
Yeni bir yılın ilk doğumu ve ilk karanlığa karışması... Dile dökülemeyecek 4 mevsim, 12 ay bıraktık geride. Anlatılmaya çalışınca kelime bulunamayacak bir zaman dilimiydi benim için. Gönlümün en ince yerine dokunan imtihanlara şahit oldum, gözlerimden yaşlar gelene kadar güldüğüm dakikalar yaşadım, hayatta yapmam dediğim şeyleri yaptım, kesin yaparım dediklerim o kadar da kesin kalmadı içimde. Anlam aramayı bırakınca daha anlamlı oldu bazı şeyler ve bazı meseleler konuşulmayı bırakılacak sınıfına girdi, bir kısmı da bırakın konuşmayı başkasının okumadığı deftere dahi not tutulmamalı diye düşündürdü. Acısıyla veya tatlısıyla değil varoluşuyla bir yıl oldu 2024. İçimin kamburu çıkıp, dışımın omurgası dikleşti. Hakikatinde ise kendimi kendime borç bildiğim, bu öğretiyi iliklerime kadar benimsediğim bir yıl oldu. Bir de bu hikayeye başlayıp defalarca silişlerime, karakterlerle ağlayışıma, kahkahalara boğulmama, olmadı diyerek başa sarmama sebebiyet verdi. Yani 2024 her gün büyüdü, büyüdü, büyüdü, beni de büyüttü...
Ve şimdi gitti...
Tıpkı gelen senenin de gideceği yere vakti geldiğinde uğurladım onu.
O yüzden de daha mutlu olunacak yıllar değil daha çok siz olabileceğiniz yıllar dileyeceğim. Gidene kapıyı açıp yolcu edebileceğiniz kadar omuzlarınızın dik olacağı, gelene merhabanızın eksik olmadığı, sağlığınızın ilk önce 'ben' demeye bağlı olduğunu aklınızdan çıkarmadığınız, öğretilerinizin canınızı yakmadığı, başkalarının kafalarında inandığı versiyonlarınızdan sorumlu olmadığınızı bildiğiniz, kalbiniz ve aklınızın denk düştüğü, evinizin kendiniz olabildiği, çabasını görüp sevildiğinizi hissettiğiniz, çabalayacak kadar sevdiğiniz, beklenmediğiniz yere telaşla yetişmek için çabalamadığınız, sizi boğan denize sarılmadığınız, sizi bırakmayıp ama size de olması gerektiği gibi davranmayan insanların hayatınızda var olmadığı, kendinizi geliştirmekle meşgul olduğunuz bir yıl olsun 2025. Hoş gelsin, sefalar getirsin...
Hadi şimdi senenin ilk bölümüne geçelim. Yorumlarınız ve beğenilerinizle...
(İletişim kurabilmemiz adına Instagram; BiCeruVar)
--------------------------------------------------------------
Bir gün batıdan doğdu güneş,
Bir gün kabul etmedi gün yıldızı,
Bir gün çare oldu zuhur
Ve çöl istedi serabı...
Yıllar önce ufacık bir çocukken defalarca zeytin bahçelerinde dolaşmıştım. Babam ne zaman bana kızacağı eşek saatlerinde olursa babaannem o vakitlerde aldığı gibi Ege’ye kaçırırdı beni. O zamanlar hayatımızda Ilgın hanım yoktu, zaten benim de pek aklım ermiyordu. Sadece babaannemin günler boyunca süren o zeytinlerin toplanmasında tüm çalışanlarla olan iletişimini izlerdim.
İnsanların kalbi Ege’de kalabilirdi fakat benim kalbim zeytin ağaçlarının köklerinde kalmıştı. Koskoca alanda onlarca zeytin ağacı altında taş baskıyla çıkan zeytinyağının ham kokusu hala düşününce burnuma gelirdi. Normalde zorla esmerleşen ben o bahçede günler geçirip kapkara bir çocuk olurdum. Evde koşamadığım kadar özgürce koşardım. Çünkü evde babam ufacık ayaklarım yüksek desibelde ses çıkarıyor gibi rahatsız olurdu, gerçi o koştuğumda olan ayak seslerimden değil benden rahatsızdı. Var oluşumdan, gülüşümden, birkaç dakika mutlu oluşumdan… Kendi evinde özgürlüğü olmayan bir çocuk olmak hala kanatıyordu içimi ama geçmişti. Doktorlar buna travma dese de o günler yıllar öncesinde kalmıştı ve travma tedavi olamayacak kadar kalbimde iz bırakmıştı.
Arada sırada çalışan kadınlarla birlikte yere düşen zeytin tanelerini babaannemin benim için özel olarak aldığı sepete doldururdum. Tabi iradem o vakitler zayıf olduğu için bu çabam uzun sürmezdi ama babaannemin benim gibi mavi gözlerindeki parlamaları her gördüğümde daha çok heveslenmekten alıkoyamazdım kendimi. Her zaman, Köklerinin geldiği yeri unutma Belgi, derdi. Bin bir anlam çıkarabileceğim bir cümleye rağmen o da gittikten sonra ayak basmamıştım Ege’ye. Belki de o bahçelere benim sahip çıkmamı isterdi, kim bilir belki de çocukluğumda kahkaha attığım o evde yaşamamı, tüm bu esaretten ancak bu yolla kurtulabileceğimi düşünmüştü. Ben ise pasif agresif davranmak dışında herhangi bir eylemde bulunmamıştım. Belki de bulunamamıştım…
‘Hopp…’
‘Deran.’ Bakışlarım şaşkınlıkla seslenen Gizay ve Noyan’a döndüğünde ikisinin de çatık kaşlarıyla burun buruna kaldım.
‘Ne oldu?’
‘Cadaloz iyice kafan mı gitti senin? Durduk yere niye ağlıyorsun?’ Gizay oturduğu şezlongdan kalkıp bana yaklaşmaya başladığında kaşlarımı çatmıştım ki parmaklarım yanaklarımdaki ıslaklığı buldu. Gerçekten kafayı yiyecektim. Dört aydır dökmediğim tüm gözyaşımın bugün çıkası gelmişti herhalde. Devlet gözyaşı yolları müdürlüğüm bugün epey aktif bir mesai yapıyordu.
‘Ne oldu sen söyle bence. Daldın gittin.’ karşıma gelip omuzuma elini yerleştirdiğinde sıkıntıyla gülümsemeye çabaladım. Çabaladım çünkü şu an saçma bir şekilde hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Üstelik nedeninden ben bile bir haberdim. Gizay olduğu yere benim yüz hizama gelmek için dizlerinin üzerine çökerken bacaklarıma bırakıp birbirine sıkı sıkıya kilitlediğim ellerimin üzerine yerleştirdi parmaklarını. Başı sağ omuzuna düşerken gözlerinden çok şey okunabilirdi fakat ben, seni okuyorum, dediğini çok fazla hissediyordum.
‘Gözlerim kurumuş sanırım, ağlamak değil, şey yani ağlamakta öyle değil.’ Saçmalama kapasitemi de ağzına kadar doldurduğuma göre ortamı terk etsem iyi olacaktı. Koşarak şuradan uzaklaşmak öyle mantıklı geliyordu ki, hatta her detaydan koşarak uzaklaşmalıydım belki de. Gülümsemeye çalıştığımda Gizay yine beni anlamak, okumak için baktı fakat başımı iyi olduğumu tasdiklercesine salladığımda elimin üzerine parmaklarıyla hafifçe vurdu.
‘Ben sana odayı göstereyim, uyu biraz.’ Noyan’a bakmadan başımı onaylarcasına salladığımda yüzümü şüpheyle süzen Denker abi ve Gizay’a gülümseyip içeri yönelen Noyan’ı takip ettim. Normal şartlarda detaylarda boğulacak bir tipken geçtiğimiz salondan sonra çıkış kapısının karşısında kalan basamakları tırmanmak, bir kat daha tırmanmak, sonra basamakların bittiği kata da tırmanmak ve yürüdüğümüz koridor anlamını yitiyordu. Kafam dalgın mıydı, bulanık mıydı, yoksa ciddi anlamda artık psikiyatra değil de Bakırköy’e mi ihtiyacım vardı kararsızdım. Kendime gelmek adına boynumu oynatıp derin bir nefes aldığımda aslında basamakları çıkarken ve şimdi bile Noyan’ın konuştuğunu ama benim tek kelime dinlemediğimi fark etmiştim. Kapısını açtığı odayla beraber puslu mavileri yüzümü bulduğumda kuşkudan ölüyordu resmen.
‘Çok garip görünüyorsun, hiç böyle görmemiştim seni.’ Odaya girip derin bir nefes alarak kaşlarımı havalandırdım. Normalde nasıl göründüğümü sorgulamazdım fakat beni toplamda dört belki beş kez görmüş birisi olarak tespiti benden daha garipti.
‘Birkaç kez gördün beni.’
‘Onda da sen haklısın. Dinlenmene bak.’ Gülümseyerek başını salladığında kapıyı kapatmıştı ki ortasında kaldığım odanın zeminine kendimi sertçe bıraktım. Herhangi bir atak geçirmiyordum fakat bacaklarım net bir şekilde isyan bayrağı sallıyorlardı. Sanki bu yaşıma kadar olan her dakikam omuzlarıma basarak yere çökmem için tepki gösteriyor, bende asla baş kaldırmıyordum duruma. Omuzlarımdaki acı ağırlık kendine biat etmem için zorluyordu beni.
Dizlerine kapanmam, bana bu acıyı çektirmemesi, geçmişi aklıma getirmemesi adına yalvarmam için çöküyordu üzerime. İçimde anlamlandıramadığım bir mağara vardı ve onun kapısındaki tüm taşlar kenara çekilmişti bugün. Gözlerimin önüne senelerdir gelmeyen çocukluğum defalarca küçücük boyuyla boğazıma ellerini yapıştırıyordu. Öyle sıkıyordu ki gırtlağımı adeta bir deli gücü. Öyle mahvediyordu ki beni tıpkı seri katildi. Hem ağlıyordu benimle, hem de bana müthiş bir kin besliyordu. Sanki saniye saniye alamadığım nefesi hissedeyim, geçmiş koca bir havuz olsun ve o havuzda boğularak can vereyim diye çabalıyordu.
Hani fırtınadan önce hava hep durgunlaşır ya öyleydi içim. Etraf sakinleşmiş, insanın içini alan siyahlık kendini göstermiş fakat ben zaten depresyona en müsait zaman diliminde olduğumun farkındaymışım gibi... Güneşin geldiği tarafta kendini göstermiyordu, veda ettiği tarafta… Sanki her detay sıfıra indirgenmiş gibiydi de kaybettiğim benliğim arsız bir çocuk gibi göğsümü elleriyle parçalıyordu. Fırtınadan önce tüm çevre bakılsa da görünmez olur ya biraz. Çünkü ağaçlar eskisi kadar yeşil görünmez, insanların kıyafetleri genelde koyu renktir, kat kat giysilerin altına saklanılmış, huzursuzluk sarmıştır dört bir yanı. Bende öyleydim bugün. Kopması gereken bir fırtına gibi tüm siyahlığımı ortalığa seriyor fakat aşırı durgun gözüküyordum.
‘Deran!’ kapının çaldığını dahi duymamışken şaşkınlıkla bana bakan Noyan’ı gözlerim tekrar bulduğunda iyice kendimi kaybedişimin ilk bayrak kaldıranı yeniden göz yaşlarım oldu. İnsan kendi gözyaşlarına küfür etme hakkına sahipse ben ediyordum. Ağlak bir kadın asla olmamıştım, hele ki şu dakika olduğu gibi içi dışına çıkarcasına ağlayan bir kadın hiç ama hiç olmamıştım. Fakat aklıma art ardına gelenler salya sümük ağlamama neden oluyordu ve daha çok sinirlenip daha da fazla ağlıyordum.
İlk terk edilişim sekiz yaşımdayken olmuştu. Gerçeklerle ormanın ortasında alenen bırakıldığımda yüzleşmiştim. Annemin arkasını dönüp gittiği sırada giydiği beyaz spor ayakkabılar ve dar kot pantolonu bana o yaşımda çok can yakıcı gelmişti. İnsanın beyaz spor ayakkabı ve kot pantolondan canı acır mıydı? Benim tam olarak sekiz yaşımda delicesine acımıştı ve o gün terk edilmeyi öğrenmiştim.
Daha sonrasında da asla düzelmeyecek şekilde yokuş aşağı yuvarlanmaya başlamıştı hayatım. Babamın bitmek bilmeyen şikayet, homurdanma, uyarı ve tehditleri, yer yer gördüğüm fiziksel baskı ve şiddetle birleşmişti… Sekiz buçuk yaşında bir kız çocuğu iken çok sevdiğim salçalı makarnayı istediğimde babamın nefret eden bakışlarıyla ilk kez karşılaşmıştım. Yıllarca neden bana öyle baktığını düşünmüştüm. Durmaksızın babamın salçalı makarna sevmediğine inanmak istemiştim fakat öyle değildi işin aslı. Salçalı makarnayı sevmemin nedeni annemdi. Ona dair hatırladığım ufak çaplı anılar vardı ve bunlardan birisi de yapmayı bildiği tek şeyin salçalı makarna olması, çok sevmesi ve babamın onu ilk mutlu ettiği anının bu olduğu gerçeğiydi. Annem babamın salçalı makarnayı çok sevdiğini de söylemişti ama ben inatla annemi değil de salçalı makarnayı sevmemesini istemiştim. Sekiz yaşında bir kız çocuğu için babasının salçalı makarna sevmemesi, annesinin ve babasının birbirini sevmemesi kadar acıtıcı olmazdı sonuçta.
Yıllar süren babamla aramdaki gerginliğin arasında ise babaannem, babaannemin babama itirazları ve onun da terk edişi. Giderken tıpkı annem gibi beni çok sevdiğini dile getirmesine rağmen gitmesi. Annemin giderken sımsıkı sarıldığını ve beni sevdiğini söylemesini hatırlıyordum. Fakat geriye asla dönmemişti, bende henüz aklım ermediği için garipsememiştim. Babaannem giderken ise on sekiz yaşındaydım ve yine garipsememiştim. İnsanlar giderdi fakat Zeren İmerler’in çevresindekiler kaçardı. On sekiz yaşında emin olduğum en net kanı buydu.
Okul hayatımın yüzde ellilik kısmını kaplayan acırcasına olan bakışlar vardı. O dönemde ilkokula yeni başladığım için yeni yeni arkadaşlıklar edinmiştim fakat acımasızca magazin haberlerine gündem olan annemin gidişi sadece babamı ve onunla aramdaki ilişkiyi değil arkadaşlarımın bana bakışlarını ve tavırlarını da değiştirmişti.
O sıralar yanımda tek olan Arıkan’dı. Atakan’ın kendini bilmez haşarılıklarına rağmen Arıkan tüm ders aralarında benim yanıma oturur, yüzüne bakmamama ve üst seviye bir gudubet olmama rağmen okur gibi yaptığım kitaplara yorumlar yapardı. Bir süre sonra ondan henüz bilmediğim harfleri bana okumasını rica etmiştim ve çat pat aşırı yavaş okumasıyla beraber yardımcı olmuştu.
Yıllar geçmişti, büyüdüm sanmıştım ancak Zeren beyin bana Çelik’le beraber yaşattığı o imtihan kör bir bıçak gibi ruhuma saplı kalmıştı. Fakat sonra, Arıkan, Arıkan’ın ölümü, arkadaşlarımdan kendimi uzaklaştırmam, yetmez, daha fazla uzaklaştırmam, daha da çok, görünmeyecek kadar çok uzaklaştırmam. Kendimi tüm hayatın olağan akışından kaçırmam…
Dudaklarımdan inlercesine dökülen her hıçkırığım boğulurken, tutunacak dal gibi elini uzattı Noyan. Sanki düştüğüm yere oturma yanlısı değildi de benim bir şekilde ayağa kalkmamın mecburiyetinden bahseder gibiydi. Sıkıca kavradığı belimle ayağa kalkmamı sağladığında başımı göğsüne bastırdı.
‘Ağla hadi, sormayacağım nedenini…’ sesi kadife yumuşaklığından çıkarken tutmaya çalıştığım bütün çığlıklarım komut bekler gibi tekrar dudaklarımdan döküldüğünde kollarımda Noyan’ın boynuna dolandı.
Bu Belgi, benim bile rastlamadığım bir kadındı. Hatta o kadar ki içimde olduğundan dahi haberim yoktu ve kendisi adam akıllı tanımadığım bir adamın muhtemelen evinde, misafir odasında ‘Selam, ben geldim.’ Der gibi çıkmıştı ortaya. Sanki kırk yıllık dostummuş gibi içimden başka, güçsüz, dirayet yoksunu bir Belgi çıkıyordu. Ben ise Noyan’ın omuzuna gömdüğüm başımla, babamın yıllardır okşamadığı, annemin adam akıllı örmediği saçlarımın onun tarafından okşanmasının acısına daha fazla kendimi parçalıyordum.
Saç tellerimin arasında gezinen parmakları takılır ve çekersem korkusu varmış gibi narince dolaşırken ruhumun içinden geçer gibi hissediyordum aslında. Noyan’ın bu kadar yabancıyken bir o kadar da tanıdık gelmesinin sebebi buydu sanırım. Ruhumun aç olduğu o şefkati öyle net görüyordu ki sekiz yaşındaki Belgi’nin saçlarını okşuyordu.
Kaç dakika sürdü, hatta saat oldu mu bilemesem de son hatırladığım bir yere Noyan’ın yardımıyla uzanmam ve onun kollarını sıkıca bedenime sarmasıydı. Ben ne kadar ağlasam da tek kelime etmemiş, söylediği gibi sormamıştı. Hatta o kadar ki benim tahminimce soru sorulmasını da engellemek için bir ara ortadan kaybolup tekrar dönerek odanın kapısını da kilitlemişti.
Tüm olanlara rağmen bedenimi, ruhumu daha dinç hissederek gözlerimi araladığımda belimdeki eli fark edip başımı kaldırmaya çabaladım fakat kocaman boş bir savaşa dönüştüğünü hala bedenime sarılı kolların yerini taviz vermez şekilde korumasıyla anlıyordum.
Tekrar bir hamlede bulunmaya çalışsam da yine boşa çıktığında olduğum yerden etrafa bakındım. Noyan’ın bir ayağı sanki oturur gibi yerde, diğer bacağı yatağa uzatılmış, ben ise adamın resmen sol tarafını esir almıştım. İnsanlar bir gün büyük rezillik nedir diye soracak olursa, spor hocamın sol tarafını kendi mülkiyetime geçirmek diye anlatabilirdim. Kapı kulpunun oynamasıyla beraber tekrar hamle yapsam da yine boşa çıktı çabalarım. Ölü gibi uyunur muydu Allah aşkına. Noyan tam olarak öyle uyuyordu işte.
‘Abi! Odam niye kilitli!’ dışarıdan gelen sesle kaşlarım havalandığında tekrar zorlanan kapıyla işaret parmağımla Noyan’ın göğsünü dürtükledim.
‘Ay evden de mi kovdunuz beni!’ dışarıdan şaşkınlık dolu ses yükselirken bir kez daha dürtükledim Noyan’ı.
‘Misafir var Şanze! Bağırıp durma!’ Denker abinin sesi de gittikçe yaklaştığında bir kez daha Noyan’ı dürtükledim.
‘Bana ne misafirden! Ben odamı niye kilitlediniz diye soruyorum!’
‘Abinin katında senin odan ne arasın! Tek gözünle çıktın anladık da bari virajları saysaydın! Uyanacak şimdi, tepesinin tası atacak. Zaten sabahları çekilecek çile değil herif. Yürü!’ kapının önündeki sese Denker abinin sesi iyice yaklaştıktan sonra bu kez ayak sesleri uzaklaşmaya başlarken sıkıntıyla nefesimi bıraktım ki bedenimi saran kasların kendine geldiğini hissederek başımı yüzüne doğru kaldırdım. O kadar çaba harcayıp dürttükten sonra gerçekten nefes almam mı uyandıracaktı Allah aşkına. Tamam ben normal değildim ama bir Allah’ın kulu da normal çıkmayacak mıydı çevremdeki.
‘Ne oluyor sabah sabah ya.’ Benim gibi olan bitenden bir haber Noyan sıkıntıyla mırıldandığında nerede olduğunu, daha doğrusu yanında benim olduğumu yeni fark etmiş gibi çattı kaşlarını. Hala sarılı olan kollarını gevşetir gevşetmez üzerinden çekildiğimde buruşturduğu yüzüyle bedenini dikleştirip sırtını açmaya çabaladı. Bu tutukluk ömür billah yeterdi muhtemelen. Hatta bence Noyan’a en kısa zamanda masaj falan ısmarlamam gerekiyordu. Bu ufak hediyeyi tüm gece sabaha kadar benimle uğraştığı için halletmem şarttı.
‘Saat kaç?’ gözünü kaşıyarak etrafa bakındığında telefonumu aşağıda unuttuğumu hatırlayarak dudak büktüm. O ise sorusunu bana sormamış, ben ortamda yokmuşum gibi yandaki komodinin çekmecesini açıp ne ara oraya girdiğini bilmediğim telefonunu silahın yanından alarak ekranı aydınlattı.
Silah?!
Kendi kendime büyüttüğüm gözlerim komodin çekmecesinde olsa da Noyan telefonuna odaklandığı için farkında değildi. Neyin şokuydu bu Belgi? Adamın birer metre arayla tüm evini adamlar koruyordu, ki adamlar birer robot gibi davranırken sen aptal gibi silaha mı şok olacaksın yani diye fırça atasım vardı kendime. Yüz ifademi düzeltmeye çabaladığımda Noyan esnemesini elinin tersiyle kapatıp başını sağa sola yatırarak tüm kemiklerinin kırıldığını düşündüğüm şekilde sesler çıkaran boynuna attı elini.
‘Bir olmuş.’ Monolog böyle bir durumdu herhalde. Benden medet ummadan kendi soruyor, kendi cevap veriyordu. Telefonu bırakmadan elini dizine bıraktığında odaya dolan melodiye hala tam açamadığı gözlerine rağmen aramayı yanıtlayıp kulağına götürdü telefonu.
‘Efendim abi.’ Kısa bir sessizlik odaya hakim olurken Noyan kapalı gözlerine rağmen kaşlarını çattı.
‘Niye gelmiş ki?’ dedikten sonra yeniden bir sessizlikle Denker abinin cevabını bekledi fakat yine tatmin olmadı anladığım kadarıyla, çünkü artık kaşlarının ortasında düz bir çizgi vardı.
‘Şanze hayatı bu kadar erken kalkacak kadar seviyor mu ya?’ dedikten sonra gözlerini de araladığında akşama veya spor salonuna oranla daha açık olan göz rengini fark ettim. Cam gibi parlayan mavileri karşıdaki duvara odaklıyken iç çekip seslice nefesini bıraktı.
‘Abi onun bu saatte evden çıkması için dokuzda uyanıp hazırlanmaya başlaması lazım, ne demek akşam oldu. O yüzden söylüyorum. Ayrıca Şanze dokuzda uyanıyorsa ya çok önemli ve bizi ilgilendiren bir havadisi vardır… Ya da…’ Az önce olan rahat tavrı değişime uğrarken gözleri de iyice kısılmaya başladığında dudaklarını ıslatıp gergince alt dudağını içinden dişlemeye başladı. Bunu sıkıntıdayken bende yapardım ve bu hamle için benim aşırı derecede gergin olmam gerekirdi. Telefonu omuzuyla kulağının arasına sıkıştırıp sol elini sağ omuzuna götürüp kaşıdığında gerçekten tiyatro izler gibiydi halim.
‘Bunun erkek arkadaşı yok değil mi?’ yanımda dönen muhabbeti şaşkınlıkla dinlemem gereken yerdeydik. Sabah değil, öğlen vakti bir kadın çıkıp geliyor ki tahminlerim doğruysa kız kardeşiydi ve bu durumdan şüphelenerek erkek arkadaşı olup olmadığı sorgulanıyordu. Dahası abilerinden bir tanesi açıklama yaparken, diğeri stresten kuduruyordu.
‘İneriz kahvaltıya, o zaman sorarız. Senden kaçsa benden kurtulamaz veya tam tersi. Gerçi Şanze’yi birazcık tanıyorsam senden her halükârda kaçar. İniyorum şimdi abi.’ Yüzünü buruşturduğunda koca adam nasıl çocuklaşır onu görüyordum ki sonunda kısık gözlerini tam anlamıyla açarak derin bir nefes aldı, ‘Abi aynı evde telefonla konuşuyoruz, kapat hazırlanıp ineyim. Ayrıca uyumadınız mı siz ya!’
‘Neyse, tamam anlatırsın.’ Sonunda telefonu kapattığında bakışları tekrar odada gezmişti ki bana gelip duraksadı. Varlığımı yeni fark eder gibi kısa bir an süzdüğünde daha fazla sessizliğime tahammül edecek halde değildim.
‘Uyumamışlar mı?’ sorumla başını sağa sola salladı anında.
‘Biz yukarı çıktıktan sonra Gizay’la kulübe gitmişler.’
‘Sabah?’
‘Eserler onlara bazen, günaydın bu arada.’ Yataktaki bacağını da aşağı sarkıttığında parmaklarıyla saçını geriye doğru taradı. Oturduğu yerden kalktıktan sonra dakikalar önce olduğu gibi tekrar boynunu kütürdettiğinde gülümsedim.
‘Günaydın ya da tünaydın.’ Yatağın ortasında oturmuş halimden hızlıca kurtulup indiğimde odanın içindeki kapıya yönelip girdim. En azından bir de Noyan anlattığı halde dinlemediğimi belli ederek banyo nerede diye sormak zorunda kalmayacaktım. Dünden kalan rezilliğim aynadan güzel bir selam çakarken kenardaki ıslak mendile teşekkürlerimi sunmam gerekiyordu. Çünkü hali hazırda silsem bile hala kirpiklerime asılı kalan rimel gözyaşlarımla intihar ederek yüzümde çizgiler oluşturmuştu. Şu halimi hayatımdaki çoğu insan mutlaka görmüştü fakat içerideki Noyan’ın ilk kez şahit olduğundan emindim. Sıkıntıyla önce mendille yüzümü kazıyıp ardından yıkadığımda kapıya vurulmasıyla bakışlarım aynadaki yansımamda tekrar dolaştı.
‘Efendim?’
‘Çantan odada, kahvaltıya iniyorum ben, işin bitince gelirsin.’
‘Teşekkür ederim.’ Kapı sesi duyar duymaz odaya tekrar döndüğümde yatağın üzerine bırakılmış çantamı açarak içinden kapatıcıyı çıkardım. Biraz zorlasam balon göz balıklardan bile olabilirdim fakat bunu saklamam gerektiğinden de emindim. Sıfatımı toparlayıp üzerimdeki şampiyon edasıyla duran tişört ve hala ben gideyim halindeki şortun belini düzelttikten sonra çıktım odadan. Yukarı çıkarken başımda olmayan aklım yüzünden çıktığım koridorun bir sağına bir soluna baktığımda gün ışığının yoğun olduğu tarafa doğru ilerledim. Bir de evin içinde kaybolursam tüm gece olan ağlama krizlerimle yan yana durur kendimi alkışlardım. Bir kat indiğimde yeniden koridorla karşılaşınca tekrar basamakları adımladım. Gözlerimi etrafta gezdirirken dün gece oturduğumuz duvardan duvara camlardan gözüken verandadaki dört bedene yaklaşmaya başladım.
‘Ama abicim ben sizin biricik kız kardeşiniz değil miyim? Sizden başka kime gideceğim, kimin parasını yiyeceğim bir anlatsanıza? Hem bomba bir haberim var.’ üç adam otururken onların tepesinde dönen genç kadına takıldı gözlerim. Çağla yeşili gözleri ışıl ışıl parlıyordu, kızıl hatta resmen kırmızı saçları, Denker abi ve Noyan’a inat eder gibi süt beyaz teni vardı. Üzerindeki siyah saten gömlek ve bel boyu yüksek yine siyah İspanyol paça pantolonuyla başka bir ortamda çok ciddi gözükecek olsa da hali, tavrı, duruşu tan anlamıyla şirinlik abidesiydi.
Fakat bir ayrıntı daha vardı. Dün akşam, davette Atakan’ın ilgisini çeken ve benim sonra yanındaki adamın babası olduğunu öğrendiğim kadındı bu. Kaşlarım istemsizce çatılırken adımlarım da yavaşladı, çünkü bu kadını daha fazla incelemek istiyordum. Bakışı ve hayat enerjisiyle, abilerine olan gerçek şımarıklığıyla... Uzaktan olduğu halden çok daha güzel görünüyordu. Dün akşama oranla fazlaca duru ve samimi bir güzelliği vardı.
‘Ahu’m kurban olayım otur kahvaltını yap.’ Denker abi isyan ederek başını geriye atıp kollarını boynuna dolamış çenesini de başını yerleştirmiş kızıl saçlı genç kadına baktığında o anında eğildiği gibi yanağında kırmızı rujunun izini bırakacak şekilde öptü.
‘Lütfen ama o elbiseyi çok istiyorum. Ne olur…’ bulaştığı rujun makyajını bozma payını dahi hesaba alarak Denker abinin diğer yanağına yanağını yasladığında adamcağız göz devirse de eninde sonunda ikna olabileceğinin farkındaydım.
‘Önceki yüz ellinci elbiseni de çok istiyordun kızıl şeytan? Ayrıca biz senin bankamatiğin miyiz? Git kendine başka bankamatik bul.’ Denker abinin bıkmış çıkan ses tonuyla neşesi iç ısıtan kadın göz devirdi anında.
‘Havadisin ne senin?’ araya bu kez Noyan girdiğinde o göz devirmesi toparlanmış tekrar kocaman bir gülümseme yerleşmişti kadının yüzüne. Enerjisi çok güzeldi. Hatta o kadar güzeldi ki karşısında beş karış suratla oturan üç adamı görmüyor gibiydi.
‘Dün gece olan davette bir kadın gördüm, aslında gözüme çarptı. Tamam çaktırmadan kadını süzdüm. Neyse… Su gibi desem yeridir. Ve gördüğüm anda bir karar aldım.’ Hepsinin konu ilgisini çekmiş olacak ki kaşları havalanarak kadını izlemeye başladığında ince uzun parmakları Gizay ve Noyan’ın üzerinde dolaştı, ‘Sana veya sana alacağım. Tam anlamıyla yengem olabilecek birisi. Kadını araştırmanızı istiyorum.’
‘Aşk veya evlilik hususunda hayatlarımıza burnunu sokmasan?’ Noyan’ın tepkisiyle daha fazla durmak istemedim. Böyle güzelim kızı izliyordum ancak bir miktar ayıp oluyordu. Adımlarım kapısına kadar ulaştığım verandayı bulduğunda artık isminin Ahu Şanze olduğundan emin olduğum kızıl saçlı kadın Denker abinin bu kez diğer yanağını sıkıca öpmüştü ki gözleri beni bulduğunda şaşkınlıkla ayrılıp doladığı kollarını çözerek ellerini omuzlarına yerleştirdi.
‘Abimin misafiri kadın mıydı?’ yüzündeki şok olmuş ifadeden de anlamam gereken bu civarlarda muhtemelen kendisi dışında başka bir kadına rastlamamış olmasıydı herhalde.
‘Güzel bir kadın…’ sorusuna cevap bulamadığından tekrar kendi kendine konuştuğunda üzerime diktiği yeşil gözleriyle gülümsemesini genişletti.
‘Merhaba. Belgi Deran ben, dün davette karşılaşmıştık ama tanışmaya fırsatımız olmadı.’ Elimi uzattığımda Denker abinin omuzuna abanmaktan çekinmeyerek anında sıktı.
‘Ve benim kadar iyi göz hapsine alıp aynı zamanda nazik olabilen bir kadın… Ay çok şaşırtıcı! Bende Ahu Şanze. Dün göz kamaştırıcıydın, bakışım rahatsız ettiyse lütfen kusura bakma…’ Kahkahasını gizleme çabasında dahi olmadan gözlerini Noyan’a çevirmeden hemen önce sıkıntı yok dercesine başımı sağa sola salladığımda bu kez ona yaklaşarak az önce Denker abiye yaptığı gibi ellerini omuzlarına yerleştirip parmaklarını sıkılaştırdı.
‘Yenge adayımdır inşallah abicim, gerçi senden önce Denker bey hazretleri var, bana kartını vermeyengillerden.’ Belli ki Şanze’yi şu ana kadar umursamayan masadaki üçlü anlık olarak epey ilgileniyorlardı çünkü üçünün birden dudaklarından aynı sesleniş dökülmüştü.
‘Ahu!’ uyarıcı, kendine gelmesini tembihler şekilde. Fakat Şanze hiç ama hiç umursamış gibi durmuyordu. Hatta öyle ki onları ayıplar şekilde burun kıvırıp, dilini damağına vurarak ‘Cık, cık, cık.’ Dedi. Dördü arasında birkaç dakika içinde tespit edebildiğim ise bıkkınlık veya sinir anında Ahu demeleri, normalde ise Şanze diye seslenmeleriydi.
‘Sizden zaten böyle güzel, şımarık olmayan, karizmatik, zeki, dikkatli ve nazik bir hemcinsimle olmanız beklenmezdi, ayıcıklar.’ anında ellerini Noyan’ın omuzundan çekip yüzünü buruşturarak yanıma ulaştığı gibi sandalyeye yerleştiğinde bende yanındaki boşluğa kuruldum. Bütün iltifatlara bir teşekkür edebilirdim fakat beni karizmatik bir kadın olarak adlandırmasına, üstelik üzerimde bana bilmem kaç beden büyük gelen şort ve tişörte, ayrıca şiş gözlerime rağmen… İşte buna teşekkür falan yetmezdi.
‘Hayır evlenin de sıra bana gelsin, turşularını kuracağız sanki.’ Yüzünü hala buruşturuyor olsa da Noyan’ın bedenini dikleştirip ters bakışlar atmasıyla aslında masada en çok gerilmesi gereken kişinin kendisi olduğunu anlamıştı Şanze.
‘Sevgilin mi var senin?’ Noyan bir anda sorduğunda normal şartlarda bir kız kardeş diken üzerinde duracakken Şanze önce bacağını diğer bacağının üzerine atmış ardından başını omuzuna düşürerek kısık gözlerle abisine tebessüm etmeye başlamıştı.
‘Yok ama olsa sana var der miyim emin değilim abicim.’ Gülerek eline kahve kupasını aldığında Noyan’ı birkaç gündür tanımama rağmen hiç rast gelmediğim bakışlarına denk geldim.
‘Var yani…’ tıslarcasına çıkan sesiyle Denker abiye bakışlarımı çevirdiğimde onun umursamazca kahvaltı yaptığını fark ettim. Abiliğin verdiği yetkiyle kıskançlık damarı gösterilecekse onun da dahil olması gerekmiyor muydu? Ben mi yanlış biliyordum yoksa.
‘Öldürmek istediğim biri olursa var derim merak etme.’ Başını omuzundan kaldırıp havadan Noyan’a öpücük gönderip fincandan bir yudum aldığında kaşlarım havalandı. Ölmeyi bayılmak sanıyor dedikleri kısım bu olsa gerekti.
‘Şanze bana düzgün cevap ver!’ Noyan’ın masaya vurduğu eli yüzünden sıçrasam da kimsenin yerinden kıpırdamamasıyla kaşlarımı çattım. Demek ki Şanze ismi sadece normal zamanda değil sinirlenince de kullanılıyordu. Bir bana mı garip geliyordu durum acaba. Gözlerim Gizay’a döndüğünde onun çay bardağını eline alıp rahatça arkasına yaslanarak bana doğru gülümsediğini gördüm.
‘Çok şey yapma, günlük halleri böyle.’ Elini boş ver dercesine havada sallarken konuştuğunda Şanze’nin sesini yeniden duyduk.
‘Kartın ve düzgün cevabı takas edelim?’ abisinin gözlerindeki deli ışıltılara ve az önce kükreyen sesine rağmen bu rahatlığına baktığımda Şanze’nin canına susamış olma ihtimalini yüzdelerle ölçmem gerekiyordu. Fakat bu durum çok normal gibi Noyan sıkıntıyla dudaklarını ıslatıp kollarını masaya yaslayarak tehditkar şekilde tek kaşını havalandırdı.
‘Pazarlık yapma benimle, ya sen söyle ya da ben araştırayım.’
‘Araştır… Denemesi bedava.’ omuz silkip başını sağa sola sallayarak baktığında az önce sinirden kuduran Noyan rahatlamış bir şekilde nefesini vererek geriye yaslandı. Ne olduğunu bile anlamamıştım, ne rahatlamasına sebep olmuştu ki.
‘Olmayan bir şey bulunamayacağı için rahat olan Şanze’yi fark eden Noyan duruşu bu. Nerede olsam tanırım.’ Gizay masaya kolunu yaslayıp bana doğru fısıldadığında başımı anlayışla salladım.
‘Denker abi neden aynı tepkiyi vermiyor?’ bende fısıldarcasına konuştuğumda Gizay derin bir nefes alıp omuz silkti.
‘Noyan’la aynı tepkileri verse de Şanze’nin istediğini yapacağını biliyor, tabi işi inada bindirip saçma sapan bir herifle sevgili olma ihtimalini de hesaba katıyor.’ Kafam iyice karışırken üç saniye duraksasam da elime aldığım fincanı dudaklarımı kapatmak için kullandım.
‘Noyan niye abisiyle aynı tepkiyi vermiyor o zaman?’
‘Kıskançlık damarı.’ Omuz silkip konu kapandı der gibi geriye çekildiğimde Şanze’nin gülümseyerek bana dönmesi bir oldu. Radarına tekrar girmiştim anlaşılan.
‘Sen kimsin peki?’ dediğinde abisinden seken topun beni bulduğunu hissetmiştim. İstop diye bağırsam yeriydi herhalde.
‘Bu sanırım konumumu anlamak için sorulan bir soru?’ tek kaşımı kaldırıp gülümseyerek baktığımda sırıtarak başını salladı.
‘Spor salonundan bir üyeyim.’
‘Mümkün değil.’ Başını sağa sola salladığında kaşlarım çatılsa da önüme açılan servisle gülümsemeye çabaladım.
‘Mümkün Şanze’cim, spor salonundan üye, aynı zamanda arkadaşım.’ Gizay duruma müdahale ederken Şanze’nin kaşları havada öylece kalmış üç adamda da gözlerini gezdirmişti.
‘Sadece arkadaşın olsa abim bu eve almaz Gizay abi. Üstelik üzerindeki tişört ve şort Noyan abimin, zorladığım kapı ise kilitliydi, ki bana kalırsa o odada Belgi abla tek başına değildi.’ Kıstığı gözleri Gizay’dan usulca Noyan’a döndükten sonra sıkıntıyla nefesini bıraktı, ‘Dün davette yanında yakışıklı ve centilmen gözüken bir adam vardı, bugün ise bu güzel hanımefendinin gözleri ağlamaktan şişmiş. Bu evde kıskançlıktan insanı çıldırtacak tek kişi var o da…’ kaşlarını havalandırıp indirirken hala Noyan’a bakmaya devam ettiğinde az öne durgun durgun kahvesini yudumlayan adamın hareleri bir anlığına beni buldu, ancak çok sürmemişti tekrar Şanze’ye yönelmesi.
‘Kimin neyi, söylesenize ya! Benden de mi saklıyorsunuz, kardeşinizim ben sizin.’ Derken yeşil gözlerini dördümüzde de dolaştırdığında Gizay büyüttüğü gözleriyle baktı Şanze’ye.
‘Gerçekten arkadaşım, aaa bu da iyice kafayı yedi.’
‘Hatırlarsan abim son bir senedir seni bu eve alıyor, daha önce odan olmasına rağmen almıyordu, beni de. Ki öz kardeşiyim, hatta abisini de.’ Önce kendini ardından Denker abiyi işaret ettiğinde gözleri büyüse de Noyan harekete geçip cüzdanını çıkarmış aradan seçtiği kartı Şanze’ye uzatmıştı. Almak üzereyken Noyan bir anda geri çekip işaret parmağıyla beraber kaşlarını da havalandırdı.
‘Var mı hayatında biri?’ sorusuna kahkaha atmak istesem de Şanze göz devirip derince soluklandığında diyeceklerine dikkat kesildim.
‘Birincisi hayatımda birisi olursa bunu sizden saklayacak kadar hayatı sevmediğimi düşünmen saçma. İkincisi bir erkek arkadaşım olmasına değil, onun bana zarar verip vermeyeceğine kafayı takacağını biliyorum. Üçüncüsü senin de her zaman dediğin gibi insanlar sevgiyi bir güç olarak kullanabilirler bana bunu ezberletene kadar söyledin. Dördüncüsü her şeyi bir kenara bırakmam gerekirse senelerdir sizlerden ayrı gerek arkadaşlarımla gerek tek başıma seyahat ediyorum ve çevremde olan her detaydan haberdarsınız, çünkü arayıp ben söylüyorum. Beşincideyim değil mi?’ bakışları kısaca bana döndüğünde başımı onay verircesine salladığım için hızlıca Noyan’a döndü, ‘Beşincisi bütün kredi kartlarının ek kartları bende ve bunu harcamam için değil, takip etmen kolay olsun diye yaptığını biliyorum. Altıncısı yedi yirmi dört çevremde sürekli güvenlik güçleri var. Yedincisi ev-vet!’ Noyan dudaklarını bir cevap vermek için aralasa da Şanze kocaman açtığı gözleri ve tıpkı onun gibi havalandırdığı işaret parmağıyla sözünü kesmesini istemezcesine uyarıda bulundu, ‘Defalarca onları atlattım, yine istesem yine yaparım ama ben Ahu Şanze Visam’ım, sizin gibi üç kalasın arasında bir mücevherim, bunu da hep sen söylersin ego yapmıyorum. Hayatıma biri girecek olursa eğer geleceğim ilk adres siz üçünüz olursunuz. O yüzden bana bir daha erken uyandığımda, geç kaldığımda veya telefonuna cevap vermediğimde, sonon orkok orkodoşon mo vor, dersen önüme çıkan ilk adamı kolundan tutar ve evleniyorum diye karşına dikerim. Sekizinci olarak bu muameleden sonra eğer hayatınızda olan bir kadından herkesten önce benim haberim olmazsa gazabımdan korkun.’ Şanze’nin bir an için asla susmayacağını düşünsem de derin bir nefes aldığında üç adamın da gülümseyen halini fırsat bilip Noyan’ın hala havada ki elinden kendine uzatılan kartı hevesle kapıp sandalyesindeki asılı çantasının içine attığında tehditkar gülümsemesi daha çok büyüdü.
‘Söyleyin şimdi hanginizin sevgilisi. Ya da size niye soruyorum ya, Belgi abla, hangisi sevgilin senin?’ bakışları direkt olarak bana döndüğünde gülerek baktım. Pek durdurulması mümkün değilmiş gibiydi.
‘Hiçbirinin, gerçekten hiçbirinin sevgilisi değilim.’ Başımı sağa sola sallayarak konuşsam da o asla ikna olacak gibi değildi.
‘Bu dedektif aracılığıyla araştırılması gereken bir konu o zaman. Ya üç abimde aptal ya da sen başına bela almayacak kadar akıllısın…’ Bilmişlik taslayarak başını salladığında sesi kesilmişti ki arka cebinden çıkardığı telefonla yaslandı sandalyeye.
‘İyi misin Belgi?’ Denker abiye gülümseyerek onaylayıcı bir şekilde baş salladığımda o da kahvaltısına tekrar döndü. Gerçekten kahvaltı hala anlamsız gelebiliyordu bana, neden sabah yapıyoruz o daha da vahimdi. Akşam yapılsa mis gibiydi fakat inatla insan gözünü açar açmaz yemek yeme şevkiyle dolamazdı. En azından ben dolamazdım.
Hep bu ortam garip gelmişti bana. Belki de öyle bir kültürle yetişmediğim için yemek masası mantığı zihnime oturmuyordu. Daha doğrusu ailece yapılan sabah kahvaltıları enteresan geliyordu. Fakat baktığım zaman ailenin bütün çocukları hatta çocuklarının yakın arkadaşı Gizay dahi buradayken anne ve babalarının nerede olduğunu merak etmiştim. Gerçi Gizay’la daha önceki dedikodu seanslarımızın birinde iç dökeceği zaman diliminde o üstü kapalı dostu ve abisi gibi gördüğü adamın annesinin öldüğünü, hatta onların annesinin kendisine dahi annelik yaptığını eklemişti. Belki de nasıl Zeren bey annem gittikten sonra Ilgın hanımla evlendiyse, onların babası da eşini kaybettikten sonra ikinci bir evlilik yapmıştı. Ama hayır, bu da olamazdı çünkü Gizay sanki hayran gibi onların nasıl birbirlerine aşık olduklarını da dakikalarca anlatmıştı.
‘Davet mi bekliyorsun?’ Gizay’ın sesiyle gözlerim ona döndüğünde önümdeki tabağı işaret etse de derin bir nefes aldım.
‘Ben kahvaltı yapmam.’
‘Niye?’ şaşkınca bakıyor olsa da hepimizi şoka sokacak bir ses daha duyduk.
‘Hani değildi ya!’ Şanze’nin çığlığıyla hepimiz sıçradığımızda gözlerimiz onu bulmuştu ki o büyüttüğü bakışlarıyla her birimizi ince ince süzüyordu, ‘Biliyordum işte!’ kaşları çatılıp sanki gırtlağını sıkmışız gibi bir düşmanlıkla bakmaya başlarken ilk atağa kalkışıp mantıklı davranan Denker abi oldu.
‘Ne biliyordun, ne oldu yine?’ sıkıntıyla konuştuğunda elindeki telefonu resmen gözüne sokmak istercesine çevirdi adama. O ise ekranı görebilmek adına biraz gerileyip baktıktan sonra mavi harelerini benimle Noyan’ın üzerinde gezdirdi.
‘Ne oldu abi?’ Noyan’da sonunda duruma müdahale edince Şanze bu kez elindeki telefonu ona çevirmişti ki ağzında yuvarladığı küfürle kaşlarım çatıldı. Biri bana da ne olduğunu söylese kesinlikle kendimi iyi hissederdim ki çok geçmeden Gizay’ın yanımdan telefonu uzatmasıyla gözlerim ekranda gezindi. Şaka olmalıydı, kesinlikle büyük bir şaka olmalıydı bu. Birisi çok fena dalga geçmiyorsa ağır şekilde çuvallamıştım ve bu hiçbir çuvallamama benzemiyordu.
Sabahın köründe çıktığımız Atakan’ın barının önünde Noyan’ın kucağında çekilmiş fotoğrafım ve şok olan benliğim birbirleriyle bakışıyorlardı şimdilik. Üstelik öyle bir kare yakalanmıştı ki bu anın ne zaman gerçekleştiğini bilmesem de Noyan’la saliseler önce öpüşmüşüz gibi duruyordu. Telefonumun sesini duyduğumda hızlıca sandalyeyi itip oturma grubuna ilerleyerek aldım elime. Bu kez gerçekten büyük bir kayaya sarılmam gerekecekti, çünkü her sabah olduğu gibi Zeren bey kahvaltıda telefonundaki maillerle, kendine bildirilmesi gereken gündemlerle özenle ilgilenmişti. Okurken de toz kondurulmasını istemediği kızının eşek kadar fotoğrafına denk gelmişti. Üstelik beni sürüklediği halde hiçbir davette yanında görmediğim bir adamın kucağındaydım. Hatta öyle ilgilenmişti ki Twitter’da gündem olan kızını arıyordu.
‘Baba.’ Kendimi gırtlaklamak istercesine boğuk çıkan sesimi düzeltmek adına hafifçe öksürdüm.
‘Neredesin bilmiyorum ama yarım saat içinde evde ol. Yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim.’ Ve sinyal sesi. Tehditler, onların geleceği noktalar, hepsini kafamda bir bir belirleyerek hazırlıklı olmam gerekiyordu. Kendime açık kapı bırakacak şekilde plan yapmalı ve planıma uygun ilerlemeliydim.
‘Taksi.’ Sıkıntıyla parmaklarımı saçlarımın arasından geçirerek geriye tarayıp masadaki kuşkuyla beni süzen gözlere döndüm, ‘Taksi çağırır mısınız, acil çıkmam gerek.’
‘Ben bırakırım.’ Gizay anında ayağa kalkarken başımı sağa sola salladım. O fotoğraftan sonra bir de Gizay’la denk gelirse bütün hayallerimin dönüş bileti kesilirdi. Üstelik Zeren beyin psikopatlıklarını bilen Gizay yol boyunca eve bende gireceğim diye diretirdi ve bu kafamda plan kurmam gerekirken asla işime yaramazdı.
‘Olmaz, taksi en sağlamı. Rica etsem çağırır mısınız, ben üzerimi değiştireyim.’ Koşarak içeri yöneldiğimde stresten elim ayağıma dolaşsa bile odaya ulaştım. Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulup elbiseyi üzerime geçirdiğimde vurulan kapıyla bir küfür savurmak istedim. Fermuarlardan nefret ediyordum, ulaşamadığım yerde olup ecel teri döktürenlerden daha çok.
‘Benim Belgi abla, gelebilir miyim?’ en azından fermuar konusunda destek alacaktım.
‘Gel tabi, aslında gelmen çok iyi olur.’ Kapı anında açıldığında yüzünde ufak bir çekingenlik olsa da fermuarımı fark ederek hızlıca yanıma yaklaştı. Bir çırpıda çektiğinde kenardaki çantam ve telefonumu aldım.
‘Benim gelmemi ister misin? Abimin olduğunu söylerim, sende benim için arkadaşım dersin. Bileğin burkuldu abimden ben yardım istedim derim?’
‘Gerek yok, hallederim ben ama çok teşekkürler.’
‘Emin misin? Bak babalar ve abiler kadar seni ben dışında kimse anlayamaz. Yani sonuçta normal arkadaşmışsınız ama zıvanadan çıkıyorlar duymuyorlar bile arkadaş olmayı.’ Keşke sadece basit bir baba kıskançlığıyla karşı karşıya kalıp Şanze’yi sürükleme fırsatı yakalasaydım fakat öyle bir durum yoktu. Olay başlı başına Zeren beyin kızı böyle bir şey nasıl yapar manşeti altındaydı. Ve ben bunu Şanze’nin yanında yaşamak istemiyordum.
‘Gerçekten hallederim, merak etme.’ Odadan hızlıca çıkıp aşağı indiğimde gelen taksiye yöneldim.
‘Kusura bakmayın ve haber konusunda, elimden geleni yapmaya çalışacağım Noyan.’
‘Ben hallederim, sen sadece evi düzene sok.’ Noyan’ın anlayışlı haliyle gülümsemeye çabalayıp diğerlerine de başımı sallayarak taksiye yerleştiğimde tekrar çalan telefonumun ekranına baktım. Son kurtarıcı Gökmen abi. Aramasını anında yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm.
‘Belgi, kızım.’ Sesindeki kısık ton, tedirgin ve gizli kapaklı aradığını o kadar belli ediyordu ki inlercesine başımı geriye attım.
‘Gökmen abi, ben bu kez büyük patladım.’
‘Farkındayım, farkındayım ama sakin ol. Belgi Allah aşkına o herifle ne işin var senin?’ gerçekten şu an bu soruyu bana Gökmen abi sormamalıydı. Bana sağlam bir şekilde bahane bulsundu ama ne işin vardı açıklamasını daha sonra istesindi.
‘Bir işim yok, spor salonumun sahibi, arkadaşımın arkadaşı abi.’
‘Kızım sen deli misin? Hangi spor salonundan bahsediyorsun, Visam’lar her ihalede babanın karşısına çıkıyor.’ Kaşlarım istemsizce çatılmaya başladığında artık telaşlı halim de kalmamıştı. Ölmekse, tam olarak şu an yapmalıydım. Eğer ki Gökmen abi bu derece endişeliyse ve konu onu dahi gerecek kadar sıkıntılıysa sorun Zeren beyin kızı başlığından çıkardı ve ben bu başlık dışında olan şeylerden nasıl kaçılır bilmiyordum.
‘Ciddi değilsin, ne olur bana ciddi olmadığını söyle.’ Yüzümü buruşturup yolu görmek adına başımı hafifçe uzattığımda Gökmen abi tekrar konuştu.
‘Ciddiyim Belgi, yani o değil ama babası babanla sürekli zıtlaşır. Hep karşı karşıya kalırlar, sen o adamı nereden buldun, nasıl arkadaş oldun?’ o bile şok halindeydi, bitmiştim ben, tamamen tükenmiştim.
‘Onu bunu boş ver, sonra hesap sor, fikri ver bana ne olur... Abi, mesleğime falan mal olmaz değil mi?’ aklıma gelen ilk şeyle mırıldandığımda Gökmen abinin sıkıntılı nefesini de duymuştum.
‘Bilmiyorum Belgi, bu kez gerçekten bilmiyorum ama sinirden köpürüyor baban.’ Gözlerim sıkıntıyla kapanırken derin bir nefes aldım.
‘Geldim sayılır abi, kapat.’
‘Sen uysal davranmaya çabala kızım, sakın spor salonunu da söyleme, ondan da olursun. Görüşürüz.’ Telefon konuşmasını sonlandırıp döndüğümüz köşeyle beraber dudaklarımı ıslattım. Açılan büyük beyaz demir kapı an itibariyle zindana dönüşebilirdi. Ve ben bir şekilde kendimi garanti altına almalıydım. Gökmen abinin söylediği kadarıyla spordan olmak istemiyorsam spor salonunun sahibinden bahsetmemem gerekiyordu ve mesleğimden olmak istemiyorsam da Zeren beyin eline istediği bir şey vermeliydim. Her hatanın bir bedeli vardı ve o bedeli ben öne sunmazsam eğer sevdiğim şeylerden olurdum. Bunu bilecek kadar Zeren beyin zararlarıyla yüzleşmiştim. Bir şeyi feda etmeliydim ancak neyi feda etmem gerektiğini de bilmiyordum.
‘Nasıl yaparsın sen bunu! Üstelik rakip firmadan biriyle! Tıpkı annenin kızısın!’ ne zamandır sürdüğünü net bir şekilde biliyorum, bu işkence tamı tamına altmış sekiz dakikadır sürüyordu ve Zeren bey asla ara verme niyetinde değildi. Altmış dokuz dakikadır bir yudum su dahi içmeden konuşmuştu fakat son cümlesi bu sabaha karşı yaşadıklarımdan dolayı damarıma basmasına neden olmuştu işte.
‘Yeter!’ sesim öyle yüksek ve otoriter çıkmıştı, dakikalardır o kadar çok annesinin kızı lafını duymuştum, o kadar aşağılayıcı şekilde cümleyi tekrar etmişti ki sonunda oturduğum koltuktan ellerimi vurarak ayağa kalktım.
‘Sana yeter asıl! Sorumsuz, bencil, küstah birisin! Hiçbir şey başaramıyorsun! Sürekli aşağıya düşüyorsun! Aynı onun gibi! Bitti, artık bitti! Okula ses çıkarmadım diye tepeme çıktın! Hiçbir isteğine ses çıkarmadım diye arşa uzandı bu kendini bilmezliklerin! Doktor olacakmış! Artık ne o çok sevdiğin hastaların var! Ne de benim istemediğim bir yerde bulunacaksın!’ beklediğim noktadan vurulurken dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes aldım.
‘İşime karışamazsın! Reşidim ben!’ duruşum sesim kadar netken yüzünde her zaman olan o aşağılayıcı gülümseme yine kendini gösterdi.
‘Reşitmiş! Kimin parasıyla okudun! Bak! Görüyor musun sabaha karşı kucağında fotoğraf verdiğin herifi! İyi bak! Senin de yanındaki kadınlar gibi görünmeni sağladı! Kalitesiz, ucuz, elde edip iki gün sonra görüşmeyeceği! İtibarımı iki kuruşluk ettin!’ bağrışıyla beraber sanki hazırlanmış gibi televizyon ekranına yansıyan Noyan’ın her insana normal gelecek birkaç fotoğrafını işaret etti kolumdan tutup sarsarken. Yanında kalabalık gruplar olan fotoğraf kareleriydi, kimse ile yakın mesafede değildi, aşırı bir samimiyet yoktu ancak bu Zeren bey için anlam ifade etmiyordu. O nasıl düşünüyorsa, fotoğraflar onu konuşurdu.
‘İstemiyorum senin paranı pulunu! Yeter aşağıladığın! Annem de bu yüzden terk etti seni değil mi!’ ve o muhteşem son. Yanağımda patlayan tokat, ağzıma dağılan metalik tat, ince sızı, beraberinde bana doğru kaldırılmış işaret parmağı.
‘Bundan sonra her dediğime harfiyen uyacaksın! Mesleğini mi istiyorsun, senin mesleğin artık şirketin başına geçip kaliteli bir yönetici olmak!’ ekonomik özgürlük… Zihnimde yankılanan tek şeydi bu. Eğitim için ekonomik özgürlük, onun içinse şirket, hepsi birbirine zincir gibi kenetlenirken aklımda dönen tek tilki vardı.
Ekonomik özgürlük.
Bütün çıkış yolumu kendisi sunacaktı bana ancak yıllar geçse de yüzümde patlayan bu tokadın bedelini asla ödemiş sayılmayacaktı. Bu aşağılanmaktan çok daha ağırıydı. Bu gördüğüm psikolojik ve fiziksel şiddetin son kendini gösterdiği demdi. Bardak çoktan taşmış, çevresinde küçük bir gölet bile oluşturmuştu ve ben tıpkı onun söylediği gibi artık annesinin kızı olarak tavır takınacaktım. Annem gittikten sonra bir yıl boyunca nasıl kendine gelemediyse, tıpa tıp aynı seneyi yaşayacaktı. Belki bugün değil ama bir gün muhakkak beni de nefretle hatırlayacaktı ve bu kez nefretinin gerçek sebebi ben olacaktım.
‘Sakın bir daha o kadını savunma bana. Şimdi!’ sinirden titreyen ellerimi sıkıca yumruk yapıp kapanmış gözlerimi açarak başımı düzelttim, işaret parmağı yine havadaydı ve bu kez salonun çıkış kapısını işaret ediyordu, ‘Odana çık toparlan. Onun gibi düşük bir herifin sürtü-‘ bir anda duraksayan cümlesiyle bakışlarım baktığı noktaya döndüğünde Gökmen abiyle göz göze geldim. Endişesi bakışlarından okunuyordu, muhtemelen dakikalardır oradaydı ancak Zeren beyin tabirine kadar kendini tutabilmişti, beni sürtük olmakla suçluyordu, bir adamın sürtüğü olmakla… ‘Çık odana!’ Gökmen abiden gözlerimi kaçırıp salonun kapısına yöneldim. Gururum, benliğim, kendime olan inancım bile zedelenmişti. Birkaç damla kan dudağımdan süzülmüştü belki ama iç işlerimde daha fazla kanama vardı ve hiçbir tampon o akışı durduracak gibi değildi.
İnsan kaybolurdu kendinde ve yeniden kendine rastlardı hiç ummadığı bir yerde. Bileğine kelepçe misali gerçekler dolanırdı, asla anahtarı da bulunamazdı. O kelepçeler şu an sadece el değil aynı zamanda ayak bileklerime de takılıyordu resmen. Zaman ne kadar hızlı geçerdi anlamını yitirmiştim fakat içimde bir yerlerde beni buna mecbur bırakan anneme, terk edilişinden beni sorumlu tutan babama, olanları bilseler de karışma zahmetine girmeyen çevremdeki birkaç kişiye ve belki de beni o kadar kaçırırken böylece bırakan babaanneme kızgındım. Çok ama çok kızgındım hem de.
Odama girdikten sonra banyoya yönelip çıkardığım pamukla çeneme doğru ince bir çizgi olarak inmiş kanı temizledim. Zeren beyin karşısında ağlamamıştım fakat dün geceden beri sürekliliğini koruyan göz yaşlarım yüzünden şişmiş gözlerimi süzdüm, kızaran yanağımı… İçimden kopup giden kız çocuğunu sorgulama ihtiyacı hissediyordum.
Hangi adam kızına sürtük yakıştırması yapardı ki? İçi nasıl kabul ederdi bunu? Niye içimde gizli saklı kalan çocuğun orada olmadığını hissettirmişti. Zeren bey yüzünden bu kez de o kaçmıştı işte. Bu saatten sonra itaatkar Belgi Deran var olacaktı ve zaman bugüne bir kez daha dönmeyecekti.
Açılan dudağımı temizledikten, duş aldıktan, dudağımdaki yaraya ve lanet olsun ki hassas olan tenimin morarmaması için kremi sürdükten sonra bedenimi yatağa attığımda derin bir nefes aldım. Yatağın ortasına fırlattığım telefona uzanıp açtığımda ekrandaki yeni mesajı büyüttüm.
İyi misin Deran?
Noyan’ın sorduğu soruyu kendime sormam şarttı başta. İyi miydim? Gerçek anlamda iyi olmam imkansıza yakındı benim için. Hatta çok ama çok zor bir ihtimaldi.
İyiyim, kusura bakma sizi de gerdim.
Mesajı gönderir göndermez yazıyor bilgisi çıktığında derince nefeslendim.
Kusura bakacak olay yok. Sende bir sıkıntı var mı?
Elin adamı dahi düşünüp, ki normalde sabah kahvaltısında kız kardeşine kükremesi düşünülünce hanzo gibi görünen biriydi, bence en azından sinirlenmeye başlayınca öyleydi, fakat şimdi nazik olunca bu hal ve durum daha çok çileden çıkmamı sağlıyordu.
Her şey aynı, problem yok.
Deran
Efendim?
İnsanların tarumar ettiği o bahçeye, kilometrelerce duvar ör.
Zira insanlar istemeyince çiçekleri görmezler.
Zaman, gün fark etmez, buradayım.
İnsan uzun zaman boyunca görmediği desteği görünce patlamış dudağına rağmen gülümsüyormuş meğer. Üstelik yarası da, yanağının acısı da kendini unutturuyormuş. Fakat bahsi geçen bahçeye uzanacak takati de kalmıyormuş kolunun. Çimento da, briket de bitiyormuş daha dizmeden. İnsanlar görmüyor değil de görmezden gelebiliyormuş. Acıymış, fakat ufacık bir anda kabullenilebiliyormuş. O bahçeye, o insanların değmediğini…
Teşekkür ederim.
Rica ederim, iyi günler…
İyi günler…
İyi mi gerçekten diye sorma isteğimi bastırarak telefonu yastığın altına bıraktığımda gözlerimi kapattım. Uyumaya değil sessizliğe, görmemeye ve hissetmemeye ihtiyacım vardı. Ben yalnızlığa mecburen meyilli, hatta ona silah zoruyla aşık bir kadındım. Buna o kadar ihtiyacım vardı ki aklımda bir devlet tarumar oluyordu resmen. Yok olma dürtüm içerisinde yüzüyordum ancak buna cesaretim dahi yoktu. Şu an manik depresif olduğumu fark etmem de cesaretimi sıfıra indirgiyordu zaten.
Yüz altmış sekiz saattir içine gömüldüğüm, arada insani ihtiyaçlar için, hırsını alamayan ve muhtemelen cümlelerimi anımsayıp hırpalamak adına gelen Zeren bey, onun hallerine tepkisizce tepki verdiğim anlar dışında çıkmadığım yatağımda bir kez daha döndüğümde vurulan ve ardından cevap beklemeden açılan kapımla gözlerim Simay’ı buldu.
Biraz korku, bir miktar da hüzünle yanıma yaklaştığında derince nefeslenip doğrularak sırtımı yatak başlığına yasladım. Oda karanlık olsa da başucu lambası sayesinde yüzündeki gergin ifadeyi görebiliyordum. Yüzü kadar benliğinin de gergin olduğu belliydi çünkü yatağın kenarına otururken ellerini koyacak yeri bir türlü bulamamıştı. Bir haftadır neredeyse her gün amcamla yol aşındırmıştı Simay. Her araba sesi duyduğumda bakmıştım ve her seferinde de Zeren beyin yüksek sesi bana ulaşmalarını engellemişti. Amcam ve Simay çok savaşmıştı fakat iş onlara değil de bana yönelecek şiddet konusuna gelince geri çekilmişlerdi. Bunu biliyordum, biliyordum çünkü evin içini inleten bağrışı her gün yankılanmıştı.
‘Belgi…’ parmakları yanağıma değdiğinde huzursuzca başımı geriye çektim. Canımın acıdığını kimse görsün, bilsin, hissetsin istemiyordum. Kabuk bağlamış yaram ve yanağımdaki hafif morarma iki gün önce odaya gelip bu kez sessiz kalışıma sinirlenerek yanaklarımı parmaklarıyla parçalamak ister gibi bastıran Zeren bey yüzünden kendini yenilemişti. Morluk artık yeşildi fakat iki gün önce tekrar açılan dudağım taze halde orada duruyordu. Bunun görülmesini istemiyordum, bilinmesini de. Bundan çok daha fazlasının olduğunun hissedilmesini de istemiyordum. Simay’ın omuzları düşerken dudaklarımı dilimle ıslattım.
‘Nişan diyeceksen eğer-‘
‘Aslında bütün gece seninle oturmak için geldim ama amcam, Belgi, elimden bir şey gelmiyor.’ Zeren bey yeğenine de emir vermişti anlaşılan. Fakat bu yüzden Simay’a kızacak değildim. Benim elimden bir şey gelmezken onun nasıl gelsindi ki zaten.
‘Hazırlanayım ben.’ Üstümdeki örtüyü tepikleyerek attıktan sonra direkt olarak duşun altına attım bedenimi. Ilık su bedenimi esir alırken akmayı unutan gözyaşlarıma da teşekkür ettim. Çünkü bana artık bir yardımı olamazdı onların. Kimsenin de olamazdı.
Zeren İmerler’in evinde hapistim, evinde olduğu kadar avucunun içinde de hapistim. Bu bir haftada Noyan’a tez hazırlamam gerektiği için gelemeyeceğim hakkında bir mesaj atmış, Gizay’ın ise sonu gelmeyen arama ve mesajlarından yine tez yazıyorum diyerek kaçmıştım. Birkaç kez Atakan aramıştı ve aramasına cevap vermek yerine iyi olduğumu belirten bir mesaj da ona atmıştım. Simay bugün burada olmasının dışında bir kez aramıştı ve konuşmak istemediğimi dile getirince istediğimi yapıp sessizliğimle baş başa bırakmıştı.
Bir nebze rahatlamış bedenimle havluya sarılıp çıktığımda yatakta umutsuzca oturan Simay’a baksam da anında giyinme odasına girerek elbiselerden elime gelen ilk parçayı aldım. Havluyu kenara atıp iç çamaşırlarımdan sonra dar siyah elbiseyi de giyindiğimde makyaj masasına yerleşip görünüşüme baktım. Çökmüş? Bitik? Yok daha çok hayattan vazgeçmiş gibi duruyordum. Fakat artık kalmayan göz yaşım yüzünden ağlayamadığım için gözlerim şiş değildi, bu vazgeçiş sadece harelerimden okunabiliyordu ve ben yirmi beş yılda bakışlarımdaki acı çeken hali gizlemeyi öğrenmiştim.
Topuk sesleriyle yansımadan arkamda kalan Simay’a baktığımda ufak tebessümüyle kenardaki kurutma makinesini alarak saçlarıma tutmaya başladı. Yengem vefat ettiğinden beri en sevdiğimiz etkinlik birbirimizin saçlarını kurutmaktı bizim. Ve bunu çoğu zaman ağlarken yapardık. Daha doğrusu yengem vefat ettikten sonra Simay ilk kez duşa girip çıktığında kurutmuştum saçlarını ve o gün hüngür hüngür ağladığı için dayanamamıştım. Çünkü onun saçlarını hep annesi kuruturdu, ben ise ya bakıcıların hükmünde olurdum ya da kendi kendime hallederdim.
Bende el mecbur kapatıcıyla olan münasebetimi bir üst seviyeye taşıdım. Çenemin bir kısmında oluşan yeşile dönmüş darbeyi, dudağımın kenarındaki kırmızılığı kapattığımda hala açık yaranın fark edildiğini görerek açtığım çekmeceden bant alıp kestim. Simay ise her hareketimi takip ediyor bir yandan da kuruyan saçlarımla makineyi bırakıp düzleştiriciyle saçlarımı halletmeye çabalıyordu. Normalde şimdi bile kuaföre sürükleyecekken buna benim kadar kendisinin de isteği kalmamıştı belli ki.
‘Yazılanlar gibi bir şey yok aranızda muhtemelen ama fotoğrafa baktığımda olmanız gerektiğini düşündüm açıkçası.’ Elimdeki far fırçası havada kaldığında bakışlarım aynadan direkt olarak Simay’ın gözleriyle buluştu, ‘Ne bakıyorsun ruh görmüş gibi, fiziken yakışıyorsunuz.’ Omuz silkip bir tutamı daha eline aldığında elimdeki fırçayla birkaç darbe daha attım göz kapaklarıma.
‘Noyan’ın öyle bir tip olduğunu zannetmiyorum.’
‘O öyle bir tip olsa… Ki nasıl bir tipten bahsediyoruz bilmiyorum ama sen ne düşünürdün konu hakkında?’ yüzünde geldiğinden beri ilk kez gerçek bir tebessüm varken gözlerinde de bir miktar manitacılık durumuna açık olduğum için ışıltılar vardı. Simay bu konuyu şu an konuşmaya hevesli değildi, adım kadar emindim ki sonsuza kadar bu meseleyi kapatabilirdi fakat beni olur olmadık yerden dürtükleyip kendime getirmeyi amaçlıyordu.
‘Sevgilisi olacak bir adama benzemiyor. Dahası bana gelecek olursak biliyorsun ki çok sevgili amcanın belirlediği kişiyle hayatımı birleştirmek adına yaratılmış bir karakterim ben.’ Tek kaşımı havalandırdığımda Simay göz devirerek önüme geçip bu kez perçemlerimi düzleştirdi. Elindeki düzleştiriciyi kapatıp kenara yerleştirdikten hemen sonra ise önüme çöküp ellerimi avuçları arasına aldı.
‘Amcamı veya Noyan’ı boş ver. Noyan’ı boş verme, Noyan’ın fikirlerini boş ver, sen konu hakkında ne düşünürdün? Benim merak ettiğim bu.’ Meraklı hali devam etse de gülümseyip yanağını sıkıştırdım. Defalarca bir ilişkim olur mu acaba diye denemiştim fakat ben pek ilişki insanı değildim anladığım kadarıyla. Çünkü karşıma gelen adamı ben, Simay veya Zeren İmerler seçse bile farklılık göstermeksizin aşırı reaksiyona maruz kalıyordu erkekler. Uç noktada hisleri yaşamak ilişki kalitesini de düşürüyordu, bir süre sonra hisleri de öldürüyordu.
‘Beceremiyorum ben tatlım biliyorsun.’ Son olarak allığımı sürmek adına aynaya tekrar döndüğümde Simay sıkıntıyla nefesini bırakıp omuzlarını silkti.
‘Onlar anlamıyorlar.’ Simay’ın biricik kuzenini korumak adına gösterdiği çabayı takdir ediyordum fakat suç kimsede değildi. Bire bir ben normal ilişki standartlarını bilmiyordum. İlişkinin bir standardı olur mu ondan da emin değildim. Aklımdan geçenlere rağmen gülümsemeye çalışsam da devam etti Simay, ‘O anlıyordu ama onlar anlamıyorlar.’ cümlesi yüksek bir yerden çakılmama neden olmuştu. Bahsettiği üçüncü tekil şahsın bahsi bir gökdelenin tepesinden kendimi bırakmışta, yere çarpmamla iç organlarım patlamış gibi hissettirmişti. Fakat bu parçalanma eskisi gibi hissettirmiyordu. Mideme yumruk yemiş, içimde bir çöp varmış, kalbimi bilincim açıkken elleriyle söküyorlarmış gibi değildi artık. Sadece bir keşkeden ibaretti veya hüznün tüm çevresini sardığı fakat artık acı vermeyen geçmiş hatıra gibi… Zeren beyin zihinsel bir faili meçhul cinayeti gibi..
Görünüşüme bir kez daha baktığımda bant sayesinde daha da kaybolmuş yaramla, kapatıcı desteğiyle artık orada olduğu hiç ama hiç görünmeyen morlukla kalktım oturduğum puftan. Simay’ın rastgele düzleştirdiği dağınık bir görünümü olan saçlarımı savurup omuzlarımı dikleştirdiğimde küçük tebessümüm de dudaklarımdaydı. İkimizden de çıt çıkmadan önce giyinme odası, ardından odamdan çıktık, basamakları inerken önünde durduğumuz kapıyla babamın sesini duydum.
‘Belgi.’ Buz gibi, hala aynı yargılayıcı tondaki tınısı. Tokat atmasına istinaden ufacık bile pişmanlık olmayan sesi. Bedenimi usulca ona çevirdiğimde bana uzattığı kart destesini alıp amaçsızca üzerinde gözlerimi gezdirdim. Zaten uzun zamandır planladığı şeydi, şirketin bir yerinde adımı geçirmek ve yapmıştı işte. Gündemimiz hızlıca değişirken tokattan, elimdeki kartvizitlere ulaşabiliyorduk. Bir gün önce standart bir tıp fakültesi mezunuyken, bir hafta sonra koca şirketin yönetim kadrosunda koltuk sahibi olabilirdik. Fakat eğer ki babanız Zeren İmerler ise olabilirdi, tabi ona katlanmak herkes için kolay bir eylem değildi.
‘Sen işi öğrenene kadar şirkete devam edeceğim, sonra koltuğu sana bırakacağım. Artık sadece bir doktor olmadığını unutursan bakıp hatırla.’ Başımı onaylarcasına salladığım gibi Simay’ın açıp önünde beklediği kapıdan dışarı attım kendimi. Yüzüme çarpan hafif rüzgarla derince bir soluk çekip sertçe yutkundum. Karşıma çıkacak insanlara karşı hiçbir şey hissettirmemeliydim, özellikle şu saatten sonra Noyan’a karşı asla bir şey hissetmemeliydim. An itibariyle tutunacak tek dalım mesleğimdi ve bunun da mahvolma ihtimalini göze alamazdım.
Mesleğinde karalanmış bir doktoru kimse hastanesinde istemezdi. Sessizliğim ise sadece bu yüzden olacaktı. Ki Zeren İmerler öyle usta bir sanatçıydı ki o olmadığı konumda nasıl yaşanır bilmiyordum. Bunu da sabrettiğim tüm zaman diliminden baş kaldırıma kadar öğrenmem şarttı. Simay’ın arabasında sağ koltukta yerimi alıp kemerimi sabitlediğimde yola çıkmıştık ki onun sıkkın nefesleriyle sorular soracağını anlayarak kolumu kapıya yaslayıp başıma da yumruğumla destek verdim.
‘Konuş hadi, çatlayacaksın yoksa.’ Mırıldanırken tebessüm ettiğimde rahatlamış nefesini bir anda bırakıp hafif çalan müziği daha da kıstı.
‘O adam, neydi, Noyan Cenker Visam, ne iş? Yani beraber değilsiniz anladık da o saatte, Atakan’ın barından neden beraber çıktınız? Ve sen neden kucağında saniyeler önce öpüşmüş gibi duruyordun?’ nefes almaksızın konuştuğunda tebessümle baktım. Öyle canlıydı ki amcama onlarca kez teşekkür edebilirdim Simay’ın böyle hayat dolu olmasını sağladığı için.
‘Arkadaşımın arkadaşı sadece.’
‘Kucağında taşıyordu herif seni, ağzının içine düşmüştü, nasıl arkadaş arkadaşı o öyle.’ Gözlerini büyüterek trafik ışıkları yüzünden arabayı durdurduğunda hareleri bana dönmüştü ki tebessümümü daha da büyüttüm.
‘Gerçekten yazılanlar gibi bir durum yok Simay, olsa sana anlatırdım.’
‘Bebeğim, tamam yok diyorsun, bende buna inanıyorum da herifin bu zamana kadar hep kaliteli kadınlarla magazine fotoğrafı düşmüş onlarla da romantik bir ilişkisi olmadığını dile getirmiş, kadınlar da aynı şekilde saygı duyduklarını arkadaş oluklarını anlatmış, ki yalan söylemediklerini bu kadınların bazılarının nişanlı, sözlü veya ilişkisi oldukları adamlarla aynı ortamda rahatça bulunmasından da anlayabiliyoruz, dik duruşlu, kalitesi o biçim, Türkiye’nin sayılı ailelerinden, hadi kadınlarla görünmesinin yalan haber olmasını kenara bırak herif sır gibi. Adam akıllı kalabalık olmayan bir kare fotoğraf alıyorlar ve kucağında sen varsın. Bugün adamın magazine düşen bir videosuna denk geldim, derinlemesine de araştırdım yanındaki kadını, kadın lise döneminden beri arkadaşıymış Amerikan kolejinden, lise arkadaşı olduğu halde kadın merdivenden inerken elini tutmuyor kolundan destek alması için uzatıyor, herif resmen adabı muaşeret putu.’ Dediğinde şok olacağını bilsem de olayın gerçeğini gizlemeye gerek yoktu.
‘Panik atak geçirmiştim, o yüzdendi.’
‘Ne!’ şaşkınlıkla bana baktığında arkadan gelen korna sesleriyle arabayı hareket ettirdi Simay.
‘Patladınız beş saniye geç hareket ettirince arabayı! Hıyarlar!’ kükreyerek dikiz aynasıyla konuştuğunda tekrar konuya dönmek istemiş olacak ki göz ucuyla bana baktı.
‘Peki Ati ne halt yiyordu bu sırada? Onun mekanında kriz geçiriyorsun, o hangi gezegendeydi de yanında değildi.’
‘Çok uzun mevzular be Simay, konuşmasak.’ Omuzlarımı düşürürken bıkkınca mırıldandığımda olay olan o mekanın önüne de gelmiştik. Oturup Simay’a anlatırdım da Noyan’ın Atakan’ı dövmesini açıklayamazdım, açıklasam da kulağa mantıklı gelmezdi zaten. Şahsen bana da mantıklı gelmemişti çünkü. Gerçi biraz sonra içeri girdiğimizde açık ve net şekilde yediği dayak ortaya çıkacaktı fakat yine de ertelenebilirdi bu durum.
Uzun koridoru geçtikten sonra basamakları da indiğimizde parlayan ışıl ışıl gözleriyle Gamze elini havalandırarak yanına çağırdı ve bir yandan da çığlık atmaktan kaçınmadı.
‘Sevgili görümcem!’ Üzerimdeki ölü toprağını atmaya çabalayıp bende gülümsediğimde ortada buluştuğumuzda sıkıca sarıldım. Aylar sonra yüzünü rezil bir haber ardından görmek mükemmeldi sanırım.
‘Çok güzelsin!’ Elimi hafifçe kaldırıp geriye gitmesini sağladığımda kahkahası eşliğinde beni kendi eksenim etrafında döndürdü.
‘Taş gibisin tatlım! Her zamanki gibi! Seni gördüğüm için ne kadar mutluyum tahmin edemezsin!’ tekrar yaklaşıp sıkıca sarıldığımda sırtımdaki kolla bakışlarım da Levent’i buldu. Mutluydu, hatta aşırı mutluydu fakat o sorgulayıcı bakışları en arkaya atsa da görebilirdim.
‘Sende başlama! Simay sabahtan beri soruyor zaten! Haberler gibi bir durum yok!’ yüksek sesli müzik yüzünden bağırarak konuştuğumda onun anlayışlı gülümsemesi bir oldu. Normalde kendi nişanının partisi olmasa beni çekip köşeye dakikalarca konuşurdu Levent. O kadar iyi biliyordum ki.
‘Ben içecek bir şeyler alacağım!’ Simay, Gamze ve Levent’e seslenip yanlarından kaçtığımda adımlarım da direkt olarak dün gece oturduğum tabureye yöneldi. Rol yapmak benim artık göbek adım haline geldiği için zorlanmıyordum ancak kafam böylesine saçma sapan şekilde boşluğa düşmüşken içerek düzeltmek en mantıklısıydı. Tabureye oturur oturmaz gözlerim Atakan’la çarpıştığında kaşındaki banda rağmen mahcup gülümsemesiyle yaklaştı.
‘İyi misin?!’ başımı onaylarcasına salladığımda yüzümün şeklinden kaşına baktığımı anlamış olacak ki elini bandın üzerine gezdirip gülümsedi.
‘Önemli bir şey yok! Sıkma canını! Ne içersin!’
‘Şu menüde olmayanından verirsen çok iyi olur!’ anında başını salladığında mutfağa doğru ilerledi. Bakışlarım etrafta gezinmeye başladı. Gamze ve Levent gerçekten bir sürü badire atlatmalarına rağmen sağlam organize olmuşlardı. Ortamdaki çoğu insanı tanıdığım için mecburen kısa baş selamları veriyordum, hatta o kadar ki bir ara boynumun ağrıma ihtimalini bile düşünmedim desem yalan olurdu. Burada olan herkesi tanımamam imkansızdı zaten. Çünkü girdiğimiz ortamlar Gamze ve Levent ikilisiyle her zaman aynıydı. Dolayısıyla sosyal çevremiz, muhabbetlerimizde. Bu kalabalıkta saymaya çalışsam yabancı olduğum yirmi kişi çıkardı belki de onlar da muhtemelen uzak kuzenler veya iş hayatları yüzünden tanıştıkları insanlardı.
‘Beni nasıl aldatırsın Belgi hanım!’ yanımdan gelen bağrışla şaşkınca döndüğümde Sergio’nun sırıtması karşıladı beni.
‘Seni aldatmak mı! Kim cüret edebilir buna Sergio!’ tabi ki der gibi başını sallayıp kendi çapında havalı şekilde saçlarını parmaklarıyla geriye taradığı gibi göz kırpıp Oktay’ın uzattığı kadehi aldı.
‘Artık aldat ama! Yeter bu bekarlık sana da bana da!’ dudaklarımdan yine oyunculuk harikası bir kahkaha firar ettiğinde omuzuma elinin tersiyle dokunup göz kırparak ileriyi işaret etti. Gördüğüm sarışın kızla bende sırıttığımda bakışlarım tekrar Sergio’yu buldu.
‘İzle bebek, bu gece son bekar saatlerim.’
‘Sarhoş olup kadını rezil etme!’ ardından bağırsam da kendi etrafında dönüp dans ederek sarışın kadına yaklaştığında başımı sağa sola sallayarak tekrar bara döndüm. Atakan önüme kadehi bıraktığında gözleriyle tezgah altını işaret edip etrafın yoğunluğundan bekleyemeyeceğini belirtircesine göz kırpıp bir de kül tablası yerleştirerek tezgahın diğer ucuna ilerlediğinde sigaramı çıkarıp bir dal yaktım. Bir bakıma kokteylin devamı tezgahın altında saklı, ben uzuyorum, iyi eğlenceler gibi bir şeydi bu. Benim için bu gece bu tabure üzerinde sarhoş olduktan sonra bitmeliydi. En azından olay çıkarmadan ve arkadaşlarımın iple çektikleri nişan organizasyonlarını mahvetmeden olmalıydı. Derince çektiğim dumanı bırakıp kadehin yarısını mideme gönderdikten sonra tekrar etrafa göz attım.
‘İyi misin?’ döndüğüm için arkamdaki noktadan gelen sesin sahibini göremediğimden bakışlarımı hızlıca o tarafa çevirmiştim ki Gizay’ın yarı kuşkulu tebessümüyle derin bir nefes aldım.
‘İyiyim. Sen?’ burada görmeyi o kadar beklemiyordum ki nasıl cevap verdiğimin pek farkında değildim. O kuşku yüzünden dağıldığı sırada tekrar ettim içimden, olaysız bir gece, lütfen ama lütfen. Çünkü Gizay buradaysa tek başına olduğunu hiç düşünmüyordum.
‘Bende iyiyim! Zarar ziyan yok değil mi!’ daha da yükselen müzikle dibime girse de bağırmak zorunda kaldığında gülümseyip başımı sağa sola salladım. Şimdi kaçsam nişanı terk etmiş sayılır mıydım acaba? Çünkü Gizay’ın gözleri başımı sağa sola sallamamla verdiğim yanıttan daha çok hasar tespiti yapar gibiydi. Ya da barı değil bulunduğum sınırları terk etmem gerekiyordu. Sigaramdan son bir nefes çekip kül tablasına bastığımda kadehimi de tepeme dikerek bardağı tezgahın altına bıraktım.
‘Lavaboya gidip geleceğim!’
‘Gelmemi ister misin?!’
‘Saçmalama Gizay!’ hızlıca tabureden inip yönümü lavaboların olduğu tarafa ilerlettiğimde girdiğim koridorla müzik sesinin azalmasına şükür ettim. İnsanın zihni yorgun olunca kaldıramıyordu belli ki. Kadınlar tuvaletine bedenimi atıp aynanın önündeki rujlarını tazeleyenlere kısaca tebessüm edip kapısı açık yere girdiğimde derince soluklandım. Kulübün ışıkları yüzünden yüzümden bir şey fark edilmezdi, ki sağlam şekilde makyaj yapmıştım ancak Gizay’ın kontrolü ciddi anlamda ayrıntılıydı ve o kadar ağlamamı gördükten sonra bir de bu noktadan yakalamasını istemiyordum. Üstelik Gizay dün hepsini anlatmamasına rağmen Zeren beyin tüm psikopatlıklarına hakim bir insandı. Yani yüzümü betonla kaplasam da, kahkahalar atsam da yutacağını veya tatmin olacağını zannetmiyordum. Sağlam durmalı, ufacık bir detay bile çaktırmamalıydım bu yüzden.
Kapı sesiyle ortamdaki topuk sesleri de uzaklaşırken bir kez daha nefeslenip çıktım kabinden. Aynada yüzümü kontrol ederek uçmaya başlamış kapatıcımı çantamdakiyle yenilediğimde bant sayesinde dağılmış rujuma sıkıntıyla baktım. Neyse ki geceydi ve saçma derecede rengarenk ışıklar insanın görüş açısını bulanıklaştırıyordu. Hali hazırda bizim ekipten kimsenin de kafası ayık kalmayacaktı. Saçlarımı geriye atıp lavabodan çıkmak için kapıyı araladığımda karşıma dikilen bedenle kaldım olduğum yerde. Gözlerim büyürken burun buruna kaldığım Noyan çatık kaşlarıyla bana bakıyordu. Daha ne olduğunu anlayamamışken kolu belimi sarıp tekrar lavaboya girmemi sağlarken çenemi ucundan yakalayıp hafifçe kaldırdı.
‘Vurdu mu sana?’ duyduğum soruyla ışıkların gayet net, Noyan’ın da kafasının ciddi anlamda ayık olduğunun bilincine varmıştım. Çenemi hızlıca parmaklarından kurtarıp geriye bir adım daha attım fakat etki etmemiş Noyan’da benimle beraber bir adım hareket etmişti.
‘Düştüm ben, panik olunca, odama çıktığımda ayağım takıldı.’ Kaşları çatılırken belimdeki kolunu çekerek lavabonun kapısını kilitleyip kenardan peçete alıp ıslattı. Ne yaptığını algılayamamakla beraber izlemeye devam ettiğim sırada tekrar kolu belimi kavrarken çatık kaşları ve puslu mavileri bir an yüzümden ayrılmadan kapatıcıyı sildi.
Kapatıcıyı sildi! Kahretsin ki yapması gereken en son şey olarak dahi düşünmeyeceğim o şeyi yaptı ve yüzümde ufak bir yeşil mor arasında olan yere nokta atışı yapıp sildi!
‘Ne yapıyorsun!’ ne kadar kurtulmaya çabalasam da radarına girmiştim. Ki zaten kapatıcıyı çıkarması bire bir Zeren beyin el izini görmesiyle eş değer sayılırdı.
‘Şerefsiz!’ dişlerinin arasından tısladığında büyümüş gözlerle bakmaya devam etsem de yaklaşan konuşma sesleriyle benden önce davranıp lavabonun kilidini açıp beni de kendiyle beraber bir kabine çekti. Elindeki ıslak kağıt havluyu kenardaki çöp kovasına bıraktığında bu kez incitmekten korkarcasına çenemi tuttu. Kendimi ekspertize kontrol ettirir gibi hissediyordum. Adam resmen hasarı ölçüyordu. Yüzündeki buruşmadan da zaten morarmanın halini herkes tahmin edebilirdi. Fakat hani bu adam kadınların sınırlarına saygı duyuyordu? Bana hiç öyle saygı duyuyor ve adabı muaşeretten haberdarmış gibi gelmemişti. Resmen ufacık bir tuvalet kabininde burun burunaydım. Adabı muaşeretin bu adamdan haberi var mıydı?
‘Gizay şüphelenmişti de inanmak istemedim.’ Dışarıdaki kadın kahkahalarına rağmen fısıltıyla konuştuğunda sertçe yutkundum. Noyan normal şartlarda attığı bakışları atmıyordu. Hatta o kadar garip bakıyordu ki bir an Zeren İmerler sıfatına büründüğümü ve beni gırtlaklayabileceğini düşünüyordum.
‘Gırtlaklayacağım onu.’ Sıktığı dişleri arasından küfür eder gibi konuştuğunda ne zaman göğsüne yerleştirdiğimi bilmediğim ellerim bile titredi.
‘Sana kızmıyorum sakin.’
‘Ben, ben hallettim, kapandı konu.’ Noyan parçalamasın diye bana tokat atan babamı korumak gerçekten de mükemmel bir fikirdi. Hayatım boyunca bana yazılan rollerin içinde babamı koruyacağım fikrini aklıma asla getiremezdim fakat belli ki bu gece o geceydi.
‘Nasıl hallettin? Umuyorum attığı tokada yumrukla karşılık vererek kapatmışsındır.’ Küçücük kabin içerisinde ki bar tuvaletinde gerçekten de bu muhabbeti çevirmek istediğimize emin değildim. Tamam Atakan fazlaca temizlik konusunda hassas bir adamdı ancak hala uygun ortam olduğunu zannetmiyordum. Yine de yüzüme tebessüm yerleştirip kolumun altındaki çantamı açarak evden çıkarken verdiği kartviziti uzatıp omuz silktim. O ana kadar belimi sımsıkı saran kolu gevşemiş, yüzü şaşkınca bir hal almış ve elimdeki ufak siyah kartı alarak göz atmaya başlamıştı.
‘Ben mi yanlış hatırlıyorum, yoksa sen tıp fakültesinden mezun değil miydin?’
‘Doğru hatırlıyorsun, ikisini birden hallederim, halledeceğim. Artık ihalelerde karşılaşırız.’ Bana göre kendimden emin şekilde mırıldandığımda Noyan’ın sinirden çakmak çakmak bakmaya başlayan puslu mavileri bana döndü.
‘Ne ile tehdit etti seni?’ demek ki çok emin konuşamamıştım. Birkaç gündür tanıdığım adam bunu diyorsa kesinlikle becerememiştim fakat asıl kafama takılan takır takır herkese rol yaparken Noyan’a nasıl yakalandığımdı.
‘Hiç. Ayrıca neden söylemediniz hiçbiriniz, babamla sürekli ihalelerde karşı karşıya kalıyormuşsunuz.’ Başımı sağa sola salladığımda elimden geldiğince konuyu dağıtmak için kaşlarımı çatmıştım ama Noyan yine öne geçerek o puslu mavilerini kısıp tek kaşını kaldırarak süzdü beni.
‘Deran, ne ile tehdit etti?’ bakışları geçtim insanın sesinden ciddiyet akar mıydı? Akıyordu bayağı çağlıyordu hatta. Lavabodaki kadın sesleri tekrar kaybolurken elimi kapıya attığımda bileğimi nazikçe kavrayarak gözlerime baktı.
‘Sen karışma Noyan. Soruma cevap bile vermiyorsun, özellikle yaptın değil mi? İhale meseleleri yüzünden birbirinizden nefret ediyorsunuz! Senin de onu kudurtmak için eline fırsat geçti!’ O cümle benden nasıl çıktı bilmiyorum ama iyi ki de çıktı. Çünkü buradan çıkış biletim olabilirdi kendisi. Biraz abartmış olabilirdim, çünkü şaşkınlıkla kızgınlık arasında gidip geliyordu hali. Keza Gizay’ı yıllardır biliyordum ve bana sadece bu yüzden yaklaşmadığından emindim.
‘Ben kadınları kullanmam. Babanla ihaleye falan da girmiyorum, babam yapıyordur.’ Yüzündeki iplemez ifadeden sonra kaşları tekrar çatıldığında diretircesine baktı gözlerime, ‘Ayrıca… Benim yüzümden oldu, ne demek karışma?’
‘Seninle alakalı değil, bu onun ve benim aramda olan bir mesele.’
‘İçinde benim de ismimin geçtiği bir mesele. Ne ile tehdit etti diyorum? Ya söyle ya da ben zaten sana vurduğu için tepesine çökeceğim o sırada kendisinden öğreneyim.’ Noyan kızmıyordu, bağırmıyor, hatta ürkütmek gibi bir hamlede de bulunmuyordu. Onun yerine bakışları zaten bunu yeterince net şekilde gösteriyordu.
‘Karışma diyorum sana, babam ve benim aramda.’ Bu kez kapıyı araladığımda arkasında onun olduğunu akıl edemediğim için yine açamamıştım.
‘Başlatma babana! İsterse padişah olsun! Sana vurmaya hakkı yok!’
‘Senin Atakan’a vurmaya hakkın var mıydı!’ cesaret hapı içmesem de bir kadeh Denker kokteyli her şeye devaydı sanırım. Çünkü ilk kez dişlerimi çıkarıp, eminim ki buz gibi bakabiliyordum. Net şekilde bir termos alıp o kokteyli yanımda gezdirmeliydim.
‘Aynı şey değil!’ gözlerini büyüttüğünde olduğumuz kabinin ufacık alanında dip dibe birbirimize bağırmamız da aşırı makul sayılmalıydı şu şiddetli muhabbet için.
‘Tam olarak neresi aynı değil! Şiddetse ikisi de şiddet!’ kadınlar tuvaletinin bir kabininde bağıra çağıra kavga etmek mantıklı değilse bile herkes susmalıydı. Çünkü an itibariyle bende Noyan’da hiç sakinleşmeyecektik. Hayatımda dişlerim önünü arkasını düşünmeden ilk kez çıkıyordu, karşımdaki kişi Noyan’dı ve durumdan asla rahatsız olmadığından emindim. Bende asla geri adım atmayacaktım çünkü ilk kez amcam ve Simay dışında birisi benim için baş kaldırmaya niyetlenmişti ve ben buna asla alışkın değildim.
Hali hazırda amcam ve Simay benim için durabiliyordu ama karşımda gördüğüm o mavi bakışların içinde közler vardı. O közler ise bana asla geri adım atmayacağını, hatta iş benim zarar görmeme gelirse içinde babam varken evi dahi ateşe verebileceğini anlatacak kadar hararetliydi. Bu tahmine dair tek kelime kurmasa da, yaptığı herhangi bir eyleme şahit olmasam da Noyan’ın yapacaklarının sınırları olmadığını düşünüyordum.
‘Atakan’ın bana karşılık verecek eşit gücü var! Senin o herife karşı yok! O yüzden aynı değil!’ hiddetimiz en azından benim boyumu aşarken hala tuttuğum aralık kapıyı sertçe ittim.
‘Yani benimle aynı güce sahip olsa vurabilir öyle mi!’ konuyu rayından bir insan nasıl bu kadar saptırabilir? Eğer ki biz bir tren olsaydık ve hızlıca raylarda hareket ediyor olsaydık eminim ki raydan kendini atan vagon olarak tarihe geçerdim.
‘Saçma yerlere çekme Deran! O herif sana vurduysa bunun bedelini öder!’
‘Kimsin de karışıyorsun sen ya!’ demez olaydım. Bir meteor düşseydi ve ben bu cümleyi bağıra çağıra dibimdeki adama karşı kurmaz olaydım. Hayatımda tek eksiğim bir bar tuvaletinde dudaklarıma yapışılmasıydı çünkü. Takside Gökmen abinin dediklerinden, patlamak üzere olan meslek hayatıma kadar her şeyi bir film gibi izliyordum. Bedenimin ise tek yaptığı kahretsin ki Noyan’ın tenimdeki dudaklarına karşılık vermekti. Üstelik birbirimizi tüketmek istercesine.
Karşılık vermemeliydim, bu olmamalıydı, bir an önce kendimi durdurmam şarttı. Beynimde tüm bunlar cirit atsa da dudaklarım Noyan’ın dudaklarından kopamıyor, parmaklarım üzerindeki beyaz gömleğe rağmen teninin sıcaklığını hissediyordu. Sanki hipnotize olmuş gibiydim ve birisi beni buradan kurtarmazsa sonsuza kadar Noyan’la öpüşebilirdim.
Daha bir saat önce bir şey hissetmemem gerek dememiş miydim? Şimdi ne halta dudaklarımdaki nefesi yüzünden tansiyonum düşer gibi hissediyordum? Belimi yeniden saran kolunu hissetsem bile kendimi çekemiyor veya onu itemiyordum. Kahretsin buna ruhum da, bedenim de, kalbim de karşı çıkmıyordu! Çıkması gerekiyordu! Fakat hiç iş birliği yapma niyeti yoktu bedenimle aklımın.
İnsanın olduğu ortam ne zaman değerini yitirirdi? Muhtemelen tam da içinde bulunduğum anda olurdu bu. Çünkü ikimizde bulunduğumuz yerin farkında değilmiş aynı zamanda yıllardır birbirimize aşık ama hasretmiş gibi nefeslerimizi harmanlıyorduk. Zıvanadan çıkmış ruhum ise dudaklarımı parçalamak istercesine öpen adamı daha çok istiyordu. Atakan’ın söylediklerine karşı bana ne demem değerini yitirmişti ve ben Noyan’ın kollarında erimek üzereydim.
Saçlarımın arasında nazikçe dolaşan parmakları orada kalsın, bedenine yasladığı bedenim teninin sıcaklığını hissetmeye devam etsin, belimdeki parmakları asırlarca ruhumu okşar gibi sürekliliğini korusun istiyordum. Avucumun içindeki gömleği de mesela olmamalıydı üzerinde, olmamalıydı çünkü aklımı alaşağı eden çıra kokusu daha çok ulaşmamalıydı burnuma. Ensesine ne zaman gittiğini bilmediğim parmaklarım tıpkı onun parmakları gibi çekilmiyordu teninden. Noyan’ın dudaklarında nefeslenmek istiyordum. Noyan’ın ruhunda durağanlaşmak. On sekiz yaşında bir ergen gibi…
Şu an çekilip suratına sağlam bir tokat indirmem şarttı fakat istemiyordum. İstemememe rağmen aklımdan Zeren beyin bana yaptığı yakıştırma geliyordu. Hiçbir şey yapmamışken bir adamın, ki bire bir Noyan’dı o adam, sürtüğü olmak. Hiç ama hiçbir şey yapmamışken böylesine kolay damga basabiliyordu, peki şu dakika yaptığıma şahit olsa ne derdi bana? Daha ağır ithamlar, daha pis yakıştırmalar?
Beynimde şimşek gibi defalarca parlayan sürtük kelimesi irkilip geri çekilmemi sağladığında Noyan’ın anlamayan bakışları da gözlerimi buldu. Ama o an belki de hayatım boyunca utançla hatırlayacağım şeyi yaptım. Daracık alanda Noyan’ın belimdeki koluna rağmen nasıl ivme kazandırdığımı bilemediğim yumruğumu gözüne geçirdim! Sikeyim yapacağım işi! Fakat yaptım. Şimdiye kadar mücadele ettiğim Gizay’ın ölçülerine karşı gard almış vücudum da yumruğum da bunu garipsemedi ve belki de benden bu tepkiyi beklemediği için başını çarptığı ahşap kabin duvarından çıkan sesle alt dudağımı ısırdım.
‘Böyle hayvanca davranmak mı Noyan?’ dişlerinin arasından fısıldadığında yüzü istemsizce buruşsa da şok ifademin aklımdan geçenler yüzünden olduğunu bilmediği için saçlarımın arasındaki parmaklarıyla yüzümü kendine çekip önce saçlarımın bittiği noktaya alnıma dudaklarını bastı, ‘Özür dilerim…’ sahiden özür mü dilersin Noyan? Çünkü az önce suratına yumruk çakan benim ve benim özür dilemem gerekiyor. Sıkıntılı fısıltısından sonra alnını alnıma yaslayarak sertçe yutkundu. İçerideki gürültüye rağmen o yutkunuşunun sesi tüm iliklerime işledi. Gözlerimi kapatıp nefes almaya çabaladığımda ikimiz de oksijeni tüketmek istercesine soluklanıyorduk.
‘Siktir.’ Dudaklarından kısık sesle firar eden kelimelerle bende içimden koca bir siktir çektim. İkimizin de emin olduğu şey bunu yapmamamız gerektiğiydi anlaşılan. Çünkü hali hazırda zaten bir rekabet ve aile düşmanlığı söz konusuydu. Daha fazlasına da gerek yoktu herhalde ancak başını geriye çekip gözlerime puslu mavileriyle baktığında daha fazlasının olacağından da emin olmuştum. Herife yumruk atmıştım ve hala beni haklı buluyordu!
Yıkılmak öyle değil tam olarak böyle oluyordu arkadaşlar. Noyan’la an itibariyle yerin yedi kat altına kadar yıkılmak suretiyle nefeslerimizin birbirine çarpmasına neden oluyorduk. Bildiğimiz gerçekler vardı, en azından kendisinin bilgisi var mı bilmesem de görüşemezdik, ortalarda beraber görünemezdik, bu öpüşme faslını kimse öğrenmemeliydi ve pek tabi gözüne inen yumruğumu fark etmeliydi. Noyan ve ben ortak bir paydanın etkisiz elemanları dahi olamazdık. Fakat hızla inip kalkan göğsüm bunu inkar ediyor gibiydi, çünkü tam altında olan o organ, kalbim bir ihanetin çanlarını çalıyordu. Kendime olan ihanetimin çanları kulaklarımda çınlıyordu…
Etrafı esir alan melodi sesiyle beraber kolunu belimden çekmeden saçlarımın arasındaki parmaklarını harekete geçirerek ceketinin iç cebinden çıkardığında ekrandaki abim yazısıyla içeri giren kadınların sesi yeniden yükseldi. Sıkıntıyla gözlerini kapatıp meşgule atarken yeniden çalmaya başlamıştı ki gözleri bir an bana takıldı yeniden. Demek ki görüşmememiz gerektiğinden tek ben haberdar değildim. Gerçi kadınlar tuvaletinin kabininde olduğumuz için sessiz kalmayı da seçiyor oluşu bir ihtimaldi. Telefonu bana uzattığında kaşlarımı havalandırsam da başıyla muhtemelen ayna önünde muhabbet eden kadınları işaret ettiğinde derin bir nefes alıp aramayı yanıtladım.
‘E-fendim?’ gerginlikten ölebilirdim, hemen şuracıkta ölebilirdim. Ne yaşıyordum ben? Ne yapıyordum?
‘Kardeşim?’ kuşkulu tınısı ve arkadan gelen yüksek müzik sesi Denker abinin de burada olduğunu işaret ediyordu fakat hala karşısındakinin ben olduğumu algılayamamıştı.
‘Belgi ben.’ Saçma sapan da olsa bir anda dudaklarımdan döküldüğünde uzun bir sessizlik geçti arada bana göre. Daha doğrusu Denker abinin sessizliğiydi sadece.
‘Neredesiniz?’
‘Lavabo…’ başımı sağa sola sallayarak mırıldandığımda Noyan sadece onaylarcasına bakmaya devam etti.
‘Tamam, çaktırmayın etrafa halledeceğim.’ Bir anda telefon kapandığında Noyan’a uzatmıştım ki sorgulayan gözleriyle omuz silktim.
‘Halledeceğim dedi.’ Fısıltıyla konuştuğumda başını onaylarcasına sallamıştı ki gelen birkaç takırtıdan sonra kapı sesi duyulmuş, ardından da Şanze’nin sesi kulaklarımıza ilişmişti.
‘Hanımlar, bu müthiş nişan partisini gerçekten tuvalette dedikodu yaparak mı geçireceksiniz! Hadi ama! Eğer adam akıllı eğlenme taraftarıysanız benimle shot atmalısınız, yoksa hiçbirinizin eğlenmeyi bilmediğini tüm cemiyete yayarım.’ Şanze kurtarıcıydı ve ben bunu aklımın köşesine altın harflerle yazıyordum. Topuk sesleri uzaklaşırken henüz kapı kapanmamıştı fakat Şanze’nin sesi tekrar duyulmuştu.
‘Oha size! Bir daha öldürseler inanmam lafınıza, kimse sevgili değilmiş, hah!’ gider ayak tripini de attığında kapının kapandığını duymuştuk, bu kez Noyan açma çabasına girse de durdurdum. Dudaklarında rujum vardı ve ben kendi tipimi şu an göremiyordum. Tabi bir de sol gözünün hemen altı kızarmaya başlamıştı.
‘Noyan, Belgi! Hadi abicim!’ Denker abinin sesini duyduğumda inlercesine başımı arkaya atıp yüzümü işaret ettim.
‘Abi kapıda bekle!’
‘Ulan eşek herif! Kadınlar tuvaletinin kapısında bekleyip gelene ne diyeceğim ben!’
‘Abi dediğimi yap sen!’ iki kardeşin arasındaki çatışmayla Denker abi anlamadığım bir küfür savurup kapıyı kırarcasına kapattığında derin bir nefes alarak çıktım dışarı. Gözlerim anında karşıdaki aynada olan yansımamla çarpıştığında çıkmamak adına inat etmemle el sıkışıp kendisini tebrik ettim. Çantamdan ıslak mendil çıkarıp birini Noyan’a uzattığımda aldı. Yüzümü temizlediğimde elime kapatıcıyı almıştım ki bileğimden yakaladı anında. Dudaklarına bulaşan rujumu fark edip temizlemişti ama asla o odak noktası sol gözünün altına ulaşmamıştı. Sanırım bunu da bile isteye yapıyordu.
‘Ona zaman yok, çıkalım şuradan.’ Derken gergin olan sesiyle havalandırdım tek kaşımı.
‘Sen çık, benim burada olmam kadar doğal bir halt yok.’ Kaşlarımı çattığımda kararsız kalsa da başını sallayıp bedenini dışarı attığında bende yüzümde gerçekten nefret edilecek kadar olan morlukları kapattım. Sadece bir haftada tepe taklak olan hayatım hakkında konuşmaya gerek yoktu. Bir insanın tek bir tokatla yüzü morara bilir miydi? Benim tenimse olurdu. Zeren İmerler’in ayarsız eli atmışsa o tokadı yine olurdu. Yakınlaşmamam gereken bir adamla beş dakika önce dudak dudağa olmam adına bir metin de aklımdan geçirmemeliydim. Babamın yakıştırmasının tekrar etme ve çoğalma ihtimali hakkında tez hazırlamalıydım. Hele ki neden kalbim hala aynı tempoda atıyor onu da sorgulamayacaktım. Sorgulamamalıydım.
Sanırım bir miktar hem benim, hem Noyan’ın üzerine tehlikeli ve yasaktır diye yazı asmalıydık. Özellikle adama baktığımda benim görebileceğim yerde olmalıydı. Ellerimi lavabo tezgahına yaslayıp gözlerime baktığımda uzun zaman sonra bir şey gördüğümü fark ettim.
Parlıyordu, benim gözlerim aylar sonra parlıyordu. Gerçekten içinde bir disko topu var gibiydi üstelik. Freni patlamış kamyonun yoğun trafiği olan bir ana caddede rampa aşağı giderken kaza yapma ihtimali yüzde kaç ise benim hayatımın altüst olması da aynen o seviyedeydi. Yüzde doksan dokuz! Kapıyı açtığımda karşımda dikilen duvara yaslanıp göğsüne kollarını bağlamış Denker abiye gülümsemeye çabalasam da o daha çok sırıtıyordu. Her şeyi bire bir görmüş gibi sırıtıyordu üstelik.
‘Yanaşan deniz taksiye bin.’ Başıyla barı işaret ettiğinde kaşlarım havalandı anında.
‘Yapamam.’ Büyümüş gözlerle yanıtlasam da yaslandığı duvardan aldığı desteği kesip dikkatle gözlerime baktı.
‘Niye?’ kaşları usulca çatıldığında gözlerimi mümkünmüş gibi daha çok büyüttüm.
‘Abi deniz taksiye bindikten sonra etrafa ne diyeceğim? Saçmalama.’ Noyan’ın yaptığı gibi bir anda çenemi tuttuğunda kaşları daha da derinlemesine çatıldı.
‘Dudağına ne oldu senin?’ bandı çıkarıp atmak zorunda kaldığım için açılmış yaraya bakarken sıkıntıyla gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sakinleşme çabasına giriyordu, epey de zorlanıyordu belli ki.
‘Deniz taksiye Belgi, hemen.’
‘Abi babam!’ itiraz etsem de başıyla koridoru işaret ettiğinde gelen kadınları görerek birkaç adım attım.
‘Ben o babanın şarap çanağına! Hallet bir şekilde.’ Bu kadar kolay olsa yapamam der miydim acaba? Fakat derdim. Demeliydim. Üzerime sadece ikimizken yapıştırdığı o etiket midemi bulandırıyordu. Haklı çıkamazdı, çıkmamalıydı, bu fırsatı onun kucağına bırakamazdım. Eliyle sırtımdan destek verip ilerlememi hızlandırdığında bakışlarım çıkış yolu arar gibi etrafta gezinse de bomboş kalmıştım.
‘Simay, kuzenini kullan. Bu arada-‘ duraksayan adımlarıyla barın kalabalık alanına geçmeden önceki köşede durup kıstığı gözleriyle süzdü yüzümü, ‘Sen Noyan’a yumruk mu attın?’ psikolojik bir hayalin içine girmemiştim anlaşılan, ciddi anlamda o yumruk Denker abinin fark edebileceği kadar zedeleyici olmuştu. Utançla gözlerimi kaçırsam da işaret parmağıyla hafifçe çeneme vurduğunda eğik duran başıma rağmen gözlerimi ona çevirdim.
‘Eline sağlık. Ben yerime geçiyorum.’ Derken sesindeki ifade dalga geçmekten çok gurur duyar gibiydi. Gerçekçi olması ve kardeşini savunması gerekmiyor muydu bu adamın? Allah aşkına Visam kardeşler neden bu kadar enteresandı ki? Ben bu düşüncelerin içine dalmışken Denker abi köşeyi dönüp yanımdan ayrıldığında Simay’a acaba ne tür bahane sunabilirim diye düşündüm.
Ben az önce bar tuvaletinde öpüştüm canım kuzenim fakat beni öpen adam da abisi de babamın tokat attığını anladı ve şu an bir deniz taksisine binmemi söylüyorlar, ha bir de unutmadan herife hem karşılık verdim hem de yumruk attım, verdiğim tepkileri hiçbir aile üyesi garipseyecek gibi durmuyor ve bende gidiyorum kıçımı kurtar lütfen mi?! Ne kadar şu ortamdan kurtulmak istesem de işin içinden çıkamayışımla derin bir nefes alıp Gizay’ın hala beklediği yere ulaştığımda dümdüz yüzüyle baktı bana.
‘Ne gördün de Noyan ve Denker abiye yetiştirdin acaba.’ İnatçı halimle konuştuğumda omuz silkip elindeki kadehi tepesine diktiği gibi yenilenmesi için bara yöneltti, ‘Denker abi deniz taksiye binmemi söylüyor, nasıl kaçacağım ben?’ derken Gizay’ın kadehi dolmuş o ise önüne dönerek çevreyi kontrol ettikten sonra denize açılan kapıyı işaret etmişti.
‘Kapıya yaslanayım sende arkamdan kaç?’ tek kaşını kaldırıp ciddi ciddi çözüm bulmuş gibi bakmaya başladığında sıkıntıyla omuzlarımı düşürüp Atakan’ın bıraktığı kokteyli bardağıma döktükten sonra diktim tepeme.
‘Simay’la geldim buraya.’ Dediğimde ben sıkıntıda olsam da Gizay gayet rahat halde birkaç saniye etrafa düşüncelice göz süzmüş ardından elini havalandırıp gel dercesine birini çağırmıştı ki omuzuma arkadan yaslanan başla şaşkınlıkla Simay’a baktım.
‘Simay’dı değil mi?’ Gizay ne yapıyorsun sen diye çığlık atasım var. Kuzenim gülerek başını sırtımdan kaldırıp onaylarcasına salladığında bu zamana kadar Gizay için gördüm diyebileceğim tek çapkın bakışını attı.
‘Bende Gizay, Simay. Güvenilir bir kuzen olduğunu varsayıyorum, yani Belgi’nin anlattığı kadarıyla öyle düşünüyorum. Şimdi, bizim birazcık kuzenini kaçırmamız gerekiyor ve sadece sen yardımcı olabilecekmişsin gibi geldi bana.’ Gülümseyip göz kırptıktan sonra bara işaret parmağıyla bir hareket yapmıştı ki parmakları arasına bırakılan kadehi aldığı gibi Simay’a uzattı.
‘Ne kaçırması?’ Simay’ın anında kaşları çatılsa da kadehi aldığında olan bitene seyirci olma niyetinde olan bedenimi derin bir nefes alarak oturduğum tabureden ona doğru çevirdim.
‘Kuzen, beni idare edebilir misin?’
‘Ne için, ne oluyor ya?’ içinde bir merak ateşi yanmıştı ki şu dakika birisi Simay’ın sorgu gününde meleklerden birisi olduğunu dahi düşünebilirdi. Fakat elindeki kadehi tepesine diken bir sorgu meleği… Bir miktar sarhoş sorgu meleği…
‘Sonra anlatayım, şimdi yardım et olur mu?’ dizimdeki elini tutup destek ister gibi sıktığımda hala merak ediyor olsa da destek atıp daha sonrasında beni ruh hastası gibi sorguya çekeceğinden emindim.
‘Ne yapacağım ki ben?’ sanırım benim plan kuramayacağımı düşünmüş olacak ki sorusunu Gizay’a doğru dönerek iletmişti. İnsan insanı bu kadar hızlı harcamaz be yavrum, diyerek isyan etmek isteyen iç sesimi susturdum. Çünkü son günlerde yaşananlar olmasa çok iyi plan yapacağımı ikimizde biliyorduk fakat olup bitenler dışında birkaç dakika önce öpüşmemiş olsaydım da plan kurmam ihtimal dahilinde olabilirdi.
‘Sen şöyle yapacaksın Simay’cım, biz Belgi’yi buradan kaçıracağız, sende çıkmadan önce bana veya şu arka tarafta oturan geniş omuzlu, benden biraz daha az yakışıklı birey var ya ona haber vereceksin. Biz de Belgi’yi sapa sağlam buraya geri getireceğiz, beraber bir şey olmamış gibi eve döneceksiniz.’
‘Arkadaşın,’ işaret parmağı Gizay’ı gösterdikten sonra denize döndüğünde yüzündeki ifade de sırıtmaya dönüştü, ‘-arkadaşı…’ kısık gözlerle olayı çözmüş gibi Gizay’dan bakışlarını bana çevirdiğinde umutsuzca başımı salladım. O arkadaşı bulduğuna da onun arkadaşının böyle bir olaya sebebiyet vererek beni görmek isteyişinden de mutluluk duyuyordu.
Bazen bir çıkmazda gibi hissederdim kendimi fakat bu öyle değildi. Bu yol çıkmaz değildi, bu yol dikenliydi, ateşlerle bezeliydi, zehirli oklarla döşenmişti fakat çıkmaz değildi. Bu kadın da yolda olanları çok kez tatmıştı. Bir hafta önceye kadar duymadığı o ithamda kulaklarında çınlayıp tüm damarlarında dolaşmıştı.
Bazen ruhun taşlaşmış gibi hissederdin, daha fazlası ona zarar veremez gibi ancak hep daha fazlası olurdu. O taştan ruhunu gelişi güzel oyarlar, istedikleri görüntüye ulaşana kadar üzerinde bütün delici ve kesici aletleri kullanırlardı. Kanatıp yıpratırlar sonra aldığınız şekli beğenmez ve şikayet ederlerdi. Aklınızda yokken hayatınızda biri olduğunu iddia eder, yetinmez basit bir paçavra gibi davranırlardı. Sonuçta korkardınız. O olmaktan, bahsedilen, üzerinize atılan kirli bir lafa benzemekten. O kadar ki deli gibi atan kalbinizin, titreyen ellerinizin, kaybedebileceğiniz aklınızın sesini kısarlardı.

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |