliyle yüzümü buruşturdum. Ruh hastası olduğumu onlar bilmezler Gizay, neden böyle yapıyorsun? O Belgi ile karşılaşmadılar be arkadaşım! O kadını, o deliyi görmediler benim arkadaş grubum. Neden ortalığı karıştırıyorsun?
‘Kendini dövdürüyor arkadaş, aslında kendi kendini parçalıyor desek yeridir.’ Herhalde ortamda hiçbir şekilde benim söylediklerim duyulmuyordu çünkü Gizay ve Atakan konuşuyorlar, beni duymuyor arada sırada sadece kızgın bakışlar atıyorlardı. Kaşlarımı çatıp ikisinin halini izlemeye başladığımda istemsizce beni öğretmenime şikayet eder gibi olan halleriyle az önce kafama atılırcasına bırakılan kadehteki pipete umutsuzca baksam da Denker abinin bana ittiği kadehle gözlerim şaşkınlıkla ona döndü. O ise sanki kadehi itmemiş gibi gülümseyerek etrafa göz atmakla meşguldü ki benim tebessümümle göz kırptığında pipeti dudaklarım arasına sıkıştırdım. Bir yudum çektiğimde yüzümde oluşmaya başlayan gülümsemeyi de engelleyemedim. Müthiş tabiri bir alkol için geçerli miydi bilmiyordum ama kesinlikle müthişti.
‘Vanilya…’ kendimden geçmişçesine mırıldanıp omuzlarımı düşürdüğümde aralarında geçen hararetli muhabbete rağmen iki adamın bakışları bana dönse de sinirle tekrar konuşmalara döndüler. Şu dakika ikisini de umursayacağım yerde değildim. En başta Atakan’ın verdiği kağıt ve kalemi alsam da bunu tek başıma yapmayacağım, reçete tahminimi kendi içimde aşkla sürdürmeyeceğimi anlamam uzun sürmedi.
‘Başka?’ diğer tarafımdan gelen sesle sonunda birisi ile adam akıllı konu dağıtacağımı anlamanın verdiği hazla gülümseyip bir yudum daha çektim pipetten. Kalemi parmaklarım arasında sallarken Denker abi elimden çektiğinde kaşlarımı havalandırdım, ‘Yazma, özel reçetem ve Ati sadece tütsüleme kısmını hallediyor.’ Diye devam ettiğinde gülümsemem genişledi.
‘Yeşil elma…’ damağıma dağılan hafif ekşilik sağ olsun keyfimi yerine getiriyordu, belli ki muhabbet sadece beni değil Denker abiyi de sarmıştı, ki artık benim için bu adam Denker bey değil Denker abiydi. Sonuna kadar Gizay’ın bahsettiği adam gibi adam olan Denker abi.
‘Çok iyi ama epey uzun reçete. Devam et…’ elini hafifçe salladığında kendimden emin halde bedenimi dikleştirdim.
‘Ben bulurum.’ Omuz silkip bir yudum daha aldığımda kaşlarım çatıldı.
‘Tütsülü… Ama ne tütsüsü…’ gözlerim Denker abiye dönerken o başını onaylarcasına salladı.
‘Çok hafif geliyor tütsü ama, şeyde var, ımm…’ kararsızlıkla bir yudum daha aldım, ardından alkolün kokusunu çektim ciğerlerime ve büyüyen gözlerim anında Denker abiye odaklandı, ‘Anason, yıldız anason var. Puroyla tütsülenmiş…’
‘Helal sana. Alkol bazını saymadın ama, onları çıkarmazsan tam tahlil edemezsin.’
‘Bir tık çikolata likörü, viski ve cin tonik var?’ şaşkınlıkla büyümüş gözlerim Denker abinin mavilerine odaklandığında derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Atakan’ın dediği kadar ağır fakat içimi kolaydı. Farklı bir birleşim, sert bir darbe gibiydi. İçerken sarhoş etmez sanılan fakat birinci kadehin sonunda insanın kendini dağıtmasını sağlayacak cinstendi.
‘Demek ki sadece sporla kafayı bozmamışsın.’ Gülmeye başladığında bende kahkaha attım. Denker abinin gülüşünden mi, duruşundan mı, yoksa simasından mı bilmiyordum ama kesinlikle her zerresinden abilik akıyordu. Babacan bir tavrı vardı ki yaklaşık on dakika önce ürkmüştüm bu adamdan. Tekrar kokteylden bir yudum aldığımda Noyan’la bire bir anı olan puslu mavi harelerinin merakla bana baktığının da farkındaydım.
‘Nar çiçeği… İnanmıyorum, nar çiçeği var.’ Büyümüş gözlerimi Denker abiye çevirdiğimde koca bir kahkaha daha atmasıyla Atakan ve Gizay’da kendi aralarındaki muhabbetten kopmak zorunda kalmışlardı.
‘Ati, bu kızı barın bu tarafında tutarak harcama.’ Tepkisi ne kadar gururlandırsa da Atakan anlamazca Denker abiye bakmaya başladı, ‘Oğlum reçeteyi yazdı dört yudumda, harcama bu cevheri.’
‘Senelerce ben yaptım onlar tadına baktı abi, olsun o kadar.’ Atakan’da göğsü kabarmış şekilde karşılık verdiğinde bir gerçeğin daha farkına varmıştım. Ati az önce bu tipler diye bahsetmişti fakat enteresan olsa da Denker abiye karşı bir sevgisi ve saygısı var gibi duruyordu. Hatta sanki yıllardır tanıyor gibiydi samimiyeti de.
‘Sen niye kendine bunu yapıyorsun Belgi?’ Atakan’ın bakışları tekrar beni bulduğunda gurur duyan ruh halinden hızlıca sıyrılmasını da tebrik edesim gelmedi desem yalan söylemiş olurdum.
‘Kolay gelsin sana.’ Denker abi fısıldayıp uzaklaştığında dudaklarımı ıslatıp göz ucuyla kaçan Gizay’ı da süzdüm. Sanırım Atakan’dan beni kurtaracak bir insan tanesi kalmamıştı ortalıkta.
‘Ne oldu?’ salağa yatmanın en kolayı olduğunu düşünerek mırıldandığımda Atakan elindeki yeni hazırladığı bardağı yanımıza gelen Oktay’a verip derince soluklandı. Anlaşılan Denker abinin kokteylini zimmetime geçirdiğimi fark edip yenisini hazırlamıştı.
‘Kendine bunu neden yapıyorsun? Dört ay bizimle görüşmedin, geçen Simay’la kahvaltıya gitmişsin, sonra da okula ama adam akıllı kimseyle konuşmamış öylece incelemişsin ve bugün öğreniyorum ki spor salonunda hem arkadaşın hem koçun olan birine seni dövmesi için baskı yapıyormuşsun. Manyak mısın sen?’
‘Yooo… Sadece sert dövüşünce gevşiyorum.’ Boynumu büküp kanmasını umut ederek en masum halimle mırıldansam da Atakan’ın gözlerindeki kızgınlık gram azalmamıştı.
‘Arıkan yüzünden mi?’ sorusu rahatsızca yerimden kıpırdanmama neden oldu. Bakışlarımı kaçırıp önümdeki kadehten pipeti çıkararak tepeme diktiğimde bardağın yarısına kadar içip tezgaha bıraktım.
‘Sana bir soru sordum, gerçi saçmaydı. Elbette o yüzden. Hala kendini mi suçluyorsun? Öldü işte, öldü Belgi, yapabileceğimiz hiçbir halt yok, kardeşim öldü. Ve onu sen öldürmedin. Niye kendine yük ediniyorsun ki?’ bakışlarında da sesinde de merhamet vardı. Fakat merhametin dışında kendime bunu yapmamam için bir yalvarış… Kendime engel olabilsem kaçmazdım, kendimi durdurabilsem düşünmemek için çabalardım fakat olmuyordu. Eminim Atakan’da yapamıyordu ancak şuan kendi kalbini parçalaya parçalaya gerçekleri dile getiriyordu.
‘Benim yüzümden oldu, eğer o gün gelmek için ısrar ettiğinde almasaydım arabaya, kovsaydım olmayacaktı.’ Vicdan azabı tüm ruhumu esir almaya başladığında dolan gözlerimi saklamak için bir an bardağımdan çekmedim.
‘Saçma! Saçma ulan saçma! Arıkan bırakmazdı! Sikeyim her şeyi! Kendine gel artık!’ ellerini iki kez tezgaha vurduğunda gözlerimi sıkıca kapatıp açtıktan sonra kalan son yudumları da mideme indirdim.
‘O öldü diye sen de kendini öldüremezsin! Öldü, bitti, gitti, kapandı!’ bundan böyle basitçe bahsetmesi, yüzüme karşı haykırır gibi olmasıyla tamamen bir zıtlık içerisindeydi. Canı acıyordu, söylerken paramparça olan kalbine söz geçiriyordu fakat benim dört aydır dillendiremediğimi öz kardeşi, ikizi dillendiriyordu. Birisi sanki göğsümün tam ortasına sapladığı bıçağı usul usul, canımı acıtarak karnıma kadar indiriyordu ama Atakan bunu bir çiçek solmuş gibi rahatlıkla söylüyordu.
‘Sus…’ mırıldanmamı ben bile duymamıştım ancak Atakan belli ki gayet net anlamıştı.
‘Susamam. Gerçek bu. Sen kendini öldürsen de gelmeyecek Arıkan! Çünkü onun hikayesi bitti Belgi. Anlaman için tekrar ediyorum. Arıkan, öldü!’ daha fazla katlanamayacaktım. Daha fazla bu gerçeği duymak, bilmek, hissetmek istemiyordum. Oturduğum tabureden indiğimde dengemi son anda koruyarak kenardaki çantamı alıp çıkışa ilerlemeye başladım.
‘Belgi!’ ardımdan seslenişinin farkındaydım ancak durup tekrar tekrar aynı şeyleri söylemesini de dinlemeyecektim. Elimin tersiyle yüzümü temizleyip ilerlemeye devam ettiğimde ulaştığım basamakları hızlıca çıkıp uzun koridora girdim. Benim yüzümden ölmüş bir adamın kardeşi iyi olmam adına çaba harcıyordu fakat Arıkan’ı ben öldürmüştüm. Bilinçli olmasa da kendi ellerimle hayatını tüketmesine yardımcı olmuştum.
