7. Bölüm

Bölüm 6

Ceren Öztürk
biceruvar

Yeni bir bölümle daha sizlerleyim. Attığım her yeni bölümde de bir sonraki için heyecanlanıp duruyorum zaten. Bu girişleri uzun tutmak istemesem de elimde olmadan uzatıp duruyorum. Belgi ve Noyan'la upuzun bir yolumuz var çünkü. Eşlik edenlerinde yorumlarını, beğenilerini görmeyi çok istiyorum açıkçası... Ve ben bu upuzun yol da dahil diğer pencerelerde olan hikayelerim için bir web sitesi tasarlamaya başladım. Yayınlandığında ise sizlere buradan da, sosyal mecralardan da, başka hikaye paylaşımı yapılan sitelerdeki hesaplarımdan da bildireceğim. VPN savaşlarımız en azından benim hikayelerim için ufak bir ateşkes yaşayacak.

Hadi şimdi açtığım altıncı bölümün kapısından usulca girip biraz daha tanıyalım canım karakterleri...

İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)

 

 

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑

 

 

Çiçeklere gömüldü elimiz yüzümüz,

 

 

Düştüğümüz yerde gömme ihtiyacı hissettiler bizi.

 

 

Bir daha kaç vakit yaşanır bilmeden sevmeye çalıştık kendimizi...

Kar yağıyordu, kendini bilmez, durdurulmaya ihtiyaç duymaz şekilde. Bu yıl içerisinde evden gözle görülebilecek tek kardı ve koca taneleri arada sırada cama yapışıp sonra sulanarak usulca kayıyordu. Tam karşımda görünen çam ağacının üst dalları çoktan sarıp sarmalanmıştı o beyazlıkla. Etrafın koyu halini aydınlatmakla, birazdan ışıldayacak güne bakarak aydınlatmama ikileminde kalan sarı sokak ışıklarının altından da süzülerek iniyorlardı. Çok beyazlardı ve bir o kadar biteviye düştükleri zeminde karanlığa karışıyorlardı. Fakat bazı karlar insanın içine yağıyordu ve o asla şimdi olduğu gibi bir suymuşçasına çözülüp devam edemezdi yoluna. Ne kadar bakarsam bakayım eskisi gibi soğuk değildi içim. Gökyüzünden yılın gözle görünüp dokunulabilecek ilk karı benim hep üşümeme neden olurdu ancak bu kez öyle değildi. İçim artık o kadar da soğuk değildi belki. Hatta kenarda bir yerlerde şömine yanmış bile olabilirdi. Ki eğer içimde şömine yandıysa birisi hızlıca sıcak çikolata da yapmalıydı. Aksini zinhar kabul edemezdim. Üstelik bu havada olmazdı.

Bedenimi sertçe yatağa bıraktığımda gözlerim pencereden süzülen karlardan, içmem için bana yalvarırcasına bakan ilaçlara kaydı. Gece uyumadığım için içmeye ihtiyaç duymamıştım fakat gün henüz tam anlamıyla aydınlanmamışken onları almalı mıydım işte o da tam anlamıyla bir muammaydı.

Kaşlarımı çatarak etrafa göz gezdirdiğimde en köşede duran henüz dikilecek kadar büyümemiş zeytin fidanına çarptı gözlerim. Tekrar haplara dönüp aralarında ufak bir atışma yaşar gibi harelerimi gezdirdikten sonra kendimi bildim bileli bana yoldaşlık edenlere ihanet etme kararı aldım. Dostlar mı yoksa düşman mı tartışılırdı fakat dünyayı duru bir gözle görmek istiyordum.

Ayağa kalkıp tabaktakileri saksının içine döküp üzerine biraz toprak çektim. Boş tabağı da komodine tekrar bırakıp yeniden oturdum yatağımın üzerine. Derin bir nefesle başımı yastığa bırakırken avuç içlerimi birbirine denk getirip başımın altına yasladığımda ise yumdum gözlerimi.

Bu saatten sonra benim akıllanmaya değil gerçekten kafayı yemeye ihtiyacım vardı. Mümkünse tam anlamıyla tırlatmalıydım çünkü hiç ama hiçbir durum kolay olmayacaktı. Levent'in söylediği o dağınıklık kolay toparlanmazdı. Onlar kendilerine göre zor bir mücadele atlatırken Gamze'nin ailesinin derdi kızlarının sağlık ve güvenliğiydi ancak benim babam için bu son düşüneceği şey bile olmazdı muhtemelen.

Belki de Zeren İmerler gibi yaparak sadece ve sadece kendimi düşünerek yaşama vaktim gelmişti. Belki de bu kez bencil olmalı ve sesimi susturamayacağını göstermem gerekecekti. Bir ihtimal, ihtilal başlatacaktım ve bu asla ama asla acısız son bulmayacaktı. Bu had bilmez kökten değişime kim ne kadar ayak uyduracaktı bilemem ama ben devrilmeyi dahi göze almış bir devrim şeklinde harekete geçecektim.

Üzerimdeki kıyafeti düzeltip basamakları indiğimde gözlerim kahvaltı masasındaki babamla çarpıştı. Bakışlarımı ondan kaçırırken olabildiğince çekingen durmaya çalışıyordum. Bu çaba normal şartlarda beni zorlamazdı fakat şu dakika içimi kaplayan tebessüm yüzüme çarpmak için büyük müşfik bir hevesle çırpınıyordu. Gökmen abinin yanından ayrıldığımda saat dört buçukken, sadece beş saat dinlenebilmiştim. Bunun bir kısmı yatakla savaşarak olsa da halimden şikâyetçi değildim ve içimdeki o haddini bilmez dürtü uzak olsa da bana kendini sevdirmişti. Haliyle durum ve şartlar göz önüne alınınca gülümsememin tüm günü garipleştireceğini bilerek çıkışa bir adım atmıştım ki sesiyle duraksadım.

'Nereye?' beni neden sevmediği konusunda bir metin yazmayı geçiyorum, belki adam akıllı cümle kuramazdım. Fakat bildiğim en büyük gerçek ve onun için nefretini destekleyecek şey annemin kızı olmamdı sanırım. Bu ilk başlarda kalbimi acıtsa da artık beni üzmekten ziyade hırslandırıyordu. Bahar Koruklu'nun kızı olmam, o artık İmerler olmadığında bir nefret ifadesiyle değişmişti. O kadar hızlı bir değişimdi ki ormanda yığıldığım günün gecesinde hastanede gözlerimi araladığımda başımda bir babam yoktu. Annem zaten gitmişti. Gözlerimi aralarken omuzunu duvara yaslamış, gözlerini tedirginlikle bana dikmiş Gökmen abiden başkası kalmamıştı.

Bu bana göre saatler içerisinde olmuştu, en azından öyle hissetmiştim. Fakat hastanede yattığım kırk sekiz saatin ilk dakikası itibariyle tüm yaşamım, hayatımın akışı değişmişti. Aklıma gelen geçmişle hafifçe titrediğimi hissetsem de dudaklarımı ıslattım.

'Simay'la kahvaltı yapıp şirkete geçeceğim.' Yüzümü dönmeden sorusuna yanıt verdiğimde arada oluşan kısa sessizliği fırsat bilerek dışarı attım bedenimi. Kapının önüne getirilmiş arabama yerleşip telefonumu çıkardığımda Simay'ı aramaya başladım.

'Sabah sabah rüyanda mı gördün beni kuzi...' şu sesi eminim ki bana birazdan beddua bile edebilirdi. Üzerindeki uyku mahmurluğuyla telefonu açması bile mucizeyken bir de konuşabiliyordu. Ki bu Simay'dan beklenmeyecek kadar etkin bir sabah performansıydı çünkü o beş dakika daha fazladan uyumak için kurşun atıp, kurşun yiyecek tiplerdendi. Bir ara hayatındaki en büyük aşkının yastıklar olduğunu dahi düşünmüştüm çünkü Londra'ya amcamla seyahate gittikten sonra tekrar İstanbul'a döndüğü akşam bir araya geldiğimizde yakası yastık gibi olan şişme montuyla Bordo'daki koltukta bizi beklerken uyumuştu. Zaten o akşam montunu üzerinden çıkarsa da başının altına yerleştirip yarım açık gözlerle bize katılmaktan da kaçınmamıştı.

'Gördüm, üzerinde o çok beğendiğin lacivert elbise vardı bende hazır gördüm bu elbise konusunu kahvaltı yaparken konuşalım belki amcam babamı ikna eder ve o elbise için Londra'ya gideriz diye aradım, Bordo da. Ayrıca niye mesajlara bakmıyorsun sen?'

'Uyuduğum için olabilir mi?' sesi hala uykulu olsa da kendine geldiğini en azından elbise konusu açılınca geleceğini biliyordum, 'Neyse, elbise dedin kalbimi çaldın, sen geç bende geliyorum.' Ve kapandığını haber verircesine olan sinyal sesi. Dün gece tüm sorularını yanıtlarken arabayı kontrol etme meselesinden de, gizli telefon konusundan da bahsettiğim için şaşırmasına gerek yoktu, ki Simay'ın da şaşıracak bir yapısı mevcut değildi. O genelde, ki uykusu dışında, aksiyon halinde olan bir tipti. Böylesine heyecanlı ve gizemli konuları kaçırması da beklenemezdi. Zaten ayan beyan ben sana yardım ve yataklık yaparım yarın beni kahvaltı için uyandır, hatta çok beğendiğim mavi elbiseyi bana karşı kullan demişti. Hali hazırda Simay'ın benim gibi pek okulu, daha doğrusu dersleri sevmediği düşünülünce bu kahvaltı cazip geliyordu ona.

Yaklaştığım kafeyle arabamı park edeceğim sırada Gizay'ı fark ettiğimde kaşlarımı havalandırsam da işaret ettiği noktaya ilerletip durdurduğum arabadan indim. Gözlerim baştan ayağa onu incelerken kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum. Spor salonundaki havalı bir züppeye benzeyen halinden eser yoktu, ortalıkta gören olursa anlaşılmasın diye başındaki lacivert şapkayla kendini gizlemeye çalışıyordu. Havanın böylesine soğuk olduğu bir zaman diliminde ise üzerinde açık mavi bir gömlek ve vale olduğunu belli etmesi adına lacivert yelek vardı. İçten içe havanın soğukluğu da dahil olmak üzere Noyan'a küfür ettiğini sıkılmış bakışlarından anlayabiliyordum.

'Masada Noyan muhabbetini hiç açmayın.' Arabanın kapısını tutarken mırıltısını duyup gülümseyerek başımı salladım. Direkt olarak basamakları inip içeri girdiğimde her zaman oturduğumuz masaya yerleştim. Ki çok geçmeden Simay'da kapıdan içeri girmişti. Henüz yerleştiğim sandalyemden ayağa kalkıp sıkıca sarıldığımda Gizay'ın onu da uyardığını belli etmek istercesine göz kırpıp karşıma oturduğunda derince soluklandım.

Çok geçmeden Gizay yanımıza yaklaşmaya başladığında elindeki iki anahtarı da masaya bırakmış ardından ne yaptığını anlamadığım şekilde ortaya küçük küpe benzer beyaz bir kutu bırakarak kenardaki çatalı rastgele tabağa vurmuştu. Çatık kaşlarla ne olduğunu anlamaya çalışırken cebinden çıkardığı otomatik kapı kumandasına benzeyen şeye bastıktan sonra beyaz küpün üzerindeki noktaya dokunduğunda arkasını dönüp kapıda bekleyen bedene başıyla onay verdiğinde ben de Simay'da hala salak salak suratına bakıyorduk. Henüz ne olduğunu sormak için dudaklarımızı aralayamadan cadde tarafında olan pencerelerin şilteleri kapanmaya başladığında Gizay başındaki şapkayı çıkarıp aceleyle üzerindeki yelekten kurtularak Simay'ın yanına oturdu.

'E nasılsınız?' gözlerim önce Simay'a döndü, ki o da aynı benim ifademle şaşkınca beni süzüyordu, daha sonra Gizay'a döndüğünde sırıtmasıyla karşılaşmıştım ki başımın üzerinde hissettiğim dudaklarla dirseğimi gelişine savurduğumda iki büklüm olan adama döndü büyüttüğüm gözlerim. Ah be Belgi! Ah be kızım elinin ayarı olsun biraz! Bazen çalıştır şu kafanı da Gizay göre göre herhangi bir tehdittin yaklaşmaya müsaade etmeyeceğine ayık en azından! Sakat bırakacaksın be adamı! Hayır şu cüssesiyle senden böyle bir dayak yediğini anlatsa millet oturma organıyla güler sana ya! Önce yumruk, sonra dirsek, bunun sonunda da adamın kafasına mı sıkacaksın acaba!

'Ben çocuk istersiniz diye düşünüyordum ama Belgi pek tercih etmiyormuş sanırım.' Gizay yüzünü buruşturarak mırıldandığında korkuyla sandalyemi geriye itip ayağa kalktım. Ve keşke kalkmaz olsaydım çünkü bu seferde ittiğim sandalye ile adamı harap etmiştim.

'Noyan!' sımsıkı kapattığı gözleriyle sertçe yutkunduğunda gülümseyerek tekrar açtı göz kapaklarını. Panikle ayağına bıraktığım sandalyeyi kaldırıp yüzümü buruşturdum.

'Geleceğimizle ilgili bir sorunum var şu an.' Onun da yaptığı yorumla Simay koca bir kahkaha patlattığında bende daha fazla kendimi tutamayacağımı hissediyordum. Ne kadar durumun gülünecek bir hali olmasa da Gizay'da Simay'a eşlik edince dudaklarım arasından kaçan gülüşümü serbest bıraktım. Noyan ise başını sağa sola sallayarak bedenini patates çuvalı gibi sandalyeye bıraktı.

'İlk kahvaltıda hanımdan dayak yiyorum, inşallah akşam yemeği son yemeğim olmaz.' Bende sandalyemi çekip oturduğumda alt dudağımı ısırıp izlemeye başladım Noyan'ı. İnsanın bir anda arkasından gelip başı öpülmezdi, ben alışkın değildim böyle bir duruma. Hele ki Gizay'ın yaptıklarını şokla izlerken hiç değildim. Üstelik böyle bir gerginlik içerisindeyken vereceğim tepkileri kendim dahi tahlil edemiyordum. Fakat çok sert bir şekilde giden dirseğimin bilincindeydim, tıpkı ayağının üzerine bıraktığım sandalyenin ağırlığının farkında olduğum gibi.

'Özür dilerim... İyi misin?' derken sesim de içimin acısıyla kısıldığında bakışlarım hala Noyan'ın yüzünde geziniyordu.

'Noyan iyi de, geleceğiniz hakkında aynı şeyi söyleyemem.' Gizay kendi yorumuna tekrar kahkaha attığında artık eziyet etmeye başladığım dudağımı fark eden Noyan kendine gelmeye çabaladı. Yanağıma yerleştirdiği büyük avucundan sonra baş parmağı kemirdiğim alt dudağımı usulca okşadığında yüzündeki tebessümle bende gülümsedim. Esmer adamın rengi kıpkırmızı olmuştu, hatta o kadar ki nefesinin kesildiğini de fark etmiştim fakat hala tebessüm edebiliyor oluşu da biraz şov gibiydi.

Masadaki su şişesini alıp aramızda kaldırdığımda usulca yaklaşıp yanağıma ufak fakat derin bir öpücük bıraktı. İç çekerek geri çekilip sertçe öksürdüğünde elimdeki su şişesini de alıp tepesine dikti.

'Valla gözümün önü kararmadı dersem yalan söylerim ama canın sağ olsun.' Sandalyesini tekrar düzeltip beni kendine çektiğinde karşımızdaki Gizay ve Simay'ın hala gülen hallerine göz devirdim.

'Niye uyarmıyorsun!' ruh halim o kadar hızlı değişiyordu ki çemkirmemle Gizay büyümüş gözlerini üzerime dikip eliyle Noyan'ı işaret etti.

'E sus diye işaret yaptı.' Gözlerim Simay'ı bulduğunda o da hak verircesine başını sallamıştı ki derin bir nefes aldım. Anlaşılan bir süre, ki uzun bir süre böyle ansızın inen perdelere ve bir anda ortada beliren Noyan'a alışmam gerekecekti. Yoksa adamı gerçekten sakat bırakabilirdim. Hayır ben salonda cüssemin iki katı Gizay ve Can ile spor yapıyordum. Kendisiyle de bir ring maceramız vardı. Noyan'ın bir yerde bunu tahmin etmesi ve kendini kollaması gerekirdi. Tabi adam benim gibi ruh hastası bir manyakla olduğunu bilmediği için şaşkınlığına boyun eğmem gerekirdi.

Kahvaltı boyunca bomboş muhabbetler içinde kaybolduk. Hatta o kadar boş muhabbetlerdi ki bir ara Gizay kendi kurduğu cümleyi unutup daha sonra da ne konuşuyorduk diye hepimizin dertlere düşmesine neden olmuştu. Kolumu okşayan parmaklarla sigaramı tutan elimi masaya yaslayıp başımı Noyan'ın omuzuna bıraktığımda Simay'ın kenardan köşeden uğraşına kaşlarımı çattım.

'Ne yapıyorsun sen?' sırıtıp boynunu bükerek telefonun ekranını bana çevirdiğinde derin bir nefes aldım. Ulaşılabilir yaşamamamız gerekiyordu ama pek sevgili kuzenim kabak gibi fotoğrafımızı çekiyordu. Ama çok güzeldi, asla hakkını yiyemem, yine de kabak gibi ortadaydık işte. Dahası Simay telefonunu sürekli kaybeden bir insandı. Özellikle evde kaybolan telefonunu da ne hikmet ise amcam bulurdu. O bir Zeren İmerler olmasa da, hatta yakınından geçmese de bu duruma ne tepki vereceği konusunda net bir kanım olamazdı. Fakat omuzundaki başımla, burnunu gömdüğü saçlarımla kolumu sarmış parmaklarıyla çok güzeldik. İçimi ısıtan bir güzellikti bu. Fiziken değil, ruhen bir tatmin söz konusuydu.

'Gizay.' Ne olduğunu bilmesem de Noyan'ın sesiyle Gizay oturduğu sandalyeden kalkıp ilerlediğinde elindeki başka bir telefonla yanımıza tekrar dönüp Simay'a uzattı. Tabi benim sevgili kuzenim bir Gizay'a, bir telefona, bir de bize bakmakla meşguldü.

'Sinyal korumalı bu telefon, takipte edilmez.' açıklamasıyla yeni düşen jetonu sayesinde aldığında kenara bırakmıştı ki Noyan'ın sesini tekrar duydum.

'O fotoğrafı bana da atsana Simay, hatta kayıtlı numaram.' Başını sallayan Simay'la aradan iki dakika geçtiğinde kenarda duran telefona bildirimler düşmeye başlamıştı. Titreşimiyle elime alıp açtığımda bir kez daha erinmek konusunda yüksek lisans sahibi kuzenimi tebrik ettim. Lise yıllarıma döndürerek bir grup açıp hatta kayıtlı tüm numaraları da eklemişti. Son eklediği de bende dahi kayıtlı olmayan Şanze'ydi.

'Ben sizin olaylarınıza ayrı ayrı mesajlarla yetişemem. Yani o derece komplike bir insan değilim, dahil olacağım oyunları topluca buradan konuşalım. Kafam karışır yanlış yere yanlış mesaj atarım büyük olay çıkar.' Açıklamasını da yapıp telefonu kenara bıraktığında fotoğrafların ardından gelen bildirimle kararan telefon ekranını aydınlattım.

Şanze: Aşk olsun abi! Yengeyi al kahvaltıya git bana görümcelik şansı tanıma!

Şanze: Kim çekti bu fotoğrafları!

Şanze: Gizay abi yanında değil mi!

Şanze: Ağız tadıyla görümce olacağım Gizay abi ona bile engel!

Ardı ardına yazdıklarına istemsizce gülmeye başladığımda Noyan parmağıyla telefonu hafifçe kendine çevirip okudu hepsini. Başımı hafifçe kaldırıp tepkisini incelemeye başladığımda gülerek alnıma dudaklarını bastırdı ki bir kez daha titredi telefon.

Gizay: Alış artık abin beni senden daha çok seviyor. Bakışlarım ona dönerken sırıtarak cevap beklemesiyle derin bir nefes aldım. Spor salonunda geçtiği dalgadan daha çok eğleniyordu, dün gece beni kulüpten kaçırma girişimi esnasında da epey hevesliydi. Hikayelerinden, nasıl tanıştıklarından bir haber olsam da Gizay net bir şekilde bu ailenin bireylerine bağlıydı ve çekinmeden eğlenebiliyordu.

Şanze: Söyle o abime artık bir kredi kartı yok!

Şanze: Ya da söyleme ya! Gizay abi söyleme!

Şanze: Okumuyor nasılsa dur sileyim! Aslında anı anına okuyordu da keşke birisi bundan Şanze'yi de haberdar etseydi. Attığı mesajların kartla ilgili olanlarını hızlıca sildiğinde Noyan iç cebinden telefonu çıkarıp derin bir nefes alarak kısacık çabaya girerek kulağına götürdü.

'Mehmet bey iyi günler.' Bir süre beklediğinde kaşlarımı havalandırarak izledim Noyan'ı, 'Benim gold kartı donduralım lütfen.' Gözlerim büyüdüğünde Gizay'a baksam da o umursamazca omuz silkmişti.

'Herhangi bir problem yok, siz şimdilik dondurun tekrar aktive edeceğiz.'

'Teşekkürler...' elimdeki telefon tekrar titrediğinde gözlerim mesajlara yeniden döndü. Bu biraz fazla olmamış mıydı acaba? Yani ufak bir şakalaşma neticesinde Noyan'ın böyle keskin bir hamleyle kart dondurması... Bana bir miktar fazla gelmişti.

Gizay: Umarım alışveriş yapamadığın zaman yanında olurum, sinir krizi geçirmeni zevkle izleyeceğim. Kaşlarımı havalandırdığımda Şanze yazmış, silmiş, tekrar yazmış ve yeniden silmişti. Son karara ve doğru cümleye ulaşamadığından olsa gerek kendi kendine gruptan çıktığında bakışlarım tekrar Noyan'a döndü.

'Biraz aşırı tepkili olmadı mı dondurman?' sorumla beraber Noyan derin bir nefes aldı.

'İstediğini almak için kimi tehdit ettiğine dikkat etmeli bence.' Dedikten sonra göz kırpıp Simay'ı işaret etti, 'Bekle ve olacakları izle.' Kaşlarımı havalandırdığımda Simay çalmaya başlayan telefonla bakışlarını Noyan'a çevirse de açıp hoparlöre aldı konuşmayı.

'Simay ablacım...' sesi öyle utangaç çıkıyordu ki bir an Şanze'ye üzülmedim desem yalan söylerdim.

'Efendim Şanze'cim...'

'Şimdi ben az önce kendimi ifade edemeyip bir miktar çıldırdım, kapıyı çeker giderim tripine girip guruptan çıktım da, acaba diyorum beni geri alsan mı?' Simay'ın bakışları üçümüzün üzerinde dolaştıktan sonra dudağını dişleyerek gülümsedi.

'Sen bizi terk etmedin mi yani?'

'Hayır, seni ve yengeyi unuttum ben bir an. Abim ve Gizay abinin yüzüne kapıyı çekip çıktım.' Simay daha fazla kahkahasını tutamayıp gülmeye başladığında Noyan'da göz devirerek gülümsedi.

'Alırım tatlım tabi ama sen bir dahakine yavaş çek kapıyı olur mu?'

'Bir dahakine onlar çeksinler kapıyı, çok caniler ya. Senin var mı abin? Bence varsa da olmasın, insanı çileden çıkarıyorlar. Ne kıyafet derdi bitiyor, ne kart blokeleri. İnsanın abisi kendinden habersiz kart dondurur mu, benimki az önce yaptı mesela.' Karşımda susmayı pek sevmeyen Simay bile otursa onun üst seviyesi de telefondaydı. Dahası anlamadığı nokta şuydu ki Noyan kartı az önce yanımda dondurmuştu, kart Noyan'a aitti ama Şanze'nin saniye geçmeden haberi olmuştu. Bunu nasıl başarmıştı hiç akıl erdiremiyordum.

'Kartı dondurduğunu nasıl anladı hemen?'

'Bu onun için çok zor değil ki.' Noyan tek kaşını havalandırıp indirdikten sonra gülümsediğinde ne dediğini anlamaya çabalasam da derin bir nefes aldı, 'Çünkü normal bir Şanze insanı-' sağ kolunu havalandırıp işaret parmağıyla Gizay'ı gösterdiğinde onun yüzünde zapt edilmesi güç bir gülümseme vardı ki Noyan'a gerek kalmadan cümlesini tamamladı.

'Hayatının yüzde doksan dokuzunu alışveriş yaparak geçirir.' Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken Şanze'nin gerçekten de sabahın on buçuğunda alışveriş yapıyor olmasına inanmak istemedim. Fakat ben buna inanmak istemesem dahi hala Simay'la konuşan Şanze beni ters köşede bırakabilirdi.

'Yapmaz tabi canım. Aaaa... Kart dondurmakta neymiş. Biz genç yaşımızda yiyip içip gezeceğiz, böyle engel mi olur?' Simay'da gaza gelmişti herhalde. Masada bizim şaşkınlıkla bakıyor olmamızı önemsemeden ve kime atar yaptığını bilmememize rağmen arkasına yaslanıp kaşlarını çattığında eminim ki aklından amcam geçiyordu. Çünkü o an için sinirleneceği abisi falan olmayışı ve tek çocuk olmasına rağmen amcamın da bazen hizaya çekmek adına yedek kartları dondurması olayı içine dokunmuştu.

'Bak işte anlıyorsun beni. Takribi iki dakika önce bir ayakkabı alıyordum. Simay abla bir görsen ayakkabı resmen bebek, bebek. Hatta dur bak. Beni gruba alsana tekrar.' Konuşmasını yarıda kestiğinde Simay'da uğraşa girip gruba tekrar aldığında ekrana düşen fotoğrafla beraber telefonum titredi. Mesajı açtığımda ise gerçekten bebek diye tabir ettiği kadar güzel siyah ince topuklu rugan ayakkabılarla karşı karşıya kaldım ancak az önce fotoğrafı atmak adına sessizleşen kadın tekrar sahalara dönmüştü, 'Resmen kasada bırakmak zorunda kalıyordum inanır mısın? Bu bebeği ellere yar mı etseydim?' aklımda Şanze'nin kart kapatıldığı halde son dakika kurtarışını nasıl yaptığı hakkında ufak bir plan oluşsa da Simay ciddi anlamda durumun sonucunu merak ediyor gibiydi.

'E kart kapalıysa nasıl aldın?' telefonun hoparlöründen koca bir kahkaha yükselirken kaşlarım şaşkınlıkla havalandı, fakat Şanze'nin kahkahasına eşlik etmem çok zamanımı almamış, açıklaması anında gülme krizine girmeme neden olmuştu.

'Dün Gizay abiyle vedalaşırken çarptığım kartıyla aldım.' Bir kez daha büyük bir kahkaha attığında gözlerim Gizay'ın büyümüş gözleri ve şok olmuş ifadesinde takılıydı. 'Üstelik kimse almasın ve Gizay abi sinir krizine girsin diye tüm numaralarını aldım. Tabi beni kendilerinin yetiştirdiklerini sürekli unutmasalar bu tür kumpaslara da düşmezler ama...' Gizay'ın elleri panikle kendi üzerini ararken arka cebinden çıkardığı cüzdanını açtığında sanki Şanze çarptığını itiraf etmemiş gibi bir umut kartı bulma telaşına girdi.

'Ne kadar girdi!' az önce Simay'a açıklarken dört köşe kahkaha atan Şanze'den bu kez intikam gülüşü yükseldi.

'Senin için beş bin dokuz yüz liracık, fakat bunu dörtle çarp ama benim için paha biçilemez Gizay abicim. Dua et butikti de numaraların hepsinden birkaç çift yoktu.'

'Yuh Şanze!' Gizay şaşkınlıktan ve gerginlikten ölecek gibi kükrediğinde emindim ki Şanze omuz silkip göz deviriyordu. Ki bu rahatlıkta olduğunu da bağıran Gizay'a rağmen konu atlamasından anlayabiliyordum.

'Biz mağduruz Simay ablacım, mağdur. Hiç düşünmüyor da bu kız okula gidiyor, yolu var yemeği var, makyaj malzemesi var diye. Hayır düşün bir erkek arkadaşım olsa, ben sinirle masadan kalksam çat diye yapıştıramayacak mıyım kartı ortaya. Ya ben dün Gizay abinin kartını araklamasaydım ne olacaktı? Havamı atıp gidemeyecek miyim?' durumun vahimliğini Simay Noyan'ın bakışlarından anlamış olacak ki panikle telefonu alıp hoparlörü kapattığında kolumdaki parmakların duraksamasıyla tekrar başımı kaldırdım. Kilitlenmiş öylece Simay'ın eline bakıyordu. Daha doğrusu telefona, eğer ki teknoloji gelişmiş olsa buradan oraya atlamak suretiyle anında burnunun dibinde bitebilirdi. Şansımıza teknoloji o seviyeye ulaşmamıştı.

Belki kendine gelmesinin faydası olur diyerek başımı hafifçe kaldırıp çenesine dudaklarımı bastırdığımda az önce buzdan ateşlerle dolu olan gözleri süt liman bana döndü anında. Bir öpmenin etkilerini de böylece kanıtlamış bulunuyordum sanırım. Tarihe geçmeli ki kız kardeşine sinirli bir abi sevgilisi tarafından öpülünce kalakalıyor, her detayı unutuyordu. Gerçi Noyan bunu her zaman yer miydi o konuda endişelerim vardı.

Kahvaltının ardından Gizay arabada bir sıkıntı olmadığını, hatta garanti altına almak için sinyal bozucu taktığını bu yüzden de bazen telefonun çekmeyeceğin, fakat Noyan'ın verdiği telefonun her halükârda kullanılabilir olduğunu açıkladıktan sonra olaysızca dağılmıştık. Tabi benim için olay şirketin kapısından içeri adım atmam itibariyle başlıyordu. Durdurduğum araçtan iner inmez bakışlarım holdingin müze hapishane gibi olan camlarında gezindiğinde gelen güvenliğe arabanın anahtarını verdim. Basamakları çıkıp kapıdan geçtiğim anda gözler üzerime dönmeye başlarken anlamıştım ki insanlar uzun bir süre, ne alaka, der gibi bakacaklardı. Çünkü hiçbiri beni burada görmeye hazırlıklı değillerdi, gerçi bende değildim. Bu yüzden onları suçlayamazdım da.

Asansöre gidene kadar katta olanların, asansör kapısı açılınca içindeki çalışanların, yönetim katına geldiğimde ise duruma inanmamış pek değerli yeni atanan asistanım ve o kattaki çalışanların şaşkınlıklarına denk gelmiştim. Öyle ki hepimiz birbirimize karşı ipin üzerinde fil yürütüyorlar şokuyla bakıyorduk. İnanılmaz ve anlam verilemeyen bir deneyim söz konusuyken asistanım olduğunu henüz öğrendiğim Ebru hanım var olduğundan dahi haberdar olmadığım odama yönlendirdi.

Ebru hanım bir yetmişe yakın boyu olan tam bir plaza kadınıydı. Özenli kıyafetleri, dikkatle yapılmış saçı ve makyajı göz önüne alınırsa benden daha fazla bir koltuk hak ettiğini, çünkü işine ciddiyetle yaklaştığını söyleyebilirdim. En azından benim üzerimdeki mevsime tezat gibi duran aynı zamanda liseli bir genç kız elbisesine ramak kalmış çiçekli mavi elbisem bu ciddiyetten çok uzakken Ebru hanım tam aksime siyah bedenine tam oturmuş, etek hizası diz kapağından iki parmak üstte ve gömlek yaka bir elbiseyle daha fazla şirkete aitti.

Tam yanımdan ilerleyerek beni nasıl yönlendirdiğini asla anlamasam da sonunda cam bir kapının önünde durdurduğunda koluna yaslı tabletle gülümseyerek baktı. Samimiyetten uzak bir gülümsemeydi, hatta odanıza girmeyi düşünüyor musunuz gülümsemesi dahi olabilirdi bu. Daha fazla aptallaşmamam gerektiği düşüncesiyle zaten içerisini gördüğüm kapıyı ittiğimde epey geniş bir odaya adım attım. Beton duvarlar yerine dışarıyı gözlemleyebileceğim cam duvarlar vardı ve odanın sağında olan kitaplık ile beraber bir çalışma masası dışında zerre bir şey yoktu. Masanın üzerinde tonla dosya varken bakışlarım Ebru hanıma döndü.

'Zeren bey tasarımını nasıl isterseniz öyle hazırlamamızı istedi, gün içerisinde dilerseniz siz eşya ve aksesuarlara bakın ben direkt sipariş geçerim Belgi Deran hanım.' Ebru hanımın açıklamasıyla beraber benim için daha büyük şok gelip karşıma oturdu çünkü Zeren İmerler ilk kez bir konuyu benim inisiyatifime bırakmıştı. Odayı kreşe çevirme ihtimalimi göz önüne alarak üstelik. Sanırım hem tasarlamamı, hem de benimsememi istediğindendi bu durum. Çünkü henüz şimdi girdiğim oda artık benim açık cezaevim olacaktı.

'Sadece Belgi'yi kullanırsanız sevinirim Ebru hanım.' Diyerek yeniden çevreye göz atıp masaya yaklaştığımda kapağı kapalı laptopun hemen yanında masanın tam ortasında emir olduğu ciddiyetinden anlaşılan kağıt çekti dikkatimi.

'Nasıl isterseniz Belgi hanım. Ne içmek istersiniz?' dediği esnada benim gözlerim odanın dışında kalan çalışanlarla kağıt arasında dolaştı bir süre.

'Tuz ruhu.' Mırıldanmamı anlamamışçasına baktığında derin bir nefes aldım, 'Kahve, nasıl olduğu önemsiz fakat onu yumuşatacak herhangi bir şey eklemeyin lütfen.' Başını onay verircesine sallayıp kapıyı da çekerek yanımdan ayrıldığında ciğerlerimdeki tüm nefesimi bir anda bıraktım.

Çevreye ve kendime baktığımda hatta birazcık karşılaştırdığımda olan halim babasının şirketinde zaman geçirsin diye getirdiği kız çocuklarından halliceydi. Hatta normalde kızıyla arası pek iyi olmasa da her şey magazinde biter diyen Zeren bey anladığım kadarıyla bugün baba kız veya anne kız günü olarak ilan etmişti. Çünkü etrafta kız çocukları vardı ve Zeren bey kreş açmadıysa daha önce laf arasında güzel reklam olacak dediği şeyi yapmıştı. Ve ben yarım saniye önce üzerimdeki beyaz çiçekleri olan mavi elbiseme çok benzeyen bir elbise giymiş kız çocuğu görmüştüm. Ne mükemmeldir ki açık cezaevinde ortalama altı yaşlarında bir çocukla pişti olmuştum resmen.

Az önce gözüme çarpan bir sayfa kağıdı şimdilik okuma girişiminde bulunmayarak ilerleyip yeni fark ettiğim sol taraftaki kapıyı açtığımda içeride ufak bir banyo karşıladı beni. Burada da ufacık bir şey yoktu. Ve ben lanet bir plaza odası nasıl düzenlenir bilmiyordum. Fakat emin olduğum bir nokta vardı ki bilumum makyaj malzemesi ve cilt temizleyici ürünleri buradaki banyoya stok yapmam şarttı. Çünkü sinir krizi geçirip ağlama kararı alırsam Zeren beyin o güzelim karizmasını çizmeden tipimi toparlamam gerekiyordu ve ben şirket sınırları içinde kriz geçirmeme ihtimalimi düşünmüyordum dahi.

Ortada şapşal gibi dolaşmaktan daha makul gelen masaya ilerleyip koltuğa oturduğumda Zeren beyin konuşmadan emir verebileceğini de bir kez daha yüzleştiğim kağıtla anladım. Tek sayfada on tane madde vardı. Bunların altı tanesi odanın dekorasyonu ile ilgili kesinlikle yapmamam gerekenlerdi ve olağanca net bir şekilde kendisini gıcık etmem adına fazla renk kullanmamam gerektiğini kendine has bir üslupla açıklamıştı. En azından üçüncü maddedeki altı çizili göz yormayan ifadesinin ne demek olduğunu bilecek kadar tanıyordum onu. Kalan dört madde ise şirket içerisinde hiçbir şekilde gündeme getirilerek konuşulmayacak konular ve çalışma düzeni hakkında direktiflerdi. Göz gezdirdiğim maddelere burun kıvırmak istesem de sıkıntıyla kenara ters halde bıraktım kağıdı. Masanın köşesinde duran kırmızı kalın dosyayı önüme sürükleyerek bilgisayarı da açtığımda dosyanın ilk sayfasından itibaren başlayan çalışma masaları karşıladı beni. Hepsi fazlaca sıkıcı, koyu renk ve iç karartıcıydı. Buna bir çare bulmam şarttı ama saniyeler önce bıraktığım o kağıt pekte dönüşü olmayan bir yerde olduğumu göstermek istercesine gözüme çarptığı için birkaç sayfa çevirdim.

Çoğunluğu koyu renk ahşaplardan veya elli yaşında hissetmeme sebebiyet veren parçalardan oluşan katalogda gezinirken kapı vurulduğunda Ebru hanım elindeki kahveyle girdi içeri.

'Sizden bir şey daha rica edebilir miyim?'

'Tabi Belgi hanım, dilediğiniz ne varsa yerine getirmek için çalışıyorum ben.' Ne güzel kapitalist kölelik bilincindeydi ve ben Ebru hanımın işi değil parayı sevdiği için çalıştığını an itibariyle görmüştüm. Gerçi bu tespitim bile saçmaydı, insan zaten para için çalışıyordu ve belli ihtiyaçlarıyla, pek tabi lüksleri için daima iyi yerlerde olmak gerekiyordu. Muhtemelen Zeren İmerler'in kızı olmasam ben de aynı şekilde bir plaza da hayat kavgası içinde koşturup duracaktım.

'Bana şirket için daha makul, bugünü geçireceğim birkaç kıyafet alır mısın?' dediğimde bakışları şaşkınlıkla üzerimde gezinse de başını onay verircesine salladı anında. Zeren İmerler kurallarına göre oynamak için boyun bükecektim bazı şeylere. Dışarı çıktığında aldığım telefonla bu kez odanın en köşesine pencerelere doğru gittim. Ben bin bir katalog içinde boğulamazdım, o yüzden bu duruma en adapte olan kişiden yardım alacaktım. Çektiğim fotoğrafları Noyan'a yolladığımda ardına açıklama eklemeyi de unutmadım.

Plaza odası nasıl dekore edilir? Bir fikrin var mı?

Mesajımı okuduktan bir süre sonra yazdığını fark edince koltuğuma tekrar dönüp bilgisayara yöneldim. Beni bu durumdan tek kişi kurtarırdı o da Noyan.

Özellikle istediğin bir detay var mı?

Sorusuna sadece kaşlarımı havalandırabiliyordum. İnsan çalışacağı kapalı kutuya özellikle ne isterdi ki.

Fikrim olmadığı için yok.

Sadece elli yaşında gibi hissetmek istemediğimi biliyorum.

Bir saat içinde halledeceğim,

Zeren bey ne ara ayarladın derse Simay'la buluşunca baktım sipariş geçtim dersin.

Çok teşekkür ederim.

Durum çakılmasın şirket bilgisi atayım faturalandırma yapalım.

Mesajı gönderip şirket bilgilerini de ekledikten sonra ekranı kilitlediğimde başımı kaldırır kaldırmaz kapıda beliren adamla asıl olayın şimdi başladığını da fark ettim. Şirkettekiler için ritme alışma benim için ise bitme aşamam şimdi başlıyordu. Çünkü daha önce birkaç kez görme fırsatı yakaladığım genel müdür yardımcımız Ensar bey gülümseyerek kapıyı vurup içeri girdi.

Kafamın kazan gibi olması da konulara dahil mi hocam diyerek genel müdür yardımcımıza sormak üzereyken hayatla bağlantılarımı koparmıştım. Adama artık ne kadar boş bakışlar attıysam çekingen haliyle gülümseyerek bugün burada bırakalım dilerseniz diyerek kaçmıştı. Bugün değil önümüzdeki yüzyıl boyunca burada bırakmalıydık. Plaza hayatı benim ilgi alanımda değilken bir de alt kademeyi görmeden en üste giriş sınavım ömrümü tüketmişti çünkü.

Bedenimi geriye bırakıp sıkkın nefesimi savurduğumda titreşim sesiyle çekmecemi açtım. İnsanlar benden neden korkuyordu bilmiyordum. Bana garip bakışlar atarken akıllarından geçenleri tahlil edemiyordum. Burada ne işim var hala algılayamamıştım fakat Simay'ın açtığı gruba gelen yüzlerce mesajı şaşkınlıkla süzüyordum. Kapımın vurulma sesiyle telefonu çekmeceye atıp kapattığımda derin bir nefes aldım.

'Gelin!' seslenmemle beraber içeri giren Ebru hanıma baktığımda yüzündeki ufak tebessümle yaklaştı yanıma. Elindeki koca buketi masaya bırakırken bir yandan da kartı uzattı.

'Simay hanım göndermiş Belgi hanım.' Gülümsemeye çalışırken çiçekten ayrı uzattığı kartı aldım anında. Bu hadsizlikti, bana gelen bir şeyi açması, kim olduğunu öğrenmesi tamamen babamın ona tanıdığı bir ayrıcalık olmalıydı. Öyle veya böyle beni kontrol altında tutabilmek adına çiçeği getiren kadına bu haddi vermiş olması delicesine canımı sıkmıştı fakat yine de olay çıkarmayacaktım.

'Teşekkür ederim. Bundan sonra bana özel olarak gelenlerden sadece ben haberdar olayım lütfen.' Dilimle dişim arasında fısıldar gibi konuştuğumda gözlerim koca bukette gezindi. Simay ve bana çiçek göndermek... İkisi yan yana çok garip duruyordu. Simay bana genelde çiçek göndermezdi, hatta hiç ama hiç çiçek göndermezdi. Ayrıca sabah beraberken yeterince tebrik etmiş, üzerine bir de çiçekle uğraşamam ben diye eklemişken epey mantıksız geliyordu. Elimdeki kartı zarfın içerisinden çıkardığımda satırlarda gözlerimi dolaştırdım. Hafif italik şekilde, mükemmel bir el yazısıyla yazılmıştı. Bu yazı da kesinlikle Simay'a ait değildi, çünkü kendisi bizzat çin alfabesine yatkınlığı ile meşhurdu.

Hayatında tekrar ilk iş günün olduğunda eminim ki üzerindeki önlüğe sıkı sıkıya sarılacaksın.

Şimdilik ilk iş gününü tebrik ederim, Tanrının hediyesi.

-Simay

Sertçe yutkunduğumda alt dudağımı dişlediğimi fark ederek çiçek buketini kendime çektim. Soft pembe, turuncu ve beyaz güllerin arasındaki yeşilliklerde parmaklarımı dolaştırarak az önce çekmeceye attığım telefonu tekrar aldım. Gruptaki goygoyun farkında olsam da Simay'ın ayrı attığı mesaja girdim anında.

Simay: Manitacılık böyle kazanıyor demek ki, kuzenin kullanılıyor beybi. Erinmeden ben yapmak isterdim fakat sevgilin daha atik çıktı. Çiçekler benden değil haberin olsun.

Kıkırdayıp o mesajdan çıkarak Noyan'a geçtiğimde derin bir nefes aldım. Parmaklarım birkaç kez ekranın üzerinde dolaşsa da net cümleler bulamadığım için aklıma gelen ilk şeyi yazdım.

Çok güzeller, teşekkür ederim.

Rica ederim. Unutma, bugün ilk iş günün değil. Ve o asıl iş günün geldiğinde seni hastaneye ben bırakacağım.

Kim ne için itiraz ederdi, başıma neler gelirdi bilmiyordum. Fakat bu söylediklerine öylesine içten şekilde inanıyordum ki sanırım bana bir yanardağın içine atlayacaksın, az kaldı deseler umursamadan yoluma devam ederdim. Noyan'ın benim bakış açımda ilk etkilediği nokta artık bir sevgilimin olması değildi, şimdiden sonra çok daha cesur, yılmaz, yıkılmaz olacağımdı. Kendimi anlamsızca güçlü hissederken yapmam gereken en önemli şeyin bir an önce göz boyamak olduğunun farkındaydım. Çünkü bu sabah olduğu gibi her dakika aynı oyunları çeviremeyecektik.

İlk tanıştığımız günü hatırladığımda yüzümde tekrar gülümseme oluştu, çalışma programı çok yoğun olduğu için sadece akşamları vakit ayırabileceğini açıklamıştı spora. Daha sonra ringin ortasında oturduğumuz an geldi aklıma, bırak bir dakikam saniyelerim yok demişti. Fakat tüm bu kafa karışıklığı arasında beni es geçmemişti. Koca şirketin üzerime geldiğini hissettiğim dakikalarda tekrar güçlendirmişti. Hala elimde olan telefonun titremesiyle yüzümdeki gülümsemeyle yeni gelen mesajı açtım.

Bu akşam, uygunsan yemeğe çıkarmak istiyorum seni...

Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Attığım adım takip ediliyor mu acaba diye düşünürken nasıl başaracaktık ki. Üstelik bu meseleden sadece ben haberdar değildim, Noyan'da haberdardı ve böyle rahat olması bir enteresan geliyordu.

Ya birileri takip ediyorsa?

Henüz ekranın kararmasına bile izin vermeden yeni bir mesaj daha eklendi.

Endişelenme o konuda. İş çıkışında spor salonuna gel direkt. Gizay'ın yanına...

Aptal aşık gibi sırıtmaya başladığımda başımı kendi kendime salladığımı fark ederek akli dengemi toparlamaya çabaladım.

Tamamdır.

Ve küçük bir gülücük emojisi, en azından deli gibi görünmekten çok daha iyiydi. Bakışlarım telefondan sonra bilgisayar ekranına döndüğünde olan birkaç saatlik zaman dilimini nasıl geçireceğimi düşündüm. Şimdi birkaç saat bana beş gün falan olurdu. Fakat tüm bu içinde olduğum alanın, zamanın aksine göğsümün orta yerinde ılık bir esinti vardı. Sanki şirkette kasvetli bir anın tam ortasında sandalyede değil de bir sahilde yürür gibi hissediyordum. İçimde bu heyecanı ne zamandır hissetmemiştim sahiden? İyi şeyler için telaşlanmayalı, vücudumu sıcaklık kaplamayalı, zaman için hızlı ilerlesin diye dua etmeden kaç vakit ziyan etmiştim? Şimdi ise iki gündür net bir şekilde tanıdığım adamla görüşeceğim için kalbim haddini bilmezce çarpıyordu. Önümdeki buketin yapraklarında parmaklarımı bir kez daha gezdirdikten sonra sandalyemi geriye sürükleyip ayağa kalktım. Adımlarımı odanın dışına yönlendirip kapıyı açtığımda masasında işler için çaba sarf eden Ebru hanım hızlıca ayağa kalktı.

'Buyurun Belgi hanım, bir şey mi istemiştiniz?' bakışlarındaki tedirginlik ve diken üzerinde olan hali bugün kaçıncı kez görüyordum acaba...

'Bana vazo bulabilir misin?' hafif bir tebessümle konuştuğumda başını onaylarcasına sallayıp yaklaştı.

'Nasıl bir şey istersiniz?'

'Normal bir vazo, çiçek koyacağım içine. Nasıl olduğu önemli değil.' Diyerek omuz silktim. Bu şirket sınırları içerisinde göze hitap eden bir vazo olacağını düşünmüyordum. Sadece bugünü kurtarsın bana yeterdi, sonra ben güzel bir vazo bulurdum onlara.

'Tabi, getireyim ben.' Başımı onaylarcasına sallayıp odaya tekrar döndüğümde buketin çevresini saran turuncu ve siyah kağıdın ortasındaki hasır ipi açtım. Çiçek dallarını kağıtlardan kurtardıktan sonra birbirine de bir ip yardımıyla bağlandığını fark ettim. Bu kez o ipi de çözdüğümde kapı vurulmuştu.

'Girin.' Seslenişimle elindeki vazoyla yaklaştı Ebru hanım.

'Te-' bakışlarım vazoyla çarpıştığı sırada yüzümün allak bullak olmasından sekreter de anlamıştı ters bir durum olduğunu fakat acilen toparlanmam gerekiyordu, bende hep olduğu gibi gerekeni yaptım, 'Teşekkür ederim. Siz çıkabilirsiniz.' Yalan gülümsememle başımı salladığımda kadın tek kelime etmeden vazoyu ve bir şişe suyu masaya bırakıp odadan kaçar gibi çıktı. Ben ise kapanan kapıyla masanın önünü dolaşıp siyah porselen vazoyu alarak deri tekli koltuğa bedenimi bıraktım.

Parmaklarım yapıştırılmış kırık parçaların oluşturduğu pürüzlerde dolaştığında kaşlarım derinlemesine çatıldı. Bu vazonun içinde beş yıl önce şakayıklar vardı. Kocaman, gösterişli ve alımlı. Geldiğinde aylardan ağustostu, getiren bana değil direkt olarak evdeki kapının önünde duran güvenlik görevlisine bırakmış ve bana teslim edilmesini söylemişti. Güvenlik görevlisinin söylediği kadarıyla esmer, zayıf, uzun boylu, her halinden özel kurye olduğu belli olan biriydi çiçeği getiren. O gün üniversite tercihlerimin sonucu açıklanmıştı ve ben henüz kendim bile bakmamıştım ne olup bittiğine. Güvenlik görevlisi çiçeği getirdiğinde şakayıkların yaprakları arasına yerleştirilmiş siyah zarf gözüme çarpmıştı. Ne olduğuna anlam veremeden kahvaltı masasından kalkmış o vazoyu kucaklayıp tekrar yerime dönmüştüm. Zarfı açtığımda ise yıllar sonra, yıllar önce yaşadığım sancıyı sol tarafımın tam orta yerinde hissetmiştim.

İnsanın sadece bileğinde olmaz kelepçeler. Aklında, kalbinde, ruhunda da olur. Seçimlerini, kelepçelerinle yapmadığın için başarını tebrik ederim. Benim aklıma asla annem gelmemişti o esnada. Hatta ne başarısından bahsedildiğini dahi sorgulamıştım ama on yıl sonra onunla tek iletişimim bu vazonun içindeki şakayıklar olmuştu. Zeren beyin elimden parçalamak istercesine aldığı notu, hışımla masadan savurduğu çiçeklerle dolu vazoyu gördüğümde ise o dakikaya kadar kimden geldiğini anlayamadığım tebriğin sahibini çok net fark etmiştim. Bahar Koruklu...

O gün gözlerimin önünde parçalara bölünen vazo şimdi ellerimde, bir bir parçaları yapışmış şekilde duruyordu. Siyah yüzeyin aralarından yapıştırıcı taşmıştı, içindeki şakayıklar o gün bahçede yanmıştı, notta o alevlerin arasında kaybolup gitmişti, fakat tam da şu an iki avucumun arasında olan siyah vazo parçaları birleştirilmiş halde, üstelik modeli böyleymiş gibi dururken ve sadece bana kimden geldiğini anımsatırken şirkette karşıma çıkıyordu.

Onu o gün parçalayan Zeren bey sahiden parçaları almış, bir de toparlayıp birleştirmiş miydi yani? Bir vazoyu birleştirme yeteneği varken kendi kanından olan kızını neden parçalıyordu peki? Veya neden buradaydı? Neden saklamıştı? Kafamda onlarca soru dönüp dururken dudaklarımı ıslattığımda sorsam da yanıt bulamayacağım gerçeğini bilerek toparlanma ihtiyacı hissettim. Az önce vazonun beraberinde gelen suyu açıp doldurdum, ardından her bir dalı bir bir özenle o yapıştırılmış vazonun içine yerleştirdim.

Vazonun şokunu atamamış halde işim bitmişken ayağa kalktığımda tekrar çalan kapıyla beraber bakışlarım dışarıyı buldu. Gizay bu kez de bir mobilya teslimatçısı olarak karşıma çıkıyordu. Başımı onay verircesine salladığımda kapıyı açıp ardında olan çalışanlara yol açmak için içeri girerek bana yaklaştı.

'Belgi Deran İmerler değil mi?'

'Evet.' Başımı sallarken gülmemek için dudaklarıma eziyet etmeye başladım.

'Siparişlerinizi yerleştirelim teslimat imzası alayım sizden Belgi hanım.' Olan masayı tek eliyle çekip iyice kenara aldığında dosyayı kenara bırakmıştı ki bende başımı salladım.

'Tabi...' beraberinde gelen adamlar eşyaların korumalarını çıkarırken Gizay ufacık bir anda laptopa bellek takmış ardından içeriye giren Ebru hanımı görerek bakışlarını bana çevirmişti.

'Belgi hanım laptopu kapatmamda sakınca var mı? Bağlantıları kurarken sıkıntı yaşamayalım.'

'Hiç problem değil.' Cevabımla tekrar bilgisayara döndüğünde ekrandaki kilit işareti bulunan bir programı onaylayıp laptopun kapağını indirdi.

Yarım saat sürmeden yerleşen eşyalarla beraber Gizay imzasını almış başını da sıkıntı yok dercesine hafifçe sallayarak son dakikada belleği bilgisayardan alarak çıkmıştı odadan. Ardından gelen adamlar da onu takip edip kapıyı çektiklerinde etrafa baktım. Aşırı ciddiyet... Aşırı derecede cam ve gri barındıran bir alandaydım. O kadar ağırdı ki bayılabilirdim burasının ciddiyetinden. Titreşim hissettiğimde kenardaki telefonu alıp gelen mesajı açtım.

Zerre senin zevkin değil ama göz boyamak için bu ciddiyete boyun bükeceksin.

Senin odan da mı böyle?

Buruşan yüzümle yazdığım mesajı gönderdiğimde saniyeler içinde yanıt geldi.

Daha ağır benimki.

Yüzüm bir kez daha buruştuğunda yazacak bir şey bulamamıştım ki gelen fotoğrafa baktım. Benim bulunduğum alanın ferahlığına aykırı şekilde Noyan'ın ofisi katran arası diyebileceğim haldeydi. Koyu ahşap çalışma masası, sağ tarafında olan siyah kitaplıklar, hatta yerdeki döşemeler dahi koyu ahşap rengindeydi. Alan fazlaca genişti fakat bir o kadar da siyahtı.

Ruhun daralmıyor mu burada?

Zevk meselesi diyelim...

Gerçekten de zevk meselesiydi. Bana yoğunlukta şeffaf ve gri olan oda daraltıcı gelirken Noyan simsiyah halden zevk alabiliyordu. Enteresan olsa da zevklerin de renklerin de tartışılmayacağını biliyordum. Fakat ben Noyan'ın odasında olsam daralırdım ondan emindim. Bakındığım etraftan sonra masanın başına geçtiğimde laptopu açarak Ensar beyin gösterdiği birkaç şeyi tekrar ettim.

Haddinden fazla insanın zihnini dolduracak şeylerin içinde kalıyordum ve bu saçmaydı. Tekrar odaya gelen Ebru hanım tam olarak ne istediğimi bilmesem de istediğim o kıyafetleri banyoya astığında derin bir nefes alarak ayaklandım. Geldiğimden beri Zeren beyi görmemiştim. Göresim var mıydı emin değildim fakat biraz bile olsa tahammül etme mecburiyetim vardı. Zaten kıyafetleri sadece o görsün diye istemiştim, ki bundan sonra da isteğine göre birkaç parça almayı aklıma not etmiştim. Banyoya geçip benimle alakası olmayan gri saten gömleği ve gri bol paça kumaş pantolonu giydikten sonra odadan rast gele dosya alıp babamın odasına yöneldim. Zaten uzak değildik fakat kendisi bir nebze insanlarla yüz göz olmamak adına en dipte kalan yerde takıldığı için koridora ilerleyip devam ettim yürümeye.

Ayağa kalkan asistana baş selamı verip kapıya vurduktan sonra içeri girdiğimde başta bilgisayardan ayırmadığı gözleri kısa bir an bana dönmüştü ki tek kaşı havalanarak baştan ayağa inceledi. Gözleri ciddiyetle tekrar gözlerimi bulduğunda dudaklarımı ıslatıp o suratsız halimle yaklaştım masasına.

'Burayı anlamadım.' Elimdeki dosyayı açıp herhangi bir sayfaya gelerek biraz kafamı karıştıran noktayı işaret ettiğimde bu kez tek kaşı havalandı.

'Ensar bey anlatmadı mı?'

'Anlattı ama yine anlamadım.'

'Onun işi öğretmek, sen anlayana kadar açıklamak zorunda.' Hala elimde olan dosyayı verdiği cevapla masasına bırakıp önde kalan deri koltuğa bıraktım bedenimi.

'Birkaç hafta sonra şirketi bırakacağın kızın olarak genel müdürün gözünde küçük mü düşmemi tercih edersin sana sormamı mı?' kaşlarımı havalandırdığımda onu aslında tatmin edecek yerden vurduğumu biliyordum. Zeren bey kızının veya kendisinin asla küçük düşmesini istemezdi. Tam anlamıyla egosu için yaşayan birisiydi ve bugün bunu düşünüp Ensar beye aynı konuyu tekrar sormadığım için yarım puan kazandım diyebilirdim. Kendisinin notu kırık olduğu için bir puan elbette beklemezdim ama dosyayı eline aldığında yarım puanım netleşmişti.

'Yani kar zarar marjına göre bu madde dikkate alınıyor, ona göre sözleşme hazırlığına giriliyor.' Dediğimde biliyordum ki yıllar sonra baba kız beraber geçirdiğimiz en uzun vakti tamamlıyorduk. Şaka bir yana yirmi dakikadır tartışmadan aynı odada bir konu hakkında konuşuyorduk. Ben salağa yatıyor olsam da Zeren beyin henüz sinirleri gerilmemişti. Adam işini benden daha çok seviyordu ve işine karşı her türlü esnek zaman sağlardı.

'Aynen öyle. Kar zarar marjında kar oranı düşük çıkarsa eğer bu dört konuyu dikkate alıyoruz. Uzun vadede olan işler, devamlılık gerektiren projeler, borsa takibi ve yabancı para girişi. Başka var mı aklına takılan konu?' başımı sağa sola salladığım gibi ayağa kalktığımda öksürdüğünü duymuştum ki bu aslında durmam için olduğundan bakışlarım ona döndü.

Şu an bakıyordum da biz birbirimize de benzemiyorduk. Babaannemin gösterdiği fotoğraftan ölçecek olursam anneme daha çok benziyordum ve babamla tek ortak noktam bileğimdeki doğum izimdi. İkimizin de sağ bileğimizin üzerinde ince bir çizgi gibi duran silik kahverengi leke dışında ortak tek bir noktamız dahi yoktu.

'Odanı çok hızlı dekore etmişsin?'

'Sabah kahvaltıda Simay senin kesinlikle bir oda ayarlayacağını söyledi, o sırada birkaç parça baktık. Geldiğimde doğru olduğunu görünce sipariş ettim.'

'İyi yapmışsın.' Başını onay verircesine salladığında derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım.

'Bugün Simay bana çiçek gönderdi belki haberin vardır.' Dediğimde başını tekrar onaylarcasına salladı, 'Bende Ebru hanımdan vazo istedim. Getirdiği vazoyu sen mi söyledin?' kaşları anlamazca çatıldığında soran gözleri de üzerimdeydi.

'Siyah, üniversite sonuçları açıklandığında kırdığın vazoyu getirdi.' Kaşları daha çok çatıldığında bakışları arkamda kalan konsola dönmüştü ki dikkatini dağıtmak istercesine tekrar bilgisayara yöneldi.

'Ben söylemedim.' Derken sesi olabildiğince kısıkken başımı onay verircesine sallayıp çıktım dışarı. Daha fazla muhabbet bizde kavga getireceği için odama dönerek elimdekileri bırakıp çantamı aldım. Gereğinden fazla saçma bir gün geçirmiştim, sonunda Zeren bey ile yirmi dakika kavgasız durmuştuk, vazoyu bilip bilmediğini öğrenmiştim ki o göndermemiş olsa da sakladığını anlayabilecek kadar kapasitem vardı ve şuan kapanış sıramdaydım. Mesai saatimi an itibariyle noktalıyordum.

Geldiğim spor salonundan içeri girdikten sonra bakışlarım etrafta Gizay'ı aradı. Salonun köşesinde antrenman yaptığını fark ederek o tarafa doğru yaklaştığımda aynadaki yansımadan beni fark edip anında ağırlıkları bırakıp gülümseyerek yüzünü döndü.

'Hoş geldin.'

'Hoş buldum...' başımı onaylarcasına salladığımda elimde tuttuğum spor çantamı uzanıp almış ardından yanından geçen çalışanlardan birinin eline tutturmuştu. Bakışları baştan ayağa kıyafetlerimi incelerken garipsese de konunun üzerinde fazla durmak istemedi anladığım kadarıyla.

'Çıkalım mı? Noyan seni bekliyor.' Gizay'ın yüzünde enteresan bir gerginlik vardı. Sabah olan neşeli halinin tam aksine suratsız, bir an önce gidelim diyen bakışlarına başımı sallayarak onay verdim. Sağ elini hafifçe sırtıma değdirip merdivenlere yönelmemizi sağladığında ses çıkarmadan adımlarına ayak uydurdum. İki kat inip daha önce geldiğimiz o bomboş alana ulaştıktan sonra bekleyen adamlardan birinin açtığı şalter oyuntusundan geçtik. Sahayı adımlarken diğer ucuna ulaşıp kapıdan çıktığımızda ince uzun bir koridor karşılamıştı bizi. Zaten fazla geniş bir alan değilken bir de art ardına dizilen araçlar hareket alanını epey kısıtlıyordu. Ufak bir yokuş çıktıktan sonra geldiğimiz otoparktaki hemen sağ tarafta duran ilk aracın kilidini açtığını fark ettim. Bakışlarım üzerinde olsa da gerginliği biraz sakinleşmeliydi. Anlatmak isteyene kadar sabredebilirdim de.

Yola çıkalı on dakika olmuştu. Gizay gözlerini bir an trafik akışından ayırmazken dudaklarımı ıslattığımda iç çekerek derin bir nefes aldı. Bir şey olduğunun farkındaydım ama ne olduğunu bilmiyordum ve içten içe tüm olan biteni merak ediyordum.

'İyi misin sen?'

'Şimdi sen Noyan'ın sevgilisisin ya.' Soruma karşılık bu cümleyi beklemesem de başımı onaylarcasına salladım, Gizay ise kararsız bakışlarını ilk kez bana çevirip tekrar yola dönmüştü, 'Benim de arkadaşımdın...'

'Hala arkadaşın değil miyim?' derken nereye varmak istediğini algılayamadığım için gözlerimi kısıp dikkatle inceledim. O böyle gerilip, kasıntı halde durmazdı. Her olayı boş veren, genellikle konulara bodoslama dalan bir insandı ve ben an itibariyle arkadaşımın içine çekingen bir ruh kaçtığından endişe ediyordum.

'İşte bende onu soracaktım. Hala arkadaşımsın değil mi?' trafik ışıkları sayesinde durdurduğu araçla bakışları merakla beni bulduğunda ufak bir tebessüm dudaklarımda yer edindi.

'Bence öyleyim.' Mırıldandıktan sonra kaşlarım çatıldığında devam ettim, 'Sence? Sence değil miyim?'

'Öylesin. Peki senden bir şey isteyebilir miyim?'

'Yapabileceğim bir şey ise elbette.' Başımı onay verircesine salladığımda kararsız gözlerini yeniden bana çevirdi. Ne oluyordu Allah aşkına? Niye böyle tedirgin, ikilemde ve kafayı yiyecek gibi bakıyordu.

'Noyan'ın yarın Barselona'ya gitmesi gerekiyor. İş için. Birkaç gün orada olacak.' Başımı tekrar sallarken değişen ışıkla arabayı tekrar hareket ettirdi fakat bugün İstanbul'da fazlaca ışık vardı sanırım çünkü ilerideki kırmızı sayesinde sıkıntılıca nefes aldığında olduğumuz yoldaki seyir hızını düşürdü. Elinin biriyle yüzünü sıvazladığında sıkkınca nefesini bıraktı, 'Bunu seninle paylaştığım için beni doğrama ihtimali var...' inlercesine konuştuğunda hala neler döndüğünü anlamamıştım ki artık isyan edercesine soluğumu bıraktım.

'Yani Gizay? Benden ne yapmamı istiyorsun?' ellerim iki yana açılmış olsa da arabayı tekrar durdurup dilini iç yanağında gezdirerek baktı.

'Tehlikeli Belgi. Noyan'ın bırak yarını, önümüzdeki birkaç sene Barselona'ya gitmesi tehlikeli, hele ki tek başına gitmesi daha tehlikeli.' Dediğinde Gizay'ın sesinden ilk kez tedirginlik aktığının farkına varıyordum. Gözleri bir şey yapmam için lütfen dercesine bakarken başını sertçe geriye bırakıp gözlerini sımsıkı kapatıp açtı. Şu dakika bir ayrıntı daha fark etmiştim ki harelerinin çevresi de, göz kapakları da kırmızıydı ve bu muhtemelen uykusuzluktan kaynaklanıyordu. Oysa sabah kahvaltıda bu halde değildi. Hatta gayet neşeliydi de.

'Nasıl yani?' kaşlarım derinlemesine çatılırken alnımın ortasının Gizay'ın taksit taksit açıklaması yüzünden makineden yeni çıkmış bir çamaşır kadar kırıştığını fark ettim.

'Onunla konuşsan, gitmese. İhtiyacım var sana de, ne bileyim Zeren'i bahane et. Ne beni ne de Denker abiyi dinliyor. Belki seni dinler.'

'Bana söyleyecek mi yarın gideceğini?' soruma anında başını sallayıp onay verdi. Dudağıma eziyet etmek istercesine ısırırken gözlerim asfalt yolda gezindi. Gizay arabayı tekrar hareket ettirdiğinde omuz silktim usulca.

'Anlattığında gitme derim, ayrıca neden tehlikeli olsun ki Barselona?' sorumla açıklama bulmaya çalışsa da bazı şeyleri anlatamayacağının ikimiz de bilincindeydik. Fakat ben yirmi dört saat dolmamış ilişkimde adama gitme diye tutturamazdım, Gizay bunun da bilincine varsa iyi olurdu, 'Gizay, Noyan'ı benden daha uzun süredir tanıyorsun ve bence yirmi dört saat dolmamış ilişkisindeki kadın karakterin gitme demesine aldırış etmez.'

'On sekiz saat olduğunu biliyorsa ağzının içine dahi düşer bence.' Başını kendini desteklercesine salladığında anlamadığımı belirtircesine kaşlarımı havalandırdım, 'On sekiz saattir ilişkiniz varmış, yani yarım saat önce böyle söyledi. Ciddiye alır gibi geldi bana. En azından denesen?' umutla bakıp önüne geldiğimiz otelin kapalı garajına arabayı çektiğinde gülmemek için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Ben saatleri saymasam da bunu benim için yapan Noyan vardı ve şu dakika bu ilgi elbette gönlümü fethedecekti.

'Yorum yaparım fakat ikna ederim demiyorum. Anlaştık mı?' yumruğumu havalandırıp ona uzattığımda az önce olan sıkıntılı yüzü düzelmiş gülümseyerek başını sallayıp yumruğunu havadaki yumruğuma değdirmişti.

'Teras katta, Gülcan Ender adına rezervasyon.' Dediğinde başımı onay verircesine sallayıp açtığım kapıdan inmiştim ki göz kırptı. Zaten önünde olduğum asansörü çağırıp gelen kabine girdikten sonra en üst kata basarken derin bir nefes alıp rujumu yeniledim. Gerçekçi olmam gerekirse Noyan'ın asla ama asla ikna olacağını zannetmiyordum fakat bir tarafımda Gizay hesap ettiği on sekiz saati söyledikten sonra rica etmemin yeterli geleceğini ümit etmiştim. Fakat işin asıl garip yanı şuydu ki eğer Noyan durum aşırı tehlikeliyse zaten tek gitmezdi, yanında korumalar olsa bu da garip karşılanmazdı. Belki de Gizay'ın durumu abartması söz konusuydu.

Geldiğim kat ile açılan asansör kapısından çıkıp bekleyen karşılama görevlisine gülümsedim. Buraya ilk kez gelmiyordum fakat ilk kez bu denli sessiz olduğu ana rastlıyordum. Gariptir ki ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Gerçi olduğum kısımdan sadece bar alanını görebiliyordum fakat yine de barın durgun olması pek denk gelinecek bir olay değildi.

'Gülcan Ender adına rezervasyon vardı ama...'

'Buyurun eşlik edeyim.' Derken sarı perçemini kulağının arkasına sıkıştırıp önünde durduğu kürsüden ayrılarak anında eliyle içeriyi işaret eden kadını takip etmeye başladım. İlerledikçe sadece barın değil dışarıdaki terasın da içerideki restoran alanının da bomboş olduğunu fark ettim. Henüz açılmamış diyemezdim çünkü mutfakta da barda da personel vardı ve bu saatlerde insanlar yemeğe gelirlerdi. Terasa adım attığımızda sarışın kadının işaret ettiği masaya çevirdim gözlerimi.

'Teşekkürler.' Mırıldanmamın ardından kadın ufak bir baş selamı verip içeri tekrar döndüğünde Noyan'ın tüm mekanı kapatma olasılığını aklımdan ölçme çabasındaydım. Bunu gerçekten yapmış mıydı yani? Masaya ilerlediğim esnada Noyan'da fark edip kadehini bırakıp ayağa kalktığı gibi yanıma ulaştı. Kolu belime sarılırken yüzümdeki tebessüm kendini göstermeye başladığında dudaklarıma ufak bir öpücük bıraktı.

'Restoranı mı kapattın?' derken kaşlarım şaşkınlıkla havalanmıştı ki gülümsedi.

'Magazin dergilerinin editörleri burada yemek yerken başka seçeneğim olamazdı sanırım. Tabi daha sosyal bir ortamda oturmayı tercih ederdim.' Başımı onay verircesine salladığımda bedenlerimiz ayrılmıştı ki sandalyemi çekip oturmamı bekledi. Ben oturduktan sonra kendisi de karşıma geçtiğinde dikkatle süzdü, 'Çok farklı görünüyorsun.' Yüzü sıkıntıyla buluşsa da kimse bu Belgi'ye alışık değildi o yüzden de Noyan'ı garip karşılayamazdım. Şartlar normalken yazın çiçekli, kışın kahverengi ve sarı tonlarda elbiseleri olan Belgi'nin şimdiki görünüşü ile zerre alakası yoktu. Tabi arada kış vakti kafayı yiyerek rengarenk elbiseler giyindiğim zamanlarım da olurdu bugünkü gibi ama şu dakika olan iş kadını imajım sadece benim değil, kimsenin içine sinmiyordu.

'Şartlar diyelim...' omuzlarımı hafifçe kaldırıp indirdiğimde yanımıza bırakılan menüyle Noyan başını onay verircesine salladı.

Tıka basa dolduğumdan olsa gerek arkama yaslandığım gibi bir elime sigaramı yakıp diğer elime de kadehimi alarak Noyan'a diktim gözlerimi. Yemek esnasında genel olarak günün nasıl geçtiği, işleyişi anlayıp anlamadığımı, herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmış olma ihtimalimi Noyan değerlendirirken, ben onun aksine plaza hayatını ufak bir çocuğun ilk kez hayvanat bahçesi gördüğünde yaşadığı şaşkınlıkla dile getirmiştim. Herkes için doğal sayılan bu ortam benim için uzaktan dinlediğim bir efsane gibiydi ki mecbur kalmadığım sürece şirkete gitmediğim düşünülünce garip karşılanmazdı bu halim.

'O kadar kötü değildir aslında holdingler. Gerçi iş yapıyoruz, eğlenilecek bir mekanda değil aslında ama-' kadehinden bir yudum alırken duraksadığında öylece durduktan sonra kendini izlediğimi fark ederek gülümsedi. İş ciddiyeti hakkında son on dakikadır konuşuyordu fakat ben adam akıllı dinlemeden sadece izlemiştim. Dönüp birkaç dakika önce ne anlattım ben dese zerre fikrim yoktu. Olduğumuz konumda önümüzde batan güneşi kucaklayan bir İstanbul boğazı vardı ve ben upuzun denizden ziyade Noyan'ın tan vurmuş gözlerini seyrediyordum. Kış güneşinin kızıllığı vurdukça daha güzel parlayan mavileri şahsen boğazdan daha ilgi çekici gelmişti bana.

'Ama?' kaşlarımı havalandırıp gülümsediğimde şaşkınlığını kenara bırakarak alt dudağını dişledikten sonra derin bir nefesle sigarasını ateşledi.

'Ama... Bu yaptığın şeyi sevmekle alakalı birazda. Sevmeyen insan o beton yığını arasında saatlerce mutlu kalamaz.' Dediğinde başımı onaylarcasına salladım.

'Bu kadar savunduğuna göre işini seviyorsun.' Dedikten sonra şarabımdan bir yudum daha aldığımda gülümsedi.

'Seviyorum elbette. Ben biraz da işimin avantajlarını seviyorum.' Kaşlarım havalansa da iç çekip gülümsemesini büyüttü, 'Seyahat etmek hobim gibi oldu mesela... İnsan zamanını aldığı için vakit ayıramasa da ben hem çalışıp hem geziyorum kısmi olarak.' Sanırım istediğim noktaya daha doğrusu Gizay'ın istediği noktaya geliyorduk.

'Seyahat etmekten en çok zevk aldığın yer neresi peki?'

'Edinburgh.' Aldığım cevap beni işe olan aşkından daha çok şaşırtmıştı. Nedense Noyan'ın genelde yağmur ormanları falan diyerek insanın az olduğu, gürültülü ve yapay seslerden uzak, hayvan seslerinin hakimiyet sürdüğü yerlere seyahat edeceğini düşünmüştüm fakat o tercihini İskoçya'dan yana kullanmıştı.

'Neden?'

'Farklı bir kimyası var gibi geliyor. Hem doğal alanları bol hem mimarisi güzel.' Başımı onaylar gibi sallasam da Noyan aklına bir şey gelmiş gibi kadehinden bir yudum alarak geriye yaslanıp gülümsedi, 'İskoç viskisini de es geçemem elbette. Senin peki?'

'Sende benimkine şaşıracaksın muhtemelen ama Lavertezzo.' Omuz silkip gülümsediğimde Noyan büyümüş gözlerle izliyordu beni.

'İsviçre, üstelik vadide olan bir köy?' başımı onay verircesine sallarken Noyan büyümüş gözleriyle masayı işaret etse de ben asıl söylemek istediğinin ayakkabılarım olduğunu biliyordum.

'E onlar senin bebeklerin değil mi? Ne bileyim ben Manhattan, Brooklyn, hatta-' derken büyüyen gözlerine kıkırdadım, gerçekten kıkırdadım çünkü durumu aşırı derecede garipsediği her halinden belliydi, 'Beverly Hills imajı aldım senden.'

'Demek ki ön yargılar iyi değilmiş.' Mırıldanırken gülümsesem de Noyan şaşkınlıkla aralanmış dudaklarıyla beni izliyordu.

'İçinden amazon kadını da çıkar senin.'

'Kısmen öyle sayılabilir. Böceklere karşı fobim var fakat spor ayakkabı kullanmıyorum. Travma...' yüzüm buruşsa da Noyan öyle dikkatle dinliyordu ki gülümseyerek devam ettim, 'Spor ayakkabıyı sadece salonda kullandığım için Lavertezzo gibi yerlerde çıplak ayak gezmeyi seviyorum.'

'Çıplak ayak... Travma ne peki? Anlatmak ister misin?' havalandırdığı kaşları usulca düzelirken hareleri de meraktan bir hal olmuştu.

'Terk edilme meselem. Annem giderken üzerinde mavi bir kot pantolon, beyaz spor ayakkabılar ve lacivert v yaka kazak vardı. Fakat ben laciverte veya v yaka kazaklara travma taşımadım, çünkü düştüğüm sırada görüş alanımda sadece pantolon ile ayakkabısı girmişti.' Dediğimde başını anlayışla sallasa da şarabımdan birkaç yudum alarak gülümsedim, 'Enteresan ama çam kokusu, toprak kokusu güzel gelir tüm bunlara rağmen. O yüzden belki de toprağa ayaklarım değsin isterim.' Hafifçe omuz silkip kadehteki son yudumu da içtiğimde Noyan elindeki kadehi tepesine dikip derin bir nefes aldı.

'Hiç görüşmedin mi annenle o günden sonra?' dediğinde başımı olumsuzca salladım. Görüşmemiştim, o da iletişime geçmemişti. Gerçi bugün kendisini hatırlamamı sağlayan vazonun zamanında içindeki çiçeklerle gönderilmiş olması belki de iletişim kurmak adınaydı. Fakat öylesine sırra karışmıştı ki yerini bilen yoktu. Belki de yeni bir ailesi vardı, çocukları, babamın aksine sevecen bir eşi, huzurlu bir evi, fakat onun hakkında yaşadığı dışında en ufak bir bilgim yoktu. Aklıma yeniden düşen vazo ayrıntısıyla kaşlarımı çatıp yenilenen kadehimden çektiğim gözlerimi tekrar Noyan'a diktim.

'Erkek gözüyle bir durumu yorumlamanı isteyebilir miyim?' başını onay verircesine salladığında cümlelerimi toparlamak adına dudaklarımı ıslatıp birkaç saniye bekledim.

'Babamın yerine kendini koymanı istiyorum. Farz edelim aşık oldun evlendin, eşinden kızın oldu, sonra eşin terk etti. Fakat daha önceden yani terk etmeden önce çok kavgan olsa da gözünün içine bakıyordun. Boşandın falan-' elimi gelişi güzel salladığımda devam etmem adına başını salladı, 'Yıllar sonra sesi çıkmayan eşin kızına üniversite tebriği için çiçek gönderdi. Çiçekleri yaktın, vazoyu parçaladın. Tekrar vazoyu toplayıp birleştirir misin? Veya birleştirirsen neden birleştirip saklarsın.' Kaşlarım hala çatıkken Noyan derin bir nefes alarak dikleştirdi oturuşunu. Onun da bir süre aklında tartması gerekiyordu belli ki çünkü kadehinden ardı ardına üç büyük yudum aldı.

'İki sebebi olabilir. Bazen birini sevmek akıl alır bir eylem değildir. Bu sevgiyi çözemediğin için devamlılığı sürer, kızgınlıkla hareket edebilirsin, sonuçta aşkın gözü kör olabiliyor fakat kızgınlıkla parçaladığın o vazoyu sevgin canını acıtırken ağlayarak birleştirirsin.' Açıklamasıyla zaten çatık olan kaşlarım birbirine geçmemek adına mücadele vermişti. Babam ve onun hala annemi sevmesi. Bu kesinlikle mantıklı ve makul gelmiyordu. Babam sevgiden daha önce haberdardı fakat şimdiki zamanda o farkındalık geçerliliğini korumuyordu ve ilk ihtimal bence içi boş bir balondan ibaretti.

'İlk fikrin bence içi boş bir balon, babam sevginin farkındalığında değil şu an.'

'İçi boş dediğin balonda illa ki birinin nefesi vardır, bu ayrıntıyı atlama.' Gülerek mırıldandığında dudak büküp omzu silkmiştim ki işaret ve orta parmağını havalandırarak iki sayısını gösterdi.

'Diğer ihtimal ise kindir. Sevgiden çok daha saf bir his. Acımasız ama aşırı gerçek bir etken. Bazı insanlar kinlerini beslemek için canını acıtmış objeleri tutar. O canının yandığı günü unutmamak, daha çok bilenmek adına fazlaca yakınında tutarlar o objeyi.' Bakışlarında belki de ilk kez rastladığım bir şey vardı Noyan'ın. Kızgınlık, küskünlük, sinir harbi, belki de bir iç savaş. Ne olduğuna karar veremesem de kadehini tepesine dikip kaşlarını havalandırıp indirdikten sonra tekrar araladı dudaklarını, 'İnsan bazen kıyametini parçalara ayrılmış bir vazoyu birleştirip içinde saklar.'

'Senin de var öyle bir vazon sanırım.'

'Fazlaca vazom var benim. Normalde bir vazonun kırılması sondur mesela ama ne demiş Tezer Özlü, Ben sonu kendime başlangıç yaptım.' Daralan nefesim içime sığmazken bir solukta bıraktığımda göz kırpıp gülümsemeye başladı Noyan, 'Fakat asıl önemli olan yükü kendinin mi sırtlandığın yoksa birisi tarafından üzerine mi yıkıldığıdır bence bu konularda.'

'Ne farkı var ki? Ha başkası yıktı ha sen sırtına aldın?' omzu silktiğimde gülümsemesi daha fazla genişledi.

'Bana kalırsa insan kendi sırtlanmışsa kendine kızamadığı için saldırganlaşır fakat başkası yıkmışsa eğer önce neden der, sonra küser. Tabi sağlıklı olan boş vermek.' Gülüşü yüzünde asılı kalırken sol yanağındaki çukur kendini göstermiş öylece izlemeye başlamıştı, 'Nihayetinde ateşi sen söndürmezsen o önüne geçen her şeyi yaktıktan sonra sönecektir.' Karşımda bir edebiyat dâhisi olduğunu düşünsem de Noyan'ın genel cümlelerinin fazlaca derin olduğunun farkındaydım. Başımı onay verircesine sallarken de, şarabımdan birkaç yudum alırken de ortamda olan sessizlik bozulmamıştı.

Güneş güne veda etmiş, gözlerine vuran kızıllık yerini koyu bir maviye bırakmış, fakat sol yanağındaki o gamze kaybolmamıştı. O gülüşünün asla iyi bir tebessüm olduğunu zannetmiyordum. Bana kalırsa Noyan benim yaşadıklarımın on mislini görmüş bir adamdı ve hala ayakta durabiliyor olması mucizevi bir durumdu. Belki de Levent'in söylediği gibi her duyguyu uçlarda yaşadığı ve bunu çekinmeden ortalığa döktüğü için patlamaya mahal yaratmayan bir adam olduğundan omuzları dikti.

'Yarın Barselona'ya uçmam gerekecek. Ortalama bir hafta sürer ve bir nebze yoğun olabilirim.' Yüzünü buruşturduğunda tepkimi ölçmek adına dikkatle baksa da gülümsedim.

'Ne için? İş seyahati mi söylediğin gibi?' bunu normalde asla sormaz direkt olarak iş diye düşünür konuyu kendi içimde kapatırdım. Fakat yaklaşık yarım saat önce Tezer Özlü'den sonun başlangıcıyla ilgili konuşma yapan Noyan'ı göz önüne alınca ve elbette Gizay'ın tehlikeli yakarışını hatırlayınca elimde olmadan bazı meselelere burnumu sokmak istiyordum.

'İş sayılır, aslını istersen fazla bilginin olmasını istemediğim bir iş diyelim...' alt dudağını ısırdığında kaşlarımı havalandırıp başımı onay verircesine salladım. Ben ki babası sayesinde profesyonel bir yalancı olmuş Belgi Deran İmerler, şu dakika daha önce de olduğu gibi Noyan'a yalan dolanla kal demeyecekti. Diyemeyecektim çünkü garip şekilde aklıma bahane gelmiyordu.

'Gelirken Gizay ile konuştuk biraz.' Bakışlarım Noyan'ın gözlerinde olsa da o usulca kaçırıp sıkıntılıca yüzünü buruşturdu. İçten içe Gizay'a ne küfürler sıralıyordu bilmesem de o anı yaşadığının bilincindeydim, 'Tehlikeli olduğunu söyledi. Madem tehlikeli neden Gizay falan da gelmiyor seninle? Sanırım tek gidecekmişsin.'

'Gizay abartmayı seviyor. Tehlikeli bir şey yok.' Başını sağa sola sallasa da tek kaşımı havalandırdım.

'Madem yok o halde neden gelemiyor?' yüzündeki açıklama çabasında olan ifade gülümsemeye dönüştüğünde derin bir iç çekti.

'Çünkü... Burada da devam eden işler var. Hem ayakkabılarımı kendim giyebiliyor, acıktığım zaman oyuna dalmayıp yemeğe gidebiliyorsam Barselona değil dünyanın ucuna dahi gidebilirim bence.' Konuyu uzatmamak için çaba harcaması her halinden belliyken derin bir nefes aldım.

'Senin için endişeleniyor. Gizay kolay kolay endişelenmez.'

'Gizay söz konusu ben olunca emin ol ki sürekli panik halinde. Dediğim gibi endişelenecek bir durum yok.' Rahat davranmaya çalışıyordu fakat gergindi. Ancak bu gerginliğin Barselona yüzünden değil de konuştuğumuz konudan dolayı olduğunu anlayabilecek potansiyelim vardı. Bakışları ikna ettiğini anlayıp anlamamak adına üzerimde gezinirken gülümsememi gösterdiğimde Noyan'da ufak bir tebessümle dudaklarının kıvrılmasını sağladı. Bakışları uzun süre gözlerime takılı kaldı.

İnsanın içinde hendekler açacak kadar derin bakabiliyordu Noyan isteyince. O hendeklerde koca koca ağaçlar yetiştirmek isteyecek kadar da güzel bakıyordu. Bana göre bakışlar şu vakte kadar derin anlamlar ifade etmese de Noyan'la tam olarak tanışmaya başladığımdan beri çözemediğim bir bilmecenin içinde kaybolmam demekti. Bir bilmecenin içinde kaybolmak güzel olabilirdi fakat çözemeyecek olunca çekiniyordu insan. Sanırım Noyan'ı tanıdığım tüm süreç boyunca bakışlarındaki giz asla sonuçlandırılmayan bilmece olacaktı benim için.

Biten yemeğin ve şarabın sonrasında ikimiz de geldiğimiz şekilde o kendi aracıyla bende Gizay'la beraber ayrılacağımızı indiğim otoparktan anlamıştım. Tuttuğu elimin üzerine dudaklarını bastırıp kolunu belime sararak yüzümü kendisine dönmemi sağladı.

'Sabah çok erken geçeceğim, telefon birkaç saat kapalı olabilir.' Dediğinde başımı onay verircesine salladım, 'İstediğin bir şey var mı Barselona'dan?' diyerek devam etti. Tek kaşımı havalandırıp etrafı süzdüğümde gülümseyerek gözlerine tekrar baktım.

'Gizay'ın dediği kadar varsa tek parça dönmen, harici bir istekten bahsediyorsak eğer...' gözlerim kısıldığında başını evet der gibi salladığında dudaklarımı ıslattım, 'Karamelli, yumuşak turron.'

'Şansına bir tane daha Şanze girdi hayatına farkında mısın?' arabada otursa da muhalefet olmaktan kaçınmayan Gizay ile Noyan gülerek başını salladı.

'Dikkat et kendine, bir durum olursa bana ulaşırsın elbet ama ulaşamazsan mutlaka Gizay'ı ara.'

'Sende bir durum olmamasına dikkat et.' Göz kırptığımda ellerimi de göğsüne hafifçe vurmuştum ki anlaşıldı dercesine gülümsedi. Tabi o sırada arabanın penceresinin kapanma sesiyle gülüp dudaklarıma dudaklarını bastırdı.

Öpüşmek normalde olsa iğrenecek bir eylemken işin içine romantizm etkeni girdiğinde baş döndürücü güzellikte olabiliyordu. Dudakları dudaklarımda uzun süre kalırken çekildiğinde sıkıca sarıldı. Bende kollarımı boynuna doladığım esnada ilk yakın mesafede aldığım o enfes çıra kokusunu ciğerlerime doldurdum. İsli fakat bir o kadar çamı derinlerde hissettiren tonla kollarımı daha da sıkılaştırdım, tıpkı Noyan'ın belime sarılan kollarının sıkılaşması gibi.

Ayrıldığımızda arabaya bindikten sonra başımı arkaya atmıştım ki dudaklarıma yerleşen gülümsemeyi fark ettim. Bir kokunun bana hem düzinelerce dramı, hem de huzuru anımsatması ürkütücüydü. Bir yandan hayata sımsıkı tutunmayı çağrıştırıp, diğer yandan isyanla eşleşmesi ise tereddüt konusuyla kapışacak raddedeydi. Noyan sanırım benim tereddüttüm, bir o kadar da istediğim iken zihnimin bölündüğü iki parçayı da yok saymak istiyordum. İnsan korktuğundan kaçardı, fakat istediği halde aynı zamanda korktuğuna karşı yapacağı eylemi netleştiremezdi. Sanırım Noyan benim için kabul etmekte zorlanacağım bir netleştirememezlik olarak uzun süre kalacaktı.

Gözüme tacizde bulunan gün ışığına daha fazla ayak diretemediğimden olsa gerek zorlukla araladım gözlerimi. Noyan'la ayrıldıktan sonra spor salonuna dönmemiz, Gizay'ın spor yapalım diye diretmesi, benim en son spor konusunda zıtlaşmamıza dair uzun bir makale yayınlar gibi konuşmam, yine Gizay'ın sıkılıyorum ben başlıklı biraz daha isyan çıkarmasıyla beraber koca adamın tepinmek üzere oluşuna anlam veremesem de el mecbur diyerek kabullenmiştim. Ki Gizay'ın iradesi de yarım saat sonra aramızdan ayrılmış ve bu sayede sözde kahveleri alıp spor salonunun kenarında yerde oturarak insanların dedikodusunu yapmamızla taçlanmıştı. Gizay'ın sporu değil, dedikodusu gelmişti.

Doğrulduğum yataktan biraz olsun kaslarımın açılmasını umarak kollarımı gerdiğimde beni ancak duşun paklayacağını fark edip kalktım. Kısa bir duş, uzun bir hazırlanma derken parmağıma taktığım anahtarı sallaya sallaya indiğim merdivenlerde Zeren İmerler'le göz göze gelmek normal ama benim için alışılagelmişin dışında bir olaydı. Bakışları üzerimde gezindiğinde dünkü kıyafetlerin aynısını giydiğim için olsa gerek kaşları çatıldı.

'Nereye?'

'Sana da günaydın...' başımı sağ omuzuma düşürüp kaşlarımı havalandırdığımda hala benden yanıt bekler gibiydi ki derince soluklanarak, 'Yüksek müsaadenle gidip önce alışveriş yapacağım, sonra da şirkete geçeceğim.' Diye devam ettim. Az önce çatılan kaşları üzerimdekinden daha ciddi bir kıyafetim olmadığını anlamasıyla düzeldiğinde başını onay verircesine sallamıştı ki hali hazırda açık kapıdan çıktım. Ciddiyet hakkında, daha doğrusu resmi giyim kuşan adına fikrim olmadığı için Simay'a geceden ulaşmış, bir güzel sabah benimle sürüklenmeye ikna etmiştim zaten. Yerleştiğim arabayla Simay'ın paylaştığı konuma gitmek için harekete geçtiğimde kendim için açık cezaevini dahi daha iyi hale getirme düşünceleri cirit atıyordu zihnimde.

İnsan tutsağı olduğu yerin neşesi olamazdı. Fakat dört duvarı bir nebze yaşanılabilir hale getirirdi. Normalde olsa asla böylesine bir pozitif enerjiyle dolamazdım ancak Simay sağ olsun o şirkette geçecek günlerime hitaben güzel motivasyon konuşması yapabiliyordu. Ulaştığım konumla Simay'ın arabasının önüne park ettiğimde iki kapısının da açılması kaşlarımı havalandırmama neden oldu. Amcam yolcu koltuğundan inerken gözlerim istemsizce büyüdüğünde ağzım kulaklarıma vararak indim bende.

'Amcacım...' kapattığım kapıdan sonra ayağımda olan topuklulara rağmen koşar adım yaklaşıp boynuna atladım. Amcam, Ferhat İmerler... Dünya üzerinde görüp görebileceğim, tanıdığım en iyi kumpasçı. Diğer insanlara mükemmel rol yapabilen, dışarıdan bakıldığında abisi Zeren imerler'den çok daha çetin ceviz görünen fakat kalbi pamuk şeker kıvamında olan o adam. Simay'la olan çoğu dedikodu seansımızın vazgeçilmez üyesi. Amcadan çok daha ötesi benim için...

'Fıstığım...' derken onun da sıkıca bana sardığı kolları gevşemiş bedenlerimiz hafifçe birbirinden ayrılmış ki kocaman gülüşüyle elimi tutup havalandırarak ondan bir adım uzaklaşmamı sağlayarak tepeden tırnağa süzdü beni, 'Şu kıyafetlerin içinde bile böyle güzel görünmen suç teşkil edecek prenses.' Diye devam ettiğinde gülüşüm daha çok kendini gösterdi.

'Bence senin ışığın yüzünden güzel görünüyorum. Çok güzel açı veriyorsun.'

'Kıskanmaya başlamamam için geri sayım yapınız...' Simay'ın sesiyle ikimiz de gülerek ona baktığımızda işaret ettiği kapıya yöneldik. Amcam bir kolunu benim, diğer kolunu Simay'ın omuzuna sardığında girdiğimiz butiğe benzer moda eviyle beraber etrafa bakındım. Olabildiğince ciddiyet barındıran bu yere ait değildim fakat amcam ve Simay buradayken epey eğleneceğimin bilincindeydim.

Ben henüz bir açıklama yapamamışken Simay istediği ayrıntıları çalışan esmer kadına sıraladığında önüme getirilen kıyafetlerle kaşlarımı havalandırdım. Kalem etekler, birçok farklı kumaştan gömlekler, takımlar, hatta çanta ve ayakkabılarına kadar olan detaylar... Böyle ufak gibi görünen yerden bunca tasarım çıkması çok garipti. Bakışlarım çoktan koltukta yerini almış amcama ve alışveriş söz konusu olunca gözleri ışıldayan Simay'a döndüğünde derin bir nefes aldım.

'Ben biraz daha çiçek böcekliyim, siz önerseniz?' ikisine de mırıldansam da Simay ellerini birbirine şevkle sürttü.

'Ben sadece yoruma geldim, seçecek orada.' Diyen amcam Simay'ı işaret ettiğinde o çoktan parçaları birbirine kombinlemeye başlamıştı. Henüz bir dakika dolmamışken üç kombin ayarladığında ise beni evetlerle beraber kabine yolladılar.

Üzerime giydiğim ilk parça füme rengi bir ceketle beraber aynı tonlardaki kumaş pantolondu. Eğer ki Simay içerisine siyah dantelli askılı bluz yerine gömlek ekleseydi kesinlikle ruhunun yaşlandığını söyleyebilirdim. Kabinden çıktığımda ise amcamın gülmemek için kendini zor tuttuğunun bilincindeydim çünkü karşısında gördüğü yeğeni değil kazulet tipli bir kadındı. Yine de muhtemelen sadece uygun olup olmadığını göz önüne almak adına başını sallayıp onay vermekle yetindi. Öngördüğüm gibi konuşsa kahkaha atacağı için bu tepkiyi garipsemeyecektim.

İkinci kombin diğerine nazaran daha renkli olduğu için içim rahatlasa da efsane derecede koyu yeşil olması ne denli beni mutlu etmeliydi ki acaba... Koyu yeşil gömlek elbise olduğu savunulsa da blazer ceketi andıran parçanın kemerini düzeltip uzun siyah topuklu çizmeleri giyip çıktığımda bakışlarım bu defa ilk Simay'ı buldu.

'Bu rengin sana yakışacağını biliyordum. Babacım...' parmağını şıklattıktan sonra küçük adımlar ve sevimli kız tavrıyla amcama yaklaştığında benim de gözlerim onu bulmuştu ki az önceye oranla dalga geçen gülüşü kaybolmuş, tamamen memnun bir tebessüme bürünmüştü, 'Sence de moda konusunda çok yetenekli değil miyim? Acaba diyorum bölüm değiştirip-'

'İki kez yaptın onu güzelim, okuduğun bölüme de bir daha değiştirmeyeceğine dair söz vererek başladın.' Diyen amcamla Simay burnunu buruşturacak kadar yüzünü ekşittiğinde omuz silkmekten de kaçınmadan ayağa kalkıp içeride olan kombine ek birkaç parça daha tutuşturdu. Aldığım desteği ön görerek kabine döndüğüm sırada ise Simay'ın giydiğim iki kıyafetin farklı renklerinden bahsettiğini duymuştum. Bu kez mini kiremit rengi etekleri volanlı, derin göğüs dekoltesi olsa da boynundaki parçayla o dekolte de korunmuş elbiseyi giydiğimde ayağımdaki ayakkabıları krem kalın topuklu botlarla değiştirdim. Geldiğimden beri renginin daha açık olması sayesinde beni en mutlu eden parça bu elbise olabilirdi. Kabinden çıktığım sırada kenara asılmış ufak krem rengi çantayı da alıp yine karşılarına dikilerek çevremde döndüm.

'Bu sensin işte.' Amcamın yorumuna gülümseyip baş salladığımda aynadaki yansımamı uzun uzun süzdüm. Belki konu hakkında Simay'ın yeteneğini geçemezdim ama mankenin üzerinde duran fuşya saten gömlek elbiseye kalbimi vermemek elde değildi. Bizimle beraber bekleyen çalışana baktığımda derin bir nefes aldım.

'Fuşya elbiseyi direkt kasaya yönlendirin olur mu?' dediğimde kadın gülümseyerek başını sallamıştı ki yine ve yine amcam durumun içine bir nebze yalancı sitem sokmaya çalıştı.

'Seni alacak adamın haline acıyorum doğrusu. Üzerine giyseydin bir.'

'Rengi güzel...' hafifçe omuz silktiğimde Simay'ın son verdiği parçalar için kabine girdim. Bu kez renginin siyahlığını önemsemeden aşık olabileceğim suni deri eteği, balıkçı yaka siyah kazağı ve yine suni deri olan eteğin boyundaki ceketi giydim. Zaten mini olan etek sayesinde son anda elime tutuşturulan diz kapağımın üzerine gelecek uzun çizmeleri de giydiğimde fark etmiştim ki kış çok geç gelmişti. Henüz sonbaharla vedalaşmamıza rağmen hava sıcaklığı benim kışa ikna olmamı engellese de o güzel mevsim geçen sabaha karşı ancak kendini göstermişti. Herkese inat ben kış insanıydım. Soğuk havada burnum soğuktan kızarana kadar dışarıda durmayı severdim. Kat kat giyinmeyi, çizmeleri, içine gömülebileceğim kalın kaşkolleri, karın üzerine çarpan güneş ışınlarını çok ama çok severdim. Görünüşüm, çiçekli böcekli rengarenk elbiselerim tam bir yaz insanı olduğumu çağrıştırsa da bir türlü aşırı sıcakları sevebilen bir insan olamamıştım. Üzerimdeki yeni kombinle dışarı çıktığımda Simay ellerini birbirine çarparak gülümsemesini genişletti.

'Hatun zaten güzel olunca... Bir de elbette benim yeteneğim... Harikasın.' Dünya üzerinde insanı en yakın arkadaşı destekler, çuval giyse yakıştırırdı. Benim en yakın arkadaşım da kuzenim de Simay'dı zaten. Hal böyle iken kafama kese kağıdı geçirseler biricik kuzenim o kese kağıdına gülümseyen bir surat çizer ve mükemmel olduğumu iddia ederdi.

Ben ne kadar sürdüğünü hesap edemesem de amcam bir yemek molası daha sonra şirkete geçersin diyerek Simay'ı ve beni koluna takmıştı. Ne zaman üçümüz dışarıda bir araya gelmeye karar versek hep odak noktamızda olan Moda'daki kafeye geçtiğimizde yerimizi aldığımız masadan sonra yemekleri sipariş ettik.

'Nasıl gidiyor şirket bakalım?' diyen amcama ağzıma henüz tıkıştırdığım makarnamla başımı kaldırıp baktığımda omuz silktim başta. Fakat üçümüz de onun merak ettiği konunun şirket olmadığını biliyorduk ki daha fazla ağız arama çabasına girmesinin anlamsız olacağını kendi de kabullenerek, 'Aşk hayatın ne alemde?' Diye devam etti. Simay gömüldüğü daha doğrusu tabağın kendini saklayacağını sandığı alandan öksürerek geriye çekildiğinde kaşlarını amcama çaktırmadan havalandırıp indirdi. Elbette amcama anlatacağını düşünmemiştim, sonuç olarak o da bir Ferhat İmerler'di ve bizim gönül ilişkilerimizle hem fazla alakası olmazdı çünkü kıskanç bir baba ve amcaydı, hem de ikimizi de korumaya ant içmiş gibi olan tavrı sayesinde çevredeki tüm erkekler sevgili amcama yasaklı madde gibi görünürdü. Ağzımdaki lokmayı güçlükle çiğneyip yuttuğumda suyumdan da bir yudum içerek gülümsedim.

'Hangi aşk hayatım? İş aşkım mı?' dediğimde dalga geçen gülümsemesi yine yüzünün ortasındaydı. Bakışları resmen ben bunu yemem Belgi der gibiydi.

'Şu çocuk... Neydi ismi...' hareleri hem bende hem Simay'da dolaşsa da dut yemiş bülbül gibi olan tavrımızdan sonra masaya hafifçe işaret parmağını vurup daha sonra beni gösterdi, 'Noyan Cenker Visam...'

'O kim?' henüz bana fırsat kalmadan Simay şaşkınca amcama baktığında o gülümseyerek kızından bana döndü.

'Belgi'de tam kim olduğunu anlatacaktı.' Derken ısrarcı olan haliyle bir yudum daha su içtim. Şu dakika litrelerce su içsem bu olayı nasıl amcama açıklayacağımı bilmiyordum. Ona göre taş bebek olan kızı ve yeğeni bir anda sevda kesimlerinde dolaşarak uçurum ne tarafta diye araştırmaya başlamıştı sonuçta. Bu Ferhat İmerler'in dahi şaşıracağı bir durumdu çünkü amcam ne kadar çevremizdeki erkeklerin bizi kestiğini söylerse biz bir o kadar duruma itiraz ederek saçmalamamasını dile getirirdik.

'Aslında şöyle ki...'

'Arkadaşı sanırım?' Simay tekrar duruma müdahalede bulunduğunda amcam derin bir nefes alıp yeniden ikimize uzun bakışlar attı. Gergin ve uzun bakışlar.

'Öyle olması çok mutlu eder beni, hali hazırda pek iyi bir tipe benzemiyor.' Derken sesinin gerilmesinden bile anlıyordum bildiklerinin daha fazla olduğunu. Zeren İmerler öfkeyle kalkıp zararla oturabilirdi fakat Ferhat İmerler söz konusu olduğunda, işte o asla dolu atıp boş tutmazdı.

'Amca sadece merak ettiğim için soruyorum, senin için iyi bir tip tam olarak ne?' konuyu dağıtmak adına dalış yaptığımda amcam az önce gergin halinden sıyrılarak hafifçe omuz silkti.

'Size değer verebilecek, saygı duyacak, koruyacak, işine bağlı, ailesiyle sıkı bağları olan, pis işlere parmak atmamış, mesaisi, yeri yurdu belli, para kadar eğitimine de önem vermiş, dik duruşlu, saygılı, mümkünse sizden uzun ve epey yakışıklı bir adam iyi bir tip mesela.' Diyerek başını da kendini onaylarcasına salladığında üç doğru bir yanlışı götürür mü diye sormak istesem de kendimi tuttum.

'Bu söylediklerinin hepsini topladığımızda dünya üzerinde böyle biri yok farkındasın değil mi?' Simay tek kaşını kaldırıp mırıldandığında amcam yeniden omuz silkti.

'O zaman turşunuzu kurarım kızım.' Dedikten sonra o rahatça yemeğine devam ederken benim harelerim Simay'ın gözleriyle buluşmuştu. O dakikaya kadar ikimizde amcamdan bu ilişkiyi saklama taraftarı olsak da bazen, Amaaannn, en fazla ne olabilir ki?! cümlesini zihnimizden geçirebiliyorduk. Ki çok şey de olabilirdi genelde bu cümle sonrasında, fakat Simay patlat gitsin dercesine dilini çıkarıp elini havada salladığında dudaklarımı ıslatıp derince soluklandım.

'Noyan'la beraberiz.'

'Ne bu Noyan'ın askerleriyiz der gibi bir propaganda falan mı?' cümleme anlamamış halde karşılık verdiğinde gözleri üzerimde olsa da parmaklarımı birbirine geçirerek şirin olduğunu düşündüğüm bir tebessümle çenemin altına destek vermesini sağladım.

'Sevgiliyiz yani.' Sanırım nakavt cümlem buydu. Çünkü amcam usulca peçete alıp önce dudaklarını temizlemiş ardından sakince arkasına yaslanıp çıkardığı sigarasından bir dal ateşlemişti. Paketi önce bana uzattığında gülmekle gülmemek arasında bir gidip bir gelen yüzüme rağmen bende bir dal çektim ve ardından Simay'da. Hala tepki beklediğimiz için olsa gerek onun sakinliğine uyum sağlarken artık stresten dolmuş midelerimizle oturuyorduk bu şirin mekanda.

'Bence ayrılabilirsiniz, hatta ortak bir karara varmak yerine terk etmek daha makul bir çözüm olur. Kısa sürede çözersin en azından.' Dediğinde benimle konuştuğundan dahi emin değildim çünkü ateş saçan bakışlarını bize dikmemek adına uçsuz bucaksız denize dikmişti.

'Öyle bir şey yapmayacağım amca.'

'Psikolojik problemleri olan, elinin nereye uzandığı belli olmayan, epey tehlikeli, adam akıllı bir aile düzeni olmayan, çevre tarafından saygınlığı değil korkularak anılan bir adamla sevgiliysen yapmalısın.'

'Benim de psikolojik problemlerim var, babam da bence epey tehlikeli, aile düzenim yok, çevre konusuna gelirsek o en azından anılıyor, ben sadece Zeren İmerler'in kızı diye biliniyorum.' Ellerimi iki yana açıp yüzümü ekşittiğimde amcam usulca başını salladı.

'Babanın da iyi bir adam olduğunu savunmadım ki hiç.' Başını yine kendini onaylarcasına salladığında sigarasından son ve derin bir nefes çekip kül tablasına basarak kollarını masaya yasladığı gibi hafifçe öne eğildi, 'Fakat o herif tehlikeli.' Derken olan bakışları öyle ciddi ve ürkekti ki şu dakika ne desem kifayet etmeyecekmiş gibi duruyordu. Amcamın bu noktada düşündüğü şey olduğu klasman, mevki olmazdı, şu an aklındaki tek şey benim zarar görme ihtimalimdi ancak ben aylar sonra spor salonu dışında birkaç yere adım atmıştım. Bu artık tedavi olduğum için değildi bence. Birazcık da Noyan'ın payı vardı. Asla istemediğim o plaza hayatına adım atmış, zerre fikrim olmayan bir odanın tüm dekorasyonunu ona bırakmıştım.

'Amcacım...' boynumu bükerek mırıldandığımda gözleri bana dönse de birkaç saniye sürdü. Kederle tekrar denize baktığında derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslattım.

'Zarar görmeni istemiyorum Belgi, babanın yapabileceklerini tahmin edebilirim, becerebildiğim kadar geciktirebilirim veya engelleyebilirim fakat o herifi tanımıyorum. Hakkında duyduklarım hiç iyi şeyler değil.'

'Tanımayan senin de kötü olduğunu söyler değil mi? Hem sen hep ne dersin?' masadaki elini tuttuğumda tek kaşı havalanmış bakışları da bana dönmüştü, 'Başkasının görme biçimi, sizin kimliğiniz değil. Bu neden Noyan için de geçerli olmuyor?' diye devam ettiğimde anında göz devirdi.

'Çünkü o herif benim kızlarım değil.' Yorumu Simay ve benim tebessüm etmemi sağlasa da başını sağa sola sallayışı bire bir bu durumu desteklemediğini anlatır nitelikteydi. Amcama hak verebilirdim, onun ne denli bizim üzerimize düştüğünü bildiğim için sonuna kadar desteklerdim onu fakat bu dışarıdan baktığıyla aynı değildi. Kendi abisinden dahi beni korumaya çalışırken sadece birkaç an görüp ona göre yol çizmeye çalışırdı amcam. Geriye kalanları ise ben bilir, ben yaşardım. Nemli odanın o iğrenç hissiyatını hala hissedebilirdim fakat amcam bunu tahmin dahi edemezdi, çünkü görüp şahit olmamıştı. Şimdiki durum da tam olarak böyleydi. O Noyan'ı birkaç duyumuna göre şekillendirirdi. Fakat ben ağlarken saçımı okşadığını bire bir hatırlıyordum.

Yemeğin ardından vedalaşıp ayrıldığımız gibi şirketteki odaya tıkılıp kalmıştım. Gün içerisinde Noyan'a mesaj atsam da hala iletilmediğinin bilincinde tüm odağımı öğreneceğim şeylere verirken çok ama çok kez derin nefesler almıştım. Saatler süren o hengameden sonra kendimi arabaya attığım dakika omuzlarımdaki ben olmayan Belgi sıyrılıp gitmişti. Benim ise tek yapmak istediğim şey yatağıma kavuşmak olmuştu. Başımı yastıkla buluşturduğumda içine gömüldüğüm battaniyeye sıkıca sarılıp günü kendim için tamamen noktaladım.

Bir önceki günün yorgunluğu yüzünden yataktan çıkmak istemeyerek araladığım gözlerimle etrafa baktım. Hava henüz aydınlanmamıştı fakat çok sürmezdi. Son zamanlarda almadığım ilaçlar yüzünden olsa gerek uyku kalitem de tam değildi zaten. Yarı aralık gözümle yastığın arasından telefonu elime aldığımda sabahın altısı olduğunu fark etsem de görünen bir mesaj göz kapaklarımın da kendine gelmesini sağladı. Battaniyeme daha çok sarılıp mesajı açtım.

Ben iyiyim güzelim. Telefonum yoğunluk yüzünden kapalı oluyor, en kısa sürede dönmeye çalışacağım. Noyan'ın açıklama adına gecenin ikisinde attığı mesajla gülümseyerek telefonu tekrar yastığın arasına bıraktım. Tekrar uykuma dönmek adına gözlerimi kapatsam da kulağıma ilişen gürültülü parçalanma sesiyle çatıldı kaşlarım. Sabahın altısında hem bu kadar iyi güne başlayıp, hem de böylesine lanet şekilde ilerletemezdim sanırım. Fakat lanet ilerleme adına Zeren İmerler elinden geleni yapıyordu. Öyle ki mesaisini epey erkene çekmiş, ortalığı ayağa kaldırıyordu.

Bir kez daha kırılma sesi duyduğumda çatık kaşlarımla doğrulup çıktığım yataktan sonra yastığın arasındaki telefonu alıp eşofmanın cebine atarak fermuarını çektim. Çocukluğumdan beri bu tür şeylere alışkın olduğumdan belki bana etki etmiyordu. Önce odadan çıkıp ardından basamakları indiğimde salonun yanan ışığıyla o tarafa yöneldim ki bir kırılma sesi daha işittim. Ayaklarımın ucuna doğru parçaları savrulan antika vazoyla bakışlarım ondan babama döndüğünde kırmızıya dönmüş gözleri beni buldu.

Antika vazo yıllar önce kırılan kalbim gibi paramparçaydı. Büyüklü küçüklü her bir parçası etrafa dağılmıştı. Antika vazo bendim. Yıllardır bendim ama tek bir farkla, Zeren bey o vazoyu umursamadan çöpe atılması için süpürmelerini isteyecekti, beni ise bir dahaki sefere daha sağlam kırabilmek adına elleriyle tedavi ettirecekti. Artık parçalarım o kadar ufalanmıştı ki eğer içime su doldurmaya kalkarsa dört bir yandan o suları azat edecektim.

Bir antika vazo gibiydim, tükeniyordum fakat sabrediyordum. Bin bir kırık gibiydim, yorulmuştum ancak dayanıyordum. O parçalar tüm benliğime ucu sivri bir bıçak gibi batıp kanatıyordu ama ne çare bir kez olsun yıllardır yapamadığımı yaparak babamla konuşmak istiyordum. Küçük, kendini bilmez, olaylara anlam veremeyen kız çocuğu gibi beni karşısına alsın ve kötüyse bile olanı biteni anlatsın, bir kez saçlarımı okşamasın ancak benimle konuşsun istiyordum.

Sadece bir kez benimle gerçekten konuşsun...

 

Bölüm : 19.01.2025 22:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...