9. Bölüm

Bölüm 8

Ceren Öztürk
biceruvar

Yeni bir bölüm, yeni bir kilit, yeni bir mücadele... İlmek ilmek işledim içime ÖBDÖ karakterlerini. Hepsinin hayatımda bir yeri, hepsinin dik duruşu, hepsinin enerjisi, hepsinin ne istediğini biliyor olması bir başka... O kadar güzeller ki hepsinin yerleri içimde ayrı ayrı çakılı... Lafı fazla uzatmadan sizleri de içimdeki gizlerin ardına bırakıyorum.

Girişler sağdan, acıları soldan...

 

 

--------------------------------------------------------------

 

 

Şu saatten sonra ikimize de çok ağlamak fayda etmeyecekti, çok içmekte.

 

 

Ya sonsuza kadar uyumak olacaktı isteğimiz, ki bundan en basit yolla ölüm diye bahsedilecekti.

 

 

Ya da hissizleşecektik.

Bu durumda ölüm de hissizlikte aynıydı bize göre ve ikimiz de ölmek isteyecek kadar vazgeçmemiştik kendimizden. Bu acı benim defalarca yakama yapışacaktı. Hele ki şu an Noyan’ın gözlerinde gördüğüm intihar hesap soracaktı bana asırlar boyunca. Bir gün, bir mekânda önüme gelecek şarap dahi aynı sahneyi, aynı canhıraş acıyla, hayal kırıklığıyla, zorla tuttuğum gözyaşlarıyla izlemek zorunda bırakacaktı beni. Fakat olan hal bir tercih değildi, mecburiyetti. Kanımızın akmayacağı kadar donacaktı ruhumuz, artık cümlelere ihtiyaç duymayacaktık. Mecburi vazgeçişler içerisinde kaybolup gidecektik.

‘Biliyor musun bu kelime ilk kez böyle acıtacak canımı ama…’ derken kısık sesiyle başını onay verircesine salladı, ‘Haklısın tanrının hediyesi.’ Diye devam etti başını sallamaya da devam ederek. Noyan, karşımda dimdik duran, tebessüm eden adam gözlerinde bir karanlıkla bakmaya başladı. Onu ilk kez böyle net görmek belki de şaşırmam gereken konuydu fakat şaşırmadım. Noyan muhtemelen kimsenin göründüğü gibi olmadığını hep bilen adamlardandı. Bazı yerlerde ve zamanlarda öyle insanlar tanımıştı ki hayatında travma olarak kalmıştı. O yüzden şaşırmıyordu. Çünkü gerçek ile gerçek dışı olanı ayırt edemeyecek kadar dipte olan karakterlerle savaşmıştı. Tüm o leş karakterler Noyan’ı duvar gibi yapmıştı. Şimdi ise karşısında gördüğü duvara, üzerinde taşıdığı duvarla bakıyordu. Mantık çerçevesinde, üzerine yıkılmaya çalışmadan, hatta teşebbüs dahi etmeden.

Noyan’ı gördüğümde, fakat gerçekten gördüğümde olanı hatırlıyordum. Belgrad ormanı yürüyüş yolunda, gözlerinden deli bir ateş çıkarken, ruhu kendini özgürce ifade ederken. Ölen hislerimi geri getirişini hatırlıyordum, gülüşüyle, ruhumu acı içinde kıvrandıran, Sen, seni, senden başka herkesin tedavi etmesine bağışlamışsın, cümlesiyle, bakışıyla hayatta olduğumu anımsattığı dakikaları… Ama bazen deli gibi koşmak istese de insanın ayaklarına betonlar dökülebiliyormuş, şimdi de bunu görüyordum. Olanları ona anlatamamak, yanında olsam da artık bu karşı karşıya kalışları kaybetmek zihnimi tarumar ediyordu. Ona anlatma isteğiyle savaşırken gözlerimdeki ışık gidiyordu. Usulca hayatına son veren bir yıldız gibi sönüyordu.

‘Yemeğe kalmak-‘ duraksadığında çatılan kaşlarıyla başını sağa sola salladı, ‘Gizay’a sesleneyim, seni güvenli şekilde eve bıraksın.’ Diyerek devam etti. Tereddütte olan ayakları iki adım geriye gittikten sonra dudakları asla gerçek olmayan bir tebessümle kıvrıldı.

‘Kendine çok dikkat et olur mu… Hoşça kal gece yarısı.’ Arkasını dönüp giderken düşen omuzlarımla beraber gözlerimi de kapattım. Eve girene kadar sırtını seyretmek belki de bu raddede yapacağım en büyük hata olurdu, yapmadım. Dizlerinin üzerine çökmüş kalbimin boynuna bir hançer dayamıştı beynim, öyle bir infazdı ki bu, ben dahi izlemek istemedim. Yanıp yıkılan tüm evler üzerimde kalırken hala ayakta görünüyordum. Kapının örtüldüğünü dahi duymadım fakat açıldığını fark ederek gözlerimi araladığımda Gizay’ın bozguna uğramış yüzüyle ona yaklaştım. Noyan’ın ön koltuğundan ayakkabımı alıp Gizay’ı takip ederek arabaya yerleştiğimde onun da sessiz hali işime geliyordu. Yola çıkardığı arabayla kolumu kapının kenarına yerleştirip yumruğumu da alnıma destek verecek şekilde yaslayıp derin bir nefes aldım.

Gizay bu sessiz kalışıma belki de bir süre müsaade etmek istiyordu çünkü radyoyu açması dakikalar sonra olmuştu. Son güç kırıntılarım bir şarkıyla paramparça olmaya başladığında gözlerimden süzülen yaşları saklamak adına tamamen sağ tarafımdaki cama çevirdim yüzümü. Radyoda çok sakin olan o tınının cümleleri işledi içime, derimi delip tüm bedenime dikenler batırdı belki de. Yıldızım ağlarsan düşer ellerime, korkmadım karanlığınla yüzleşmeye… Korkmadan kaçmaktı benimki ve sondaki o parladım asla benim için gerçek olmayacaktı. Çünkü burası benim söndüğüm, kaybolduğum vakitti.

Yavaşlayan arabayla elimin tersiyle yüzümü hızlıca silip Gizay’a baktım. Otoyolun ortasında kenara çektiği arabadan sonra kemerini çıkarmış ardından bakışlarını bana çevirmişti.

‘Ne oldu?’ dediğimde derin bir nefes alıp dikkatle süzdü yüzümü.

‘Ne dedi o herif sana?’ sıktığı dişleriyle mırıldandığında bakışlarım görebilecekmişim gibi arkamızda bıraktığımız noktaya döndüğünde tekrar Gizay’a bakmıştım ki derin bir nefes aldı, ‘Zeren sana ne dedi de terk etmek zorunda kaldın.’

‘Gizay ben bu şeyi devam-‘

‘O ormanın içinde Noyan’a sığındın sen, sığındığın insandan vazgeçemezsin. Yapmazsın, seni tanıyorum.’ Sesindeki bariton halle dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes aldım.

‘Silahların arasında mı yaşa diyorsun, korkuyla. Zeren beyin bir halt dediği yok, bu gece gördüklerim-‘

‘Belgi, söz veriyorum Noyan’a söylemeyeceğim. Seni ne ile tehdit etti?’ bakışları hala gözlerime odaklıyken başımı sağa sola sallamak için hamlede bulunsam da derin bir nefes aldı, ‘Ben senin arkadaşınım Belgi, dostunum, seni biliyorum. Eğer korktuğun için olsa o anda giderdin, kaçardın. Söyle, ne dedi o herif sana? Ben ilgileneceğim, konuyu ben çözeceğim, Noyan’a ufacık bir şey söylemeyeceğim, yemin ederim.’ Diye devam ettiğinde dolan gözlerim tekrar damlaları bırakmaya başlamıştı ki yolu işaret ettim.

‘Gidelim, göstereceğim.’ Başını anında onay verircesine salladı. Gizay’ı biliyordum, Noyan’da söylemişti, söz konusu onun hayatı olunca Gizay’dan iyi kimse kontrol altından tutamazdı durumu. Ve ben bugün o gemiyi yaktıysam enkazını da garanti altında tutmalıydım. Zeren bey her ne kadar bitirmezsen diyerek başlasa da cümlesine güvenim asla yoktu.

Geldiğimiz gizli otoparkla arka kapıdan salona girdik. Koca basket sahasının hala ortasında duran çantama ilerleyip yere diz çöktüğümde Gizay benimle beraber oturdu. Çantanın içindeki fotoğrafları alıp uzattığımda bakışlarım da yüzünde gezinmeye başladı.

‘Noyan’ın canıyla tehdit etti seni.’ Sesi fısıltı gibi çıkarken bakışlarının bana döndüğü birkaç saniye ardından tekrar fotoğraf karelerine odaklandı, ‘Fark ettim, fark etmiştim. Takip edildiğini biliyordum.’ Diye devamını getirip sıkıntıyla fotoğrafları tekrar bana uzattı.

‘Bunu Noyan’a söylesek kendine-‘

‘Ona güvenmiyorum Gizay. Bunu sana göstermemin tek nedeni bitse de kafasına Noyan’ı takmış olma ihtimali.’ Cümlesini yarıda kestiğimde sıkıntıyla nefesini bıraktı.

‘Herif yıkıldı Belgi, paramparça oldu.’ İnanamayan bakışları üzerimde gezinirken derin bir soluk aldım, ‘Kardeşim o benim, kendimden daha iyi bilirim, yıllar sonra yutkunamadı Noyan. Boğazında takılı kaldı soluğu.’

‘Geçer.’ Omuz silktiğimde titreyen çenem yüzünden dudaklarımı bükmek zorunda kaldım, ‘Atlatır bunu, ölmesindense…’ diyerek tekrar omuz silktim, ‘Söz verdin bana. Eğer öğrenirse ortalığı karıştırır ve Zeren beyin yapacaklarını tahmin dahi edemiyorum.’

‘Söz verdim.’ Başını onay verircesine sallasa da onun da içinin rahat etmediğini görüyordum. Gözlerinde o kadar kararsız bir hal vardı ki etrafa attığı boş bakışlarla beraber parmaklarını saçlarının arasına daldırıp başını geriye attı.

‘Ara Zeren’i.’ Gözleri usulca tavandan bana dönerken konuştuğunda kaşlarımı havalandırsam da başını onay verircesine salladı, ‘Ara, bitirdiğini söyle.’

‘O zaman salonu da açık vermiş olurum.’ Dediğimde gözlerini kısmış birkaç saniye bekleyerek derin bir nefes almıştı.

‘Tamam, o zaman şöyle yapacağız. Şimdi kalkıp buradan spor kıyafetlerinle çıkıp arabana bineceksin. Sana bir adres göndereceğim. O adresteki eve gideceksin. Sonrasını anlatacağım tamam mı?’ kaşlarımı havalandırsam da oturduğu zeminden kalkıp elini uzatarak benim de kalkmama yardım etti. Telefonunu çıkarıp iki dakika uğraştıktan sonra benim telefonumdaki bildirimle beraber şalter dolabından çıkıp üzerimi değiştirmek adına giyinme odalarına yöneldim. Kısa süre sonra değiştirdiğim kıyafetlerim ve aldığım çantalarımla yukarı çıktığımda Gizay başını onay verircesine sallamıştı ki dışarı attım bedenimi. Planının ne olduğunu bilmiyordum, bilmem de önemli değildi zaten. Sadece olan biteni çözme çabasına yardımcı olacaktım. Yerleştiğim arabayla attığı konumu açarak çıktım yola.

Bugün bütün şarkılar benim damarıma basmak istiyordu herhalde. Gözyaşlarım boğazıma bir düğüm olurken daha fazla tutmadım kendimi. Ne kadar ağlamıştım bugün, ne derece yıkılmıştım son dönemde. Elim ayaklarım nasıl da bağlanmıştı da ses çıkaramamıştım. Durduğum kırmızı ışıkla müziğin sesini biraz daha açtım. Görüşüm an itibariyle bulanıklaşmaya başlasa da başımı sağ tarafa çevirdiğimde siyah bir arabanın içindeki Gizay çarptı gözüme. Işığın rengi değişir değişmez hızla harekete geçtiğinde bende elimin tersiyle gözlerimi temizleyip devam ettim yola. Bilinçsiz bir bilinç en kötüsüydü herhalde ve ben bunu yaşıyordum. Kapalı zihnimle bir çaba içerisindeydim. Kemiklerim tüm canıma batarken ruhum kendini azat etmek istiyordu. Bu kadar hızlı bir başlangıcın bu denli keskin bir sonla selamlaşması tüm duygularımı kaybetmeme neden olmuştu.

Girdiğim ağaçlık yoldan sonra konumun getirdiği ve tam önünde durduğum eve baktım. Etrafı yüksek duvarlarla örülüydü fakat giriş kapısı sonuna kadar açıktı. Trafikte Gizay’ı içinde gördüğüm araç park halinde duruyordu. Tek katlı, tam anlamıyla insanlardan kaçmak için yapılmış gibi dursa da bir sitenin içerisindeydi. Etraftaki evlerde aynı yüksek duvarlarla kapatılmıştı ancak o duvarı aşınca şirin, mütevazi bir yere dönüşüyordu bahçe. Dış cephesi tamamen tuğla olan, bahçe ışıklandırmaları gün ışığı, pencereleri çoğu yeni modaya oranla daha ufak fakat geniş ve çoktu.

Arabadan inip kapıya ilerlediğimde aralık olduğunu fark ederek itip içeri girdim. Beynimi tarumar edecek kadar yüksek seste müzik karşıladı ilk önce beni. Bakışlarım etrafta dolaşmaya başlarken sağ tarafa açılan büyük salondaki yemek masasına bilgisayarını açmış ve çoktan başına oturmuş Gizay’a yaklaştım. İç tasarım tamamen dağ evini yansıtsa da bu kadar şehrin ortasında olmak insana garip hissettiriyordu. İçerisinin aydınlatmaları loştu, kenardaki elektronik şömine yanıyordu, salonu bu loşluğa tamamen aykırı olacak şekilde hard rock bir parça dolduruyordu. Gizay’ın bu denli gürültüde düşünebildiğinden emin değildim. Bakışları bana dönerken gülümsediğinde bilgisayardan müziğin sesini kısarak ayağa kalktı.

‘Tahminlerimce Zeren seni maksimum yarım saat içinde arayacak.’ Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken başımı onay verircesine salladım fakat o umursamaz halde gülüp yeniden sandalyesine oturduğunda bende yanındaki sandalyeye yerleştim, ‘İçecek istersen eğer-‘ duraksadığında sıkkınca nefesini bırakıp başını sağa sola sallayarak ayağa kalkıp ahşap ve neredeyse tüm alkol çeşitlerini barındıran cam kapaklı yere ilerledi, ‘Kafam açıkken ben kaldıramam bunu.’ Derken dolaptan viski şişelerinden birini alıp altta kalan ahşap çekmeceden de iki kadeh çıkardı. Yanıma tekrar döndükten sonra iki kadehi de doldurup tekrar yerine yerleşti. Ben hala ne yapmaya çalıştığımızı çözmek için onu incelediğim esnada telefon sesimle omuzlarımı düşürüp cebinden çıkararak ekranı Gizay’a çevirdim.

‘Aç, nerede olduğunu sorarsa duyurmamaya çalışır gibi sessiz konuş, Noyan’la olduğunu söyle. Bağırmaya kalkarsa durdur, istediğini yapmak için buluştuğunu dile getir.’ Başımı onay verircesine salladığımda müziğin sesini biraz daha yükseltmişti. Derin bir nefes alarak telefonu açıp hoparlöre aldığımda anında kükreyen o tını kulaklarıma oradan da beynime ulaştı.

‘Spora gitmiyor muydun sen! Şimdi de yalan! Ben seni uyarmadım mı!’

‘Bağırma.’ Fısıltıyla konuştuğumdan olsa gerek Zeren bey anında duraksamıştı ki devam ettim, ‘Bitsin istemiyor musun?’ sorumla beraber sıkıntılıca nefesini bıraktığını işittim.

‘Bunu istediğimi bildiğin halde neden hala o itin yanındasın o zaman!’ yine kükremesi duyulduğunda Gizay masanın üzerindeki elini yumruk yapmıştı, ‘O beş para etmez ucube ile anılmayacaksın dedim sen kenarda köşede belki de yatıp kalktığı kadınları götürdüğü yerde baş başasın o herifle!’ diye devam ettiği sırada Gizay’ın gözleri de sinirle kapandığında resmen telefondan içeri atlamaya çabalayacak düzeye ulaştırmıştı adamı.

‘İstediğini yapmak için geldim. Eğer senin tehdidin yüzünden olduğunu bilse bırakır mı işin ucunu zannediyorsun? O yüzden telefonu kapat, halledip eve döneceğim.’ Derken gözlerim hala Gizay’daydı ki kendini kontrol altına almış olacak gözlerini araladı.

‘Eğer bu bir oyunsa bir şans daha olmaz Belgi. O herifin kafasına sıktırırım.’ Ve kapanan telefon… Dudaklarımı aralasam da Gizay işaret parmağını havalandırıp dudaklarının üzerine götürdü. Az önce dikkatimi dahi çekmeyen ilk kez kafede gördüğüm o beyaz kutuya uzanıp üzerine bastığında derin bir nefes aldı.

‘Bir süre takip ettirecek. Muhtemelen ikinizi de. Sitenin çevresinde iki tane yabancı araç var zaten yüksek olasılıkla onun adamları. Bu süreç içerisinde Noyan’ı kontrol altında tutan ben olacağım. Sahildeki evden bir süre çıkmaz zaten, onun yerine beni takip edecekler. O biraz kendini toparlayıp işe döndüğünde ise şirkette kapalı otoparktan arabasına binecek, bende bir süre bu arabayla gezeceğim. Eğer bittiğinden emin olursa ve buna rağmen bir atağa kalkışırsa bundan haberimiz olacak zaten ve böylelikle Noyan’ın başına da bir şey gelmeyecek.’ Dediğinde başta algılayamasam da fark ettiğim detayla büyüyen gözlerim Gizay’a odaklandı. Noyan söylemişti, evet Noyan canı söz konusu olunca Gizay’ın kafayı yediğini söylemişti fakat bu, kendi canını ortaya atıp açık hedef olması…

‘Olmaz. Ya sana bir şey yaparsa? Seni Noyan zannettiği için sana saldırı düzenlerse?’

‘O yüzden bu arabayla geldim.’ Dışarıyı işaret ettiğinde kaşlarım çatılsa da açıklamasının yeterli gelmediğini düşünüp derin bir nefes aldı, ‘Zırhlı bu araç.’

‘Zırhlı falan değil.’ Kaşlarımı çatıp baksam da beni inandırmak için sakin davranıyordu fakat hangi araç zırhlı, hangisi değil anlayabilirdim. Dışarıdaki araba kesinlikle zırhlı değildi, bunu bilmek için sanayi devrimine kafa atmam falan da gerekmiyordu.

‘Ben tehlikenin farkındayım, kendimi korurum, fakat Noyan’ın bundan haberi olsun istemiyorsun. O yapamaz.’ Dedi bu kez beni ikna etmek istercesine.

‘Gizay, sana bir şey olursa eğer bunu kaldıramam. Saçmalama. Madem öyle sende buradan dışarı çıkma.’ Diyerek ayağa kalktığımda bileğimi tutup çektiği gibi tekrar sandalyeye oturmamı sağladı.

‘Ve Noyan bundan asla şüphelenmesin…’ tek kaşını kaldırdığında düşen omuzlarımla gülümseyerek sırtıma hafifçe vurdu, ‘Bırak bildiğim şeyi yapayım. Ben hem kendimi hem Noyan’ı korudum bu zamana kadar. Şimdi Noyan bir evde ve koruyacağım tek kişi kendimim. Emin ol çok daha basit.’ Basit değildi, Gizay bunu basitmiş gibi dillendiriyordu sadece. Hayatının ihtimaller sınırında olması asla ama asla basit bir durum olamazdı.

‘Saçma.’ Diyerek başımı sağa sola salladım, ‘Gerçekten saçma bir plan, ben gerçekten akıllıca bir şey düşündüğünü zannettim.’ Bir kez daha başımı sağa sola sallarken oturduğu sandalyeden kalkıp gülümsedi. Karşımda bana defalarca çok sevdiği ve biyolojik olmamasına rağmen ailesi olarak gördüğü insanları anlatan Gizay vardı, onlar için gözü kararmış bir Gizay.

‘Belgi, benden defalarca Noyan’ı dinledin.’ Kaşlarını havalandırdığında beni ikna etmek için bir yola çıktığı çok belliydi fakat bunu kabul edemeyeceğimi de anlaması gerekiyordu, ‘Noyan benim kardeşim. Hep öyleydi. Bu sana şu an çok uçuk bir davranış ve plan gibi geliyor, aşırı derecede kendimi ateşe attığımı düşünüyorsun.’

‘Elbette öyle düşünüyorum çünkü öyle yapıyorsun!’ sesim yüksek olmasa da baskın çıktığında iki taraftan omuzlarımı tutup kendisine odaklanmamı sağladı.

‘Sana bugün bir şey daha anlatayım onunla alakalı o zaman.’

‘Ne anlatırsan anlat bu hayatını tehlikeye attığın gerçeğini değiştirmez.’ Diretip geri çekilecek olsam da kollarımı bırakmadığı için bir adım bile kaçamamıştım.

‘Bu hayatla savaşmamın en büyük destekçisi Noyan’dı. Yıllar önce, biz çok küçükken bir kez hayatımı o kurtardı ve bunun kararını annesi almıştı. Şimdi, sıra bende. Bu sadece Noyan kardeşim diye değil, ona can borcum var diye yaptığım bir plan. Ben nefes aldığım her anda onunla dip dibeydim, kötüysem ona giderdim, o kadar ki onunla kavga edip kötü olduysam bile ona giderdim. Ve ben annesine Noyan’ı hayatım boyunca gizli saklı da olsa koruyacağıma dair yemin ettim. Eğer bugün bunu yapamayacaksam, yeminimi bozmuş olurum ve ben şimdiye kadar Yıldız teyzeye verdiğim hiçbir sözden dönmedim. Noyan kadar kendimi de kollayacağıma dair olan gibi.’ Dolan gözlerimle başımı olumsuzca sallamak istesem de gülümsediğinde devam edeceğini anlayarak sessizliğimi korudum.

‘Yine Yıldız anneme sözümü tutacağım. Oğlunu gizli saklıda olsa koruyacağım ve onunla beraber kendimi de.’

‘Ya sana bir şey olursa?’ sesim sorumla titrerken Gizay’ın gülümsemesi iyice büyümüş yeşil gözleri güven vermek ister gibi parlamıştı.

‘Olmayacak. Bana bir şey olmaz.’ Ağlamamak için alt dudağımı ısırıp iç çektiğimde başını kendini onaylamak istercesine salladı. Bu durum, olaylar, zaman bana mantıklı gelmiyordu, tıpkı Gizay’ın plan dediği ama aptallıktan ibaret olan bu şey gibi. Fakat olanı biteni bilen, çoktan harekete geçmiş ve istemsizce beni de yola çıkarmıştı. Şimdiden sonra düşünmem gereken Noyan’ın değil Gizay’ın sağlığı olacaktı. Bu deli gibi korkmamı sağlasa da onun çıktığı bu yoldan bir adım geriye gitmeyeceğini biliyordum ve Gizay’ı kontrol altında tutmak dışında elimden bir halt gelmeyecekti.

‘Peki seninle nasıl iletişime geçeceğiz?’ düşmüş omuzlarımla beraber bakışları kısa bir anlığına bilgisayar ekranına döndüğünde iç çekerek gülümsedi.

‘Noyan’ın verdiği telefon açık olsun.’

‘Bu Noyan’a ümit verir Gizay.’ Başım omuzuma düşse de anında başını sağa sola sallayıp bilgisayar ekranını bana çevirip tekrar sandalyesine yerleşerek ekrandaki açık sayfayı gösterdi.

‘Noyan o telefonu arasa dahi kapalı gözükecek, kendi haberi olmasa da artık erişim engeli var. Ve eğer bu bir gün ortaya çıkarsa işte o gün beni koru diye sana yalvarabilirim. Sen telefonu kullanmaya devam edebilirsin. Dikkat çekmemesi adına erişim sadece bana açık. Denker abinin, Şanze’nin, hatta Simay’ın arama veya Noyan zoruyla arama ihtimalini düşünmek zorundaydım. Benimle de sadece mesajla iletişime geç.’ Başımı onay verircesine sallayıp derin bir nefes aldım. Bazı şeyleri fazlaca detaylı düşünmüştü ve onun hayatından sonra bir de bu ayrıntılı düşünmesi beni ürkütüyordu. Daha fazla burada durmamın sıkıntı çıkaracağını bilerek kapıya baktığımda dudaklarımı ıslatıp derince soluklandım.

‘Buradan çıkarken gayet rahat çıkıyorsun, ağlamak yok. Koşu yolu bitiminde bir cep var, arabayı oraya çek. Ağlama diyeceğim ama… Eğer istiyorsan ağla. Arkandan takip eden muhakkak Zeren’e detay geçecektir. Yarım saat sonra tekrar harekete geç ve eve dön. Her ihtimale karşı takip ediyor olacağım uzaktan.’

‘Bu fark edilmene neden olmayacak mı? Yani terk etmişim neden takip edesin ki?’ havalandırdığım kaşlarımla umutsuzca mırıldandığımda Gizay’ın harelerinden bir an hüzün geçti. O hüzün neden oraya uğramıştı bilmesem de dudaklarını ıslatarak kadehinden bir yudum aldı.

‘Noyan’ı araştırmıştır. Nasıl benimle gönderdiyse seni, bu durumda da eve ulaştığını görmek için takip ederdi.’ Dediğinde omuzlarım düşse de gülümsemeye çabaladım.

‘Teşekkür ederim.’ Kollarımı boynuna dolarken sırtıma destek verircesine vurduğunda derin bir nefesle ayrıldım.

‘Belgi…’ dönüp çıkacağım esnada seslendiğinde gözlerim tekrar Gizay’ı buldu.

‘Efendim?’

‘Eğer bittiğinden emin olduktan sonra bir atağa kalkışırsa Zeren, Noyan’a bunu söylemem gerekecek.’ Bir bakıma onay almak istiyordu. Ufacık bir ihtimali dahi değerlendirerek içini rahat ettirecek şekilde yola koyulacaktı. Nice sırlarımı bilip bunu saklayan, üstelik söz vermeden bazı şeylerin aramızda bir sır olarak kalmasını sağlayan Gizay yeni ve ilk kez bir söz vermişti. Şimdi de gerçek bir dost nasıl olursa tıpkı öyle tavır takınıyordu.

Sırrını saklayıp verdiğim sözü tutacağım fakat bu durumda bana izin vermen şart diyordu. Başımı onay verircesine salladığımda gülümsemişti ki dışarı çıkıp direkt olarak arabama yerleştim. Evin bahçesinden çıkmak üzereyken son kez baktığım penceren dışarı fırlayan bardak gürültüyle bahçeye düşüp parçalara ayrıldı. Camı çerçeveyi indirmeyi dahi planlamıştı Gizay. Fazlaca detaylı, Noyan nasıl davranır veya insanlar onun nasıl davranacağını düşünürse dışarıya güzel bir sahne sunuyordu.

Tıpkı söylediği gibi yaptım. O cebe kadar durmadan devam ettim, daha sonra arabayı durdurdum. Zeren beye iyi bilgi akışı olsun diye son ses müzik çalan arabadan kapısını açık bırakıp indim ve yolun orta yerinde hüngür hüngür ağladım. Ağlamam, isyanım numara değildi fakat tüm plan işleyişe göre ilerlemişti. Sadece Gizay’ın planının dışına çıkan kısım yarım saat değil kırk dakika orada öylece bağıra çağıra ağlamam olmuştu.

Çok uğrak bir nokta olmadığı için kırk dakikada sadece bir araç geçmişti. Ben ise ellerimin arasına başımı alıp hıçkıra hıçkıra bitmiş filmi tekrar izlemiştim. Kendi içimdeki savaştan mağlup bir sonla ayrılmış, gülümseyerek ölüm saydığım o eve dönmüştüm. Gülümsemek dediysem o tiksinir ifadeyle olan bakışlarım salondaki hep oturduğu tekli berjerdeki Zeren beyi hedef almıştı. Tüm ifadesiz bakışlarına ve iplemez haline rağmen.

Büyüyemiyordum ben sanırım. Yaşım kaç olursa olsun aynı yaşta öylece ayaklarım yere çivilenmiş gibi kalıyordum yıllarca. Kendi kendime beslemeye çalıştığım, baktığım, büyüsün diye üzerine titrediğim o içimdeki çocuktan sıyrılıp kaçamıyordum. Çünkü o ufak kız çocuğu içimde acılarla boğuşuyordu. Kötü yaşanmış ne varsa, ne kadar çektiğimiz, süründüğümüz acı varsa hepsinin keşmekeşi içinde sürünüp üstesinden gelmeye çalışıyordu. Ne yazık ki aptal gibi her seferinde galip çıkacağı yanılgısına düşüyordu.

Bakışlarımın takılı kaldığı bilgisayardan vurulan kapımın sesiyle irkilerek kendime geldiğimde dolduğundan haberdar olmadığım gözlerimi sıkıca açıp kapattım. Derin bir nefes alıp bakışlarımı kapıya çevirdiğimde Zeren beyin karşımda olmasıyla çatıldı kaşlarım.

İki gündür birbirimizle tek kelime dahi olsa iletişime geçmemiştik. Gizay’dan mesaj yoluyla aldığım bilgiye göre hala onu takip ettiriyordu, haliyle aynı şeyi bana da yapıyordu. Bu iki günlük süreçte şirket, okul ve ev dışında tek noktaya uğramamıştım. Sadece dün öğle saatlerinde gelen Simay zorla beni yemeğe çıkarmıştı, ki onda da restoranın en arka masalarından birinde oturan siması tanıdık gelen adamla takip edildiğimi ayırt etmiştim. Sessizliğimi korumak adına ayağa kalktığımda üzerimdeki deri eteği düzeltip derince soluklandım.

‘Akşam davet var, erken çık bugün. Epey global bir davet, kıyafetin falan hazır. İstediğin bir kuaför varsa eve çağır, yoksa Ebru hanıma söyle yönlendirsin birini.’ Başımı onay verircesine sallarken dışarıdaki çalışma alanında olan insanların odak noktasının biz olduğumuzu fark ederek hafif bir tebessüm sundum.

‘Yarın tez için okula uğrayacağım. Öğlen gibi şirkette olurum.’ Dediğimde sesimin soğukluğu beni bile ürpertmişti ki başını sallayıp gülerek omuzumu okşadı. Gerçek değildi yaşananlar fakat dışarıdakiler de konuşmalarımızdan bir haberdi. Gizay’a göre Zeren bey böyle sakin sakin beklemeyecekti, bu iki gündür süren takip sırasında adam akıllı takip ettikleri adamın Noyan olup olmadığından emin olamamışlardı ve bu da işleri kızıştırmıştı. Fakat yine Gizay’ın söylediği kadarıyla her şey kontrol altındaydı çünkü Noyan iki gündür o sahildeki evden dışarı adımını atmamış, hatta veranda dışında bir yerden kafasını dahi uzatmamıştı.

İyi olup olmadığını sorduğumda ise kendisiyle sık sık bir iç savaşa girdiğini ama benim de daha fazla acı çekmemem için Noyan’a dair bilgi vermeyeceğini dile getirdi. Takip edildiğim ve açık vermemem gerektiği için uzaktan da olsa oraya gidip Noyan’ı göremiyordum ancak Gizay’ın anlattığına göre iyi olmadığının da farkındaydım. Ve bu farkındalık her seferinde Zeren İmerler’e baktığımda beni daha çok sinirlendiriyordu.

‘O okulun bir işine yaramayacağından haberdarsın değil mi?’ dudaklarındaki ufak tebessüme inat edercesine soğuktu sesi. Bu halini o kadar benimsemiştim ki göz devirip ufak bir kahkaha attım.

‘Sen varken haberdar olmamam ne mümkün…’ diyerek güldüğümde dudaklarımı ıslattım, ‘Her fırsatta hatırlatıyorsun. Unutmama vakit kalsa keşke seni.’ Parmakları saçlarımı okşarcasına dolaştığında yüzündeki gülümseme hala yerli yerindeydi.

‘Yarın yönetim kurulu toplantısı var, en geç ikide burada ol.’

‘Merak etme, ikiden önce olacağım.’ Başıyla dışarıyı işaret ettiğinde laptopun kapağını kapatıp onunla beraber dışarıya doğru yöneldim. Az önce saçımı okşayan eli destek olurcasına sırtıma yerleştiğinde çıktığımız alanla bakışlarım Ebru hanıma döndü.

‘Eve kuaför gönderir misin, acil olsun.’

‘Tabi Belgi hanım. İyi akşamlar.’ Gözleri benim de Zeren beyin de üzerinde dolaştığında dönüp asansöre yönelmiştik ki derince soluklandım.

‘Kendim binerim asansöre.’ Dişlerimin arasından konuştuğumda o yalancı gülümsemesiyle duraksayıp başıma dudaklarını bastırdı. Tüm tüylerin diken diken olma kısmı benim için şu dakika vardı. Çünkü bu samimiyetin yalancı oluşunu o kadar iyi biliyordum ki. Kata gelmiş asansöre bindiğimde içinde kimsenin olmayışının rahatlığıyla az önce gülen yüzümü normale çevirdim.

Neden Çelik’te izlediği gibi bir yol izlememişti anlam veremiyordum. Noyan’ı çok ama çok iyi tanıması şarttı aynı oyuna baş vurmamak için. Fakat Noyan’ı tüm cemiyet hayatına rağmen bende tanımamıştım. Eğer yakın olsa, bilse eminim ki görürdüm veya bir yerlerde bizi Noyan’la bir araya getirirdi. Çelik’te öyle yapmıştı. Çelik defalarca eve girip çıkmış, birkaç kez aynı masada yemek dahi yemişlerdi. Fakat sanırım çok büyük bir fark vardı, Çelik satın alınabilecek biriydi, Noyan ise istediği herkesi elde edebilecek kadar başı dik bir adamdı…

İndiğim otoparktan sonra arabama yerleşip eve yol aldığımda aklımdan yine belkiler geçiyordu. Belki, Zeren bey olmasa veya ben daha standart bir aile yapısı içinde olsam bugün Noyan’la yan yana olabilecektik. Belki, bu evrende değil başka bir evrende vardık. Belki bizden habersiz bir Belgi ve Noyan vardı ve bu dünyada olmayışlarının tamamen tersine aşırı derecede mutlu ve huzurlulardı.

Odama girdikten sonra direkt değiştirdiğim kıyafetlerimle beraber gelen kuaför ve makyöz oturduğum koltukta beni kendimle baş başa bırakmıştı. Sordukları onlarca soru vardı fakat ben kendi kabuğuna çekildiğinde hiçbir detayı duymayan o kişiydim. Yöneltilen her soru işaretini size bırakıyorum demekle yetinmiştim. Bir ara üzerimdeki zümrüt yeşili saten derin yırtmaçlı uzun elbiseyi akşam davete giderken giyip giymeyeceğimi soran makyöze nasıl baktıysam kadın sus pus olmuştu. Ben evde abiye ile gezen bir tipe mi benziyordum acaba? O dakikadan sonra da onların kendi aralarındaki iletişim dışında benimle herhangi bir sözsel temasları mevcut değildi.

Ben ise göğsümde büyüyen tenha sokakların nasıl mezara çıktığıyla ilgili düşüncelerde kaybolmakla meşguldüm. Neden yaşamaya çok istekli gibi bakıyordum ki? Tümüyle yalan değil miydi o bakışım? Ölümü istiyordum, fiziken değil, fakat ruhen ölümün kendisini içimde başlatmamış mıydım ben? Yirmi beş senedir bu acı tüm gecelere sığmazken ben nasıl tabuta sığabildiğini düşünmüştüm ki? Kafamı duvarlara vurup parçalamak istemiştim fakat yapamayıp aklımda yedi cihana yetecek kıyamet koparmıştım bunca sene. Ateşe atlayıp kendimi küle çevirememiştim fakat bir gecede tüm acıları rahmimde saklamaya çabalamıştım. En nihayetinde kadındım rahmimde sakladığım ve sakındığım sadece bebek olmazdı, acılar da vardı.

İnsanın vücudu her bir anı kaydediyordu, iyi veya kötü sadece kendi değil geçmiş geninden gelenleri de ve benim ruhumda, hücrelerimde tıpkı diğer insanlar gibi yüzlerce yıl önce yaşamış atalarımın acıları dahi tohumdan filize dönüşmüştü. Noyan’a yaptığım ise bundan seneler sonra benim bıraktığım nesle geçecekti. İliklerimize kadar birbirimizin acılarında kavrulacak, neden diyecektik. Başta da Noyan’a yaptığım bu acımasızlık için ben kendimi affedemeyecektim ve bu kötülüğü sonrama bırakacaktım. Onu kendi ellerimle kaybetmiştim ve ben karmaya inanan bir insandım. Karma beni ve benden sonrakileri bulacaktı. Ne yazık ki ben nedenini bilsem bile ne olacağından bir haber olan o kişiler asla çözemeyecekti olup bitenlerin sebebini.

Benim de acılarım vardı, isyan etsem dahi belki de geçmişin peşime bir gölge gibi taktığı acılardı bunlar. Geçmiyor, gitmiyor, benden kaçmıyor, korkup saklanmıyordu. Koca duvarlar ördüğüm mezarlık gibi olan bu aile evinin o duvarlarını yıkıp, aşamıyordum. Bir kalbim vardı, bundan belli ki babamın dahi haberi yoktu ama o kalbimde artık inanç yoktu. Ne güzel bir güne, ne güzel bir ana, ne de insanlara kalmamıştı inancım. Bildiğim tek gerçek vardı ki kalbimin derinlikleri alevler arasındaydı ve oraya ulaşan bütün sokakların dağınıklığını toparlayacak gücüm yoktu. Küçük kız çocukları için babası çok şey ifade ederdi, benim için tüm anlamların son bulduğu noktaydı mesela. Bana söz konusu sevgiyken varlık içinde yokluk çekmeyi ilk babam öğretmişti. O kadar çok hayattaydı ki hayatımda olmamayı öyle diledi ki düştüğüm çukurdan çıkarması gereken ilk kişi o olduğu halde çukurun kendisi olmayı tercih etti.

Mesela bugünden dokuz sene önce oturduğum o lise bahçesindeki muhabbeti asla atamazdım ben içimden. Ergenlikle çimenlerin üzerine devrildiğimiz, saçma sapan şeylere güldüğümüz esnada bir anda çocukluk hatıralarına dönmüştü muhabbet. Hepsi o kadar güzel kahkaha atarken Simay’la göz göze geldiğimiz anı ve babama içten içe ne kadar kızdığımı unutamıyordum. İçimdeki çocuk ölesiye bir nefretle büyümüştü, öleceğim diye düşünülerek sabah edilmiş gecelerden inanılmaz bir kinle uyanmıştım. O gecelerde kalbimde kocaman bir yara vardı fakat kendime defalarca dik durmam gerektiğini hatırlatmak zorunda bırakılmıştım.

Keşke ağlamadan anlatabilecek bir çocuk olsaydı Belgi. Keşke biraz olsun arkamda diyebileceği bir babası olsaydı. Keşke saçını çeken çocukları babasına defalarca şikayet edebilseydi. Keşke bir gün olsun babası yerine başka insanların elini tutup lunaparka gitmeseydi. Fakat bütün bunların sonunda o ilerlediğim uzun uzun yolların ardından fark ediyordum ki benim vagonum çok önceleri raydan çıkmıştı, Noyan’ı öptüğümde ise devrildiğini ancak görebilmiştim.

İnsan belki küçük taşlara takılıp uçurumdan düşebilirdi ama ben çocuk yaşımda çıktığım bir kaya üzerinden aşağıdaki boşluğa bırakmıştım bedenimi. Kendi evinin yetimhanesinde büyümek nasıl anlatılırdı insana bilmiyordum, çünkü ben bunu kendime bile açıklayamıyordum.

Bakışlarım aynada kendimle çarpıştığında yüzüme yaklaşan allık fırçasını yakaladım. Saçlarıma son şeklini veren kuaför de makyözün havada bomboş kalan eliyle beraber duraksadığında gözlerim kaşları havalanmış makyöze döndü.

‘Birkaç dakika izin verir misiniz?’ bıraktığım fırçayla ikisi de sessizliklerini koruyarak odadan çıktılar. Aynada görünen halimin aksine gözlerimde rastlamak için tekrar bakındım. Yüzümde zarif bir makyaj vardı, saçlarım kıyafetimi de aksesuarlarımı da gösterecek şekilde özenle yapılmıştı. Fakat benim içimdeki ceset aynadaki yansımamla asla aynı değildi. İçimdeki ceset artık istenmiyor oluşunu problem haline getirmiyordu fakat dışımdaki Belgi delicesine sevilen bir ailenin çocuğuydu. Gözlerimde bir kız çocuğunun enkazı vardı, yüzümde yaşam sevinciyle dolu bir kadının hayatı. En derinlerde olan o ufaklık bağıra çağıra ağlarken üzerini parçalıyor, derisine tırnaklarını geçiriyordu fakat aynadaki omuzları dik o kadın gözlerini bir noktaya odaklamış dakikalardır gülümseyerek aynı yere bakıyordu.

Canım çok acıyordu ancak bazı şeyler hakkında tek kelime bile edilmiyordu işte. Veya edilecek kelime bulunamıyordu. Gözlerim aynadaki bakışlarımdan kaçtığında makyaj masasındaki telefonuma çarptı. Bunca zaman bir kez olsun denemediğim o şey için şimdi adım atmam ne derece doğruydu bilmiyordum fakat artık kendi duvarlarımın yıkıntısını bile kaldırabileceğimi hissetmiyordum. Rehbere girerek istediğim numarayı bulduğumda beklemeden arama tuşuna dokundum. Eğer ki bekleseydim asla yapmazdım. Kulağıma götürdüğümde direkt olarak telesekretere düşmesiyle dudaklarım gerildi ve ufak bir tebessümle kıvrıldılar. Ardından mesaj bırakmak için olan o sinyal sesi ve derin nefesim...

‘Seni neden aradım bilmiyorum. Sana ulaşamayacağımı bildiğim halde on yedi yıl önce kullandığın bir numarayı çevirmek belki aptallığımdan, belki de buradan dışarı çıkmayacağını bilmekten. Olan her şeye öyle kırgınım ki kendi yükümü taşıyacak dizlerim yok gibi hissediyorum.’ Dediğimde yanıt gelmeyeceğini bilerek derin bir nefes daha alarak devam ettim.

‘Gücüm kalmadı… Yemin ediyorum sana gücüm kalmadı. Sanırım uğruna canımı verebileceğim bir adamla içimi parçalaya parçalaya vedalaşmak zorunda kaldım. Sahi sen giderken böyle hissettin mi? Sen gittikten sonra babam hiç sarılmadı bana. O sen giderken benim gibi hissetmiş midir? Neden bu savaştaki tek koruma kalkanı takan benim? Neden sizin savuracağınız kılıçlar varken bana da bir tane vermediniz? Bana bunu neden yaptınız?’ kenardan aldığım peçeteyle gözyaşlarımı temizlediğimde iç çektim tekrar.

‘Gidişin dışında sana dair hatırladığım tek an var. Neden bilmiyorum ama o gece yarısı balkonda oturman gözümün önünden gitmiyor bir türlü. Üzerinde kırmızı bir askılı vardı, altında siyah bir pantolon, bol paça… Oturduğun sandalyede dizlerini kendine çekmiştin, başın ağrıyordu o gün, ağrıyan başın yüzünden şakağını da dizlerine yaslamıştın. Gözlerin gökyüzündeydi, sanki kabulleniş gibi geliyor şimdi o an bana. Bir şeylerin geçmeyeceğinin farkındaydın o gece sanki. Aynı zamanda kızgın gibiydin de. Fakat bana değildi kızgınlığın, bana gülümsüyordun. Peki o gece yarısı, elinden bir şey gelmeyişine mi kızgındın yoksa canını yakmasına izin verdiğin için kendine mi? Yoldan sekiz tane araba geçmişti, ben saymayı yeni öğrenmiştim. Benim için açtığın o İngilizce sayıları sayan şarkı bitmiş aşırı hüzünlü bir parçaya dönmüştü duymadın. Yıldız kaymıştı, sana heyecanla göstermiştim tebessüm etmiştin ama görmemiştin. O yaşta çözememiştim ama şimdi anlıyorum ki yorgunluk ele geçirmişti seni. Hava da soğuktu fakat sen üşümemiştin üzerindeki askılıya rağmen. Bunu sanırım ayaz bir havada olsak bile içimin yangınından üşümeyeceğimi hissettiğim için anımsıyorum.’ Dedim sesim titrerken.

‘Anne… Keşke o gün beni karşına oturtup göğsümdeki gökyüzünde olan yıldızların o kayan yıldız gibi sönebileceğini anlatsaydın. Ben bu yerde çok zorlanıyorum. Hallederim değil mi? Hallederim sanırım…’ derken tekrar konuşmak için dudaklarımı araladığımda ses kaydının bittiğini belli eden sinyal sesiyle beraber telefonu tekrar makyaj masasına bıraktım. Aldığım peçete ile göz altımı temizledikten sonra kapatıcı ve pudra geçtiğimde ayağa kalkıp bekleyen kuaförü ve makyözü tekrar içeri aldım.

Olan hazırlığın tamamlanmasıyla beraber davetin olacağı mekana gitmek için aşağı insem de ummadığım şekilde Zeren bey bekliyordu. Ilgın hanım yanında ev haliyle dururken çatılan kaşlarımla baktım ikisine de.

‘Hazır mısın?’ diyen babamla bakışlarım Ilgın hanımdan ona döndüğünde başımı onay vererek salladım.

‘Çıkalım.’ Derken kapıyı açtığında ne olacağına anlam veremesem de dışarı çıktığımda kapının önünde bekleyen kendi arabası duraksamamı sağladı.

‘Yarın yönetim kuruluna kararımı açıklayacağım, o yüzden bu gece beraber gidiyoruz.’ Yanımdan geçtiği esnada açıklamasını yaparken bakışlarım Gökmen abiyle çakışsa da o önce Zeren beyin yerini almasını bekleyip kapısını örtmüş ardından benim kapımı açmak adına aracın çevresini dolaşmıştı. Ne olduğuna dair kopya almak adına baksam da kapıdan izleyen Ilgın hanım yüzünden sadece gözlerini kapatıp açtı. Bende usulca koltuğa yerleştiğimde Gökmen abi şoför yanındaki koltuğa oturmuş, Simay’la yediğimiz yemekte bizi takip eden adamda direksiyon başında yerini almıştı.

‘Davet boyunca seni takdim edeceğim insanlar var o yüzden göz teması kurabileceğimiz yerde bulun. Lavaboya falan gidecek olursan eğer Gökmen ile beraber gideceksin. Tanıştırdıklarım haricinde kimseyle muhatap olmana lüzum yok.’ Kısa direktiflerine başımı sallayarak onay verdiğimde bakışlarım dışarıdan bir an olsun ayrılmamıştı. Genel halimiz bu şekilde olduğu için artık bir sebep sonuç ilişkisi kurmuyordum. Benden istediği her şeyi öyle veya böyle alırdı Zeren İmerler. O yüzden söylediklerine uyum sağlayacak, bir bir yapacak sonra da olaysızca eve dönerek odama kapanacaktım.

‘Hata istemiyorum.’ Başımı tekrar onay verircesine salladığımda yavaşlayan araba bir yalının merdivenlerinin hemen önünde durdu. Gözlerim dışarıdaki onlarca magazin habercisine dönerken derince soluklandım. Kafamdaki kıyamet dışarıdaki kalabalıktan daha yüksek sesle çığlıklar atıyordu fakat ben omuzlarımı dikleştirip sanki porselen bebek gibi hislerimi belli etmeden bu uzun merdivenleri çıkacaktım.

‘Gülümse, tüm gece boyunca tebessümün eksik olmasın.’ Diğer adam onun kapısını açarken Gökmen abi benim kapımı açtığında derin bir nefes daha alıp indim aşağı. Gülümse Belgi. Hayatının son anına kadar mecbur olacağın gibi içinden gelmese de gülümse. Kalbin bir canavar tarafından parçalanmıyormuşçasına gülümse. Ruhun bir yangının tam ortasında değilmiş, aklını kaybediyor gibi hissetmiyormuş, baban varken yetim gibi hissetmiyormuşçasına gülümse.

‘Sakin ol.’ Gökmen abinin fısıltısı kulağıma ulaştığında gözlerine baksam da o sadece bu geceye lanet eder gibiydi. Tüm içtenliğiyle bu geceyi yok etmek, benim içeri girmemi engellemek ve bir dakikasını dahi yaşamamak istercesine sevmemişti bu daveti. Gökmen abi iyi bir oyuncu olabilirdi, kimseler onun elindeki kartları tahmin edemezdi fakat birileri çekinmez de onun gözlerine bakarsa eğer tüm duygularını anlayabilirlerdi. Gökmen abinin gözlerinde saf bir kızgınlık vardı. Ne vakit Zeren beye bakışları kaysa o zaman o kızgınlık harelerinde kendini ateşe veriyordu.

Neler olduğunu anlamak için gözlerine bakmaya devam etsem de Zeren bey yanıma ulaşıp kolunu kıvırarak destek almamı beklediğinde mecburen çekmiştim ondan bakışlarımı. Koca yirmi beş senede o kadar çok eğitim görmüştüm ki bir yaz boyunca aldığım beden dili eğitiminin de burası için olduğunu biliyordum. Birkaç adım ötemizdeki onlarca magazin muhabiri ve fotoğrafçısına iyi, mutlu ve sevecen bir aile sunmak adına dahi eğitim almam sağlanmıştı. Mesela böyle zamanlarda Zeren beyin sadece kolundan nazikçe destek alamazdım. Boşta kalan elim de onun koluna tutunmalı ve çok samimi görüntü vermemiz gerekiyordu. Çünkü gerçek aileler böyle yapardı, tek bir farkla, onlarınki bizimki gibi sahte olmazdı.

Yürüyeceğimiz o magazin koridorundan geçerken gülümseyerek ve gerçekten de çok derin bir sohbet içinde gibi Zeren beyin gözlerine bakarak konuşmam şarttı mesela. Veya basamaklara adım attığımız her anda patlayan flaşlar kapıya kadar bize eşlik ederken dinlemek dahi istemediğim onlarca soru kulaklarıma ulaşırken ben sadece onunla sohbet ediyor gibi tavır takınmalıydım. Oysa magazin muhabirlerinin her bir sorusu beynimi çalkalıyordu. Şirketle alakalı, benimle alakalı, Noyan’la alakalı onlarca ardı ardına soru…

Ben veya Zeren bey hiç birine cevap vermedik, sadece gerekeni yaptık. Ben ona ne dediğimi asla anımsamasam hatta o an fark etmesem de bir cümle kurdum, o gülerek başıma dudaklarını bastırdı. Midemi bulandırsa veya midesini bulandırsa da bunu yaptık.

İçeri girdikten sonra ise olan davetlilerin bakışları o objektifler kadar seri şekilde döndü bize. Şimdiye kadar bütün davetlere ayrı araçlarla, farklı zamanlarda gelmiştik. Şimdi ilk kez bir sonraki gün yönetim kurulunun toplanacağı şirkette çalışan insanların da dahil olduğu bu davete kol kola adım atmıştık. Normalde insanlar Zeren beyin yanında Ilgın hanımı görmeye beni ise hemen arkalarında dik omuzlar ve kendinden emin yürüyüşümle görmeye alışkınlardı fakat bu gece Ilgın hanım yoktu. Çünkü bu gece Zeren bey kızı Belgi Deran İmerler’in önüne karısının dahi geçemeyeceğini tüm cemiyete duyuruyordu. İçten içe sevmediği kızının önüne kimse geçemezdi ve aslı böyle olmasa da herkes ama herkes böyle düşünecekti.

Baba ile kızı… Zeren İmerler ve tek çocuğu olan Belgi Deran İmerler… Çoğu insana göre imrenerek bakılacak fakat benim için zindan olan o yaşam. Türkiye’nin sayılı isimlerinden olan bir adam ve onun nitelikli okullarda eğitim görmesini sağladığı, nahif çocuğu… İnşaat sektörünün sert oynayan yaşlı kurdu ve onun sözde kural tanımaz çocuğu. İkimiz hakkında onlarca haber başlığı bulabilirdim dışarıdan bakarak. Yarın manşet olacak yüzlerce magazin içeriğini de tahmin edebilirdim. Dışarıda kalan o fotoğraf makinelerinin bir yere kadar dışarıda olacağının da bilincindeydim. Olan halim tavrım, davranışlarım, mimiklerim tamamen basında olacaktı yarın. Bunu bilecek kadar cemiyet hayatına hakimdim.

İlerlediğimiz taraftaki masaya göz attığımda daha önce birkaç kez karşılaşma fırsatı yakaladığım Ragıp bey ve babamın daha birkaç gün önce iyi geçin dediği Çağdaş’ı buldu harelerim. Masaya daha fazla yaklaştığımızda ilk önüme uzatılan el Ragıp beyinki olmuştu. Babamın kolundaki elimi çekip bana uzatılan parmakları sıktığımda gülümsememi de eksik etmedim. Tıpkı bana öğretildiği gibi nazik fakat kendinden emin o el sıkışma.

‘Nasılsın Belgi?’ adamın yüzünde tüm bu cemiyet hayatına rağmen o kadar samimi bir gülümseme vardı ki dudaklarımdaki o sahtelik bir an için canımı sıktı. Benim bu ruhu çekilmiş halimi başka insanlar hak ediyor muydu? Peki ben ruhumun çekilmesini hak ediyor muydum?

‘İyiyim Ragıp bey siz nasılsınız?’ derken başını sallayıp gülümsediğinde uzatılan bir başka elle Çağdaş’a döndü harelerim. Onun da elini sıktığımda parmaklarımın üzerindeki dudaklarıyla yüzüm düşecek gibi olsa da hızlıca toparladım.

Yakışıklı bir adamdı Çağdaş. Ondan bu masadaki üç kişinin istediği gibi hoşlanmıyor olsam da duruşu herhangi bir kadını etkileyebilecek adamlardandı. Ortalama bir seksen boylarında, kumral, koyu kahve gözlere sahip, dudaklarında da gözlerinde de gerçek bir gülümseme olan, üzerindeki takımı hakkıyla taşıyan, omuzları dik biriydi. Etrafa baksam çoğu genç kadının ona hayran bakışları olduğunu görebilirdim. Ben onunla tanışmayı bir mecburiyet olarak görsem de diğerleri can ata ata elini sıkarlardı. Fakat benim için bu kadardı Çağdaş. Noyan’la ilk kez göz göze geldiğim o spor salonunda hissettiğim anlık tutukluk ve garip his ona baktığımda asla yoktu. İkisini birbiriyle kıyaslayamazdım fakat karşımdaki kumral adam çekici göründüğü halde ben hala aklımdan Noyan’ı geçiriyordum ve bu anlaşılan değişmeyecekti. Hayatım boyunca bir kez daha yan yana olamayacağım bir adamı aklımdan çıkaramıyordum. Noyan’ı yok saymak istiyordum ancak onunla yok olur gibi hissediyordum. Delirecektim, burada, bulunduğum ortamda dahi aklımdan geçenler beni delirtecekti.

‘Hep güzeldin fakat iş hayatı farklı bir albeni katmış sana.’ Başımı onay verircesine sallarken parmaklarımı kurtardığımda Çağdaş’ın gözleri anında babama döndü, ‘Size de ayıp etmiş olmak istemem Zeren amca.’ Bu samimiyet ne zamandır vardı bilmesem de babam gülerken Çağdaş’ın sırtına da hafifçe vurmaktan kaçınmadı.

‘Kızımın güzelliği hep gurur duyduğum bir husus Çağdaş.’ Bu samimiyetsiz hali ruhumu ürpertse de tekrar koluna boştaki elimi yasladım, ‘Biz masamıza geçelim.’ Diyerek beni de boş olan ve üzerinde soyadımız bulunan bistroya yönlendirdi. Önümüze bırakılan kadehlerle beraber bakışlarım Zeren beye kaysa da o servis elemanını anında durdurmuş önümdeki kokteyli şarapla değiştirmişti. Çünkü ona göre kendini bilen, iş hayatının içindeki kadınlar alkol dozajını da, iyi şarabı da bilirlerdi. En azından dışarıdan böyle görünmek zorundaydı.

Neredeyse bir saat boyunca yanımıza uğrayanlar eksik olmadığından olsa gerek artık çenem gülümsemekten ağrıyordu. Ki Ragıp bey ve Çağdaş iadeyi ziyaret amaçlı olsa gerek yanımıza ulaştıklarında derin bir nefes alıp dudaklarımı ıslatarak kendime gelmeye çabaladım.

‘Aksesuarları beğendiğini umuyorum Belgi, Zeren seni yansıtacak çok güzel bir parça seçti.’ Ragıp amcanın merakla bakan haliyle hangi setten bahsettiğini anımsamaya çalışsam da Atakan’la kaçtığımız gün olan davetteki meraklı bakışlarla incelenen aksesuarlarımı hatırlayabilmiştim.

‘Çok beğendim.’ Derken nazik ve tebessüm eden halde kalmaya çalışıyordum ama benim bu oyunbaz halimin aksine Çağdaş hem samimice gülümsüyor, hem de baştan ayağa nazik bir adam olduğunu kanıtlıyordu bakışlarıyla.

‘Çağdaş senin için tasarlardı.’ Havalanan kaşlarım Çağdaş’a otomatikman dönerken Ragıp beyin yüzündeki gülümseme aşırı derecede bu durumdan memnun olduğunu gösterir gibiydi.

‘Senin gibi hem zarif hem asil olması için uğraştım fakat o gün gördüm ki ışığın yüzünden fazlaca sade kaldılar.’ Ayak üstü yürümek tam olarak bu muydu acaba? Ben fesatta düşünüyor olabilirdim. Fakat yok, kesinlikle yürüyordu. Aşırı derecede profesyonel şekilde bir tavır takınmış ve nasıl çapkın görünmeden iltifat edilir, centilmenliğin de şöyle bir kitabını yazayım der gibi bunun için bir gösteri sunuyordu. Ancak masada olan dört kişiden sadece ben kadındım. Şu an burada başka bir kadında olsa ve ona da aynı tavrı sergilese gerçek bir centilmen olduğunu düşünüp, cümlelerini yürümek olarak algılamaktan vazgeçerdim.

‘Kalemin epey iyiymiş, ben bu konuda biraz yeteneksiz olduğum için fazla yorum yapmasam iyi olur. Teşekkür ederim.’ Diyerek gözlerimi kaçırıp bu duruma son vermek adına bakışlarımı çevrede gezdirsem de takıldığım noktayla tepemden aşağı kaynar sular dökülüyor gibi hissettim. Harelerim önce şaşkınlıkla Gizay’ın gözlerini bulduğunda o da dumur olmuş şekilde bana bakıyordu henüz adım attığı salonun kapısından. Geldiğimden beri dikkatimi çekmemişti çünkü muhtemelen henüz birkaç saniye olmuştu içeri gireli. Fakat ikimizin de bakışları aynı anda kapıya döndüğünde masaya yasladığım şarap kadehindeki elim kayarak düştü. Son anda masadan da düşmemesi için kendimi zorladığımda içerinin aydınlatmalarından parlayan ışık o puslu bir gökyüzü gibi olan bakışlara vurdu.

Noyan Cenker Visam…

Öylece, dik duruşuyla fakat gözlerindeki karamsar halle harelerini bana dikmişti. O an dünya durduysa eğer neden demeyecektim. Çünkü an itibariyle bende aynı şeyi hissediyordum. Yer çekimi gücünü kaybediyor, bütün kanım vücudumda dolaşmak yerine beynime doğru ilerliyordu. Kulaklarımdaki uğuldama gerçek miydi veya biz Noyan ile ne kadar öylece kaldık bilmesem de masadaki parmaklarımı kavrayan elle beraber gerçek dünyaya döndüm. Şaşkınlıkla bakışlarımı elimi tutan Çağdaş’a çevirdiğimde insanların konuşma sesleri, ortamdaki hafif tınılı piyano müziği tekrar kulaklarıma ulaşabildi. Elimi kurtarmak için parmaklarımı çekip anında kadehimi aldığımda gülümsemeye çabaladım.

‘Daldın gittin.’ Muhtemelen olanı biteni fark eden masada sadece Zeren beydi. Çağdaş’tan bakışlarımı ona çevirdiğim esnada uyarır gibi bakan gözleriyle dudaklarımı ıslattım. Ki Zeren bey kaşlarını havalandırarak veya çatarak uyarmazdı. Onun uyaran halini sadece ben anlardım. Öyle bir bakardı ki o anda benim gırtlağımı sıkmak istediğinden emin olurdum.

Gülümsemeye çabalasam da zorlanan dudaklarımla az önce odaklandığım noktada olan Noyan dışında fazla bir detay hatırlamasam da babamdan Çağdaş’a yeniden dönerken ufacık bir ayrıntı fark etmek istedim ki benim için bahane sunmak zor değildi. Ben bahanelere alışkındım. Mesela kolumda bir morluk olurdu, bunun nedeni bir kapı olmasa da anında kapı diyebilirdim sorana. Ağlardım, gözlerimin kızarmasını sorarlardı ve ben bir anda alerjik atak geçirdiğimi dile getirirdim. Buna benzer yüzlerce bahane bulabilirdim. Hep yapmıştım ve şimdi de yapabilirdim.

‘Mesleki deformasyon desem yalan olmaz herhalde. İnşaatla ilgileniyor olunca detaylara takılıyorum, kapı kirişi çekti dikkatimi.’ Diyerek başımla kemerli kapıyı işaret ettiğimde Çağdaş başını gülümseyerek sallarken Ragıp beyin konuşması da gecikmedi.

‘Maşallah Zeren, nasıl yetiştirdiysen aklı hep işinde gücünde. Geçen çıkan haberleri düşünüyorum da Belgi hepsinin üzerini birkaç ayda örtecek gibi.’ Dedi. Geçen çıkan haber… Noyan’ın kucağında basına düşmem. Nereden geldiğini asla ayırt edemediğim o çıra kokusunun Noyan’ın teninden genzime dolduğunu fark ettiğim sabaha karşı. Saniyeler önce öpüşmüşüz gibi duran fotoğrafımız. Noyan’ın sıcaklığı, teni, öpüşü… Nefes almam gerekiyordu. Nefes almaya, bir süre tüm dünyayı durdurmaya, göz ucuyla baktığım noktadaki Noyan’ın gözlerindeki hasrete karşılık öylece durdurduğum zamanı fırsat bilip ona sığınmaya ihtiyacım vardı. Bütün olmazlara ihtiyacım vardı, tüm imkansızlıklara. Fakat gerçek olan tam da dibimdeki Zeren beyin hatırladığı şeyden hoşnut olmasa da gülümsemekten de kaçınmayan haliydi.

‘Bir asparagas ne çok büyütüldü öyle değil mi?’ başını sallayarak konuştuğu esnada Ragıp beyin bakışları bana döndü anında.

‘Sahi, o adamla alakan olduğunu düşünmedim fakat nasıl denk geldi?’ sanırım şu dakika bahanelerimden en makulünü ortaya savurmam şarttı.

‘Tamamen talihsizlik Ragıp bey.’ Derken gülümsedim. Zeren bey babamken Noyan’a tutulmam tamamen talihsizlik… ‘Siz de muhakkak tanırsınız Atakan Karadeli benim çocukluk arkadaşım, barda onundu. Kendisini ziyaret ettiğim esnada belki Çağdaş’ta gitmiştir aynı mekana basamaklar var, bileğim burkuldu. En yakınımda Noyan bey vardı. Yardımcı oldu, o esnada Atakan’da arkamızdan geliyordu çantamla fakat magazin işte…’ açıklamamı yaptığımda Ragıp beyin de, Çağdaş’ın da yüzünde rahatlama olurken daha fazla bu ortama nasıl katlanacağımı düşünüyordum. Çünkü hali hazırda ben bakışlarımı kaçırsam dahi Noyan’ın burayı kontrol ettiğinin bilincindeydim. Hatta sadece kontrol etmiyordu. Alenen tam karşımızda kalan masaların birinde elindeki kadehiyle gözünü üzerimize dikmişti.

Yanına gidenlere, onunla bir şey konuşmaya çalışanlara dahi dönüp bakmıyor, bakmadığı gibi kısa cevaplar veriyordu. Karşımda duran Ragıp bey ise bütün bu olanı izleyebilme fırsatı sunuyordu bana. Arada bir hareket ettiği için Noyan’ın önüne geçiyor olsa da çoğunlukla omuzunun üzerinden izleyebiliyordum ve bana bakışlarını çevirsin veya çevirmesin anlattıklarını dinlemediğim halde usulca baş sallayarak onay veriyordum. Konu hakkında fikrimi sorsalar bir cevabım yoktu ancak ruhum tamamen bir kıskaçtaydı. Babam ve Ragıp bey iş konusunda derin bir muhabbete dalmışken gülümsemeye devam etsem de nefesimi bıraktım sıkıntıyla.

‘Terasa çıkalım mı? İçerisi boğucu gelmeye başladı.’ Çağdaş’ın sorusuyla kurtulma arzum çarpışırken anında başımı salladığımda Zeren bey gülerek bize döndü bu kez.

‘Bizim sohbetimiz sarmadı sizleri tabi.’

‘Estağfurullah Zeren amca. Yine de müsaadenizle.’ Çağdaş olabilecek en nazik şekilde babamı onayladığında eliyle işaret ettiği terasa yönelmiştim ki sırtımda hissettiğim el ve aynı zamanda gözlerle dışarı attım bedenimi. Çantamdan sigara çıkarıp yakarken Çağdaş’ta aynı şekilde eşlik ettiğinde artık konunun üzerini kapatmam gerektiğini biliyordum.

‘Çağdaş.’ Dediğimde gözleri merakla beni bulurken dudaklarımı tekrar ıslattım. Bir an önce gidip rujumu yenilemeliydim, çünkü hepsini yemiştim akşam boyunca.

‘Seninle uzun süredir tanışıyoruz biliyorsun.’ Diye devam ederken başını sallayıp onay verdi, Çağdaş’la samimi değildim ancak bir çok kez aynı ortamda denk gelmiştik, defalarca selamlaşmıştık ve bana karşı farklı baktığını sadece ben değil Simay dahi defalarca dile getirmişti, ‘Çok centilmen bir adamsın, ilginin de farkındayım ancak-‘ duraksadığımda yeni bir bahane yüklenmesine ihtiyacım vardı. Bakışlarım etrafta gezerken terasa çıkan Noyan’la beraber tekrar Çağdaş’a döndüm, ‘Şirkete yeni alışmaya başladım. Şu dönemde sana ilgi gösteremem, yani yoğunluk sonuçta.’ Ne saçmalıyordum ben. Adam iki dakika sonra dönüp alıştıktan sonra olur yani bir şeyler dese avanak avanak suratına bakacaktım. Kendimi böyle saçma bir gafletin içine düşüremezdim.

‘Belgi…’ duyduğum sesle gözlerim Gizay’a dönerken gülümseyerek yanımıza gelmişti ki yanağıma yanağını yasladı, ‘Sakin ol…’ mırıldanıp bu kez diğer yanağıma yanağını yasladığında gülümseyen yüzü Çağdaş’a döndü. Bu akşam bana neden sürekli sakin olmam söyleniyordu ki. Olamazdım. Noyan hemen arkamda dururken mümkün değildi. Sakinliğin kelime anlamını bile hatırlayamazdım şu dakika.

‘Çağdaş bey değil mi?’ derken elini uzattığında konuşmamızı kestiği için Çağdaş memnun olmasa da centilmen tavrını bozmadı.

‘Evet ama siz?’

‘Gizay Keskin ben, Belgi’nin özel spor koçuyum. Sizin de tasarımlarınızı yakından takip ediyorum, kız arkadaşım bayılıyor.’ Çağdaş’ın mücevher tasarladığını bilmeyen bir ben kalmıştım sanırım dünya üzerinde. Gerçi Çağdaş ilgimi çekmediği için defalarca duysam da kayda değer görmemiş olabilirdim. Çünkü bizim genelde gündemimiz Çağdaş’ın babasının yani Ragıp beyin çimento fabrikasıydı, Zeren beyin özellikle seçtiği ve dikkat çektiği konu buydu en azından.

‘Çok memnun oldum Gizay bey.’ Dediğinde sıkıştıkları ellerini bırakmışlardı ki ortamdan kaçmak adına hafifçe öksürdüm.

‘İzninizle ben kadehimi tazeleteyim.’ Diyerek yanlarından harekete geçecek olsam da Çağdaş anında bileğimi yakaladığında olduğum yerde duraksamak zorunda kaldım. Noyan’ın gördüğü alan tamamen bedenimin iki tarafıydı ve benim bulunduğum konum itibariyle tutulan kolum kör noktadaydı. İyi ki de öyleydi çünkü Çağdaş’ın eli bileğimden usulca kayıp elime uzandığında bu sahneyi görmesini kesinlikle istemezdim. İkimizi de yakmıştım fakat bu kadar değildi. Gözünün önünde günler sonra başka bir adamın elini tutamazdım. Bu en başta öz değerimi düşürmek demekti.

‘Ben hallederim lütfen…’ elimdeki kadehe uzandığı gibi alarak içeri yöneldiğinde bakışlarım otomatik olarak Gizay’a döndü.

‘Niye haber vermedin.’

‘Senin burada olacağından haberim dahi yoktu. Dün geldi davet zaten. Teşekkür yollar diye düşündüm ama...’ Başımı onay verircesine salladığımda parmaklarım arasındaki sönmek üzere olan sigarayı kül tablasına söndürüp bir tane daha yaktım.

‘Gelmemesi için çok uğraştım.’ Konuşmasına devam ederken arkamda kalan noktaya göz ucuyla baktığında derin bir nefes almıştım ki onaylamaz gözleri bu kez bana döndü Gizay’ın, ‘Neden kes sesini diye bağırdığı anlaşıldı. Senin burada göreceğini tahmin etmiş olmalı.’

‘Onu buradan götür.’ Bakışlarım yalvarırcasına hala Gizay’ın yüzünde olsa da o göz ucuyla Noyan’a yeniden bakmış ardından derin bir nefes alarak elimdeki paketten bir dal çekip ateşlemişti.

‘Barut fıçısı gibi şu an. Ufacık bir ateş onu harekete geçirecek. Belgi adamın cidden aklı başında değil. İzin ver söyleyeyim.’ Fısıltıyla konuşsa da başımı sağa sola salladığım esnada yanımıza tekrar dönen Çağdaş’ın elindeki kadehimi alarak hafif bir tebessümde bulundum. Benim kafam farklı yerde olsa da Gizay gayet güzel şekilde Çağdaş’ın bana ulaşabileceği bütün yolları tıkayarak ortak bir noktaya ulaşmıştı. Konu aslında benim de ilgi çekebilirdi, çünkü spordan bahsediyorlardı fakat direnç noktam Noyan iken odaklanamıyordum. İkinci sigaramı bitirip kaçmak adına kadehi tepeme diktiğimde Çağdaş’ın da kilitlenmesini fırsat bilerek ikisine baktım.

‘Siz sohbetinizi edin, ben hemen geliyorum.’ Diyerek kadehimi gösterdiğimde dudaklarını aralamış Çağdaş’a anında kaşlarımı havalandırdım, ‘Lütfen, yarıda bölme, makyajımı da tazeleyeceğim.’

‘Nasıl istersen…’ gülümseyip Gizay’a tekrar döndüğünde bende adımlarımı terastan salona yönlendirdim. Bakışlarım etrafta dolaşırken göz göze geldiğim Gökmen abiye başımla dışarıyı gösterdiğimde hızlı adımlarla yanıma ulaşmıştı ki Zeren beyin göz hapsinde olduğumu bilerek onunla beraber devam ettim.

‘Onun buraya davetinde babamın parmağı var mı abi?’ başım dik, gözlerim dümdüz karşıda olsa da mırıldandığımda Gökmen abi eliyle koridoru işaret etti.

‘Var.’ Dedikten sonra bu kez koridorun sol tarafına dönmem için işarette bulunduğundan derince soluklandım.

‘Aklında bir şeyler var mı?’ derken durduğumuz kadınlar tuvaletinin önünde Gökmen abiye baksam da o sıkıntıyla sakallarını kaşıdı. O gözlerindeki kızgınlık tüm bunları bildiğindendi. Gökmen abiyi babama karşı ilk kez bu kadar kızgın görmüştüm ve Zeren beyin aklında her ne varsa ekmeğini yediği adama dahi nefretle bakmasına sebebiyet veriyordu.

‘Bilmiyorum, şu dönemde aklında bir şey varsa da en son benimle paylaşır Belgi. Sen benim elimde büyüdün, Zeren bey de buna her dakika şahit oldu. Bu gece dönen tüm olaylarda kendisine kızgınlığımın farkında.’ Derken hala sıkıntılı olduğunu fark ettiğim içindi belki de başımı sallamam. Çünkü haklıydı. Gökmen abi beni o kadar koruyup kollamıştı ki çocukluğumdan beri şimdi olanlardan sağ kolu olmasına rağmen haberdar edilmemesi en kurnaz plandı. Muhtemelen Noyan’ın bu davete çağrıldığından Gökmen abinin son dakikalarda haberi olmuştu ve engelleyememişti. Eğer ki herhangi bir planını biliyor olsa dakika beklemeden benimle paylaşırdı ve bu da bir sürpriz olmazdı Zeren beye göre.

‘Canına bir zarar verecek olursa-‘ kaşlarımı havalandırdığımda Gökmen abi anında başını sağa sola salladı.

‘Belgi, bunu duyabilecek en son insan ben olurum biliyorsun. Söz konusu sensin, sana ulaşması, öyle bir şey yapmış, işi bitirmiş bile olsa söylemez.’

‘Çok mu bilendi peki? Sen tanıyorsun onu, bilirsin.’ Sorumu başını sadece onay verircesine sallayarak yanıtladığında derin bir solukla beraber elimi lavabonun kapı koluna atmıştım ama tek başına koridoru dönen Noyan’la göz göze geldiğimde Gökmen abi de bende olan harelerini o tarafa çevirdi. Noyan’ın bakışları bir süre üzerimde gezinse de kısa bir an Gökmen abiye döndüğünde onun tekrar bana bakmasıyla kimseye göstermediği o tebessümünü ortaya sermesi bir oldu.

‘İçeriyi kontrol et.’ Fısıltılı sesiyle kapıyı açıp içeri göz attığımda bomboş ve bütün tuvalet kabinlerinin kapılarının açık olmasıyla tekrar ona bakıp başımı salladım. Yıllardır beni koruyan fakat babama derin bir sadakatle bağlı olan Gökmen abi ise sadece tek bir hareketle, eliyle işaret vererek Noyan’a yol açtı. Buna ben şaşırmıyordum ama babamı biraz araştıran Noyan epey şaşırmıştı. Derin denizler gibi bakan hareleri dumur olurken kaşları çatıldığında Gökmen abi geriye bir adım atarak dümdüz duvara bakmaya başladı. Tabi Noyan bu hareketi üzerine büyük adımlarla yaklaşırken içeri girdiğimde onun uyarıcı tonunu da duymuştum.

‘Çok kısa.’

‘Teşekkür ederim.’ Diyen Noyan benim ardımdan lavaboya girdiğinde bütün akşam yüzümde olan tebessüm soğuk nevale bir hale büründü. Gökmen abi konuşup anlaşalım diye müsaade etmemişti. Gökmen abi bana fırsat tanındığı halde Noyan’ı istemediğimi söylemem, bunun benim seçimim olduğunu göstermem için imkan tanımıştı. Gökmen abi içimde bir savaş olduğunun farkındaydı ancak iç savaşı bir şekilde atlatacağımı düşündüğü için fiziken zarar görmemem adına engelleri ortadan kaldırmıştı.

‘O herif, Çağdaş, sizi-‘ ne diyeceğini bilemiyordu, yakıştırma yapmayı aklından geçirmiyor, belki kendine yediremiyordu fakat öğrenmek için dili kadar ruhu da çırpınıyordu.

‘Seni neden ilgilendiriyor?’ kaşlarımı havalandırıp kollarımı göğsümde bağladığımda Noyan tokat yemiş gibi olsa da öylece bakmakla yetindi.

‘İlgilendiriyor çünkü senin aksine ben içimde bu ilişkiyi bitirmedim Deran!’ titrese de bariton çıkan ses tonuyla başımı dikleştirdim.

‘Bitir!’ ses tonum benim bile üşümeme neden oldu. İçim öyle ürperdi ki titreyişimi göstermemek için sıkılaştırdım avuçlarımı. Tırnaklarım avuç içlerime batıyordu fakat acısı değildi asıl konu. Asıl dikkatimi çeken, içime üşüşen bulantıydı. Kendimden midem bulanmıştı.

‘Bana bak!’ bağırmıyordu fakat içi kadar gürültülü sesi duvarlardan beynime çarpıyordu sanki, işaret parmağı bana havalanmamak adına aynaya doğru dönükken sanki havadaki eli bile fazla gibi yumruğunu sıkıp usulca indirerek derin bir nefes aldı, ‘Ben bu kadar acıyı boşuna çekmedim tamam mı! Şu siktiğimin hayatında öyle veya böyle bir şeyler yolunda gitmek zorunda! Bir halt güzel olmak zorunda!’ laf anlatmaya çalışırcasına olan hali gardımı kırmaya başlarken sıktım dişlerimi, ona bunu yapmak, kendimi salıncak yaptığım ağaca asmakla aynı şeydi, ‘Şu siktiğim dünyada ballandıra ballandıra anlattıkları o aptal mutluluğu seninle yaşamam lazım! Anlıyor musun?’ ses tonu sorusuyla düşerken omuzları hala dik durmaya çalışıyordu. Fakat benim ruhumun omuzları çoktan çökmüştü.

‘O gece içimde kaç güneş battı bilmiyorum ben. Ne yaparsam yapayım bir daha sabah olmayacak gibi hissettim. O gece ben bir sözün kaç güneş batırdığını öğrendim. O gece ben kaç kez ölebilirim onu hesap ettim.’ Titreyen sesiyle sıktığı yumrukları gevşerken sağ eli sertçe bedenine çarptı. Özür dilerim sevgilim. Seni benden korumak zorunda kaldığım için özür dilerim. Zihninde bütün günahkarı sen ilan ettiğim için özür dilerim. Kurtar beni diyerek boynuna atlayamadığım, atladığımda seni kurtarmak adına yolum kalmayacağı için özür dilerim.

‘Biliyorum iyi bir adam değilim ama uçurumun önünde durup ölümler tasarlarken manzaranı kapattığımı söylüyorsun Deran. Nasıl olur bilmiyorum ama böyle olmaz lan. Böyle veda olmaz. İnsaf ya, bir insan böyle ateş ortasında bırakılmaz.’ Başını sağa sola sallarken uzanmak istedim sakallarına. Ufacık bir tebessüm sunsun ve parmaklarım sol yanağındaki o çukurda dolaşsın, sıkıca sarılayım, o beni krizlerden kurtaran çıra kokusu ciğerimi delsin istiyordum. Ancak istemek yeterli gelmiyordu. Tek yapabileceğim onun ciğerlerinde koca bir delik yaratmaktı.

‘Ne bekliyordun?’ omuz silkip dudak bükerek baktığımda kaşlarım havalandı, ‘Ne bekliyordun benden Noyan? Oturup ne zaman üzerime kurşun yağacağını düşünerek senin o kapkara hayatında korkuyla zaman geçirmemi mi? Bana gelmiş Çağdaş’ı soruyorsun. Çağdaş’ı yıllardır tanırım ve bir kez olsun bırak üzerine kurşun yağmasını ağzından silah lafı çıkmadı. Peki sen? Seninleyken olan neydi? Kaçıncı gündü üzerimize silah doğrultulduğunda?’ dudaklarımda ufak bir tebessüm vardı fakat aklımdaki Belgi bana tek şey söylüyordu. Gülümseyerek can veriyorsun kızım. Dudaklarında kanlı bir tebessümle için için tüketirken o uçurumdaki manzarayı izlemek yerine birkaç adım ötede bedenini atıyorsun aşağıya… Kimse görmüyor ama karşındaki adamın gözlerindeki hayal kırıklıkları uçurum oluyor sana.

‘Söyleyemediklerimiz öldürecek bizi Deran.’ Başını sallarken gülümsediğinde dudaklarındaki kırgın acının farkındaydım. Sertçe yutkunup bakışlarını bir kez daha gözlerimde gezdirdiğinde dudaklarını ıslatıp arkasını döndü. Bu kez bir kapıdan içeri girmedi, dışarı çıktı. Fakat geçen her günde bütün kapıları kalbimin bir tarafından girmek için zorluyordu, farkında değildi. O an bahsettiği gece için düşündüğümde bitmediğinin farkında olduğumu da görebiliyordum. O gece defalarca nefes almak adına açtığım pencereden aşağı atlamayı düşünmüştüm ben. Bu mecburiyetlerin arasında kalmışken tek kalemde silinmek istemiştim. Şimdi ardından bakarken dönmesini bekliyor, umut ediyordum ama bu aptallıktan ibaretti. Ağır bir harpten çıkan benliği öyle bir darbe daha almıştı ki benden, bir süre sonra bu da geçer desem bile ben kan kaybetmeye devam ediyordum.

Toparladığım, daha doğrusu toparlanmış gibi davranan ruhumla lavabodan çıktığımda Gökmen abiyle göz göze geldiğimde sertçe yutkunup ilerlemeye başladım. Benim için gece içerideyken noktalanmıştı zaten. Tekrar döndüğümüz büyük davet salonunda geçen zamanı yakalayamamıştım. Arada sırada Çağdaş’ın yönelttiği birkaç soruya cevap vermiş, içimdeki göz yaşı döken kadına inat gülümsemiştim. Gözlerim belli etmemeye çalışsa da aradığı Noyan’ı haliyle Gizay’ı da bulamamıştı.

İki saat daha aynı gürültü içinde kalan beynimle eve ulaştığımda bedenimi direkt olarak banyoya attım. Üzerimden parçalar gibi çıkardığım kıyafetlerden sonra saçlarımın arasındaki birkaç tokadan da kurtulduğumda açtığım duştan akan damlaların soğukluğunu önemsemeden girdim altına. Küvetin zeminine otururken bu gece haddinden fazla direnen gözlerime izin verdim. Başım dayanılmaz bir biçimde ağrıyordu ve bunun tek sebebi tuttuğum göz yaşlarımdı. Diz kapaklarıma alnımı yaslarken yine ve yeniden kalbimin gözlerimden çıkmasına müsaade eder gibiydi ağlayışım.

Yıkıntı içinde hissediyordum kendimi. Tepeme onlarca insan düşmüştü, onlarca hayat. Birini sevebilirken sevmemek zorunda bırakılmanın sancısı iliklerime kadar işliyordu. Yalnızdım, öyle yalnızdım ki kendimle baş başa kalmak bile tüketiyordu beni. Zihnimden bir türlü atamadığım Noyan’ın gözleri üzerimden geçiyordu. Bir ağır taşıt gibi tekerleri altında eziliyordu ruhum o bakışlarla. Dilimden dökülemeyen her bir söz boğazımda kilitleniyordu.

Halledememiştik.

O yatın loş ışığında Belgi olarak ummuştum olan biteni atlatabileceğimizi. Fakat her şeyi hallederiz dememize rağmen olmamıştı. Bu durumda halledilecek bir konu yoktu. Tek açık kapı ayrılıktı ve tüm benliğimi sömürmeye hazır şekilde bekliyordu. Bu hikayede ölümü değil ayrılığı kabul etmiştim. Ki bu ayrılık ölüm kadar acı veriyordu bana.

Sabahın köründe olan tezimle alakalı hocalarla görüşmem gerektiği için kalkıp akşamdan kalma şiş ve kırmızı gözlerimi toparladım. Tekrar uğraşmamak adına şirkette nasıl görüneceksem o şekilde kendimi hazırladım. Üzerimdeki yeşil elbise, ayağımdaki siyah uzun çizmeler, makyaj, saç derken güçlükle yetiştiğim görüşmede dahi kendimi toparlayamamıştım. Yolda denk gelen seyyar satıcıdan aldığım simit belki de tüm gün beni götürecekken radyoda çıkan şarkıya ağlamamak adına sonuna kadar açtım arabanın penceresini. Yüzüme istediği kadar rüzgar çarpsın içimdeki yangın yeri durmuyordu, durmasını da istemiyordum. İşin kötü tarafı ise suratıma çarpan rüzgar ateşin harlanmasına neden oluyordu. Son olarak ise kendimi geniş toplantı odasında buldum.

Oturduğum yönetim kurulu masasıyla beraber yüzümdeki ciddiyet aslında mutsuzluktandı, işe verdiğim önemden değil. Bir bir dolan sandalyelerde gözlerimi dolaştırırken derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Gelen herkesten sonra Zeren beye bilgi verilmiş olacak ki açılan kapıdan en son kendisi girdiğinde ayağa kalktık, bakışları uzun süre insanlarda gezse de en son benimle buluşurken memnun bir tebessümle masanın en başında olan koltuğa ilerleyip yerleşti. Sağ tarafında şirketin avukatlarından en ismi anılan kişi Pınar hanım, sol tarafında amcam Ferhat İmerler ve amcamın sol tarafında özel asistanı Gaye hanımla beraber ayakta olan bizlere eliyle oturmamız adına müsaade ettiğinde yerleştim koltuğa.

Ortalığa açılan birkaç uzun vadeli projenin detayları konuşulurken gözlerim sık sık Zeren beyde takılı kalıyordu. Olduğu konumda, sergilediği duruşla tam anlamıyla bir iş insanıydı. Fakat iş insanı olmasının ötesinde iyi bir aile babası olarak görünüyordu. Ben göründüğü ile yaşattığının farklı olduğunu bilirken arkada bekleyen sarışın, uzun boylu bir çalışanın önümüze bıraktığı dosyayla kendime geldim. Harelerim şeffaf dosya kapağında dolaştı önce. Yönetim kurulu, kabul metni olarak başlıklandırılmış yazıda büyük harflerle yazan ismim ve soyadımla beraber artık duruma odaklanmam gerektiğinin bilincine vardım.

‘Belgi hanım zaten bir süredir aramızda. Kendisiyle geçirdiğimiz oryantasyon sürecinde belirtmek isterim ki hiç yabancılık çekmedi.’ Genel müdür yardımcısı Ensar beyin açıklamasıyla derin bir nefes aldım, ‘Şirketin ilerleyen dönemlerinde bize çok büyük avantajlar katabilme potansiyelini de olan projelere sunduğu fikirlerden emin bir şekilde biliyorum.’ Onun açıklaması bitmiş gibi geriye çekilirken ellilerine yakın bir kadın hafifçe boğazını temizleyip kendine dikkat çekerek bedenini dikleştirdi. Zeren beyin avukatının hemen sağ tarafında kalan kadının ismi yanlış hatırlamıyorsam Tülay’dı. Yaşına rağmen bakımlı, kendinden emin ve ipin ucunu hiç bırakmayacak gibi duruyordu. Tam karşısında olduğum için belki de tebessümünü göstererek baktı.

‘Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz Belgi hanım?’ kaşları ciddiyetle havalanırken bende tebessüm ederek dikleştirdim bedenimi. Bunun olacağını biliyordum, bunun olacağını bir mesajla Zeren İmerler açıklamış ve kendimi hazırlamamı istemişti.

‘Soyadımın geçtiği bir kurumu yönetip yönetmemek adına mı ne düşünüyorum Tülay hanım?’ başımı sağ omuzuma hafifçe düşürdüğümde kadın pek tabi dercesine salladı başını.

‘Bunu benden daha iyi şekilde kimse yapamaz eminim ki. İnsanlar koltukları için varisler yetiştirirler, siz de bilirsiniz ki iş dünyası epey hırçındır ve kadınlara göre olmadığı düşünülür. Her ne kadar eşit şartlarda olan bir düzende görünsek bile. Fakat bugün burada olmanıza imkan sağlayan Zeren İmerler’in kızı olduğumu es geçmemenizi isterim. Sadece kurucu ortağın kızı olarak da aklınızda kalmak istemem açıkçası. Çünkü bundan daha önemli bir detay var. Ben yönetmek ve liderlik etmek için yetiştirildim.’ Derken sesim meydan okuyordu. Fakat bu meydan okuma baş kaldırıdan ziyade kendinden eminlik gibi gözüküyordu. Kaldı ki bir baş kaldırı ve isyan bile olsa odadaki Zeren bey dışında kimsenin sesi çıkmaz, kabullenirlerdi.

‘Yanlış bilmiyorsam tıp okuyordunuz, eğitiminizin tam olarak neresinde bunlar vardı?’ benden iki sandalye ileride oturan adamın sorusuyla dudaklarımı ıslatarak tebessümümü gülümsemeye çevirdim.

‘Üzerine epey eğitim gördüğüm eidetik hafızam ve kriz yönetme yeteneğim. Tıp camiasında olan herkes ölüm ve yaşam arasında bir kriz yönetmek zorundadır. Bunu eminim hepiniz tahmin eder ve bilirsiniz.’ Yanıtımla beraber adam başını sallayıp geriye çekildiğinde önümdeki dosyanın ikinci sayfasını çevirerek göz attım, daha sonra üçüncü ve dördüncü sayfa. Olağan halde birkaç soru daha Zeren beye iletilirken dosyayı kapatıp ters çevirdiğimde harelerim bütün insanlarda dolaştı. Kapıya en yakın noktada oturan, kırklı yaşlarına yakın adamın gözleri gözlerime takıldığında ise gelecek soruyu bekledim.

‘Üçüncü sayfa, kabul metninin on sekizinci maddesi sizi ürkütmüyor mu?’ daha önce selamlaşmadığım fakat bir toplantı esnasında Zeren beyin seslendiği isimden hatırlıyordum onu. Kim olduğunu, ne iş yaptığını net olarak bilmesem bile dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırıp derin bir nefes aldım. Dosyanın üzerine ters haliyle işaret parmağımı basıp ileri ittiğimde gülümseyerek adama tekrar döndüm.

‘Şirketimin tüm sorumluluğunu bu kadar kısa bir sürede üstlenmek ve kuruluşun bekasını sağlamak neden beni ürkütsün Tekin bey?’

‘Yaşınız genç, hala devam eden bir eğitiminiz var Belgi hanım.’

‘İş yaptığımız firmalara bir bakalım…’ kaşlarımı havalandırıp gözlerimi Ebru’ya çevirdiğimde elindeki iki sayfa olan uzun listeyi bir bir insanlara hızlıca dağıtmıştı ki devam ettim, ‘Gördüğünüz ilk sayfada bulunan holdingler iş anlaşmamızın devam ettiği kişiler. Yanındaki isim ve sayılar ise o şirketlerin birinci derece yöneticileri ve onların yaşları. İkinci sayfada ise henüz anlaşmamız olmayan fakat kısa süre sonra olacaklar var. Yine yöneticileri ve onların yaşlarıyla. İmerler holding genç kan seviyor, bunu kabul edelim.’ İki listeden de haberdardım, ilkinde olan insanların maksimum otuz beş yaşında olduğunu, ikincilerin ise yaş olarak daha büyük olduklarını ve neredeyse altmışa uzanan yaşlarda olduklarından haberdardım fakat asıl ayrıntı ikinci listedeki o yaşları büyük insanlar önümüzdeki beş sene içerisinde koltuklarını bugün bana olacağı gibi varislerine devredeceklerdi.

‘Bu şirketlerle nasıl iş kuracağız ve genç kan nerede tam olarak?’ Tülay hanım kaşlarını havalandırarak konuştuğunda gülümsedim.

‘İşte bunun için de ben gerekiyorum ve elbette önümüzdeki beş senede olacak varislere geçen koltuk teslim günleri.’ başımı onay verircesine sallamıştım ki gözlerim amcama takıldı. Bakışlarında gurur duyan bir ışıltı vardı. Çocuğunu tebrik eden bir parıltı öylece oradaydı. Destekleyen, yanımda olduğunu belli eden.

‘Pekala yeni genç yöneticilerin bizimle çalışmak isteyeceğinden nasıl bu kadar eminsiniz?’ ilk kez gördüğüm, masanın en sonunda oturan adamın sesiyle bakışlarım bu kez ona döndü. Dudaklarımda ufak bir tebessüm vardı ve o adamın gözlerinde de bugün söylediklerimi yapmamı içten bir şekilde dileyen bakışların farkındaydım.

‘Şirketlere ve isimlere gerçekten göz attınız mı? Veya o genç yöneticiler kimler olacak biliyor musunuz?’ sorumla adam öyle böyle der gibi başını oynattığında iç çekip dişlerimi gösterecek kadar gülümsedim.

‘Çoğu uzun yıllardır dostumdur ve pek tabi ben güven veren bir insanım. Uzun yıllardır dostum olmayanlarla ise sağlam iletişimim mevcut. Yani aramızda beis oluşturacak bir engel mevcut değil. Hatta ekseriyetle muntazaman ilerleyecek bir iş hukukumuz olacak.’ Gözlerim ilk kez gördüğüm adamdan çekilirken babamla çarpıştığında ondaki memnun halin hırstan olduğunu biliyordum. Kızı, son zamanlarda sık sık insanlara takdim ettiği kadın tüm yönetim kuruluna kendini göstermiş, bunu da basit fakat ezici şekilde yapmıştı. Dahası şu an hali hazırda olan yönetim kurulundaki insanların hepsinin yaş grubuna hitap edecek şekilde konuşmuştu. Yani Zeren İmerler’in kızı Belgi Deran İmerler, yirmi beş yaşında toy bir kadın gibi görünse de aslında kendinden yaşça büyükleri de, akranlarını da necip bir tafsilatla ikna edebileceğini netleştirmişti.

Avukat Pınar hanımın yönetim kuruluna oylama için zaman tanıdığı esnada çantamdaki telefonun titremesiyle çatılan kaşlarımı düzeltmeye çalıştım. Parmağımın arasına alıp çevirdiğim kalem duraksarken bakışlarım tarafsız görünmek adına oy kullanmayan Zeren beye kaydı. Bileğindeki saati düzeltir gibi kontrol ettiğinde gözleri direkt olarak beni buldu, yüzünde usul bir tebessüm vardı ve son anda enteresan bir gülümsemeyle gözlerini üzerimden çekti. Anlam veremediğim haliyle önce onun ardından amcamın önüne giden dosyaya ikisi de imzalarını atmış ardından da benim önüme dosya bırakılmıştı. Duraksayan kalemimi elime yerleştirip bende imzamı attım. Sırası üzerine insanlarda dolaşan sayfalardan sonra herkes bir bir elimi sıkıp tebrik ve hoş geldin dileklerini sunarak dışarı çıkarken benim harelerim arada sırada Zeren beyi buluyordu.

İlk elimi sıkanlardan olsa da herkesin çıkması için son ana kadar bekleyen babamla bana tekrar dönmesini seyrettim. Yine yüzünde o garip gülümseme oluştuğunda başını hafifçe onay verir gibi sallayıp çıktı dışarı ardından kapıyı örterek. Kimsenin kalmadığı toplantı odasında omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla koltuğa kendimi bıraktığımda yanlışlıkla üzerine oturduğum çantamı çekip telefonu çıkardım.

Bu telefona mesaj gönderecek tek kişi Gizay’dı. Ekrana basıp bildirimin açılmasını sağladığımda iki göğsümün ortasındaki yumruğu ve Zeren beyin gülümsemesini anımsadım. Dün geceyi anımsadım. Son günde Noyan’a giden davetiyeyi hatırladım. Bütün bunun büyük bir planın parçası olduğunu anladım. Dün gece benim infaz edildiğim bir davetti ve ben bunu parmaklarım arasından kayıp giden telefondaki mesaj sayesinde ancak anlayabilmiştim. Masaya tutunduğumda ellerimin titremesine engel olamadım.

Koruyamadım Belgi…

İçimi teslim alan fırtına kafamdaki kıyametle yarışıyordu. İçim iki kelimeyle intihar ediyordu. Beynim bu sarsıntının durması için yalvarsa da hiçbir vücut fonksiyonum onu duymuyordu. Nefesim kesilir gibi olurken gerçekten kesilmesini istiyordum. Şu dakika, tam da olduğum yere sonsuza kadar yığılmam gerekirdi. Öyle olmalıydı. Hemen şimdi.

Bölüm : 03.02.2025 01:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...