‘Onu ben öldürdüm!’ bir anda çarptığım bedenle içimden defalarca tekrarladığım kelimeyi bağırarak söylediğimde bakışlarım puslu maviliklerle çakıştı. Yüzündeki anlamayan halle kaşları çatılmaya başladığında sertçe yutkunup nefes alma çabasına girdim.
‘Kahretsin! Ben öldürdüm işte!’ yüzünde ufacık bir şaşkınlık olmasa da bir o kadar dumur olmuş şekilde izliyordu beni. Bacaklarım daha fazla bedenimi taşımaya çaba harcamazken kendimi bıraktığımda kollarımı tutan elleri hızlıca sırtımı sardı. Ne zamandır ağlamıyordum? En son Arıkan’ın cenazesine gitmeye yüzüm dahi yokken odamda hıçkırıklara boğulup krize girmiştim daha sonra da Gizay’a sarılıp birkaç dakika sessizce gözyaşı dökmüştüm. Şimdi bunca zaman sonra nefesim daralırken neden tekrar ağlamaya başlamıştım ki zaten. Üstelik soluğumu kesecek kadar şiddetlice ağlamak istemem aptallıktı. Şimdi olmamalıydı.
‘Sinir krizi geçiriyorsun, sakin, sakin ol.’ Noyan’ın konuşmasını alelade duyuyor olsam da sakinleşmem mümkün değildi. En azından şuan değildi. Gırtlağıma dizilen hıçkırıkla bir kez daha nefes almaya çabaladığımda etrafta bulanıklaşmaya başladı. Etrafımda onlarca ses vardı ama birini bile ayırt edemiyordum. Tek hissettiğim dizlerinin üzerine çöken bedenimin birisi tarafından kucaklanmasıydı. Deli gibi bağırıp, itiraz etmek, ortalığı yıkmak istesem de yapamıyordum. Sonunda tüm vücuduma gecenin soğuk esintisinin vurduğunu hissettiğimde tekrar yere bırakıldığımı hissettim.
‘Nefes almaya çalış… Hadi, nefes almaya çalış.’ Kulağımın dibindeki sıcak nefesin fısıltısı ağlamamı güçlendirirken göğsümün ortasındaki garip baskının hafifleyişini hissettim. O öldürmek ister gibi olan baskı usul usul dağılırken hala tam anlamıyla nefes alamadığımın bilincindeydim halbuki. İnsan bu kadar ölüme yakın hissederken böylesine yaşayabilir miydi? Ben her seferinde yaşıyordum işte.
‘Belgi… Özür dilerim fıstığım, hadi kendine gel, bağırmamalıydım sana.’ Atakan’ın suçlu sesiyle bir kez daha hıçkırıklarımla döküldü gözyaşım.
‘Panikliyor, müsaade et.’ Ne olduğunu gözlerimle göremesem de avucumun içine geçirdiğim tırnaklarımın açılma çabasını hissediyordum. Bedenimin sıkıca kavranıp bir yere yaslanmasını sağlayan Noyan, ki ben öyle tahmin ediyordum, hala tırnaklarımı engelleme halindeydi.
‘Deniz havası var, sakinleş bak. Alabiliyor musun yosun kokusunu? Saymaya başla benimle hadi. Bir, iki, üç… Hadi, Deran.’ Ben birde takılan kadındım, sayamazdım, uzun süre önce bırakmıştım sayarak sakinleşmeyi. Ölsem birden öteye gidemezdi ruhum. O sonsuz sayılar yıllar evvel koca bir ormanda çam ağaçlarının dallarına asmışlardı kendilerini ve ben deli gibi saymak istesem de yapamazdım.
‘Deran… Sayalım, sesime odaklan sana iyi gelecek. Bir, iki, üç, dört-’ Noyan’ın sesindeki şefkati hissedebiliyordum ama tekrar sayma girişimiyle bir hıçkırık daha koptu dudaklarımdan.
‘Niye saymak kötü geliyor lan bu kadına!’ sesi bariton olsa da sanki duymamı istemez gibi bir kulağımı göğsüne, diğer elini de diğer kulağımın üzerine bastırarak konuştu.
‘Sikeyim Atakan sen arkadaşı değil misin! Niye sayarken ağlıyor!’ içinde patlayan öfkesini göğsüne yaslı başım sayesinde tekrar hissettiğimde gözyaşlarım da daha fazla çoğaldı.
‘Noyan sakin, bağırma, korkutuyorsun.’
‘Ne bağırma Gizay, kadın atak geçiriyor saymaya gelince ağlıyor atağı yükseliyor, niye lan, niye.’ Sonunda kulağımdan elini çekip koluma yerleştirdiğinde bir kez daha çabaladım nefes almak için.
‘Abi, ya saydırma sen, ben biliyorum ama özeli.’
‘Siktirme özelini güzelini, niye?’
‘Annesi yüzünden abi.’ Biraz daha toparlanmaya başlayan nefesimle beraber doğrulma çabasına girsem de iki güçlü el engel olduğunda tekrar sırtım Noyan’ın göğsüne yaslandı.
‘Bekle biraz, iyi değilsin.’ Zaten güçsüz olan bünyem bu direktife uyum sağlar gibi kendini karanlığa bırakmaya başladığında kolumu okşayan elin de farkındaydım. Sanki koca bir karanlık içine çekiyordu ve o karanlığa hem harman olup hem terk etmek istiyor gibiydim.
‘O nasıl bir anne lan.’ Duyduğum sesler net olmasa da gözlerimi aralamaya çabaladığımda tamamen kirpiklerim birbirine geçmiş gibi hissediyordum. Adeta birisi yapıştırıcı dökmüş gibiydi gözkapaklarıma. Zorlasam da olmuyor, olmadığı gibi başımın da ağrımasına sebebiyet veriyordu.
‘Valla benim de aklım ermedi Noyan, kadını da yargılamak istemiyorum ama Belgi ilk atağını geçirirken dönmüş gitmiş, küçücük çocuk ormanın ortasında yığılmış kalmış gece yarısına kadar, o zamandan beri de sayarak sakinleşemiyormuş işte.’ Tekrar gözlerime emir vermeye çalışıp yerimden kıpırdandığımda sessizleşen ortamla beraber bir el sırtıma yerleşmiş doğrulmama yardım etmişti. Sonunda bakışlarım kendine gelirken kaşlarımı çatarak baktım etrafa. Barın denize açılan büyük alanındaki hamakta yatıyordum, üzerimde muhtemelen Noyan’a ait ceket örtülüydü, ki sadece beyaz bir gömlekle durduğu için tahminim bu yöndeydi. Dışarı iki tane sandalye çıkarılmış birisinde Gizay oturuyordu, yüzündeki güç vermek istercesine olan tebessümle. Zorlukla olsa da gülümsemeye çabaladığımda dudaklarıma uzatılan bardakla derin bir nefes alıp içtim sudan.
‘Kötü hissediyorsan uzan biraz daha.’ Noyan’a başımı sağa sola sallayarak tepki verdiğimde hamaktan düşmemem için kolunu iyice sırtıma dolayıp dikleşmemi sağladı. Etraf yeni yeni aydınlanıyordu, saatin kaç olduğundan bir haber olsam da eve gider gitmez epey hatırlatılacağı konusunda kesin düşüncelerim vardı. Keskin bir soğuk vardı ve ben ancak şuan fark ediyordum. Olduğumuz alana çıkarılmış taşınabilir ısıtıcıya rağmen Ocak ayının sabah soğuğu kollarımı keser gibiydi.
‘Saat kaç?’ ağzımın kuruluğundan resmen ses tellerimden acıyarak firar etmişti kelimeler, ağrıyan başıma elimi atıp yüzümü buruşturdum, ‘Başım çatlıyor.’ İnlercesine mırıldandığımda bardak tekrar dudaklarıma yaklaştı.
‘İç bunu, iyi gelir.’ Ne olduğu şuan umurumda değildi fakat bünyem aşırı derecede suya hasretti. Hatırladığım ufak detaylar vardı, mesela tutamadığım gözyaşlarımla barın çıkışına ilerlemem ve çarptığım Noyan’ın bakışlarına ben öldürdüm diye bağırmam. Haricinde bir şey hatırlamıyordum, barın terasına nasıl geldiğim de dahil olmak üzere. İçtiğim su ürpermemi sağlarken kollarımı bedenime dolamaya çalıştığımda Noyan hızlıca dizlerimdeki ceketini alıp sırtıma yerleştirdi.
‘Ne oldu?’
‘Atak geçirdin, bir şey yok.’ Noyan başını sağa sola sallayarak sanki her gün karşılaştığı bir şeyden bahseder gibi konuştuğunda derince soluklanıp gülümsedim. O kadar gergin görünüyorlardı ki daha fazla buna sebep olmak istemedim. Gözümün içine bakıp her hareketimi takip ediyorlardı.
‘Biriniz beni şurada yok etsenize.’ Ağzımdan dökülenler iki adamın da şaşkınca bakmasına neden olduğunda zorlukla kahkaha attım.
‘Yok edin çünkü ben o şatoya girip kimsenin bu saate kadar neredesin sen başlığı altında öğütlerini dinlemek istemiyorum. Ya da eğer hala doğru hatırlıyorsam hemen arkada deniz var, ben direkt atlayıp boğulayım.’ Arkamı işaret ederek mırıldandığımda az önce olan şaşkın ifadeleri de gülümsemeleriyle kayboldu.
‘Arkadaşımda kaldım desen?’ Noyan’ın fikriyle gözlerim Gizay’a döndüğünde kaşlarımı havalandırarak gülümsememden anlamış olacak ki derince nefeslendi.
‘Zeren bey öyle bir tip değil abi, yani Belgi eninde sonunda fırçasını yiyecek.’
‘O zaman direkt atak geçirdiğini söylesin. Yani madem bu kadar endişelenip kızacak, bilsin doğruyu fazla üzerine gitmez en azından.’ Burada olduğunu yeni fark ettiğim Denker abi yaslandığı kapı kirişinden ayrılarak az önce Noyan’ın oturduğu sandalyeye yerleştiğinde derin bir nefes alarak dikleştirdim vücudumu.
‘Bence ben ülkeyi terk edeyim. Sahte kimlik yapan tanıdığınız var mı?’ elimi rast gele havada sallasam da vücudumun güçsüz olduğunu hissedebiliyordum. Direnç gösterip ayağa dahi kalkamayacak kadar güçsüzdüm üstelik.
‘Kafan da uçtu sanırım, niye terk ediyorsun ülkeyi sen?’ Denker abi gülerek kollarını dizlerine yaslayıp öne doğru eğilip bana baktığında benim gözlerim yeniden Gizay’a döndü.
‘Madem anlatıyorsun hepsini anlatsaydın ya.’ İsyanım Gizay’a değil, tüm dünyaydı an itibariyle. Yorgundum, bitkindim, herhangi rahat bir koltuk veya yatak bulma iç güdüsüyle kavruluyordum ve insanlara açıklama yapmak beni dünya üzerine yoran en net konuydu. Bakışlarım ahşap zemindeki kan izlerini bulduğunda bedenimi gözlerimle kontrol etmeye başlasam da Gizay’ın sesiyle mermi hızında ona döndüm.
‘Anlatmayacaktım da, Noyan biraz Atakan’ın ağzını yüzünü patlatınca mecbur kaldım.’ Derken havalandırdığı kaşları ve maalesef der gibi buruşan yüzüyle büyümüş gözlerimi Noyan’a çevirdim bu kez.
‘Ne!’ şaşkın halime rağmen Noyan usulca omuz silkti. Sanki olay akışı her zaman böyleymiş ve bu gayet doğal bir durummuş gibi. Gerçekten çevreme ne zaman gerilim katmayı bırakacaktım ben. Adım attığım her ortamda bir gerginlik söz konusuydu fakat tüm bunlar tesadüf olamazdı. Muhakkak benim yüzümden olmalıydı, denk gelemezdi en azından.
‘Sinirlendim, o da mal gibi suratıma bakmasaydı. Arkadaşın değil mi, niye bilmiyor bu sayı sayma mevzusunu? Öyle arkadaşlık mı olur?’ gözleri konuşmasının başından beri etrafta gezinse de son sorusunu direkt olarak gözlerimin içine bakarak yönelttiği için derin bir nefes aldım.
‘Ben anlatmadığım için bilmiyor.’ Şaşkınlığım arşa uzanmış olabilirdi fakat başımı sağa sola sallayarak kaşlarımı havalandırdığımda Noyan tekrar omuz silkti.
‘Bizde arkadaşlık öyle bir durum değil. Ona anlatmadın da Gizay’a neden anlattın o zaman. Neyse, iki üç vurdum çok bir mevzu değil zaten.’ Umursamaz tavrıyla göz devirerek bakışlarım tekrar Gizay’a yönlendirdiğimde anlatayım mı hepsini dercesine bakıyordu resmen. Aslında benim bakarak sormak istediğim Atakan’ın iyi olup olmadığıydı ancak bizim sır küpünün dilinin açılası tutmuştu bugün. O kadar ki yalvarır gibiydi ve emindim ki şimdi ben hayır desem bile bir şekilde iki adamda öğrenecekti ancak Gizay sadece aldığı izinle gönlünü rahatlatma çabasındaydı.
‘Anlat hadi anlat.’ Başımı teessüf eder gibi sağa sola salladığımda Gizay’ın yüzünde mükemmel bir rahatlama kendini gösterdi.
‘Oh be!’ sonunda rahatlamasıyla Denker abinin de Noyan’ın da bakışları ona döndüğünde sandalyenin biraz ucuna kayıp dudaklarını araladı fakat aklına bir şey gelmiş gibi duraksayarak bana döndü.
‘Kalkın eve gidelim öyle anlatayım. Belgi nasılsa eve geçemeyecek, benim de kıçım ağrıdı bu sandalyelerde. En kısa zamanda bu bara koltuk bağışlayacağım.’ Derken yorumu hepimizi güldürmüştü aslında. Çünkü hali hazırda kasabın et, koyunun can derdine olduğu yerde takılıyorduk ve Gizay’ın tek düşündüğü oturma organından ibaretti. Başımı onaylarcasına salladığımda hamaktan tam anlamıyla kalkmıştım ki kararan gözümle elim rast gele tutunacak bir yer için aradığında sıcacık parmaklar yakaladı tenimi.
‘Kalkın gidelim, evet Gizay. Bak kalktık gidiyoruz.’ Noyan’ın sitemkâr sesinden sonra ayaklarımın yerle bağlantısı kesildiğinde dudaklarımdan bir çığlık firar etse de susmak zorunda olduğumu fark ettim. Kendine gelen bakışlarım Noyan’ın puslu mavilerini bulduğunda dudaklarımı ıslattım anında.
‘Ben yürürdüm.’ Asla yürüyemezdim. Belli ki tansiyonum falan dümdüz olmuştu fakat bir adamın, ki kendisi spor hocamdı ve bir miktar çekici geliyordu açıkçası, kucağında olmam itiraz etmeme yeterliydi. Dahası duruma gerginlikle çıkışan adamın kucağından inmem bence daha makuldü fakat Noyan asla bırakacak gibi de durmuyordu.
‘Demek düşüp kafanı gözünü patlatmak istiyorsun, hiç lüzum yok.’ Derken bakmadan cevap vermesiyle kaşlarımı çatıp derin bir nefes doldurdum ciğerlerime. Aslına bakılırsa kaşlarım benden bağımsız çatıldı çünkü genzime dolan çıra kokusunun doğru olup olmadığını algılamaya çalıştım. Noyan’la spor yapmıştım, Noyan’la bol oksijenli bir ortamda koşmuştum, Noyan’la kapalı bir alanda kahvede içmiştim ama bu koku ne zaman genzime dolsa onunla alakalı olduğunu kestirememiştim. Etrafta herhangi yanan bir şey yoktu, ağaçlarla iç içe değildim fakat genzim çıra kokusuyla tarumar oluyordu ve bunu zamanla ayırt edemesem de şu dakika Noyan sayesinde olduğu fark edebiliyordum.
Son durumu bildirmem gerekirse üzerimde bana üç beden büyük siyah bir tişört altımda basket şortu ki kendisini düşmemesi konusunda ikna etmek için epey çaba harcamıştım, neden sabaha karşı içtiğimizi bilmesem de kahve ve yanına en güzel gidecek eşlikçim canım sigaramla koca evin bahçeye açılan verandasında üç adama bakıyorum. Ki gerçekten bakıyorum çünkü hiçbirinin konuşmaya niyeti yoktu ve uyumamış olmaları pek umurlarında değil gibiydi. Noyan elindeki telefona yine gömülü benim oturduğum üç kişilik koltuğun en sonuna çekilmiş, Denker abi boş boş olduğumuz verandanın tavanına bakacak kadar tek kişilik koltuğa yayılmış, Gizay ise elindeki iki domino taşını birbirine çarparak sessiz ortamı gevşetmek veya daha çok germek için şezlonga çok benzeyen ama oturma gruplarıyla takım olduğu anlaşılan yerdeydi. Nefesimi sıkıntılıca bıraktığımda Gizay’ın bakışları bana döndüğünde hafif bir tebessümle kıvrıldı dudakları.
‘Şimdi…’ sanki herkes Gizay’ın konuşmasını bekler gibi zaman harcadıkları noktadan bakışlarını çekerek ona odakladığında elindeki iki taşı ortadaki sehpaya bırakıp parmaklarını birbirine kenetledi, ‘Anne mevzusunu başa sarmıyorum. Yıllar önce olup bitmiş bir mesele, fakat o meseleden sonra Zeren beyin Belgi’ye olan tavırları değişmiş.’ Gizay kararsızlıkla bana baktığında orta sehpadaki çantamı alıp omuz silkerek devam etmesi için izin verdim. Çantadan az önce bir dal aldığım paketi tamamen çıkarıp yeni sigaramın ucunu ateşleyip derin bir nefes çektiğimde o hala sessizliğini koruyordu.
‘Emin misin Belgi? Rahatsız olacaksan eğer…’
‘Ne rahatsız olacağım Gizay? Adamla aynı evde yaşıyorum, anlatılması neden rahatsız etsin?’ tekrar omuz silktiğimde dudak büküp ne bileyim dercesine baktığında bende kendimi sorguluyordum. Neden buradaydım mesela? Gidip paşa paşa kavgamı etsem ne olacaktı? Veya sabaha karşı kimin olduğunu kestiremediğim bir evin verandasında tanıdığım bir adam tanımadığım diğer iki adama neden hayatımı anlatıyordu? Gerçekten de ruhsal olarak kendimi kaybetmiş olabilirdim, çünkü normal şartlarda bir adet Belgi ketumdu ve lanet derecede bu konuları konuşmazdı.
‘Peki… Sanki giden Belgi’ymiş gibi davranmaya başlamış. Bir sıkıntı yaşadıklarında annen gibi davranıyorsun demiş, işte eve geç gittiğinde seni de onun gibi milletin yanından mı toparlayacağım demiş. Her şeyine el atmaya çalışmış kadının. Okul seçimi, arkadaş çevresi, gittiği geldiği mekanlar, sürekli suçlayıcı konuşmalar.’ Başını daha çok var dercesine sallarken yüzünü buruşturduğunda kaşlarını derinlemesine çatarak devam etti, ‘Karakterine tüküreyim, sekiz yaşında kız çocuğu yani, bir halt yapmamış ki, yine de sanki tüm sorumlu Belgi gibi davranmış.'
'Peki sen ne karşılık verdin?’ Denker abinin normalde daha canlı çıksa da şu an aşırı nezaket ve şefkat içeren mırıldanmasıyla omuz silkip sigaramdan derince bir duman daha çektim.
‘Tepki vermeye çalıştım fakat mükemmel bir tehdit mekanizması var.’ Madem bir kere açılmıştı konu, herkeste öğrenecekti bence sakıncası yoktu bunları bilmelerinde. Bir ihtimal başka birilerinin bilmesi belki de içimi rahatlatacaktı, bundan bile emin olamıyordum.
‘Nasıl yani?’ gözlerim puslu mavilerden aynı olan diğer çifte döndüğünde derince soluklanarak alt dudağımı ısırdım.
‘Bayağı… Zeren beyler her şey için tehdit edebilir. Spor, eğitim, arkadaş, hatta yanlış hatırlamıyorsam topuklu ayakkabılarımla bile tehdit etmişliği vardır.’ Derken gülümseyip omuz silktim.
‘Topuklu ayakkabı mı?’ Noyan’ın yüzü buruştuğunda üzerime üç beden büyük gelen siyah tişörtü düzeltip başımı onaylarcasına salladım.
‘Topuklu ayakkabılar benim bebeklerim, lütfen.’ Kıkırdayıp geriye yaslandığımda üç adam da kahkaha attılar. Bende gülmeye başladığımda yanımda hissettiğim kıpırdanmayla bakışlarım adama kaydı. Elinde cam bir kahve demliği, üzerinde takım elbise, bomboş kahverengi bakışlar. Bir tepki vermem gerekiyor mu bilmesem bile o boş bakışlar bana odaklanmadığı için gözlerimi Gizay’a çevirdim. O ise biraz daha aynı sahneye şahit olarak kalmaya devam ederse kahkaha atacak gibi bakıyordu.
‘Kahve içmeye devam etmek istersen tazeleyecek.’ Noyan’ın sesini duyduğumda durumu algılayarak fincanı havalandırdım. Adamın hala gözleri bana dönmüyordu, hala tek kelime yoktu ve ben ciddi anlamda çok saçma bir film sahnesinde gibi hissediyordum. Adam robot olmalıydı, kesinlikle robot olması gerekiyordu.
‘Teşekkür ederim.’ Doldurduğu kahveden sonra tek kelime etmeden başını rica ederim dercesine sallayıp içeri döndüğünde çatık kaşlarımla üç adama da baktım. Fakat duruma gülmeyen, standart düzenine dönen sadece Noyan’dı.
‘Herhangi bir engeli mi var? Ayıp olmasın diye sormadım ama.’ Arkamı işaret ederek giden adamı gösterdiğimde Denker abi ve Gizay bir anda kahkaha atmaya başladılar.
‘Biri bunu ne zaman soracak diye çok merak ediyordum.’ Gizay kahkahalarının arasında güçlükle konuşup gülmeye devam ederken ben hala şaşkınca süzüyordum üç bedeni.
‘Konuşamaz onlar, yok öyle bir lüksleri.’ Noyan gözlerini telefondan çekmeden mırıldandığında az önce şaşkınlıkla çatılan kaşlarım artık kızgınlıkla çatılıyordu. İnsanın konuşma gibi bir lüksünün olmaması ne demekti canım. Öyle saçmalık mı olurdu?
‘Yalnız konuşmak bir lüks değil ihtiyaç.’
‘İhtiyaçlarını evde eşleriyle, aileleriyle karşılasınlar, çalışırken konuşamazlar.’ Elinde uğraştığı telefonu sonunda kilitleyip yüz üstü koltuk koluna bırakarak bakışlarını bana çevirdiğinde derince soluklandım. Tamam sormayacaktım, araştırmayacaktım fakat bu kadar içeri girmişken meraktan çatlamamak adına bir yerden konuyu yakalamam gerekiyordu.
‘Levent’i tanıyor musunuz?’ bakışlarım hepsinde dolaşsa da asıl sorumun cevabını verecek kişi Noyan’a takılı kaldığında derince nefeslendi.
‘Türkiye’de elli sekiz bin tane Levent var, hangisini?’ Türkiye’de elli sekiz bin Levent olduğunu bilmesine şaşırmam garip miydi? Üstelik teklemeden bir anda bunu söylemesi ve çok rahat olması enteresan değil miydi mesela? Sorumun cevabını almak adına şimdilik bu ayrıntıyı es geçecektim fakat bir antrenman esnasında kesinlikle bu sorumu da sormalıydım.
‘Eğer ki aklımı kaybedip ön yargıya kapılmadıysam sizinle aynı olayları çeviren Levent’i. Levent Yalım Dalaman.’ Dudaklarımdan ismi dökülür dökülmez öksürme sesi işittiğimde bakışlarım şaşkınlıkla kızaran Gizay’ı buldu.
‘Ölüyor.’ Anında ayaklanma çabasına girsem de Denker abi gülüşünü gizleme çabasıyla kalkıp sırtına sağlam, gerçekten sağlam şekilde iki kere geçirdiğinde Gizay’ın bu defa gözleri büyüdü.
‘Teşvikiye cami mümkünse abi.’
‘Ne?’ Denker abi izlemeye başladığında Gizay elindeki kupayı sehpaya bırakıp bir kez daha öksürerek üzerine gelen kahveyi eliyle kurutmaya çabaladı.
‘Öldüm de, cenazemi Teşvikiye caminden kaldırın, ünlü cenazesi oradan kalkar malum, mahrum etmeyin beni bundan.’
‘Zevzek. Ünlü değilsin ki lan sen.’ Denker abi yüzünü buruşturarak koltuğuna tekrar yerleştiğinde Gizay alayla bakarak kenardaki peçeteye bu sefer elini sildi.
‘Bence sırtına yumruk atılarak öldürülen adam olarak epeyce ünlenirim, ki ben ünlü olmayabilirim ama sen öylesin. Koca Denker Visam öldürmüş yani, forsumuz olsun.’ Kendini onaylamak için başını sallasa da sorumun araya kaynadığını fark ederek kaşlarımı çattım. Ayan beyan ortamı kaynatmak için çabalamışlardı resmen.
‘E sorumun cevabı?’ mırıldanıp tekrar üçünde gözlerimi gezdirirken Denker abi kollarını göğsüne bağlayıp derin bir nefes aldı.
‘Bizim ufaklıkta böyle, kapasiteleri fazla kadınların, o yüzden erkekler uzun yaşıyor. Çünkü tüm hayatı hatırlayacak kadar potansiyelimiz yok. Kadınlar da hepsini hatırlayıp düşüne düşüne hastalanıyorlar.’ Gizay’ın Denker abiye başını sallayarak destek verdiğini görsem de aralarında sessizliğini koruyan Noyan’a çevirdim gözlerimi. Çünkü düşündüklerinin aksine uzun yaşayan kadınlardı. Ve ben kaynatma çabasında oldukları konuya odun atıp onlara istediklerini vermeyecektim bu bilimsel araştırmayı ortaya dökerek.
‘Tanıyoruz.’ Aldığım cevapla başımı sallayıp geriye yaslandığımda Noyan tek kaşını kaldırıp göz ucuyla baksa da sesini çıkarmadı. Merak etmem gerekenler buraya kadardı, daha fazla sormayacaktım çünkü Levent’e ne zaman konu hakkında merakımı dile getirsem ‘Git ötede oyna Belgi’ gibi bir tepki alırdım. Haliyle bu duruma karşı ötede oynamak benim bağımlılığım olmuştu ve zaten tek kelime bilmem gereken her şeyi netleştirmişti.
‘Soru sormayacak mısın?’ Denker abinin garipseyen haliyle başımı sağa sola salladığımda elimdeki fincandan bir yudum aldım.
‘Merak etmiyorsun yani?’ yeniden başımı olumlu anlamda sallayarak karşılık verdiğimde ciddi misin dercesine olan gözleriyle gülümsememi büyüttüm.
‘Aslını istersen merakımdan ölüyorum, onlarca da soru sorabilirim fakat Levent’e sorduğumda git ötede oyna Belgi derdi. Sinir olurum o cümleye, tekrar aynısını duymayı bünyem kaldırmaz herhalde.’ Omuz silkip bakışlarımı yemyeşil bahçeye çevirdiğimde derince nefeslendim. Günün ilk ışıkları arkamızda kalan koca yapı nedeniyle bize çarpmasa da uzun çam ve kavak ağaçlarına yeterince değiyordu. Hafif kızıllık öylesine güzel duruyordu ki anlatılması imkansız denecek bir betimlemeye ihtiyacı vardı.
Sanki güneş sadece ışınını değil elini uzatmış hafif rüzgar sayesinde her dalı okşar gibiydi. Arkalarındaki büyük bahçe duvarına baktığımda daha da emin olmuştum, ev falan hikayeydi, resmen karargah gibiydi burası, yeşilin içinde güneşi kucaklayan bir karargah. Neredeyse iki koca adımlık mesafeleri olan adamlar o duvarların diplerinde nöbet tutuyorlardı. Sabahın köründe insan bir şey yapmaya erinirdi canım, bu güvenlik önleminin azalması gerekmez miydi? Gerçi su uyur düşman uyumaz tabiri muhtemelen bu insanlar için dillendirilmiş olmalıydı. Benim için gereksiz olan onlar adına hayati bir önem taşıyordu belli ki. Bakışlarım tüm bahçede gezinirken köşede tek başına kalsa da tüm asaletiyle duran ağaç çarptı gözüme.
Zeytin ağacı…
Dudaklarım benden izinsiz tebessümle kıvrılırken yapraklarına dağılan yansımalarla daha da gülümsedim. Çok güzel durması dışında bir o kadar da asaletiyle oradaydı ve en köşeye yerleştirilse bile sanki korunmak ister gibi çevresinde koca bir boşluk bırakılmıştı. Bana kalırsa zeytin ağaçları sadece ağaçtan ibaret değildi. Bir yaşam, barış, doğum, tutkuydu. Ölümsüzlüğü taşıdığını düşünenlere sonuna kadar hak verirdim. Zeytin ağaçları ölümsüzdü ve tüm zamanlar boyunca köklerini sıkı sıkıca toprağa salıp asla ayrılmamalıydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |