@bilinmeyenbirerkek
|
Emina, küçükken nehrin kenarında oyun oynamayı çok severdi. Her yaz, diğer çocuklarla birlikte, serin sulara girer, bazen taşların üstünde zıplar, bazen de suyun içinden küçük balıklar yakalamaya çalışırlardı. Nehrin kenarındaki kayalar, çocukların oynaması için doğal bir oyun alanıydı. Emina'nın en sevdiği şey, suya girmeden önce bir kayaya tırmanıp, bir saniyeliğine yüksekten her şeyi izlemekti.
Bir akşam, güneş batarken, Emina yine arkadaşlarıyla birlikte kayaların üzerinde koşarak oynuyordu. Ayakları hızla kayalardan geçerken, bir an dengesini kaybetti. Göz açıp kapayıncaya kadar, suyun içindeydi. Su hızla akıyor, çamur ve taşlar arasında sürüklüyordu. O an, Emina’nın aklına sadece bir şey geldi: "Düşersem kimse beni kurtaramaz."
Suyun soğukluğu, vücudunu sarmaya başlamıştı. O kadar panikledi ki, etrafındaki sesler, her şey uzaklaşmış gibiydi. Gözleri, sadece suyun hızla çekişini gördü.
Ama birden, bir el belinden kavradı ve onu güçlü bir şekilde yukarı çekti. Miran... O, nehir kenarındaki en cesur delikanlıydı aynı zaman da Emina'nın arkadaşı. Emina, yüzüne çarpan su damlalarını silerken, Miran’ı yanında gördü. Kendisini kayalıklara doğru çekti.
Miran, Emina’yı nihayet güvenli bir şekilde kayaların üzerine çıkardı. “İyi misin?” diye sordu, sesi biraz da şaşkındı. Emina'nın cevabı sadece bir baş hareketiyle oldu. “Evet,” dedi, ama boğazında hala korkunun ve şaşkınlığın izleri vardı.
Gözlerinde su, kalbinde bir yabancılık vardı. Miran hemen elini uzattı ve elleri, Emina'nın avuçlarına girdi. O an, Emina bir şey fark etti; elleri, suyun içindeki soğukluktan sıcacık olmuştu. Miran’ı daha önce hep köyde gördüğü, tanıdığı bir çocuk olarak hatırlıyordu ama o an, Miran’ı bir koruyucu, bir kahraman gibi hissetmişti.
"Bozkaya!" diyen sesle düşüncelerimden sıyrıldım. Bu Hüseyin albaydı, Hüseyin Gedizli. "Suriye sınırında bir kız esir tutuluyor. O kız bizim için çok şey ifade ediyor, onu sağ salim kurtarıp bana getirmelisin Üsteğmen Bozkaya." Operasyonlara bayılırdım, canım timim Kasırga Timi ile adımızın geçmediği operasyon yoktu. "Emredersiniz Albayım, ben Timi hazırlayım gidey-" diyordum ki sözüm yarıda kesildi, "Timle değil Üsteğmenim, tek," dedi Hüseyin Albay. Cümlesi, kulağımda yankı yaparken, bir an içimden geçen korkuyu ve heyecanı bastırmaya çalıştım. Ne demekti bu? Tek mi? Sadece ben mi? Beni, o kadar önemli bir operasyon için tek başıma göndereceklerdi. Bir an için kafamda şimşekler çaktı, ama hemen toparlandım.
"Anlaşıldı, Albayım," dedim. Gözlerimdeki kararlılığı belki de ilk kez fark ettiğini düşündüm. Hüseyin Albay, yıllardır birlikte çalıştığımız, her zaman sağlam adımlar atmamızı isteyen adamdı. Bu kadar güven duyduğu bir operasyonun tam ortasında, beni tek başıma görmek istemesi, işin içinde başka bir şey olduğunu gösteriyordu.
"Zaman dar, Üsteğmen. Suriye'deki o kızı alıp buraya getirmelisin. Bu senin en önemli görevindir. Onu sağ salim getirmek her şeyden önce gelir. Hedefin sadece o, başka bir şey düşünme," dedi ve sesi, bana çok uzaktan geliyormuş gibi, keskin ve netti.
Başımı salladım. İyi bir asker olduğumu düşünürdüm, ama böylesi bir görevde tek başıma olmak... İnsanın kafasında bir sürü soru işareti oluşturuyor. "Emredersiniz Albayım," dedim, bu kez sesim daha sert, daha kararlıydı. Sadece ona değil, aynı zamanda kendime de bir söz vermiş gibiydim.
O an, bir şeyler değişti. Her zamanki rutin görevlerin dışında, bu sefer bambaşka bir şeydi. Zihnimde, sadece o kızı değil, o anı, bu görevi ve belki de bu yolda başıma gelecekleri düşündüm. Hüseyin Albay, bir adım geri çekildi, gözlerinde bir parıltı belirdi.
"Başaracağını biliyorum, Bozkaya. Ancak unutma, bu görev sadece senin değil. Eğer başarılı olamazsan, seni bekleyenler var. Kız sadece bir hedef değil, büyük bir oyun. Bir ipucu, bir anahtar. Anladın mı?"
"Anladım, Albayım," dedim ve kapıyı kapatıp çıkarken, tek bir şey düşündüm: Bu görevde başarırsam, adım her zaman hatırlanacak ve o kız, tarihte bir dönüm noktası olacaktı.
Kartpostallarımın sesi alayın koridorlarında yankılanırken bu görevin nasıl geçeceğini düşünüyordum. Ellerimi arkada birleştirip yürümeye devam ettim. Sonra ise benim için ayrılan koğuşa geçtim ve cebimden onun fotoğrafını çıkardım; Emina. Yemyeşil gözleri, simsiyah saçlarıyla adeta bir periyi andırıyordu, "Gözlerinin yeşilini ağaçlardan mı aldın be kadın, onlar gibi yaşam vadediyor..." diye mırıldandım kendi kendime.
Koğuşun köşesine oturup fotoğrafı daha yakından inceledim. Emina'nın gözleri, her şeyden çok uzak, sanki bambaşka bir dünyadan bakıyordu. Onun gülüşü, zamanın en güzel hatırasıydı, ama şimdi burada, bu kasvetli yerin içinde, her şey silikleşmişti.
Bir an, ellerim titredi; fotoğrafı yavaşça cebime yerleştirip derin bir nefes aldım. Burada, bu korkunç duvarlar arasında, yalnızca hatıralarla var olabiliyordum. Emina'nın bana söylediği o sözler aklımdan çıkmıyordu: "Bir gün bu kabustan uyanacağız."
Ama ne zaman? Buradaki görevim, bu soğuk betonun ve talimatların arasında her geçen gün daha da anlamını yitiriyordu. Yavaşça gözlerimi kapattım, birkaç saniye rüyalarımı hatırlamaya çalıştım, ama o da ne? Gözlerimi açtığımda, aklımdan tek bir şey geçiyordu: Emina, bu çocuk asker, bu görev bittiğinde geriye kalan tek şey olacak mıydı?
Fotoğrafı tekrar cebimden çıkarıp biraz daha inceledim. Emina'ya dair her şeyin daha silik, daha uzak bir hayale dönüşmeye başladığını fark ettim. Burada, bu karanlık yerde, her an ölme ihtimalim varken, tek gerçek olan o yemin, "Hayatta kalmak." Koğuşun kapısı aniden açıldı, sert bir gıcırtı sesiyle yerimden sıçradım. Gözlerimi hızla kaldırıp, gelenin kim olduğunu görmek için bakışlarımı netleştirdim. Timden biri, Serdar, kapıdan girmişti. Yüzünde, her zaman ki sert ifadeyle, elinde bir dosya vardı. Gözleri, her zamanki gibi yorulmuş, ama aynı zamanda bir şeyler taşıyor gibiydi. Bu tür insanların gözlerinde ne çok şey gizli olurdu...
“Yine fotoğrafına bakıyorsun ha?” dedi, sesinde bir alay vardı. Sanki bunu yapmamı bekliyordu. Yavaşça ayağa kalktım, fotoğrafı cebimden çıkarıp bir köşeye koydum. Serdar’ın bakışları hala üzerimdeydi, ama bir şey söylemeden başımı eğdim.
“Bu işin sonu yok, biliyorsun değil mi?” dedi Serdar, dosyayı masaya koyarak. “Bunu kimse durduramaz. Herkes görevini yapacak, sen de yapacaksın.”
Söylediklerinde doğru olan bir şey vardı. Burada herkesin bir rolü vardı, bir amacı… Ama o an, Emina'nın gözleri aklımdan bir an olsun çıkmadı. Ona verdiğim söz, bu duvarların arkasında sıkışmış, bir tür ağırlığa dönüşmüştü.
Serdar, önümdeki sessizliği fark etti. Bir süre öylece durdu. Gözleri bir an için yumuşadı, ama hemen eski haline döndü. “Bir gün, belki hepimiz çıkacağız buradan,” dedi, ve ekledi, “Ama o gün gelene kadar, görevine odaklanman gerekiyor. Fotoğraflarla falan vakit kaybetme.”
Cevap vermedim. Hangi sözcükler gerçekti ki? Emina'yı bir daha görebilecek miydim, yoksa sadece hayalinde mi kalacaktı? Ve bu görev, bu savaş, gerçekten bir anlam taşıyor muydu?
Serdar, bir süre daha duraksadı ve sonra kapıyı kapatıp çıktı. Odaya yine sessizlik çöktü. Gözlerim, fotoğrafın kenarlarına kaydı, her şeyi düşündüm ama hiç bir şeyin cevabını bulamadım. Yalnızca bir şey kesindi: Burada, bu yerde, ne umut vardı, ne de çıkış…
|
0% |