10. Bölüm

Bölüm 9

Ceren Öztürk
biceruvar

Selamlar... Kendisi uzun uzun yollardan gelse de beraber gördüğümüz 9. bölümümüz bu. 1.7K okunmaya ilk 8 bölümde ulaştık. Fakat ulaşmamıza rağmen hala yorum ve beğeniler iç açıcı değil. O kadar uzun zamandır emek veriyorum ki bu hikayeye üstelik koca sitenin ülkemizde engellenmesine rağmen sizlerin de bu emeği karşılıksız bırakmamanızı rica ediyorum.

Daha önce belirttiğim gibi bir web sitesi üzerinde çalışıyorum yakında sizlere açılış duyurusunu da yapacağım. Duyuruları ve daha fazlasını takip için de instagrama bekliyorum...

Instagram: BiCeruVar

 

--------------------------------------------------------

 

Zaman vicdansız bir canavar şimdi,

 

Ve sen, rica ederim canımı bir zırhla koru,

 

Çünkü ruhumun takati sende gizli sevgili…

Zaman, geçip gidiyordu. Zaman bir türlü bitmek nedir bilmiyordu. Beni o kadar köşeye sıkıştırmıştı ki akrep ve yelkovan arasında kalsam ancak bu kadar sirayet ederdi ruhuma acı. Zaman tam olarak üçü on altı geçiyordu ve ben akrep ile yelkovan arasında o bir dakikalık kısımda gibi hissediyordum. Zaman beni öldürmüyor da süründürüyordu. Hep mi bu kadar acımasızdı yoksa ben mi ilk kez bu acımasız hale şahit oluyordum? Bedenim kıvranıyordu, öyle kıvranmak ki iç organlarım bir kemirgen tarafından yeniyor, delik deşik ediliyor gibiydi. Fiziksel acı kaldırılıyordu, geçiyordu da mental acı? İşte o geçmiyordu. Nefes alamıyordum, çünkü nefesim az önce kesilmişti.

Allak bullak olan zihnim, kükremek isteyen dilim, saldırmak için an kollayan bedenim. Hepsi birbiri ile yarış halindeyken bir yerden destek almak istedim. Madem düşüp ölemiyordum ayağa kalkmam lazımdı. O sabaha karşı hıçkırarak dizlerim üzerine düşmüşken dahi beni ayağa kaldırmıştı çünkü. Zemine sağlamca basmalıydım. Koşmalıydım. Nereye, nasıl bilmem ama nefesim kesilene kadar koşmam şarttı. Parmaklarım masadan güç dahi alamayarak kayıp düştüğünde titremelerini önemsemeden eğilip aldığım telefonun ekranını aydınlatıp Gizay’ın attığı mesajı defalarca okudum. Defalarca, defalarca… Anlamak istemeyen beynim yüzünden başım dönerken titrememe rağmen arama motorunu açıp Noyan’ın ismini yazdığımda dakikalar önce girilen manşetlerde dolaştı gözlerim.

Akıl almaz saldırı!

Katliam gibi kumpas!

Ètoile Holding’in yası.. Daha onlarca buna benzer başlık. Hepsinde delik deşik olmuş, ezilmiş siyah bir spor araba ve altına son dakika olduğu belli edilmesi, dikkat çekmesi için kırmızı şeritle yazılmış kelimeler.

‘BABA!’ daha fazla zihnimdeki seslere ve tekrarlamalara tahammül edemezken bağırdığımda aldığım çantamla beraber harekete geçtim. Gülerek kapattığı o kapıyı duvara çarpacak şiddetle açtım. Bağrışım herkesi dumur etmiş bütün insanlar oldukları yerde kalıp toplantı odasından sinirle çıkan bana odaklanmıştı. Benim ise görebildiğim tek nokta vardı. İlerlediğim Zeren beyin odasına ulaşan yol. Odadan yeni çıkan Gaye hanımı itip içeri daldığımda elimdeki çantayı fırlatmam bir oldu. Ardımda kalan kapıyı gürültüyle örterken odada olan amcam bile şaşkınca oturduğu koltuktan ayağa kalktı.

‘Niye yaptın! İstediğini yaptım! Neden!’ babamın yakasına yapışırken belimden tutan kollar beni engellemeye çalışıyordu. Fakat duracak gibi de değildim, durdurulacak gibi de değildim. Karşımda öylece, abus suratıyla tepkisizce duruyordu. Ufacık bir mimik değişikliği yoktu fakat gözlerindeki o sinsi gülümsemenin bilincindeydim. Bu kadar kötü olamazdı, olmamalıydı. Böyle cani, umursamaz ve çektiğim acıdan zevk alamazdı!

‘Nefret ediyorum senden! Nasıl bir insansın sen!’ yumruğumu sertçe göğsüne indirdiğim sırada beni oradan kurtaran amcamla beraber kapıya yaklaşmıştım ki bedenimi silkeleyip ondan da kurtuldum.

‘Senden bu kadar nefret ettiğim bir an dahi olmamıştı şimdiye kadar!’ geldiğim şiddetle fırlattığım çantamı alıp dışarı çıktığımda akan gözyaşlarımı da elimin tersiyle temizledim. Adımlarım koridordan asansöre ilerlerken kapısının açık olduğunu fark ettiğimde bir kez daha bağırdım, ‘Bekletin asansörü!’ hemen dibinde duran minyon kadın tuşta elini tuttuğunda hızlı adımlarla kabine girerek otoparka bastım. Beni bir şeylerin sakinleştirmesi şarttı. Bir şeylere sarılmalıydım hep yaptığım gibi. Belki de insan en ulaşılabilir şeyle sakinleştiği için olduğum ortamı önemsemeden titreyen ellerimle çantamdan sigaramı çıkarıp ateşledim. O da bir halta yaramıyordu. Nikotin sinir harpleri esnasında iyi gelirdi ama şimdi bir boka yaramıyordu! Çünkü sinirli değildim! Sinirli değil, cenaze gibiydim!

Canı diyerek kaçtığım adamın canı için ona koşuyordum. Kendi ruhumdan da onun ruhundan da koca bir yara açmışken tüm bu olanları aklım almak istemiyordu. Her şeyin anlamını yitirmesi böyleydi belki de. Çabaladığım her şeyin yıkımında kalmıştım. Yaşasın istemiştim, uzakta ama yaşasın. Tek istediğim buydu benim. Bir yası daha kaldıramazdım. Ona dair temelli bir vedayı, aldığı nefesin artık yok olmasını kaldıramazdım.

Açılan asansör kapısından çıkıp hızlı adımlarla ilerledim otoparkta. Parmaklarım arasındaki sigaradan bir umut tekrar nefeslenerek bindiğim arabayla sıkı sıkı tuttuğum telefondan Gizay’ın ismine dokundum. Buz gibi olan ses tonuna dair tek kelime bile söyleyemezdim. Zaten Gizay’da fazla bir şey söyleyemezdi. Ses tonu dahi bitikti ve sadece hastane ismini verdiğinde çıktığım otoparktan oraya kadar nasıl ulaştığımı bile bilmiyordum.

Saat üçü kırk geçiyordu. Akrep ve yelkovan beni tekrar sıkıştırmak için ilerliyordu. Zaman lanet olsun ki durmuyordu! Bakışlarım bomboş etrafta dolaşırken insan yoğunluğunun olduğu tarafa ilerlettim adımlarımı. Koridor boyunca olan polisler, korumalar, hastane personeli… Dizlerim titriyordu. Zihnim, varlığım, hatta o kadar ki ruhum, neyim varsa hepsinin dizlerinin bağı çözülüyordu. Önüme geçip beni durduran adama baktım. Korumalardan biriydi. Önümde durmakta haklıydı çünkü şu dakika Noyan’ı koruması gereken kişi bendim. Benden korumalıydı onu çünkü tüm bunların sebebiydi babam Zeren İmerler’di.

Normal insanlarda yetişkin ve sağlıklı ise altmış ile yüz arasında, sporcularda ise kırk ila altmış arasında normal atış olarak kabul edilen kalbim tüm ruhumu sarsacak kadar şiddetliydi. Belki de yüzün üzerindeydi, belki de bir taşikardi geçiriyordum fakat bunu önemseyecek kadar kendimi sevemiyordum. Karşımda koca cüssesiyle duran adamı normalde bir kedi gibi parçalara ayırabilecek donanıma sahipken cümle dahi kuramıyordum. Aklım durmuştu sanırım. Zihnim öyle bir çıkmaza girmişti ki dilim açılıp Noyan diyemiyordum. Dudaklarım asla ama asla buna izin vermiyordu. Fakat içimde öyle bir ses vardı ki çığlık çığlığa ismini haykırıyordu.

‘Yalçın!’ Gizay’ın bariton sesini duyduğumda yapılı bedenin önümden çekilmesiyle onu buldu harelerim. Bitmişlikle iki adım daha atmaya zorladım kendimi ancak gözlerindeki yorgunluğu fark edip duraksadım. Gizay bu kadar yorgun bakmazdı. Gizay bu kadar bitmiş, dibe çökmüş, mahvolmuş bakmazdı. Gizay bu kadar vazgeçmiş bakamazdı.

‘İyi de ne olur…’ gözyaşlarım yanaklarımda yine yollar oluşturmaya başlarken kendini bırakan ellerimden çantam da telefon da düştü. Eğer Gizay gelip sarılmasa bende onların yanına düşerdim. Oradan da muhtemelen direkt olarak mezarlığa gönderilirdim. Öyle yok hissediyordum kendimi. İçimdeki ateş sönmek yerine daha da harlanıyordu. Dört bir yana sırça gibi dağılıyordu kalbimin parçaları. Biraz direncim olsa hastane gözetmeksizin sinkaf dolu laflarımı savurur, azade deliliğimi ortaya çıkarıp Noyan’ın rayihasını ciğerlerime doldurmak için ortalığı alt üst ederdim.

‘Bilmiyorum. Ben sinyal aldım, cevap vermedi telefona, aradım ama açmadı, kısa bir süre sonra ambulans doktoru aradı, görmedim. Göstermiyorlar.’ Omuzumun üzerinden çekilirken başını ne yaptığını bilmezce sallarken yutkunmaya çabaladım. Direnemiyordum. Asla ama asla direnemiyordum ve sadece şu an sağlam durup Noyan’a sarılmak geçiyordu içimden. Kalbim paramparça harap bir halde ortalarda dolaşmamalıydı, eğer Noyan’a bir şey olursa zaten acısı tüm benliğimi kavuracakken bir de vebali, benim yüzümden yaşadıkları. Son kez onu gördüğümde olan bakışları düştü aklımın kuytu köşelerinden önüme. Acıyla kıvranmıştı o puslu mavileri. Yarım gülümsemesiyle kıvrılan dudakları umutsuzlukla kasılmıştı. Cümleleri içimde sağa sola çarptı, dengesini bulamadı kulaklarımda çınladı. Ben bu kadar acıyı boşuna çekmedim tamam mı! Şu siktiğimin hayatında öyle veya böyle bir şeyler yolunda gitmek zorunda! O gece ben kaç kez ölebilirim onu hesap ettim. Söyleyemediklerimiz öldürecek bizi Deran. Düşünmek koca bir savaş alanına çevirdi beynimi, düşünmek kanlı bir vahşete yol açtı içimde. Noyan’a bir şey olma düşüncesi karın boşluğuma sert bir yumruk darbesi gibi indi, midemi bulandırdı. Son cümlesi tekrar etti yine… Söyleyemediklerimiz öldürecek bizi Deran.

Çıkan gürültülü sesler, Denker abinin Noyan diye ortada bağırması, Şanze’nin göğsündeki eliyle hıçkırarak ağlaması hepsi birbirine girerken dizlerim daha fazla direnmek istemedi. Gizay bedenimi sabit tutabilmek adına beni duvara doğru çektikten sonra Şanze’yi yakaladı fakat gözlerim koridorda olan birçok kapıda geziniyordu. O kapının ardında olan mücadele bana tanıdıktı, o kapıların herhangi birinin ardında bende mücadele vermiştim, başka insanların sevdikleri için… Şimdi, burada, böylece dururken anlıyordum ki orada görev olarak görmek için çaba harcadığım zamanlarda dışarıdakilerin hali benden çok daha kötüydü. Duvarları yıkmak, kapıları kırmak, cam çerçeve indirmek isteyecek kadar fakat bunları yapacak gücü bir yana bırakalım parmağını kıpırdatamayacak kadar acıyordu canım…

Yaslandığım duvardan omuzum kayarken zeminin soğukluğuna oturduğumda içimdeki ürperti üşümekten değil, Noyan’ın bir kere daha elini tuttuğumda bu kadar soğuk hissedebilme ihtimalindeydi. Kimse açıklama yapmıyordu, bir Allah’ın kulu çıkıp iyi veya kötü demiyordu. Çünkü içeride onun canı için savaşıyorlardı.

Dakikalar geçiyordu, belki yarım saat belki de bir saat olmuştu fakat tek bir cümle yoktu ortada. Çünkü buradaki bizim bilgimizin olmasından daha önemli bir konuydu yaşaması. Müdahale edildiğini bilsem de bu sessizlik, üstelik böyle gürültüler içinde beynimi kemiriyordu.

Kızgındım…

En çok Noyan’ı sevdiğim için kendime kızgındım. Neyin hayalini kurduysam onunla imtihan edilişime kızgındım. Gitme diyemeyen dilime kızgındım. Yalan söylüyorum diye açıkça itiraf edemeyen bileklerimdeki bağlara kızgındım. Bu yolun çıkışına kızgındım. Tüm evrene, dünyaya, sağıma, soluma hepsine kızgındım.

Fakat Noyan’a kırgındım.

Eğer bu savaştan mağlup ayrılırsa ona ölene dek kırgın olacaktım. Hakkım yoktu ama öyle olacaktım.

Kendimi daha fazla kandırmaya hevesim de niyetimde yoktu. Noyan’ın artık olmayışı kendimi kandıracağım bir konu olarak ele alınamazdı. Pencereleri, duvarları, tüm kolonları derbeder bir evde yaşanır demek kadar absürt olurdu. Seni bu çukura gömeceğiz ama nefes almanın bir yolunu bulacaksın diyenlere gülümsemek kadar saçma olurdu. Aklımdaki hengameden tek parça çıkmaya çalışırken önümde durmuş bir çift siyah klasik ayakkabıyla çatıldı kaşlarım.

‘Sensin sebebi.’ Bugüne kadar asla kulağıma değmemiş erkek sesiyle başımı kaldırdığımda dolu olan gözlerim yüzünden görüntü de net değildi. Duvardan destek alıp zorlukla kalkmaya çalışırken o siyah ayakkabıların sahibiyle arama set kuran kot gömlekle karşı karşıya kaldım.

‘Ne işi var bu kadının burada?’ o bilmediğim, yüzünü görmeye fırsatım dahi olmayan ve tanımadığım adam her kimse Denker abiye hesap soruyor gibiydi. Fakat bana yönelttiği cümleden çok daha naifti ses tonu.

‘Çizgilerimizi koruyup konuşalım-‘ diyen Denker abinin arkasından çıkmak için hamlede bulunduğumda son kelimesi olduğum yerde kalmamı sağlamıştı, ‘Baba.’ Bugüne kadar araştırmadığım hatta doğru düzgün varlığından dahi bahsedilmemiş, bir kez davette Şanze’nin yanında gördüğüm Kubilay bey. Kubilay Visam.

‘Kardeşinin sebebine çizgi mi koyacağım bir de Denker.’ Derken sesine karışan hüzün ve sinir haklılığını çığlık çığlığa bağırıyordu bana. Bir gün, bir yerlerde, amcam dışında bir babaya hak verme ihtimalim aklıma gelmemişti ama şimdi uzun hastane koridorunda bunu yaşıyordum. Kubilay beyin canının yandığını hissediyordum, Kubilay beyin korktuğunu biliyordum, güçlü kalmaya çalışan o duruşuna rağmen Kubilay beyin yıkıldığını tüm hücrelerimle anlıyordum.

‘Kardeşim öyle olmasını isterse ve ben bunu bilirsem… Evet, çizgini de, haddini de koruyacaksın.’ Az önce nefesi kesilircesine kardeşinin ismini bağıran o değilmiş gibiydi Denker abi. Sanki dakikalar önce korkuyla kavrulan adam o değilmiş de başkasıymışçasına bir zırh hatta duvar gibi duruyordu.

‘Atın şunu dışarı.’ Kubilay beyin kendinden emin sesini duyduğumda yanıma yaklaşmak adına hamle yapmış adamlardan birini Denker abi anında elini havalandırıp durdurdu.

‘Ona dokunan olursa köpeklere yem ederim.’ Derken gözleri hala Kubilay beyde iken usulca kolunu tuttum.

‘Abi.’ Fısıldarcasına olsam da Denker abinin tek kelime etmesine fırsat kalmadan sağ tarafımdaki Gizay kolunu sırtıma sarmış olduğum yerden çıkmamı sağlayarak koridorda ilerletmişti.

‘Haklı, oğlu canıyla-‘

‘Benim gördüğüm tek haklı Noyan. Eğer burada olsa, yanımızda, onun yapacağı da aynısı.’ İlerlediğimiz belki de üç metre sonrasında duraksadığımızda gözlerim hala karşı karşıya duran Denker abi ve Kubilay beye döndü. Eğer biraz olsun kafam yerinde olsa dudaklarını okur ve bana ettiği hakaretleri ayırt edebilirdim. Ancak muhtemelen tepki vermezdim çünkü ben Gizay ve Denker abinin aksine onun haklı olduğunu düşünüyordum. Oğlu içeride belki de çırpınırken onu bu hale getiren adamın kızıyla aynı şehirde bile nefes almak istememesi doğal bir durumdu. Ben olsam sadece karşısında durmaz siktiri çekerdim.

‘Belgi hanım.’ İsmimi seslenen kadınla gözlerim hızlıca hemşireye döndüğünde ellerindeki eldivende olan kanla sertçe yutkunup ona yöneldim. Kimi aradığını bilir gibiydi hali, hatta o kadar ki rota şaşmadan bana bakıyordu.

‘Noyan beyi operasyona almak zorundayız ama kabul etmiyor, sizi görmek istiyor.’ Dediğinde devam eden göz yaşlarımla tebessüm ederek başım salladım. Bir adım atmıştım ki kolumu yakalayan Gizay’a döndü harelerim. Yüzünde ufak bir tebessüm ama taşmak üzere olan gözleriyle derin ve titrek bir nefes aldı.

‘Tehdit et onu, oradan sağ salim çıkmazsa affetmeyeceğini bilsin. Bende affetmem.’ Dediğinde gülerek başımı salladım. Hemşire az önce çıktığı kapıya yöneldiğinde bende onunla beraber içeri girmiştim ki omuzlarıma dökülen saçlarımı bir çırpıda toplayıp uzattığı eldivenleri geçirdim parmaklarıma. Başında büyük bir doktor kalabalığı olan yatağa yaklaştığımda nefesimi kesen o mavilerle çakıştı harelerim. Mimiklerinde acı çektiğine dair ufacık bir kıpırdanma olmasa da alnında ter birikmiş, dudaklarında da yorgun bir tebessüm belirmişti. Uzatmaya çalıştığı elini yakaladığımda sert öksürüğü yüzünden buruştu yüzü.

‘Eldiveni çıkar.’ Derken zorlandığı her halinden belliydi, bunu yapmamalıydım, bunu onun sağlığı için yapmamalıydım ama parmaklarındaki sıcaklığı hissetmek istedim. Teninde hala bir yaşam belirtisi olduğunu açık gözlerine rağmen tenime de kanıtlamam şarttı, belki de sadece bu yüzden hızlıca eldiveni çıkardığımda sertçe yutkunsa da çıplak elimi sıkıca tuttu ‘Ağlama şimdi de.’ Başımı onay verircesine sallarken eldivenli elimin tersiyle gözlerimi sildiğimde dudaklarında ufak bir tebessüm belirdi yeniden.

‘Bu yüzden miydi?’ sorusuyla kaşlarım çatıldığında bedenini işaret etmişti ki gözlerimi sımsıkı kapattım.

‘Özür dilerim…’ fısıldadığım esnada bakışlarımı tekrar gözlerine çevirdim. Bedeninin birçok noktasına tampon yapıyorlardı. Sol kolunda üç ayrı noktadan, karnının sol tarafından ve sol bacağından kan kaybediyor, saldırı esnasında internette gördüğüm fotoğraflara bakılacak olursa takla atan araç yüzünden açılmış kaşında kurumuş kan duruyordu. Bütün bunlara müdahale ediliyordu fakat asla acımıyor gibi mimiği kıpırdamıyordu. Acımadığı için değil, o an o ortamda olduğum içindi bu çünkü gözleri arada kısılırken puslu mavileri kıvranıyordu.

‘Bekle, beraber yıldızları sayacağız.’ Dudaklarındaki tebessüm hala yerli yerindeydi. Bakışlarından acı çektiği anlaşılsa da başımı onay verircesine salladığımda sertçe yutkundum.

‘Seni tehdit ediyorum, eğer söz verdiğin gibi yıldızları saymak adına gelmezse seni asla affetmem. Gizay’da affetmezmiş. Gel, tamam mı? Sonra ben kendimi affettireceğim.’ Derken başımı birkaç kez salladığımda gülümsedi fakat karnına baskı yapan sağlık görevlisiyle sıkıca yumdu gözlerini. Sıktığı çenesi yüzünden dişlerinin gıcırtısını dahi duyduğumda geri çekilmek adına hamle yapsam da tuttuğu elimdeki parmaklarını sıkılaştırdı.

‘Affettim Tanrının hediyesi ama geleceğim sadece sen affet diye...’ dedi kasılıp kalmış sesiyle, ‘Anlayamadım, affet diye.’ Diye devam etti acı soluğunu bırakırken, ‘Fakat fikrim değişti.’ Halsizleşmeye başlayan sesini kendine getirmeye çabaladı ama olmadı, ‘Ölmeden bir dakika önce Deran…’ hıçkırığımı tutmak için belki de nefesime izin vermedim, boğazımı da gözlerimi de yakmasına rağmen tuttum, ‘Altmış saniyenin hepsini seninle geçirmek istiyorum.’ Sımsıkı tutan elinin üzerini baş parmağımla hafifçe okşadığımda elimde olmadan başımı onay verircesine salladığımda iç çekmiştim ki Noyan’ın bakışları canla başla çabalayan insanlara döndü.

‘Gidelim.’ Dediğinde kopan parmaklarımızla beraber bu anı bekler gibi duran tüm hastane personeli harekete geçti. Odanın içinde bulunan bir başka kapıdan yatağın geçmesini sağladıklarında yanımda kalan ve haber veren hemşire bana dışarıyı işaret edince yutkundum. Dışarı çıkar çıkmaz herkesin gözleri üzerime dönerken benim bakışlarım Gizay’la çarpıştı. Adımları hızlıca yanıma yaklaşırken bedenimi kendine çektiğinde gülsem de hıçkırıklarım göğsünde patladı. O ana kadar nefesimi tutmaya devam ettiğimi fark etmezken, içeride tutmaya çalışıp beceremediğim o zehir boğazıma baskı kurmuş dışarı çıkmak için birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Gelecekti, söz vermişti, gelmek zorundaydı.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama yanıma oturan bedenle beraber tavanda olan gözlerimi aşağı indirdim. Bakışlarım Simay’ın tedirgin haliyle karşılaşırken hüzünlü gülümsemesiyle baş parmağı sol gözümün altını sildi. Onunla en son bir hastanede karşılaştığımızda ve ben o hastanenin bir odasında yatarken Arıkan’ı kaybetmiştik. O gün tıpkı bugün olduğu gibi sessiz bir çığlık vardı koridorlarda. O gün de canım çok acıyordu fakat şimdi canım parçalanıyordu. O gün o ameliyathanedeki Arıkan’a koşarak gidip sarılmak istemiştim, şimdi Noyan’ın teni soğumasın diye dua ediyordum.

‘İyileşecek biliyorsun değil mi?’ titreyen sesiyle umudumu tekrar bulmuş gibi dudaklarımı birbirine bastırdım sıkıca.

‘İyileşecek.’ Derken başımı onay verircesine salladığımda gözümden bir damla daha yanağıma doğru yol çizdi, ‘Sen neden geldin? Bir de senin başın-‘

‘Babam gönderdi. Halledecek o. Ne olduğunu başta kavrayamamış ama anlayınca aradı, yanında olmamı istedi.’ Dediğinde içime sığmayan nefesimle beraber derince soluklanmaya çabaladım. Simay gülümseme çabasında olsa da bir anlam ifade etmeyeceğini anlayarak kolumu okşayıp dudaklarını ıslattı, ‘Hadi gidip elini yüzünü yıkayalım, üzerini de değiş. Benim eşofmanlardan getirdim.’ Arkasında kalan sırt çantasını işaret etti.

‘Çıkana kadar gitmek istemiyorum.’ Derken omuz silktiğimde Simay’ın gözleri önce Denker abi ve onun omuzuna başını yaslamış Şanze’de gezindi. En son koridorda bizden en uzaktaki Kubilay beye baktığında tekrar bana döndü.

‘Hava almak iyi gelecektir. Ben Denker abiyle konuşayım, bir gelişme olursa arar bizi. Bir sigara içersin. Bak ellerin titriyor.’ Açıklamasıyla gözlerim dizlerimin üzerinde duran parmaklarımı bulduğunda titremesini fark etmesem de nikotin istediğimden olduğunu zannetmiyordum. Simay yine de yanımdan usulca kalkıp çekingen adımlarla Denker abiye yaklaştığında Şanze’nin önünde diz çökerek saçlarını okşadı. Şanze başını abisinin omuzundan kaldırdığında ise yeni durulmuş ağlaması tekrar kendini göstermişti. Kollarını önünde diz çökmüş Simay’a sararken o da karşılıksız bırakmadığında Denker abiye birkaç cümle söyleyip Şanze’nin de koluna girerek ayağa kalkmasını sağladı. İkisi de bana yaklaştığında kenardaki sırt çantasını alıp uzattığı elini tuttum.

Simay durumlara daha soğuk kanlı yaklaşırdı, belki de daha güçlü dururdu. Tam olarak bilmesem de bazen insanların mizacının farklı oluşu çok şeye yardım ediyordu. İlerlediğimiz koridordan dönüp hastanenin bahçesine çıkmak için danışmayı geçtik. Kapıya en yakın banka oturduğumuzda çıkardığı sigara paketinden iki dalı bize uzatmış bir tane de kendi yakıp hemen önümüzdeki çimenlere bağdaş kurdu.

‘Siz böyle sürekli ağlıyorsunuz ya, gözleriniz şişecek. Sonra Noyan kendine gelince ikinize de fırça atacak. Bence yani… Abini tanıyorsun sonuçta?’ kaşlarını havalandırıp Şanze’ye odaklandığında onun artık baygın bakmaya başlayan gözlerine rağmen dudakları ufak bir tebessümle kıvrıldı.

‘Doğru çok kızar. Ama…’ derken iç çektiğinde alt dudağı da çoktan ağlamaya hazır şekilde büküldü, ‘Çıkacak değil mi? Kendine gelecek abim.’

‘Söz verdi.’ Derken benim de bakışlarım Şanze’deydi. Gözleri hızlıca bana dönerken ağlamaktan daha da açılmış yeşil hareleriyle gülümsedi.

‘Sana söz verdiyse tutar. O bir söz verdiyse tutar. Muhakkak yapar söylediğini.’ Başını ardı ardına sallarken önünde birleştirip oynadığı elini bırakarak benim elimi yakalayıp bedenini çevirdi, ‘Çok yarası yoktu değil mi? Abim çok yaralandı Belgi abla, eğer birkaç taneyse bir şey olmaz ona.’

‘Bilinci yerindeydi Şanze, beni kendisi istedi yanına biliyorsun.’ Tenimdeki parmaklarını diğer elimle yakalayıp okşadığımda dudaklarındaki tebessüm daha da yerli yerine oturmuştu.

‘Böyle şeyler olduğunda, filmlerde falan insan hep özlediklerini görür ya hani.’ Derken dudaklarındaki tebessüm silinmeye başladığında sertçe yutkunup dudaklarını ıslattı, ‘Öyle olmaz değil mi? Özlediklerini görmez.’ Konu hakkında en ufak bir fikrim olmadığı için dudak büktüğümde avucumun içindeki parmakları sıkıca kavradı elimi, ‘Annemi çok özledi, söylemedi hiç ama biliyorum. Eğer görürse bırakmaz ki peşini. Onunla kalmak ister. Olmasın öyle, hepsi senaryo sonuçta, gerçekte olmaz, olmasın.’

‘Söz verdi.’ Kelimelerim tükenmişken aklıma gelen tek çıkış noktası beni şu an durmaya zorluyordu. Cümlem üzerine başını salladığında şakağını omuzuma yasladı.

‘Söz verdi abim. Sözünü tutar o.’ Mırıldanmasıyla saçlarını okşadığımda içmeyi dahi unuttuğum sigaradan son bir nefes çektim. Yanımızda duran çöpe söndürdüğüm izmariti attıktan sonra Simay ayaklanıp yine ikimizi harekete geçirdiğinde bulduğumuz boş odada Şanze’ye de bana da üzerimizi değiştirmişti. Girdiğimiz lavaboda yüzüme simsiyah izler bırakan makyajımı da yıkadığımda çıktığım koridorda ilerleyerek sola dönüp danışmaya çıktım. Gözlerim yerdeki karoları incelediği esnada başımı kaldırdığımda göz göze geldiğim Gökmen abiyle ayaklarım yere çivilenmiş gibi kaldı. Üzerindeki siyah gömleğin sol kolu sıyrılmış, kolunu kıvırarak diğer elindeki telefonu cebine yerleştiriyordu. Yanına yaklaşmaya başlarken telefonu bıraktığı elini kaldırıp saçımı okşadı.

‘Teşekkür ederim.’ Dudaklarım tebessüm ederken o da gülümseyip derin bir nefes aldı.

‘Teşekkür edecek bir durum yok, insanlık görevimi yaptım…’ dediğinde başımı onaylarcasına salladım. Gökmen abi yıllar önce, ben belki de on altı yaşındayken iki yaşındaki kızı Kayra’yı ve gözünün içine baktığı her anda gülümsediği eşi Gülendam ablayı bir trafik kazasında kaybetmişti. O günlerde böylesine gelişmiş bir haberleşme ağı olmadığı için aslında kan kaybından ölmüştü karısı da kızı da. Ve yıllardır eğer ki imkanları el veriyorsa ne zaman bir haber görse, kana ihtiyaç olsa o zaman koşar hastaneye giderdi. Tıpkı şimdi, Noyan için burada olması gibi.

‘O saldırıda bende vardım Belgi. Bunu ondan değil benden duy isterim.’ Diye devam ettiği cümlesiyle kaşlarım anlamaz halde çatıldığında iç çekerek gülümsemeye çabaladı, ‘Elimden bu kadarı geldi, hedefi bu kadar ıskalamalarını sağlayabildim. O suikast de olduğum için kızacaksın bana ama mecburdum.’ Omuz silktiğinde omuzuma doğru düşürdüğüm başımla diyecek kelime bulamamıştım, ‘Bir süre eve gelme, amcanlarda kal olur mu?’ saçımı bir kez daha okşadığında hastanenin kapısına ilerlemişti ki arkasından bakarken dudaklarımı ıslattım.

‘Gökmen abi!’ duraksayıp tekrar bana baktığında gülümsedim, delicesine çıldırmam gereken duruma gülümsedim, ‘Teşekkür ederim. Her şey için.’ Dediğimde başını sallayıp çıktı kapıdan. Onu belki de en iyi ben anlardım. Eğer bugün burada veya herhangi bir yerde Gülendam ablayla ve Kayra’yla beraber olsaydı onlar çok daha iyi anlarlardı fakat ikisi de bu dünyadan çekip gittikten kırk gün sonra evden bahçeye inen merdivenlerde oturduğum esnada yanıma gelmişti Gökmen abi. O kırk gün boyunca Gökmen abiye herkes saygı duymuş, o ise tek kelime etmemişti.

Günler sonra elimdeki kağıt parçasından kayık yapmaya çalıştığım sırada sağ tarafımda bana kocaman gelen cüssesiyle kağıdı almış, kayığı yapmış ardından bana uzatmıştı. Yine tek kelime etmemişti fakat ben ona haftalar sonra ilk kez ‘İyi misin?’ diyebilmiştim. Bakışları o ortada duran koca çam ağacından ayrılmazken gülümsemeye çalışmıştı. Dudaklarındaki acı tebessümü çok iyi hatırlıyordum. Göz ucuyla bana bakıp tekrar çam ağacına odaklandığında koca iç çekişinden anlamıştım içinin yandığını, ‘Şems-i Tebrizi demiş ki; Kader, yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir. Ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse, ne hayatın hakimisin ne de hayat karşısında çaresiz.’ Demişti. Kırk gün sonra dudaklarından dökülen sadece bu olmuştu. O kırk birinci gün bana Şems-i Tebrizi’nin sözlerini söyledikten sonra da sessizliğiyle anlaşmalı bir beraberlik sürdürmüştü. Şimdi de o anlaşmalı sessizliğiyle olan ilişkisini gerekli seslerle sadece mecbur kaldığında buluşturuyordu.

Hala hastanenin orta yerinde danışmada olduğumu fark ederek ameliyathanenin koridoruna döndüm. Simay’ın oturduğu yere ilerleyip kendimi bıraktığımda bakışlarımı da kapıya dikmiştim. Uzun zaman geçmişti, bana yıllar gibi geliyordu, o kadar içim sıkılıyordu ki asırlar geçti deseler şaşırmazdım fakat o kapı kapalı halde öylece duruyordu. Hastane içinde sürekli hareket olsa da ben seslerden bile soyutlanmıştım. Derin bir nefes aldığım esnada açılan kapıyla beraber hızla kalktım ayağa. Adımlarım herkes gibi doktora yaklaşırken gözleri hepimizde dolaştı.

‘Beş kurşun çıkardık, çok şükür hiçbiri hayati organlara isabet etmemiş. Kan desteği sağlıyoruz, bir süre uyutacağız, herhangi bir komplikasyonla karşılaşmamak adına. Saldırı esnasında aracı takla attığı için travma olasılığına da baktık fakat bir problem gözükmüyor. Uyandırana kadar yoğun bakıma alacağız Noyan beyi. Geçmiş olsun.’ Açıklamasıyla içimdeki o sıkıntı ve sakinlik birbiriyle mücadele içine girmişti. Tuttuğumu dahi fark etmediğim nefesimi bırakıp gülümseyerek gözlerimi kapattım. Sözünü tutmuştu, sözünü an sapıtmadan tutmuştu.

Ameliyat biteli, Noyan yoğun bakıma alınalı tam yirmi dört saat olmuştu. Doktorun açıklamasının ardından gözüme çarpan duvardaki saatten biliyordum. Bir gündür akrep ve yelkovan beni sıkıştırmaya çalışıyor, ben ise onlardan kaçma çabasına giriyordum. Zamandan öyle tiksinmiştim ki artık saate dahi nefretle bakıyordum. Dün bu saatlerde, akreple yelkovan akşam sekiz otuz sekizi gösterdiği esnada açıklaması bitmişti doktorun.

Bugün aynı hastanenin bir başka duvarındaki saate de aynı zaman dilimi vardı. Olan yirmi dört saat içerisinde herhangi bir aksilik yaşanmamış, Gizay bütün hastanenin çevresine ve koridorlarına bir ordu adam yığmış, Şanze Noyan’ın asla hastanedeki kıyafetlerle rahat edemeyeceğini ve buranın yemeklerini yemeyeceğini söyleyerek Noyan’ın evine gitmiş eşya ve doktorun onayından geçen yemeklerle geri dönmüştü. Uyandırılma sürecinin ne zaman olacağını bilmiyorduk fakat herkes bir şekilde elinden geleni yapmıştı. Denker abi ne olursa olsun Noyan gözünü açmadan içinin rahatlamayacağını belli eder halde kenara çekilmişken, Kubilay bey ortadan kaybolmuştu. Bir ara Simay eve döneceğini fakat amcamın burada olduğumdan haberdar olduğunu, bana birkaç parça kıyafet getirip Zeren beyi de onlarda kalmama ikna edeceklerini anlatmıştı.

Ne olup bittiğini bilmiyordum. Zeren bey ne tepki vermişti, evde çıldırıyor muydu ufacık fikrim yoktu. Fikrim olacak olsa umurumda mıydı? Hiç zannetmiyorum. Gözümün tek gördüğü hastane duvarındaki saatken koridorda olan hareketlenmeyle beraber kısa süre içerisinde doktor baş selamı verip yoğun bakım ünitesine girdi. Gözlerim Denker abiye döndüğünde onun birbirine birleştirdiği avuçlarıyla alnını parmaklarına yaslayarak gözlerini kapattığını gördüm. Tepki dahi vermez halde olduğum yerde kalırken Şanze ayağa kalkıp ortada birkaç tur atmaya başladı. Dünden beri doktorun yoğun bakımda geçirdiği sürecin yaklaşık bir saate yakın olduğunu öğrenmiştik. O yüzden belki de olduğumuz yerde sabit kalmamız garip gelmiyordu. Artık gücümüz de kalmamış olabilirdi.

Bu kez bir saati aşan süreyle beraber doktor kapıda göründüğünde yanıma yaklaşan Gizay’la o tarafa yöneldik. Hepimiz ağzından çıkacak tek kelimeye bakıyorduk. Denker abi oturduğu yerden kalkacak gücü dahi kendinde bulamazken doktorun gülümsemesi bize çoğu şeyin iyi olduğunu söylüyordu aslında.

‘Noyan beyi uyandırmaya karar verdik. Değerleri çok iyi. Uyandırıp daha sonra normal odaya alacağız.’ Şu bir gün içerisinde olan en gerçek gülümsememle etrafa baktığımda Denker abi derin bir nefesle dizlerinden destek alıp ayağa kalktı. Kolunun biriyle Şanze’yi kendine çekip, diğeriyle beni çektiğinde başımı geriye attım. Söylenince çok küçük gelen o yirmi dört saat bize ecel gibi gelmişti. Öyle ki bizden milyonlarca parça söküp almıştı. Bakışlarım Gizay’a kaydığında tavana kaldırdığı başı yüzünden şakağına süzülen yaşı fark ettim. Dudaklarından kelimeler dökülüyordu fakat o kadar sessizdi ki ayırt dahi edemezdim. Denker abinin kolunun altından çıkıp Gizay’ın boynuna sarıldığımda kolları sıkıca belime dolandı.

‘Cenker’in benimle Yıldız teyze. Çok şükür ki verdiğim sözü kimsesiz bırakmadı, oğlun benimle.’ O fısıldamaları omuzumun üzerindeki başı sayesinde anlam kazanırken iç çektiğinde sırtını okşadım. Burada, koca hastane ve onlarca sağlık çalışanı arasında, herkesin gözleri önünde defalarca ölmüştük. Kimse görmemişti ama hepimiz bir bir ölüp tekrar dirilmiş ve yeniden ölmüştük. Fakat Gizay, o kendi içinde bile acısını yaşayamamıştı. Şimdiye kadar bir köşede durup dolan gözlerini kapatarak saklamıştı yaşlarını. Kardeşi saydığı adam sanki ağlarsa güçsüz düşecek gibi tutmuştu kendini. Şimdi ise onun içindeki zehri atacağı vakitti. Gizay bir kere kendini bildiğinden beri tek başına olduğunu söylemişti. Fakat bunu dillendirdikten hemen sonra, Öyle bir dostum, abim, kız kardeşim var ki ailem yaşıyor olsalar yine de ben onların yanında kalmak isterdim, birisi bana son nefesin bu dese göz kırpmadan üçüne pay edilsin derim, demişti. Noyan o ameliyathanedeyken, yoğun bakımdayken veya kaza haberini ilk aldığı anda eminim ki Gizay defalarca kez içinden yaratana benden al ona ver bu hayatı demişti. Bunu dillendirmesine gerek yoktu. Daha önce konuştuklarımızı düşününce bu ilk ve tek tahminimdi.

Noyan’ın uyandırıldıktan sonra alındığı odanın önünde beklemeye başladığımızda hepimizin yüzünde gülümseme olması ve buraya ilk girdiğim anda hissettiklerim birbirine harman olurken dolan gözlerimi geçiştirmek için başımı havaya kaldırıp hızlıca gözlerimi kapatıp açtım. Aklımdaki tüm kavgalar anlamını yitirirken dudaklarımı ıslatarak gülümsememle başımı tekrar düzelttiğimde kapının önünde kaçıncı voltamdı bilmesem de yeniledim adımlarımı.

‘Kendini yormasına müsaade etmiyoruz.’ Aralık kapı tamamen açıldığında doktorun cümleleriyle beraber tüm çalışanlar içeriden çıkmıştı ki Denker abi sırtımdan verdiği destekle ilerlememi sağladı. Noyan yorgun ama kendinde olan gözlerini bize çevirirken tebessüm ettiğinde sol yanağındaki gamzesi serildi ortalığa. Üzerinde Şanze’nin inadıyla beraber zorla kabullendirdiği siyah tişörtü, altında siyah bir şort vardı. Sol kolu tamamen, sol bacağının ise diz kapağının biraz daha üstü sargıdaydı. Bacağının altında destek vermesi adına bir parça varken bedenini düzeltmeye çalıştığında buruşan yüzüyle beraber hepimiz harekete geçtik.

‘Tamam aslansın, kaplansın, yaparsın da acele etme.’ Gizay şakayla karışık konuşup hafif dikleştirilmiş yatağının sırtındaki yastığı düzelttiğinde Noyan güldü.

‘Bir el at Gizay.’ Sağ elini kaldırıp uzattığında Gizay hem sırtına destek verip hem elini tutarken kendini rahatlatabilecek şekilde düzelse de yüzü acıyla kasılmaya devam ediyordu, ‘Eyvallah.’ Diyerek sonunda sırtını yasladığında aldığı derin nefesle beraber hareleri tekrar bana döndü. Başını usulca sallarken gel demek istediğini fark edip yaklaştığımda uzattığı parmaklarını yakalamıştım ki Noyan tebessümle yakaladığı elimin üzerine dudaklarını basıp üçüne döndü. Gözleri fazlaca yorgun bakıyordu, dudaklarının rengi solmuş ve kurumuştu, hatta elimi tutan parmakları o kadar güçsüzdü ki kendini zorlamaması adına elimi yatağa yasladım.

‘Nerede benim geçmiş olsun çiçeğim, tatlım, ne bileyim en kötü kolonyam?’ sorusuyla üçü gülse de Şanze anında kapıya doğru ilerledi. Dışarı çıktıktan birkaç saniye sonra biz merakla ne yapacağına bakarken göğsüne bastırdığı çiçek ve ufak bir çantayla beraber tekrar içeri döndü.

‘Bu çiçeğin…’ gülümsemesini büyütüp kenardaki içi boş vazoya çiçekleri indirdiğinde elinde kalan çantadan da dezenfektan çıkardığında hepimiz gülmeye başladık, ‘Kolonya kokulu, sevmezsin sen, o yüzden bu dezenfektanın.’ Yatağın sol tarafına ilerleyip Noyan’ın baş ucuna onu da bıraktığında hala tuttuğu çantadan bu kez bir kutu çıkardı, üzeri tamamen siyah ve kenarlarında gold şeritler geçen, ‘Bu çikolatan…’ ses tonu düşerken ikisi de birbirine uzun uzun baktığında Şanze iç çekip kutuyu dezenfektanın yanına bırakmış karton çantayı da kenara bırakarak saatlerdir yanından ayırmadığı sırt çantasına ulaşmıştı. Şanze o uzun bakışmayı kesse de Noyan gözlerini bir an ondan ayırmadığında çantayı açıp içinden çıkardığı laptopu izledik.

‘Ayrılmaz parçan laptopun.’ Onu da yemek masasının üzerine bıraktığında Noyan bana yaptığı gibi gel dercesine başını sallamıştı ki Şanze yine sol tarafa yöneldi. Noyan’ın avucumun içindeki parmaklarını bıraktığımda yaklaşan kardeşini kendine çekip şakağına derin bir öpücük bıraktı. O ana kadar aşırı neşeli olan Şanze’nin gözlerinden damlalar süzülerek geri çekildiğinde gülmeye çalışarak yüzünü temizleme çabasına girdi.

‘Bir daha bunu bize yapma.’ Gülse de iç çekerek konuştuğunda Noyan halsizliğine rağmen tebessüm ediyordu.

‘Yapmam.’ Başını onay verircesine salladığında ortamdaki kasvet Gizay’ın da hoşuna gitmemiş olacak ki boğazını temizler gibi yaptı anında.

‘Çok yattın haberin olsun. Projeler bekliyor bak. Bu keyfe fazla alıştırma kendini.’ Yorumuna güldüğümüzde Noyan derin bir nefes aldı.

‘Kafamı ağrıttınız, eviniz yok mu sizin?’

‘Kovulduk. Peki buna şaşırdık mı?’ Şanze kolunun birini koltukta oturan Gizay’ın omuzuna yaslayıp konuştuğunda o gülerek başını sağa sola salladı. İkisi de kovacak kadar iyi olmasından aşırı memnunken geçmiş olsun diyerek dışarı çıktıklarında Denker abi göz kırptı.

‘Dışarıdayım, bir durum olursa seslenin.’ Dediğinde Noyan’ın başını sallamasıyla o da odayı terk ettiğinde yatağa iki kez vurmasıyla kaşlarımı havalandırdım. Kenarda duran sandalyeyi çekerken tekrar yatağa vurdu Noyan.

‘Dikişlerin var ve yoğun bakımdan yeni çıktın.’ Dediğimde uzattığı elini tutmuştum ki dilini damağına çarparak cık sesi çıkardı.

‘Yokluğundan yeni çıktım.’ Birbirimize kenetlediğimiz tenle dikkatli olmaya çalışarak yatağın kenarına oturduğumda dudaklarını diliyle ıslatıp derin bir nefes daha aldı.

‘Benimle tehdit etti seni öyle mi?’ derken gözlerimi kaçırsam da derin bir nefes alarak elimdeki parmaklarının sıkılaşmasını izledim.

‘Noyan, bunun zamanı şimdi değil, toparlan-‘

‘Zamanı tam da şimdi, içimin rahatlamasına ihtiyacım var.’ Derken başını salladığında gözlerimi kaçırdım, ‘Neden bekledi peki biliyor musun?’

‘Bilmiyorum. Sanırım yönetim kurulunun toplantısını bekledi. Sana saldırı düzenlendiğinde toplantıdaydım.’ Dedim puslu mavileri gözlerimden bir an ayrılmazken. Ben kaçsam da yakalıyordu bir şekilde ve artık bir şeyler saklayacak gücüm yoktu. Onu korumak için sakladıklarım bile derbeder etmişken yenisine gerek yoktu, yapmayacaktım artık. Sadece Gizay’ı ateşe atmayacaktım. Zeren bey o gece Noyan’ı tam anlamıyla tespit etmek için davete çağırmıştı, geleceğini biliyordu çünkü benim o davete gideceğimden cümle alem haberdardı. Gizay ile kurduğumuz planın ilk açığını da muhtemelen o davette vermiştik çünkü aynı anda gelmelerine rağmen bindikleri araçlar takip edilmiş olmalıydı. Noyan’ın bundan bilgisi var mı haberdar değildim ancak eğer ki Gizay’ın olan bitenin içinde olduğunu bilirse ortalığı ayağa kaldırırdı.

‘Neden söylemedin Deran? Söylesen eğer hallederdim.’

‘Çıldırırdın, sen üzerine giderdin, o daha fazla kafayı yerdi- Barselona’da bile seni takip ettirmiş Noyan.’ Dediğimde gülümsemesi yine yüzüne dağıldı. O sol taraftaki çukur yine kendini gösterdi.

‘Biliyorum. O gün, davette bize yardımcı olan, ismi neydi?’ kısılan gözlerine baktığımda kaşlarımı havalandırdım.

‘Gökmen abi?’ hala havada olan kaşlarımla mırıldandığımda başını onay verircesine salladı anında.

‘On gün önce arayıp haber vermişti zaten sağ olsun. Gerçi sadece takip ettirdiğini söyledi. Fakat saldırıyı az hasarla atlatmam da onun sayesinde. İnsanları ayırt edebiliyorum. Birkaç kurşundan sonra tekeri patlatıp savrulmamı sağlamasa çıkamazdım oradan. Aklımı hep neden böyle bir şey yapıyor sorusu kurcaladı aslında.’ Dediğinde sertçe yutkundum. Gökmen abi hain değildi, asla ama asla değildi. O çıkarı için değil, doğru bildikleri için yaşardı, ‘Uyandıktan sonra odaya alınınca doktora kimin kan bağışladığını sordum. Bağışçılardan biri de Gökmen abiymiş. O zamana kadar birinin yemek yediği eve ihanetini çözmeye çalışıyordum, fakat kan meselesini öğrendiğimde anladım ki mesele bende değildim, Zeren bey de değildi. Sendin.’ Diye devam ederken gülümseyen yüzüyle iç çektiğimde Noyan kuruyan dudaklarını ıslattı. Bu kadar saat yoğun bakımda olmasına, ağır yaralar almasına rağmen olması gerekenden daha dinçti fakat artık vücuduna serumların desteği yetmiyordu. Kenardaki şişeyi açıp dudaklarına yaklaştırdım, birkaç yudum aldığında geri çekip kapağını örterek izlemeye devam ettim Noyan’ı.

‘Bana takip ettiğini söylediğinde, on gün önce araştırdım Gökmen abiyi. Hep sizinleymiş, hatta sen doğmadan önce de, başına ne gelse o beklemiş, ailesini kaybedince seni kızının yerine koymuş anlaşılan.’ Gözleri sorarcasına bakmaya başladığında tebessümle iç çekip başımı salladım.

‘Birinci sınıfta okuma yazmayı öğrenirken çok yardım etti bana. Kağıttan kayık yapmayı öğretti, kavgaları duymamayı, tepkisizliği, tüm kötü anlara rağmen gülümsemeyi. Gökmen abi hep doğru diye bildiği şeyi yaptı ama ilk kez Zeren beye ihanet etti. Bunu yapma nedeni ben miyim, başka bir şey mi, bilmiyorum fakat yaptı.’

‘Çok işinin ehli, seni kollamasına rağmen Zeren beyin bırakmaması o kadar normal ki. Profesyonel, kendini bilen, dik başlı, bir o kadar da cesur. Patronunun kulağına gitme ihtimalini yok saydı, benim aklımdaki hengamenin ona dönmesini hiç etti. İlk takip edildiğimi söylemek için aradığında da, saldırıdan sonra ambulans çağırırken de tehdit etti. Kendinden emin bir adam.’ Dudaklarından dökülen tehdit kelimesiyle kaşlarımı çattığımda Noyan omuz silkmeye çalışsa da acıyan canıyla yüzünü buruşturdu.

‘İyi misin?’ panikle kalkacakken parmaklarını sıkılaştırdığında olduğum gibi kaldım yerimde.

‘İyiyim.’ Sarılı kolunu düzeltip parmaklarını sıkıp bıraktığında derin bir nefes aldım.

‘Ne için tehdit etti seni?’

‘Seni üzersem derimi yüzeceğini söyledi.’ Çatık kaşlarım cümlesiyle düzeldiğinde ikimiz de gülmüştük ki bakışları bir anlığına gözlerimde gezindi oradan da saçlarıma kaydı. Simay’ın getirdiği kıyafetleri giyerken aynadaki yansımada kendimi farklı görmüştüm. Artık o suni saçlara ihtiyacım yoktu çünkü Zeren bey çevremde olmayacaktı mesela… Veya artık o suni saçlara kendim olabilmek için de ihtiyacım kalmamış olabilirdi. Yine de Noyan’ın derin mavileri saç uçlarımda gezinirken rahatsızca kıpırdanmaktan alıkoyamadım kendimi.

‘Saçlarını o mu kesti?’ sorusuna gülümseyerek başımı sağa sola salladım.

‘Ben kestim.’ Cevabım onu şaşırtmış olacak ki anlamayan bakışları gözlerimde gezindiğinde derin bir soluk çekerek içeri giren doktorla beraber yatağın kenarından kalktım.

‘Keyfiniz yerine gelmiş Noyan bey.’

‘İnsanın gönül gözü istediğini görsün Sait bey, yedi cihanda keyfi yerinde olur.’ İkisi arasındaki gülüşmeyle bakışlarımı utanarak kaçırdığımda doktorun kontrolleri ve elindeki tabletten baktığı birkaç testle beraber durumun gayet yolunda gittiğini öğrenmiştik. Sait bey tekrar geçmiş olsun diyerek odadan çıktıktan bir süre sonra Denker abi içeri girdiğinde ellerini yavaşça birbirine vurup gülümsedi.

‘Yeter bu kadar muhabbet. Şanze ve Gizay seni bekliyor Belgi, eve geçip dinlenin. Bende paşamla biraz kavga edeyim nasıl kendine dikkat etmez diye.’ Başımı onay verircesine salladığımda Noyan elimin üzerine bir kez daha dudaklarını bastırdığında tebessüm edip yanağına derin bir öpücük bırakarak çıktım odadan.

Amcamın tüm olağandışı hale el atarak bana rahat bir alan açtığının farkındaydım. Bunun için çaba sarf ettiğini de biliyordum. Şimdiki durumda çıkınca ilk gideceğim yer onun yanı olmalıydı. Üstelik Ferhat İmerler’in o iç ısıtan sarılmasına, cümlelerine ve korunaklı kollarına ihtiyacım vardı. İlerlediğim koridordan sonra danışmadan da geçerek dışarı bedenimi attığımda derince soluklandım. Nefret ettiğim hastane kokusu ciğerlerimden çırpınarak kurtulurken arabanın başında bekleyen Şanze ve Gizay’a ilerledim. Aralarında ufak bir çekişme var gibi görünüyordu fakat bu kavgadan çok birbirleriyle uğraşmayı sevdikleri için olan haldi.

‘Ruh hastası.’ Diyerek Gizay Şanze’de ki odağını bana çevirdiğinde onun elinin tersiyle koluna vurması gecikmedi.

‘Gidip rahat bir uyku çekmeye hazır mıyız hanımlar?’ sorusuyla eş zamanlı sürüü koltuğuna geçmek için harekete geçse de gülümseyerek olduğum yerde bakmam yeterli geldi anlaşılan. Kapıya uzanmış elini indirip ne olduğunu anlamak için süzdüğünde dudaklarımı ıslattım.

‘Amcamlara geçsem iyi olacak.’

‘Zeren beyin sana en rahat ulaşabileceği yere gitmen intihar gibi gözüküyor.’ Gülerek yaptığı yoruma göz devirsem de bakışları alenen huzursuz olduğunu bağırıyordu.

‘Amcamın yanında bana bir şey yapmaz.’

‘Asıl benim yanımda bir şey yapamaz. Hem Noyan’ın son durumu yeni yeni haberlere düşüyordur. Memnun olmayacak.’

‘Yirmi beş yıldır tanıyorum onu. Şimdiden sonra sadece yapacaklarımı merak ediyor. Üstelik amcam o kadar alan açmışken gitmezsem ona da ayıp ederim.’ Ne dersem diyeyim içindeki kavga son bulmayacak gibiydi. Şanze’ye arabaya binmesi için işaret verdiğinde kendi de bana yaklaşmaya başladı. Bakışları göz ucuyla da olsa Şanze’nin üzerindeyken kapıyı çektiğinde iç geçirip bana odaklandı tekrar.

‘Yirmi beş yıldır zarar görüyorsun. Eğer amcan bir şey yapabiliyor olsaydı görmezdin. Özel eğitimli onca korumanın olduğu evde bir süre huzurla zaman geçireceksin o kadar. Hem sana tamam dersem Noyan beni bir kağıtmışım gibi öğütücüye atar. Ne zamandır rahat uyumuyorsun Belgi?’

‘Gizay. Yoğun bakımdan çıkmış olsa da ağır bir ameliyat geçirdi Noyan. İster yüz, ister sıfır, kaç koruma olursa olsun rahat uyuyamayacağım zaten. Bir durum olursa haber veririm. Amcama ve Simay’a ihtiyacım var.’

‘Bana yok mu?’ kıstığı gözlerindeki alınganlığa gülerek başımı sağa sola salladım. Ufak bir çocuk gibiydi.

‘Sana da var ama beni anlasan da anlamamazlıktan geliyorsun şuan.’

‘Acaba neden…’ sitemli ses iliklerime işlese de kollarımı iki yana açtığımda göz devirerek de olsa sarıldı. Kolları usulca çözülürken elleri omuzlarımı yakaladığında iç çekerek süzdü birkaç saniye.

‘Noyan çapraz ateşe alınmış. Bunu yapan birinin sana yaptıklarını veya yapacaklarını hayal dahi etmek istemiyorum. Muhtemelen sana saygısından hiç babanı kötüleyecek bir şey söylemeyecek Noyan fakat ben söyleyeceğim. O normal birisi değil. Ruhen hastalıklı. Aklında ufacık bir ihtimal olarak dahi o eve dönmek varsa bunu unut. Olur da yaşamak için dönersen tek başıma bile olsa orayı basar, seni alır çıkarım. Çünkü Şanze’ye yaşatılsa aynısı gözüm döner, sende olacağı gibi. Gözümün dönmüş haliyle karşılaşmak istemezsin. Anlaştık mı?’

‘Dönmeyeceğim zaten.’

‘Güzel.. Dikkatli ol.’ Parmaklarını abi şefkatiyle sıkılaştırıp bıraktıktan sonra arabadaki Şanze’ye el sallayarak arabama yöneldim. Bu saatten sonra o eve dönmeyeceğimi biliyordum fakat kendime bir rota belirlemem gerektiğini de biliyordum. Çalıştırdığım motordan sonra otoparktan çıkmak adına harekete geçerken telefonu arabaya bağlayarak Simay’ı aradım.

‘Kuzen…’ sesindeki meraklı fakat aynı zamanda durumun gayet iyi olduğunu bilen tınıyla sinyal verip caddeye çıktım.

‘Evde misiniz kuzen?’

‘Ben evdeyim, babam amcamın yanına geçti ama bayağı oldu, gelir birazdan.’ Derin bir nefes almaya çabaladım, çabaladım çünkü amcamın dahi artık o adamın sınırları içerisinde olmasından yana değildim. Böyle bir çıkışı Zeren İmerler’den dahi kimse beklemezken o toplantı odasından çıkışımı, hesap soruşumu, ortamdan kaçışımı herkes görmüş ve şahit olmuştu. Şimdi ise hatırladıkça amcamın da kardeşi olmasına rağmen anlamsız bir tehlikede olduğunu hissediyordum.

‘Size geliyorum ben.’

‘Tabi kuzen, bekliyorum.’ Konuşmayı sonlandırıp Simay’lara gitmek adına yoluma devam ettiğimde radyoda çalan o çok eski parça ile dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Ne diyordu Ayten Alpman; Zaman durdu sanki beklerken seni… Hastanede beklediğim her saniye içimde kabuk bağlarken onun izlerinin seneler boyu üzerimde kalacağını biliyordum. Bende böyle bir kadındım. Sancılarım, çırpınışlarım, korkularım uzun uzun zamanlarda işlerdi içime. Yeri kaybolmaz halde oturur kalır ve sürekli kendini gösterirdi. Noyan’ın bu yaşadığı, bizim o hastane koridorundaki başta sesli olsa da sonra bir mıha dönüşmüş sessizliğimiz… Hepsi kalacaktı öylece. Asla da unutmayacaktım. Unutamayacaktım çünkü ben iyi olanlardan çok kötü olanları kazırdım zihnime. Bu da benim lanetlerimden sadece bir tanesiydi.

Önünde durduğum yapıyla iç çekip kontağı kapattığımda gözlerim bahçede dolaştı. Bana kalırsa bu ev benim yaşadığım eve oranla daha canlıydı. Fazlaca insana yakın, samimi, gerçek geliyordu. Burada var olduğum her anda gülümsediğim anılar vardı. Saçımı okşayan baba gibi olan amcam, bana kardeşten çok daha yakın Simay, mutfaktan gelen kurabiye kokusu, koşup sarıldığım bir çocukluk. Uzun uzun vakitler harcamamıştım bu dış cephesi koyu yeşil ahşap evde fakat milyonlarca zaman geçse neden de demezdim.

Açtığım kapıdan inip üç basamak sonrasında verandadan açılan kapıda görünen Simay’la gülümseyerek ilerledim. Tırmandığım o üç basamak dahi gülümseyerekti fakat kendime dair bildiğim bir şey vardı. Bu ev amcamındı, onunla beraber biricik kızı Simay’ın. Ben buraya da, aynı kandan olduğum babamın evine de ait değildim. Bir hayat içerisinde kendime yaşam kurmalıydım. Öyle veya böyle ayakta kalmalıydım. Hazır yıkılmıştım ve bu benim için epey sert bir darbeyle olmuştu o zaman kendi kendime de ayağa kalkabilmeliydim. Eğer şimdi buna kalkışmaz ve birinin düştüğüm o çukurdan beni çıkarmasını beklersem, ne yazık ki yalnız kaldığımda dik duramazdım. Noyan’ın o yıkıldığı günden sonra yıkım olmasının ne anlama geldiğini ancak anlayabilmiştim. Evet, insan gerektiği zaman yıkım olabilmeliydi. Ne zaman kabullenirim, tıpkı onun gibi bir anahtarı çevirirken mi olur yoksa başka bir anda mı gerçekleri içselleştiririm bilemesem de artık emindim. Ayaklarım sadece fiziken üzerinde durabilmem adına yoktu.

Ulaştığım kapıyla beraber sımsıkı sarıldığım Simay’la araç sesine doğru baktığımızda amcamın da geldiğini fark ederek ayrıldık birbirimizden. Kim ne derse desin Ferhat İmerler benim için daima mükemmel bir baba olarak kalacaktı hafızamda. Olağan halinde bile bir şekilde arayı bulmaya çalışacak, belki de daha iyi olacağım noktaya yönlendirecekti. Onlar istese de uzun süre bu evde konaklayamayacağımı biliyordum. Onların beni burada misafir görmediklerinden haberdardım ancak Zeren bey bu mutluluğu da bozamayacaktı. Burada uzun soluklu bir kalış demek amcamın da Simay’ın da tehditlerle karşılaşması demekti. İzin vermeyecektim.

‘Fıstıklar…’ amcam arabasından inip bize gülerek yaklaştığında ikimizi de kolunun altına çekerek sıkıca sarıldı. Onun böylesine sevgi doluyken abisinin neden arsızca düşman olduğuna uzun süre kafa yormuştum oysa. Fakat elime geçen koca bir boşluktu. Belki de şartlar eşit değil dememe neden olmuştu bu düşünmelerim ancak kötüdür ki babaannem ve büyükbabam iki oğullarını da eşit şartlarda yetiştirmişlerdi. Yediklerinden, giydiklerine, okullarından, sosyal faaliyetlerine kadar eşit tutulan iki adam ise birbirinden o kadar farklıydı ki açıklanması güçtü bu durum.

Amcam sevilen bir adamdı. Sadece iş dünyası veya sosyal yaşantısında değil karısı tarafından da epey seviliyordu. Eğer ki cemiyet söz konusu olmasa günlerce karısı ve kızıyla tatil yapabilen, arka bahçesinde mangal yaparken onlara sevgisini anlatan, bir bardak çayla memnun olanlardandı. Fazlaca gergin veya gerekliliği olan bir ortamda değilse yüzündeki tebessüm bir an kaybolmazdı.

Babam… Babam kendi kardeşinin tamamen zıttı bir adamdı. İnsanlar ondan korkardı. Çevresi, ailesi, hatta ben dahi gerginlikle dururduk karşısında. Anneme olan tavrını hatırlasam ve farklı olduğunu bilsem de daha uzun zamandır beraber yaşadığı Ilgın hanıma bakarken doğru düzgün tebessüm ettiğini dahi anımsamıyordum. Kolay kolay memnun olmazdı. Onu tatmin olmuş bir yüz ifadesiyle sadece ihale ve açık arttırmalarda istediği amaca ulaşmışken görebilirdi insanlar. Dahası yoktu. Dahası sadece bir maskeden ibaretti.

Bakışlarım amcam ve babam arasındaki kocaman farkları düşünürken kapıya bomboş dalıp gitti. Oradan ancak amcamın saçlarımın arasına dudaklarını bastırması ve içeri yönelmemizi sağlamasıyla kopabildim. Simay son anda kapıyı kapattığında ulaştığımız salonla ikimizi de bırakmadan üçlü koltuğa oturmamızı sağladı. İkimizin de başına dudaklarını bastırdığında omuzumu okşamasıyla gözlerim onu bulmuştu.

‘İyi mi?’ sorusu sanırım benim iplerimin aşırı gerildiği bir ana denk gelmişti. Ya da bir bahane arıyordum ve o bahane tam olarak soruduğu sorunun sahibine bağlıydı. Gözlerim dolarken başımı salladığımda ağlamamak adına alt dudağımı ısırdım. Zor gelen her detaya kükremek adetten miydi sahiden? Veya acaba ben kutup ayılarının beyaz tüyleri altında kışın üşümesinler diye siyah olan derilerine dahi ağlayabilecek dirençsizlik içerisinde mi kalmıştım? Bu güçsüzlük, bu kırılganlık üzülünce başımı okşayacak birisi yok diye miydi?

‘Papatyam, hadi sen bize üç tane kahve söyle, şu iki güzellikle kışın tadını çıkarıp muhabbet edelim.’ Dediğinde Simay amcamın yanağına derin bir öpücük bırakarak anında ayağa kalktı. Bu üçümüzün arasında gizli bir anlaşma stili gibiydi. Ne zaman amcam birimizle konuşmak istese, diğerimizi kahve için gönderirdi. Biz de Simay ile bunu bilerek gittiğimiz mutfakta uzun uzun kalır, kendimize oyalanacak şeyler bulurduk. Hatta bazen konuşmanın sonlanıp sonlanmadığını anlamak adına dinlerdik konuşulanı. Bu ne Simay, ne ben, ne de amcam için saygısızlık değildi. Çünkü bilirdik ki amcamla olan konuşmada kim varsa eninde sonunda diğeriyle konuşur, anlatırdı.

Oturduğumuz alandan mutfağa geçen Simay’la beraber amcamın iki kolu da sıkıca bedenimi sardığında sığındım ona. Başım göğsüne düşerken sertçe yutkunduğumda iç çekti.

‘Senin için ne kadar zor biliyorum.’ Fısıltısı saçlarımın arasına nefes olurken zaten an kollayan gözyaşlarım yanaklarıma süzülmeye başladı, ‘Sevdiğin bir insanın zarar görme ihtimalini düşünmek dahi ağırdır.’ Diye devam ederken kederli sesi yüzünden hıçkırığımı tutmak için iç çektiğimde saçlarımın arasına dolaşan parmaklar çeneme ulaşıp yanağımı baş parmağıyla sevdi. Sevdi diyorum çünkü Ferhat İmerler severdi. Abisi Zeren İmerler’in tam aksine insanları sever, onlara değer verdiğini gösterirdi. Anlayış dolu sesine rağmen hıçkırığım boğazımdan firar ettiğinde kelimelerimi de daha fazla tutamadım içimde.

‘Neden bu kızgınlık, bu kin amca…’ mırıldanmamla beraber çenemi destekleyen parmakları başımı kaldırmamı sağlarken Simay’la bire bir aynı olan gözleri bakışlarıma çarptı.

‘Bazı insanlara anlam veremezsin Belgi. Bazı insanları anlamak istesen de buna izin vermezler. Bak kızım-‘ konuşmasını yarıda keserek bedenini bana çevirip tek dizini yukarı çektiğinde bende başımı koltuğun sırtına yasladım, ‘Zaman her zaman iyi değildir. Tıpkı insanlar gibi… Bazen soğan doğrarsın ve ağlamak istersin.’ Kaşlarım çatılsa da hala akmaya devam eden yaşları işaret parmağıyla temizleyip gülümsedi, ‘Mesele asla soğan olmaz. Soğan insan için bir maske olur. Bazen çok sevmek ister insan. Severde…’ dediğinde kaşlarım düzelse de onun kaşları havalandı bu kez, ‘An gelir ölecek olsam bir bardak su istemem kırgınlığı gelir. Anlatamayacakları o kadar şey yaşar ki insanlar, yaşadıklarının ağırlığıyla gözlerinin dolduğu anı da, başını önüne eğip elleriyle oynadığı zamanın derdini de hiçbir yere koyamazlar.’ Anlamamı ister gibi baksa da ben eksik kalıyordum. O denli bir eksiklikti ki bu kendime kızma ihtiyacıma baş kaldırmak acı veriyordu. Öyle amansız bir mücadelede kalıyordum ki boyun bükmek ve kabullenmek bir yok oluş gibi geliyordu.

‘Ben bencil değilim. Ben kötü biri değilim amca. Karşılık beklemiyorum ama bunu da beklemiyorum. Babam demeye dahi dilim varmıyor fakat beni kırmaktan sevmeye vakit bulamadı o.’ İsyan eder gibi olan sesimle amcam başını usulca salladı. Hak veriyordu, bana hak veriyordu ama gözlerinde abisine de hak verdiğini fark ediyordum. Adam akıllı işin iç yüzünü bilmediği, sadece yüzeysel gördüğü o psikolojik şiddetlere çok kızdığını kendi gözlerimle görmüştüm ama o kadardı. Çünkü kalanlar tamamen benim ve Zeren beyin arasında iz gibiydi.

‘Çünkü kendini de sevemiyor.’ Cümlesiyle duraklayan gözyaşlarım dudaklarımı ıslatma ihtiyacı duymama neden oldu. Başımı usulca kaldırırken iç çektiğimde orta sehpadan aldığı mendili bana verdiğinde elindeki parçayı alıp ıslanmış yanaklarımı silerek gülümsemeye çabaladım. Zeren bey sadece kendini severdi. Evet ona göre abisini koruyordu amcam ama benim gördüğüm, tanıdığım, bildiğim Zeren bey kendini çok ama çok severdi. Yine de bu konuda amcamın üzerine gitmek istemedim. Veya Zeren beyin artık ne hissettiğini ve düşündüğünü konuşmak, buna mesai harcamak istemedim.

Ne acıydı halbuki böyle düşünüyor olmam. Bir evin çatısı ve dört duvarı var diye yuva olmuyordu mesela. Veya aynı evde yıllar geçirmek aile yapmıyordu bizi. Çok basit ama bir o kadar ağır kuralları vardı bence aile olabilmenin. En basit örneğiyle ailen merak ederdi, etmeliydi. Nerede, kiminle, ne durumda olduğunu… Hatta yediğin yemeği, güldüğün olayı, seni ağlatan her bir detayı… Benim babam merak etmezdi. İçimde fırtına kopup yerle yeksan olsam başını gazetesinden kaldırıp gözümün içine bakmazdı. Kırdığı kalbimi, öldürdüğü çocukluğumu, cinayet mahali olan kafamın içini hiç ama hiç merak etmezdi… Bundandır belki de artık ben de düşünmek istemiyordum. Yıllarca onu anlamaya çalışmak, empati yapma çabam, bir kez benimle gerçekten konuşsun diye söylediği her bir kelimeye harfiyen uymam tek bir hamlesiyle yok oluvermişti. Babam bana hayatım boyunca tek şey bırakmıştı. İzi kalan, yaralayan, beni benden çalan ve ondan miras olan tek acı soyadımdı.

‘Ne yapacağım ben şimdi.’ Bakışlarımı diktiğim antika vazoda uzun bir süre takılı kalsam da mırıldandım. Bir yol bulmak ve o yolda kendi hür irademle ilerlemek istiyordum. Fakat tüm bunları nasıl yapacağımı bilmiyordum. Hayallerim vardı benim, umutlarım, aklımda dönüp duran kendime yazılmış masallarım, bir de dizlerinin arkasından defalarca vurulup devrilmeye çalışılmış gücüm. Peki tüm bunlar hala varken ve ben yeniden düşürüldüğüm o yerden kalkmayı başarmışken ne yapacaktım?

Nereden başlayacağımı bilsem belki kolay olurdu. Mesela amcam bana, git ve asla yerinin bulamayacağı bir uçurumdan atlamakla başla, dese denemeyi düşünürdüm. Çünkü başlangıç noktası için bazı şeylerin bitmesi gerekirdi. Eğer herhangi biri gelip bir iğne al ve kendini başlamış say dese onu da yapardım. Denerdim, denemeye değerdi. Kendi için yola asla çıkmamış, çıkamamış kadınlar sanırım yolu gösterecek birine değil, git diyen birine ihtiyaç duyuyordu. Bu uçurumda olsa, bir iğne almakta olsa…

‘Kendin olup, yolunu kendin açacaksın. Fakat-‘ başımı sallayacak olsam da son kelimesinde duraksadığımda dudaklarında kırgın bir tebessüm belirdi, ‘Yalnız başına kalan tek insan sen değildin, bunu da es geçmeyeceksin.’

‘Ben bu savaşın derbederi olamam artık amca. Ben bunun için ruhen çok yaşlıyım.’ Omuz silktim anında, amcam derin bir nefes alarak gülümsediğinde ayak seslerinden Simay’ın geldiğini fark ederek sessizleştim. Aramızda saklanacak bir konu yoktu fakat Simay umursamaz ve deli dolu görünse de bazen haddinden fazla duygusal olabiliyordu. Şu an o duygusal anı için kilidi çevirirsek eğer amcam susmak nedir bilmeyen ve kendini asla durduramayan iki kız çocuğuyla kafayı yerdi. Daha önce bunu yaşamıştık.

Üniversitenin ilk senesi finallerin bittiği hafta Simay’la bir film izlemek istemiştik, Ferhat İmerler ise hayatının hatasını yapıp bize eşlik etmek istemişti. İkimizin de yan yana gelince ve ufacık bile olsa duygusal bir sahneye denk geldiğimiz dakika muslukları açtığımıza hiç şahit olmamış amcam vardı ortada ve biz ne yazık ki adamın ilk kez şahit olacağı o dram filmi seansımıza bin kere izlediğimiz Yeşil Yol ile giriş yapmıştık. O güne kadar kızının da yeğeninin de bu denli sulu göz olduğunu tahmin edemeyen amcam filmin onuncu dakikasından itibaren kucağına aldığı peçete kutusundan bir bana bir Simay’a peçeteler yetiştirmeye çalıştı. Filmin sonunda biz höyküre höyküre ağladığımız için ise bir kez daha asla ama asla dram filmi seansımıza katılmadı. Hatta bizim girişimimizi fark edecek olursa tası tarağı toparlayıp kendini evden dışarı attı. Şimdilik amcamın yine tehlikeden haberi yoktu ama Simay’ın iyi bile dayandığını biliyordum, çünkü hastaneler onun için annesi demekti ve Simay yatak döşek hasta olsa dahi uğramazdı o alana, o yüzden ağlama krizine girmemek adına susmamız şarttı.

‘Yol senin, yolcu sensin.’ Son cümlesi belki de yıllardır olduğu gibi beni teşvik edenlerden biriydi. Bu zamana kadar amcamdan kaç kez duydum böyle desteklemeler bilmesem de her birinde içimdeki gömülü o sesi dinlemiştim. Hepsinin sonunda hüzünlü de olsa başardım gülümsemesiyle çıkmıştım savaşlardan.

Üniversite tercihlerimi babam ayarladığında attığım mesaj yüzünden gelmiş, fikrini beyan etmiş, yetmemiş ‘Her şey hazır abi hadi biz kahve içip şu sözleşme işini konuşalım. Belgi sende gönder kızım artık tercihlerini.’ Diyerek babamın koluna girip dışarı yönlendirirken istediğini yap dercesine de göz kırpmıştı. Lise zamanlarımda tanıdığı ve güvendiği Levent sayesinde arkadaşlarla biraz ipin ucunu kaçıracak olduğumuzda hem durumdan haberdar olurdu, hem de evden kaçmam kolaylaşsın ve Zeren beye göre züppe olan arkadaşlarımla rahat takılayım diye meşhur iş yemeklerini tam o günlere göre ayarlardı. Üniversite döneminde önüme defalarca set kuran ve başarısız olmam için elinden geleni yapan babama rağmen istediği çalışma kitaplarını bulur, yetmez sınav dönemlerinde acil diyerek babamı sabahın köründe şirkete çağırıp, gece geç saatlere kadar orada tutardı. Yani amcam bu zamana kadar istediğimi yapmam, gönlümce yaşamam için defalarca suç ortağım olmuştu. Ve tüm bu ortaklıklarımızda bana genel olarak, ‘İstediğin yoldan git fakat sorumluluklarını tart. Yine de yapmak istersen eğer başına gelecekleri de gözünün önünden kaldırma sakın.’ derdi. Canımdı. Suç ortağımdı. Amcamdı. Sırdaşımdı. Yani diyeceğim o ki, iyi ki vardı. Elinin yetebildiği kadar iyi ki müdahale edebilmişti.

İçtiğimiz kahve, ardından son iki gün içinde olanlar yaşanmamış gibi devam eden sohbetimizle beraber ayağa kalktığımda Simay’ın garipser bakışları üzerimde olsa da ıslattım dudaklarımı. Amcam bu hızlı harekete geçişime şaşırmıyordu fakat Simay belli ki burada kalacağıma dair bir plan tasarlamıştı kendi içinde. Ve eminim ki nerede rahat edebileceğimden, ağlayacak olursak sesimiz duyulup amcam üzülmesin diye odadaki ses sistemine kadar ayarlama yapmıştı.

Kenarda duran spor ceketimi alıp üzerime geçirdiğimde dışarıda şiddetle yağan yağmurun cama vuruşuna baktım. Bulutların arasından güneş kendini gösteriyordu fakat rüzgar ve beraberinde olan yağmur asla bu fikri kabullenmiyordu. Öyle ki yaz mı, kış mı hava kendisi bile karar verememişti.

Ne yapacağımı tasarlamamıştım ancak bu tür havalarda yapmaktan zevk aldığım şeyi biliyordum. Kötü zamanlarda, üzgünsem, düşünmeye ihtiyaç duyuyorsam, ağlamak istersem, kendim olmak artık ihtiyacımsa tek yaptığım şey olurdu. Yola çıkmak…

İkisiyle de vedalaşıp kapının önüne çıktığımda yağan şiddetli yağmura inat sakin adımlarla arabama ulaştım. Yerleştikten sonra yola çıktığımda ezberimde olan yolları geçtim. Bazen yolumu uzatacak ara sokaklara daldım, bazen sırf ağaçlarla dolu bir yol gördüm diye otoyolda geri geri gelip o sapağa girdim, bazen gaza çok yüklendim, bazen ise tamamen gazdan ayağımı çekecek seviyeye geldim. Hepsinde olmasa da ara ara kendini gösterip sonra birkaç dakikalığına yok olan yağmurla devam ettim. En sonunda ulaştığım nokta ise hayata başladığım noktayla aynıydı. İnsanların ev dediği fakat benim için açık bir hapishane olan yer. Hayatımın başladığı, yamulduğu, yıkıldığı, sarpa sardığı, krizlerime ev sahipliği yapan, sevgi görmemiş İmerler’in malikanesi…

Geçtiğim büyük beyaz demir kapıdan sonra arabayı merdivenlerin önüne park ederek artık yavaşlamış yağmurun altında basamakları çıktım sallana sallana. Yirmi beş yıldır içinde olduğum cehenneme her daim açılacağını bildiğim kapıdan girdim, sakin fakat cellat niteliği taşıyan Zeren İmerler ile göz göze gelmeme rağmen duraksamadım. Üst kata çıkan merdivenleri tırmandım, odama girdim. Firuze hanımın odayı toparlamaya çalışan haline rağmen derin bir nefes alıp giyinme odama dalarak üstte duran valizlerin neredeyse hepsini çektim, kıyafetlerimi, ayakkabılarımı, iç çamaşırlarımı gelişi güzel attım içlerine. Zaten düzenle aram yoktu fakat bu seferki bir felaket olmuştu. Bazı açık renkli kıyafetlerime ayakkabılarımın topukları dolaşmış, birkaç tül elbisem mahvolmuş bile olabilirdi. Düşünmedim, düşünmek istemedim çünkü hepsi idaretendi. Gün gelir bunları da Zeren beyin bu kocaman kendini bilmez evinin önünde yakardım. Ardından banyoya doğru en boş ve olaysız valizi sürükleyerek götürüp kişisel bakım malzemelerimi attım içine. Sessizliğim devam ederken usul toplanışım arasında Firuze hanım işini bitirip çıkmıştı bile odadan ki bende valizleri dağınık dahi olsa kapatıp derince soluklandım. Bir bir hepsini kapının önüne çıkarırken sonuncu ve fırlatarak zarara uğrayacağımı bildiğimi alıp kenara çektim.

Son bir kez baktım odaya. Düzeni bana ait değildi. Krem rengi duvarlar sanki kimse yaşamamış bu odada gibi bomboştu. Ortada koca bir yatak vardı. O da krem renkteydi, o da düz ve sadeydi. Baş ucumdan sarkan iki aydınlatma, ortadaki ufak yine krem rengi halı… O kadar ben değildi ki oda yatağın hemen başının üzerindeki rafta bir fotoğraf dahi yoktu veya kitap. Mimarın ellerinden çıktığı gibi örnek daire edasıyla öylece vardı sadece. İçinde yaşanan güzel anılarım yoktu. Zaten bütün kitaplarım, yaşanmışlığım, güldüğüm birkaç an koridorun sonundaki çocukluk odamdaydı. Bu evin içerisinde beni anlatacak tek alan o ufak odaydı belki de. Rengarenkti, okuduğum romanlar o odada bir duvarın dibine istiflenmişti, babama göre ciddiyet yoksunu giysilerim bir depo gibi oraya kaldırılmıştı, annem ve anneme dair hatıralarda. O gittikten sonra o odaya kimse adım atamamıştı. Benim dememe rağmen ben bile… Evde annemle ilgili ne kadar eşya varsa bir gecede o odaya tepiştirilmişti. Çocukluğumu da oraya kilitlemişti Zeren İmerler, mutluluğumu da. Sonra sekiz yaşında bir kız çocuğu için şimdi çıkıp ait hissetmediğim bu odayı iç mimara tasarlatmıştı. On yedi yılım ben olmayan, bana ait olmayan bir odada geçmişti. İçinde renkli olan tek şek kıyafetlerim ve makyaj malzemelerim olan bu yerden de artık gidiyordum.

Kapıyı çekecekken son bir duraksama yaşayarak başucumdaki komidine yaklaştım. İlk çekmecede olan ve yıllar önce duvarlara yapıştırıyorum diye elimden alınacakken sadece bir sayfasını kurtarabildiğim stickerları alıp tekrar örttüm çekmeceyi. Buradan gidişimi ne renk tarif edebilirdi acaba? Üzerinde hisleri anlatan yuvarlak stickerlardan yeşil uyar mıydı buraya? Uymazdı. Sakinlik, huzur, güvenceydi yeşil. Mavi? Kurtarıcı, barış, iletişim… Bu da olmazdı. Gri? Denge, tarafsızlık… Kesinlikle olmazdı. Mor, sarı, beyaz, pembe, hatta siyah dahi olmazdı bu odaya. Tek renk yakışırdı. Kırmızı. Tehlike… Bana bu oda sadece tehlike, talep ve hırsı, kırmızı hatırlatıyordu. Bu odanın koyu gri ahşap zeminine dökülen kanımı. Ağlamaktan kızaran yüzümü… Kan oturmuş gözümü…

Parmaklarım ufak çıkartmalardan kırmızı ve çatık kaşlı yüzü çıkardığında kapının olduğu duvara yapıştırdım. Biliyordum. Bu odaya artık kimse girmezdi. Girecek olan belki Firuze hanımdı, o da kapıdan dağınıklık var mı diye bakar, ben olmadığım için de daha fazla ilerlemezdi. Defalarca üzerime çekilen, yüzüme örtülen o kapıyı dışarı çıkıp ben kapattım bu kez. Önce dağınık duran valizleri merdivenlerin başına ilerlettim. Sırasıyla her birini aşağı ittim. Kırılsındı. Hiç ama hiç önemli değildi. Sonra da kırıldığı zaman borç batağına sürükleyecek kişisel bakım malzemelerimin olduğu valizin kulpunu tutup kaldırdım.

Bir bir çıktığım basamakları tekrar indiğimde valizi kapının kenarına bırakıp salona yöneldim sağa sola savrulmuş diğerlerinden sıyrılarak. Zeren bey ben gelirken olan koltuğunda hala put gibi oturuyordu, Ilgın hanımın dünya umurunda değilmişçesine elindeki dergide olan harelerini bir an çekmese de bize odaklıydı.

‘O herifin yanına gittiğin durumda hukuki savaşın altından kalkamayacak hale getiririm sizi.’ Diyen Zeren beye bakışlarım döndüğünde gülümsedim. Dilimin ucuna kadar gelen, ‘Sahiden sadece hukuki savaş mı?’ sorusunu yuttum. Onda olan harelerim usulca Ilgın hanımı bulurken ne kadar odaklandıysam rahatsız olarak salondan çıkıp merdivenlere yönelmişti ki tekrar babama döndüm. Yıllarca bu açık cezaevinin gardiyanı olan bakışlarına odaklandım. Benim aksime ela ama şu an daha koyu görünen göz rengine, esmer tenine, devamlı çatık kaşlarına, tüm çocukluğumu alan duygusuzluğuna…

‘Onunla yaşamayacağım fakat bu sen istiyorsun diye değil. Sana da yenilmeyeceğim, çünkü bana yapabileceklerini gösterdin. Dava açma sebebin de olmayacak. Açsan dahi maksimum beni reddedersin, buna da şaşırmam zaten.’ Omuz silktiğimde gözleri hala gözlerimdeydi. Ancak artık ne yapmaya çalıştığımı anlamak ister gibiydi hali…

Neyi başlatıyor, neyi bitiriyordum? Amacım neydi? Aklında bunlar dönüyordu ve sadece bakışlarındaki kuşku dolu o hissiyattan dahi ayırt edilebiliyordu. Çok cümle kurmak isterdim şu an. Beni anlayacak olsa uzun uzun konuşmak isterdim. Bir kez yargılamadan dinlemeye teşebbüs edeceğini bilsem yıllarımı bu salonunun ortasına gömüp gitmezdim. Baba ben bu evde artık yaşamak istemiyorum, ruhumu gömdün karanlık duvarlara, derdim. Tahta kuruları yedi her sene yenilettiğin bu evde çocukluğumu, derdim. Ne vakit babalar ve kızlarının gülüşlerine denk gelsem yarım kaldım, yarım bıraktın, derdim. İnsanların babaları ölüyor, yokluğuna alışıyor. Ben sen varken yokluğuna alışmak zorunda kaldım baba, derdim. Samimi bir kızım kelimesi koşa koşa sana gelmeme yeterdi, sen onu dahi çok gördün baba, derdim. Senin yıktığın duvarların altında kaldım da ölmeyip can çekiştim yıllarca, derdim. Fakat, demedim, diyemedim. Desem de anlamazdı, anlayamadığından değil, anlamak istemediği için tüm kelimeler yitiriyordu değerini. O yüzden boğazıma takılan bir yumruyla nefeslendim.

İç çektiğimde dudaklarımda buruk bir tebessüm vardı fakat bakışlarını kaçırmadı, ‘Beni sevemedin. Neden bilmiyorum. Beni sevemediğin halde bana çok kızgınsın, bunun da nedenini bilmiyorum. Bana kızgınsın fakat sebebi ben miyim ondan da emin değilim… Ama… Daha fazla bu inançsızlığı kaldıramam. Çünkü sana inanmıyorum. O yüzden kendime bir yol açacağım. Sandığın gibi birisiyle değil, kendimle.’ Dudaklarımda hala kırgın bir çocuğun tebessümü vardı ve bunu görebiliyordu. Yine de anlamaya çalışan o ifadesinin yerini küstah bir gülüş aldı.

‘Ben olmadan, ismim olmadan bir şey başarabileceğini düşünmen…’ dediğinde gülerek tekrar omuz silktim.

‘Ben sensiz sevgisizliği hallettim baba.’ Diyerek kestim cümlesini, bakışları hala gözlerimdeyken geriye iki adım attığımda elimin altındaki valizin uzayan kulpunu çektim, ‘Bunu da hallederim.’ Bir daha aynı evin içerisine düşer miydik bilmesem de benim için içsel olarak Zeren İmerler’e ilk ve tek gerçek vedamdı bu. Bana göre vedaydı çünkü içimdeki umutsuzca umduğu babasını bekleyen kız çocuğunu kendi ellerimle öldürüyordum, onun için ise meydan okumaktan ötesi değildi. Çoğu şeyi aşmamıştım fakat çoğu şeyden kendimi ayrı tutmuştum. Hayatıma dair gerçek en büyük lüks birleştiğim paydalardan koparak kendi hayat üçgenimi oluşturmamdı. Bu hayat üçgeninde hüngür hüngür ağlayacak olsam da…

Asla yolumun kendi isteğimle düşeceğine inanmadığım o yerdeydim. Bir pazar günü, tek tük insan varken şirketteki odamda. Ebru hanım birkaç evrak için uğramış, gördüğünde şaşırmamıştı beni fakat tuttuğum valizi ona doğru ittiğimde havalandırdığı kaşlarıyla yakalamıştı. Neden diğerlerini tıka basa arabaya sokmuştum da bu valizi kol çantam gibi her yere götürüyordum bilmiyorum. Yine de olsundu.

Ofise girdiğimde de fark ettim ki buraya bilinçli ve istekli şekilde gelmiştim. Hafta sonu olduğu için Ebru hanım valizi banyoya bırakmış ardından da izin isteyerek çıkmıştı. Üzerimdeki eşofman takımının kötü göründüğünü biliyordum ancak bu şu dakika kafa yoracağım en son detaydı.

Koltuğuma yerleşip laptopun kapağını açtığımda kapının tam çaprazında duran duvarda robot gibi bekleyen adamla göz göze geldim. Bakışları üzerimden ayrılmıyordu fakat bir şey yapmaktan ziyade kontrol eder gibiydi hali. Bu adam için iki ihtimal değerlendirebilirdim, birisi şirkete geldiğimi Zeren beye haber veren güvenliğe Zeren beyin ne yaptığıma dair merak haliyle takip et demesi olabilirdi, diğeri ise Noyan… İkisi de fark etmezdi, çokta umurumda değildi. Orada öylece bekleyip gözünü üzerimden ayırmaması mı söylenmişti? Peki, öyle olsundu. Takım elbisesinin iç cebinden çıkardığı telefonla birini arayıp kulağına götürdüğü esnada bende laptopa döndüm.

Açtığım mailde onlarca mesaj vardı, çoğu yanıt vermemi gerektirmiyor, sadece bilgim olmasının yeterli olacağı haldeydi. Bütün birimlerin iletişim numarası ve katlarının yazılı olduğu Ebru hanımdan gelen dosyayı indirdikten, bir de telefonuma attıktan sonra internete girdiğimde derin bir nefes almıştım ki vurulan cam kapıya çevirdim gözlerimi. Az önce köşede bekleyen adam tepki beklercesine camın arkasından bana bakarken başımı usulca salladım. O içeri girerken emlak sayfalarından ilk sırada olanı açtığımda uzun boylu, sarışın, Noyan kadar kalıplı olan adam içeri girip ceketinin önünü ilikleyerek ellerini önünde birleştirmişti. Bu derece cüsseye sahip birinin böyle çekingen gibi durması o kadar garipti ki…

‘Kusura bakmayın Belgi hanım, rahatsız ediyorum. Ben Adel Balal. Noyan beyin yakın korumalarının ekip lideriyim.’ Derken bakışlarını direkt olarak gözlerime diktiğinde usulca başımı salladım onay verircesine.

‘Memnun oldum Adel. Neden buradasın peki? Ve daha geçerli bir soru, içeri nasıl girdin?’ aşağıdaki güvenlik noktasından gelen geçen elini kolunu sallayarak giremezdi. Bunu bilemeyecek kadar aptal değildim. Hele ki Noyan’la çalışan bir adam bu şirkete adım atamazdı, en azından Zeren bey yaşadığı sürece hepsinin üzerini kırmızı kalemle çizdiğini bilecek kadar potansiyelim vardı.

‘Noyan beyden kesin talimat aldım güvenliğinizi sağlamak adına. Evden eşyalarınızla çıktığınız durumda sizi güvenle yaşayabileceğiniz bir eve götürmek adına da elbette. Aşağıya da özel koruma talep ettiğinizi dile getirdim.’ Açıklamasıyla çatılan kaşlarım bir olduğunda dikkatle Adel’ın koyu kahve gözlerine odaklandım.

‘Söyledin ve öylece tamam diyerek çıkmana izin mi verdiler?’ dediğimde şaşkındım. Şaşkındım çünkü benim böyle bir talebim yoktu ve daha da ötesi şirket çalışanları hangi güvenlik firmasıyla çalıştığımızı ezberlerinde tutmak zorundalardı. Tabi ki güvenlik firması da bir personel gelecekse bunu bildirmekle yükümlüydü.

‘Tam olarak izin vermediler aslında, mecbur kaldılar.’ Derken ceketinin iç cebinden zarf çıkarıp uzattığında alıp Adel’e de masanın önündeki koltukları işaret ettim. Bakışları benimle işaret ettiğim koltuk arasında dolaştığında zarfın içerisinden çıkardığım kağıtla tekrar başımla koltuğu gösterdim.

‘Lütfen, ayakta bekleme.’ Dediğimde bekleyeceğini dile getirmek için dudaklarını aralasa da umursamayacağımı kağıda dönen bakışlarımdan anladı. Paralel şekilde dörde katlanmış sayfayı açtığımda elektronik imzamı taşıyan koruma talebime bakıyordum.

‘Gizay mı hazırladı bunu?’ kağıdı tekrar zarfa yerleştirdiğimde diken üzerinde de olsa sonunda koltuğa oturmuş Adel’e diktim gözümü.

‘Ben Gizay beyden teslim aldım, detayları bilmiyorum maalesef Belgi hanım.’ Derken olan sakinliği, sesinin soğukluğu dahi ürkütebilirdi insanı. Fakat emin olduğum bir gerçek vardı ki Adel eğer tüm o korumaların şefi olarak geçiyorsa bu kağıda her bir harf eklenirken Gizay’ın yanındaydı.

‘Şimdi Adel’cim... Öncelikle benim bir korumaya ihtiyacım yok. Ev konusuna gelirsek eğer, birinin bana ev ayarlamasına da gerek yok. Ben yetişkin bir bireyim. Anlatabildim mi?’ ellerimi iki yana açarken gülümsediğimde mimikleri ufacık bile kıpırdamamıştı.

‘Belgi hanım, ben verilen talimata uyum sağlamak mecburiyetindeyim.’ Kendine göre haklı olabilirdi fakat şu an beni değil yeni saldırıya uğramış patronunu koruması daha makul olurdu. Derin bir nefes alarak ceplerimi yokladığımda yakaladığım telefonu çıkarıp Noyan’ı arama hamlesinde bulundum. Ancak aklı zaten bilmem kaç kilometre havaya uçmuş Gizay’ın Noyan’la aramıza koyduğu o engeli hatırlamasını ve açmasını beklemek mantıklı olmazdı. Ulaşabileceğim tek numara olduğundan Gizay’ı aradığımda ikinci çalışta açtı telefonu.

‘Belgi.’ Dediği esnada arkadan gelen sesler hastanede olduğunu açıklıyordu.

‘Gizay, rica etsem ya telefonu Noyan’a verip ya da engeli kaldırır mısın?’ sorum esnasından gözlerim Adel’i bulduğundan dışarıdan geçen personeli elimi havalandırıp çağırdığımda hızlıca içeri girmişti ki Gizay’ın acı inlemesiyle aslında konuşmamızı Noyan’ın da dinlediğini fark ettim.

‘Sade mi içiyorsun kahveyi?’ gözlerim Adel’e odaklıyken o şaşkınca bakmaya başladığında aslında duygu durumu değişimi yaşayabildiklerini görme fırsatım olmuştu. Ki ben Noyan’ın çevresinde olan hiçbir korumadan jest ve mimik olarak tepkiye şahit olmuş insan değildim.

‘Yok Belgi hanım ben almayayım.’ Bu kadar kalıpların içinde yaşanmazdı canım. Göz devirip kapıdan başını uzatmış adama döndüm.

‘Rica etsem iki sade kahve göndermelerini ister misiniz? Henüz numaralar üzerinde çalışma fırsatım olmadı da.’

‘Hemen söylüyorum Belgi hanım.’ Adam dışarı çıkarken ben Noyan ve Gizay kapışmasının isyanlarını duyuyordum ki sonunda telefona ulaşmış Noyan’ın sesini duydum.

‘Güzelim.’ Derken sesindeki şefkat ve özlem dolu tınıyla iç çektim.

‘İşin cılkını çıkarıp güzelin miyim gerçekten demek isterdim fakat daha önemli iki konumuz var.’ Diyerek koltukta iyice yayıldığımda Adel’in gözleri önündeki cam sehpada olsa da gelecek emri bekler gibiydi duruşu. Yani diken üzerinde, her an ayağa fırlayacak gibi…

‘Ne oldu?’ sesindeki panikle beraber inlemesi kulağıma ulaştığında göz devirdim anında.

‘Panik yapacak bir durum yok. Öncelikle Adel burada.’

‘Olması gerektiği yerde, güzel… Sıkıntı ne peki?’ sesindeki vurdumduymaz hal beni verem edebilirdi sanırım.

‘Ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum, sıkıntı tam olarak bu. Korumaya ihtiyacım yok, hele ki kahve içmeyen, oturması için ısrar etmem gereken, mimiklerini kullanmayan biriyle dolaşmaya asla niyetim yok. Bu arada adamı gömüyor gibi oldum ama çalışanlarından birinin konuşabildiğine Adel sayesinde şahit oldum ve bence bu mükemmel bir özellik.’ Bunları dile getirsem de bir anlığına en azından konuşuyor diye düşündüm Noyan’a da söylediğim gibi. Çünkü daha önce sabaha karşı Noyan’ın evinde veranda da otururken kahve demliği ile tepeme dikilen adam konuşmak bir yana dönüp bakmamıştı ve ben onun engeli olduğunu düşünmüştüm.

‘Söylediklerini hallederiz. Ararım birazdan insan gibi davranır. Diğer problem ne peki?’ Gerçekten şaka gibiydi durum. Noyan’ın bu hali beni çileden çıkarabilirdi.

‘Koruma istemiyorum Noyan. Saldırıya uğrayan sensin, korunması gereken de sensin.’ Dediğim esnada Adel’in gözleri bana dönüyor ve sanki beni onaylıyor gibi olsa da anında kaçmıştı yine, ‘Adel gayet saygılı fakat ben koruma moruma istemiyorum. O yüzden biz bir kahve içeceğiz sonra Adel işinin başına geri dönecek ve tartışmaya açık bir konu değil bu. Diğer meseleye gelirsek, kendi evimi kendim bulurum. Birinden kaçmıyorum o yüzden de güvenli ve korunaklı bir evde yaşamaya ihtiyaç duymuyorum.’ Bakışlarım tekrar emlak sayfasında gezinmeye başlarken Noyan sıkıntılıca nefesini bıraktı.

‘Deran… Yapma ama-‘

‘Yaptım bile. Adel’i tam olarak buna göre ara olur mu? Çünkü kendisi talimat dışına çıkamayacağını söylüyor.’

‘O zaman şöyle yapalım. İstediğin eve geç, istediğin yerde yaşa buna tamamız fakat Adel yanında olsun.’ Dediğinde içeri giren personel kahveleri bırakıp dışarı çıkmıştı ki derin bir nefes aldım.

‘Dediğimi yap ve lütfen bu konuda beni yorma Noyan, rica ediyorum. Dinlen. Görüşürüz.’ Konuşmayı sonlandırıp telefonu masanın üzerine bıraktığımda bakışlarım da Adel’in durumu garipseyen haliyle çakıştı.

‘İnan bana mesele seninle alakalı değil, lütfen üzerine alınma.’

‘Estağfurullah Belgi hanım.’ Dediğinde gülümseyip kahvemden bir yudum alarak bilgisayar ekranına döndüm. Çok geçmeden odayı telefon melodisi doldururken Adel aramayı yanıtlamış, bir dakika boyunca dinlemiş ardından kapatarak derin bir nefes almıştı.

‘Ben müsaadenizi isteyeyim.’ Ayağa kalkacağı esnada kahvesini işaret ettiğimde bu kez fincan ve benim aramda gezdi bakışları.

‘Kahveni iç öyle kalkarsın. Bir saat sürer işim, o süreçte kendini saklayacak yer bulursun.’ Derken dudaklarımda ufak bir tebessüm vardı. Aptal değildim, Noyan’ın bu duruma sen öyle mi istedin tamam yapalım demeyeceğini biliyordum. Dışarıda şakır şakır yağmur yağarken, ki Adel’de zaten çok uzaklaşmayacakken erkenden odayı terk etmesine gerek yoktu. Gözlerindeki şaşkın hal yerini korusa da ekrandaki numarayı masanın üzerinden aldığım telefona tuşladım.

‘Bakma öyle, en nihayetinde patronun öyle kolay kolay istediğinden vazgeçecek bir tip değil.’ Deyip tuşladığım numarayı aradığımda Adel kahvesine dönebilmişti. Bende o süreç içerisinde olabilir dediğim birkaç ev için insanları aramış, şartları konuşmuştum. Dekorasyon derdine şu dakika düşemezdim. Ondandır ki hem lokasyon olarak her yere kolay ulaşım sağlanabilen, hem içi döşenmiş halde, hem de bir süre beni idare edebilecek yerler dikkatimi çekmişti. Tabi en büyük problem hemen yerleşme opsiyonu olmasıydı.

Aradığım ilk iki numara gün içinde mümkün olmayacağını söylerken diğer üç ev için bu pek problem olmamıştı. Fakat kalan üç seçeneğin biri yer olarak epey şehir dışında kalıyordu ve internette olan adresle alakası yoktu konumunun. Bir umut diyerek iki evi görmek istediğimde kabul eden emlakçılardan birisi ev sahibinin evli birisini istediğini söylemişti. Ne yani bekarız diye barınmayalım mı biz? Sokakta mı yatıp kalkalım?

Sabır dilenerek kapattığım o görüşmeden sonra da elimde kalan tek ve son seçeneği aradım. Şansıma bu kez ev sahibiyle muhatap olmuştum. Sesi gayet tatlı gelen ama birazcık aksanlı bir kadındı konuştuğum. Çok uzun soluklu muhabbete tutmamış, hatta aksine evi görmemi, ikimizin de yüz yüze birbirini tanımasının sağlıklı olduğunu dile getirmişti. Ki duruma bakıldığı zaman pek, hatta hiç tercihim olmamasına rağmen bence de bir enerji yoklaması yapmamız lazımdı.

Daha önce telefonuma da indirdiğim dosyadan muhasebenin numarasını bulup onlarla da görüştüm. Bir miktar beni idare edebilecek param olsa da şu dakika şirkette olan yerimi kullanmak en makul seçenekti. Önüme çıkan muhasebe konusundaki tek sıkıntı pazar gününde olmamızken ve pek tabi Zeren beyin onayını istemeleri tökezlememi sağlasa da vazgeçmedim.

Toparlanıp çıkarken Adel’de sessizliğini koruyarak benimle ilerledi. İşini zora koşmak istemiyordum fakat Noyan’ın karşısında aptal varmış gibi davranması da üzücü bir durumdu. Otoparka geçerken telefona kaydettiğim adresi göstermek için Adel’e uzattığımda bakışları benim ile telefon arasında gezinse de almaktan kaçınmadı. Sessiz bir anlaşma içinde olduğumuzun o da artık bilincindeydi ve aptal olmadığımı bire bir kendisi Noyan’a anlatacaktı.

Yola çıktığımda finansal konuda amcamdan fikir almak istediğimde hazırda zaten bir ev olduğunu hatırlatsa da onu da kabullenmemiştim. Sanırım kaşınıyordum ancak o evin gizli kalması gerektiğinin bilincindeydim. Bunu makul şekilde amcama iletince haliyle birkaç ay finansmanımın kendisi olacağını söyleyerek Zeren beye ihtiyaç bırakmamıştı. Bu finansman konusu da maksimum şirkette biten ilk ayımdan sonra son bulacaktı. En azından ben öyle olmasını sağlayacaktım. Bu baş kaldırıda tamamen Zeren beyden kopmak zaten mantıklı olmazdı. Aksine olabildiğince yakında kalmalıydım ki yapabileceği her hareketi de gözlemlemeliydim. Zaten o imza yetkisini verdiğinde asıl amacı beni şirkete mecbur kılmaktı fakat ben olan imzayı lehime çevirebilirdim.

Ellerimi cebime yerleştirip indiğim arabadan sonra bir süre sahil yolunda yürümeye başladığımda iyot kokusunu ciğerlerime doldurdum. İnternette gördüğüm kadarıyla ufacık bir bahçesi olan, o bahçeden sahili gören, binanın en alt katındaki iki oda bir salon ev karşılayacaktı beni. Muhit olarak sakindi fakat bu yağmur yağdığı için olabilirdi şimdilik. Önünden geçtiğim birkaç kafeyi, tıpkı fotoğrafta olduğu gibi başka bahçeli evleri de inceleyerek yürümeye devam ettiğimde başlayan yağmurla kapüşonumu çektim. Dış cephesi krem renkte olan yapıyı sonunda seçebildiğimde sakin olan adımlarım da heyecanla hızlandı.

Bir kanat takmam gerekiyordu ve o da tam olarak burayla olacaktı. Başka bir Belgi’ye ilk adımı burada atacaktım. Şimdi olduğumdan çok başka bir kadın olarak doğacaktım burada. Artık Zeren İmerler’in kızı Belgi Deran İmerler olarak anılmayacaktım. Sadece Belgi Deran olacaktım ve öyle ki bu anlatılmaz yaşanır bir iç huzura sürüklüyordu beni. Düştüğüm yerden kendim kalkmayı öğrenecek, Zeren beyin saçıma yapışıp ayaklarım üzerinde durmayı sağlamasını yok sayacaktım, bir daha saçlarımı kökünden çekme fırsatı olmadığı için kesmeyecektim. Bir daha hiç ama hiç kimse bana kendi istediği gibi kanat takamayacaktı. İlla olacaksa rengini, desenini, boyutunu, şeklini ben seçecektim, istediğimde değiştirecektim. Çünkü bu ev bana kendi kanatlarımı kendim örebileceğimi gösterecekti.

Özgürce uçmak ne kanada bağlıydı, ne de yaşamaya. Özgürce yaşamak tam olarak yere çakılmakla alakalıydı. Defalarca çarptığım o duvarlardan sonra anlamıştım ki ne kadar hızlı çakılırsam o kadar yüksekte olurdum ve ben bu defa çok acılı olacak olsa bile görmediğim o yüksekliğe kanat çırpmaya niyetliydim. Çünkü hayat buydu. Öğreti… Eğer ki aynı acıyı defalarca yaşıyorsak öğrenemediğimiz bir şeyler vardı. Ben bağımlı kalmıştım. Kanatlarımı Zeren İmerler’e mahkum etmiştim. Hayat bana defalarca yere çakılma fırsatıyla beraber ayağa kalkma şansı da vermişti ve ben her birinde Zeren beye bağlı olarak kalmaya devam etmiştim. Şimdi ise farklıydı. Hayat bana içime ne ara sızdığını bilmediğim adamın yaşam savaşıyla yere çakılma olanağı tanımıştı. Ve zemine paldır küldür çarpıp kaburgalarımı kıran düşmeyle beraber öğretimi almıştım.

Öğretim kendi kendime kanatlarımı yapmamdı. Yapacaktım.

Bölüm : 09.02.2025 19:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...