@bilinmeyenbirerkek
|
Yine her zamanki gibi derenin kıyısında oturmuş, bitki topluyordum. Bu topladığım bitkilerle ilaç yapıp satıyor, küçük kasabamızda geçimimi sağlıyordum. Ama bu iş, her babayiğidin harcı değildi; ince eleyip sık dokumak gerekiyordu. Annemden miras kalan bu mesleği yürütüyordum. Yine de içimde bir eksiklik vardı.
O sırada, zihnimde bir ses yankılandı: "Ayra, Ayra kızım." Bir saniye, bu annemin sesi miydi? Tanrım! "Anne sen misin? Neredesin?" Şu an neler oluyordu?
"Beni görmenin imkânı yok, kızım," dedi o tanıdık ses. "Tanrı bana ve sana bir yetenek verdi. Benim gücüm, sana miras kaldı. Bu güç... Şifacılık."
İçimdeki boşluk bir anda dolmuştu. "Bugün dolunayda, Aether Mağarası'na git. Orada karşılaşacağın şeylerden korkma. Sürem doldu, ama sana yardımcı olmak için bir harita gönderiyorum," dedi annem, ardından gökten süzülen bir harita önümde belirdi.
Haritayı cebime koymadan önce, dikkatle inceledim. Mağara, iki dağın arasındaydı. Hem tanıdık hem de yabancı bir yerdi. Kararımı vermiştim. Yola çıkmalıydım.
Bu yolculuk, hayatımda bir dönüm noktası olacaktı.
Haritayı cebime yerleştirirken kalbim hızla çarpmaya başladı. İçimde bir kıvılcım vardı, ne olduğunu bilmesem de, bir şeylerin değişeceğini hissediyordum. Geriye dönüp bakmadım; bitkileri bırakıp, kendimi bu yeni yolculuğa adadım.
🍀
Aether Mağarası’na giden yolun başı, kasabanın dışında, ormanın derinliklerinde bir yerlerdeydi. Gün batımına az bir zaman kala, dolunayın ışığı gökyüzünü aydınlatmaya başlamıştı. Haritaya bakarak adımlarımı dikkatlice attım. İlk başta, sessizliğin içinde yalnızmışım gibi hissettim, ama sonra bir şeylerin beni izlediğini fark ettim. Sanki gölgeler hareket ediyor, ağaçların arasında bir yaşam vardı, ama ne? Hiçbir şey görmüyordum, sadece o duyularımın sınırlarını zorlayan bir huzursuzluk vardı.
Yol ilerledikçe, kasvetli orman daha da derinleşti. Ağaçlar birbirine sıkıca yaklaşmış, sanki her biri bana bir şey anlatmak istiyormuş gibi duruyordu. Bir süre sonra, haritayı yeniden çıkarıp doğruluğundan emin oldum. İleride, yüksek kayalıklar ve vadiler görünmeye başlamıştı; bu, haritanın gösterdiği yoldan başka bir şey değildi. Fakat bir şey daha vardı. Havanın aniden soğuduğunu fark ettim, dolunayın ışığı, her adımımda daha da belirginleşiyordu.
Yavaşça dağın eteğine vardım. Burası, haritanın işaret ettiği yerdi. Bir mağara ağzı, karanlık bir boşluk gibi beni içine çağırıyordu. Kafamda karışık düşünceler ve hisler vardı. Ama bir şey de biliyordum; geriye dönmek, artık mümkün değildi.
Mağaranın ağzına yaklaştığımda, içimden bir ses tekrar yankılandı. Annemin sesi gibi, ama daha derinden, daha güçlü… “Korkma, Ayra."
Gözlerim karar karardı ama derin bir nefes alıp içeri adım attım. Mağara karanlıktı, ama dolunayın ışığı, içeri sızarak kayaların üzerinde parlıyordu. Tam adımımı atmıştım ki bir anda önümde birden biri belirdi. Dudaklarımdan bir çığlık koptu. Bir eliyle ağzımı kapatırken diğer eliyle başımı kavradı "Şş, bağrıma!" dedi kalın, tok erkeksi sesi. Bacak arasına dizimi geçirmemle ağzımı açması bir oldu. Dudaklarından bir inilti kaçarken ağzının içinde konuştu "Sandığımdan daha güçlüsün doğanın kızı"
Doğanın kızı mı?
Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak yükseldim, "Sen kimsin, biz kimiz, neden buradayız?" sorumun üzerine elini çenesine attı ve benden uzaklaştı. "Biz kim miyiz? Biz susturulanlar..." diyordu ki, onu yanında parlayan içi beyaz bir delik açıldı. Ve içinden uzun siyah saçlı, gri gözlü bir kadın çıktı. "Biz hor görülenler..."
Kadının sesi, sanki taşların içinden geliyor gibiydi. Her kelime bir yankı bırakıyordu havada. O an, sanki mağara daha da derinleşmiş, karanlıklar daha da yoğunlaşmıştı. Kadının etrafında, ışığın oluşturduğu gölgeler dans ediyordu. O, gözlerindeki boşlukla derin bir acıyı taşıyor gibiydi. Ve bir adım öne çıkıp, elini havaya kaldırarak devam etti: "Biz, her zaman yok sayıldık."
Bu sırada, mağaranın tepesinden bir başka figür süzüldü. Mavi gözlü, gözünün altındaki yara iziyle beyaz saçlı bir adam, bir kuyu gibi karanlıktan çıkıp yanlarına doğru indi. Yavaşça, ama kararlı bir şekilde yere bastı. "Biz lanetlenenler..." dedi, sesi önce fısıldar gibi, sonra yankı yaparak mağaranın dört bir yanına yayıldı.
Onların her biri, birer yarım kalmış hikaye gibi duruyordu. Birbirlerini tamamlayan, ama bir o kadar da ayrılıklarıyla varlıklarını şekillendiren bu figürler, mağaraya derinlik katıyordu. Hepsinin gözlerinde, geçmişin, kaybedilen zamanların ve unutulmuş acıların izleri vardı. Birbirlerine bakarak, sanki daha da güçleniyorlardı.
Kadın, gri gözleriyle önümdeki boşluğa odaklandı ve ellerini uzattı. Mağaranın duvarları, sanki onun gücüne tepki verir gibi titremeye başladı. "Bizim varlığımız, bu dünyanın sırrıdır," dedi. Her kelimesi bir yıldız gibi karanlıkta parlıyordu. Ardından, kadının elinden yayılan ışık, mağaranın duvarlarına yansıdı. Bir an, her şey bembeyaz oldu, ama bu beyazlık bir umut değil, bir öfkeydi. Işığın içinde şekiller belirmeye başladı. Uzaklardan gelen bir hışırtı, mağaranın derinliklerinden yankı yaparak büyüdü.
Adam, beyaz saçları ve yara izleriyle ağır bir şekilde önüne baktı, derin bir nefes aldı ve bir adım öne çıktı. "Biz, bu lanetle yaşamayı öğrenenleriz," dedi, sesi soğuk ve keskin. Bir an, zaman sanki onun etrafında yavaşladı. Ellerini yavaşça kaldırdı ve bir bakışla mağaranın her bir taşını hareket ettirdi. Her kelimesiyle mağara sanki derinleşiyor, kaybolan bir geçmişin yankıları etrafta dolaşıyordu.
Kadın ve adamın hemen ardından, mağaranın içinde bir boşluk daha belirdi. Karanlığın içine, bir ışık parıltısı gibi süzülen üçüncü bir figür vardı. Bu kez, ışık değil, bir tür karanlık... Bu varlık, hiç tanımadığım bir güç taşıyor gibiydi. Onun varlığı, bir tür sessiz patlama gibi mağaranın her köşesinde yankı yaparak yayıldı. Yavaşça ilerledi, gözlerindeki o keskin bakış, her şeyi içine alıyordu.
"Bir zamanlar," dedi, "hepimiz bu dünyaya ait olmayı hayal ettik. Ama artık sadece gölgeleriz." Ve sesi, bir an, mağaranın her taşını titretti. O anda, her birinin gücü birleşmeye başladı. "Ve sen, sen de bizdensin."
Ellerim titremeye başlamıştı. Sanki tüm vücudumun içinde bir sıcaklık dalgası yayılıyordu, ama bu sıcaklık alışıldık bir his değildi. Kalbim sanki bir yabancıya dönüşüyordu, damarlarımda akan kan bile değişmiş gibiydi. Kadının gözleri benimkilere kilitlendiğinde, o gri gözlerin derinliklerinde kaybolacakmış gibi hissettim.
"Senin gücün," dedi kadın, sesi mağarayı doldurarak, "toprağın, bitkilerin, yaşamın özüdür. Ama bu sadece bir başlangıç. Doğa seninle konuşacak, ama aynı zamanda senden cevap bekleyecek." Elini uzatarak işaret etti, mağaranın bir köşesinden kökler aniden fışkırdı, duvarlara sarılarak büyüdü. "Onları hissedebiliyor musun, Ayra? Damarlarındaki gücü?"
Evet, hissedebiliyordum. Sanki mağaradaki her bitki, her yaprak, her kök benimle konuşmaya başlamıştı. Onların yankılanan enerjisi damarlarımda geziniyordu. Ellerimi kaldırdım, avuçlarımın içi hafifçe karıncalandı. O an, bir şeyler oldu. Mağaranın taş duvarlarından minik çiçekler belirmeye başladı, önce bir iki tane, sonra onlarcası. Bu benim eserim miydi?
Adam, mavi gözleriyle beni süzdü, yüzünde garip bir karışım vardı; hem hayranlık hem de sorgulama. "Doğa seni seçmiş," dedi, alçak bir sesle. "Ama bu güç bir hediye değil, bir sınav. Onu nasıl kullanacağın, seni ya kurtaracak ya da yok edecek."
Bir adım öne attı ve elini yere koydu. Anında, mağaranın taş zemini çatlamaya başladı, ama bu bir yıkım değildi. Çatlaktan saf, berrak bir su akmaya başladı. Adam elini suyun üstünde gezdirdi, ve bir an için, o suyun içinde dalgalanan bir yansıma gördüm. Bir orman, benim doğduğum topraklar.
"Bunlar senin hatıraların," dedi. "Ama geçmişinle bağın sadece bir başlangıç. Doğanın içindeki dengeyi bozarsan, bu su bir nehir değil, bir sel olur."
Kadın, onun sözlerini tamamladı: "Ve sen, Ayra, bu dengeyi koruyabilecek olan tek kişisin."
Bir anda, içimde bir direnç hissettim. "Neden ben? Bu gücü istemedim. Sadece annemden kalan işi yaparak yaşıyordum. Şimdi bana bir görev yüklemeye mi geldiniz?" Sesim titriyordu, ama yine de kararlıydım.
Kadın bir kahkaha attı, ama bu bir neşe kahkahası değil, acının ve bilgeliğin bir araya geldiği bir sesti. "Güç kimseye sorulmaz, Ayra. Güç seni bulur. Ve doğa, seni seçti. Kaçış yok."
O sırada mağaranın diğer ucundan bir hareket hissettim. Gölgelerin arasından daha önce gördüğüm, karanlık figür çıktı. Karanlık, üzerine bir pelerin gibi sarılmıştı. Gözleri derin bir kuyuyu andırıyordu. "Sorularla vakit kaybetme," dedi. Sesi fısıltı gibiydi ama mağaranın her köşesinden geliyordu. "Kendini tanı. Gücünü hisset. Ve kullan."
"Nasıl?" diye sordum, gözlerimi karanlık figüre dikerek. "Ne yapmam gerekiyor?"
Figür, elini yavaşça kaldırdı ve mağaranın merkezindeki boşluğa doğru işaret etti. "İçindeki bağı çöz. Bitkilerin köklerini hisset. Toprağın nefesini duy. Ve onlara hükmet."
O an, içimde bir ışık patlaması hissettim. Gözlerimi kapadım ve derin bir nefes aldım. Mağaranın enerjisi üzerime akıyordu, ama bu sadece mağaranın değil, dışarıdaki ormanın, dağların, rüzgarın enerjisiydi. Ellerimi yere koydum, avuçlarım taş zemine değdiğinde sanki bir ateş dalgası beni sardı.
Ve sonra gördüm. Gözlerimin önünde, mağaranın taşlarından kökler çıkmaya başladı, ama bu kez çok daha güçlüydü. Kökler büyüyerek mağaranın tavanına doğru uzandı, yapraklar açtı ve etrafa ışık yaydı.
Kadın, adama döndü, bir gülümseme dudaklarında belirdi. "Görüyor musun? Potansiyeli düşündüğümüzden bile büyük."
Ama figür, gölgelerin arasından bir adım atarak tekrar konuştu. "Potansiyel, kontrol edilmezse yıkıma dönüşür." Bana bakarak ekledi: "İçindeki karanlığı da kabul et, Ayra. Çünkü yalnızca ışık yeterli değil."
Figürlerin her biri, bana bir şeyler anlatıyor, ama aynı zamanda beni zorluyordu. Peki, bu gücü nasıl kontrol edecektim?
Mağaranın duvarlarından süzülen kökler ve ışıklar arasında, içimde yükselen bir his vardı. Beni çağıran bir şey, ama aynı zamanda sınayan bir şey. Şimdi, kendi içimdeki dengeyi bulmalıydım. Doğa benimle konuşuyordu, ama ona nasıl cevap vereceğimi öğrenmek zorundaydım.
Mağaradaki sessizlik, bir anda gri gözlü kadının ileri doğru adım atmasıyla bozuldu. Bakışları sanki zihnime nüfuz ediyor, içimdeki en karanlık düşünceleri gün yüzüne çıkartıyordu. Etrafında dans eden gölgeler, onun iradesine boyun eğmiş gibiydi.
"Ben Lyara," dedi kadın, sesi mağaranın duvarlarını titretecek kadar keskin ve yankılıydı. "Zihnin derinliklerini görebilen ve dünyanın yapısını yalnızca düşüncelerimle değiştirebilen bir ustayım. Bu gücü doğduğum gün kazandım, ama bedeli ağırdı. İnsanların korkuları, beni bir lanetli gibi görmelerine neden oldu. Şimdi karanlık benim evim, yalnızlık ise yoldaşım."
Elini yavaşça kaldırdı ve mağaranın tavanından bir taş koptu. O taş, havada asılı kaldı, ardından hızla şekil değiştirerek ince bir mızrağa dönüştü. "Bunu hisset, Ayra," dedi, mızrağı havada süzüldükten sonra tekrar toza dönüştürerek. "Telekinezi yalnızca bir yetenek değildir, aynı zamanda zihinlerin savaşında en keskin silahtır. Senin gücün buradan başlıyor."
Beni dikkatle süzdü, bakışlarındaki soğukluğun ardında sanki bir beklenti vardı.
Ardından, beyaz saçlı adam öne çıktı. Gözleri buz mavisi, ama içinde yanan bir alev gibi parlıyordu. Her adımı, mağaranın soğumasına neden olurken etrafında belli belirsiz bir sıcaklık dalgası da hissediliyordu.
"Ben Kael," dedi, sesi ağır ama keskin. "Buzun ve ateşin efendisiyim. Karşıtlıkların dengesi benim gücüm. Sıcak ve soğuk, yaratım ve yıkım... Hepsi benim ellerimde birleşir."
Bir elini kaldırdı, avucunun içinde parlayan mavi bir alev belirdi. Alev aniden buz kristallerine dönüşerek yere düştü ve taş zemini kapladı. Ardından diğer elini kaldırarak o buzu kırdı ve yeniden alevlere dönüştürdü. "Bu güç, büyük bir lanetle gelir," dedi, yüzündeki yara izine dokunarak. "Dengeyi kaybeden, ya donarak yok olur ya da alevlerde yanar. Ayra, senin içindeki güç de tıpkı benimki gibi tehlikeli. Ama bunu nasıl yöneteceğini öğrenirsen, dünya senin oyuncağın olur."
Kael’in gözleri bir an gri gözlü kadına döndü. Aralarındaki sessiz bir bağ, daha derin bir geçmişi işaret eder gibiydi.
Son olarak, karanlık figür gölgelerden sıyrılarak ortaya çıktı. Onun varlığı, diğerlerinden daha yoğun ve korkutucuydu. Gölgelere hükmeden biri olduğunu ilk anda anlamıştım, ama bu yalnızca bir his değildi. Gözleri, derin bir boşluk gibi, sanki insanın ruhunu çekip götürecek kadar karanlıktı.
"Ben Noctis," dedi, sesi mağaranın dört bir yanında yankılanarak. "Gölgenin içinde yaşayan, karanlığın hakimi. Ben ışığın antiteziyim, ama bir o kadar da ona bağlıyım. Gölgeler bana itaat eder, beni saklar, benimle savaşır."
Etrafındaki karanlık dalgalanmaya başladı, mağaranın içinde devasa gölgeler yükseldi. O gölgeler, şekil değiştirerek birer yaratığa dönüştü, ardından tekrar Noctis’in bedenine çekildi. "Gölgeler yalnızca bir sığınak değil," dedi, sesi soğuk bir fısıltıya dönüşerek, "aynı zamanda bir silah. Ama bu güç, senin korkularınla beslenir. Kontrolü kaybedersen, seni de yutar."
Bir adım ileri çıktı, karanlık bir pelerin gibi üzerine sarılmıştı. "Senin içinde de gölgeler var, Ayra. Onları bastırma. Onlarla yüzleş ve onların seni güçlendirmesine izin ver."
Mağaranın içinde yankılanan sözler, zihnimi altüst etmişti. Lyara, Kael ve Noctis... Hepsi bir şekilde gücümün ve kaderimin bir parçası olduklarını iddia ediyordu. Ama ben henüz bu dünyada nereye ait olduğumu bile bilmiyordum.
"Bu güçleri neden bana gösteriyorsunuz?" dedim, titreyen bir sesle. "Ben sadece annemin mirasını yaşatmaya çalışan biriyim. Sizden biri değilim."
Lyara bir kahkaha attı, ama bu kahkaha sıcak değil, alaycıydı. "Sen zaten çoktan bizim bir parçamız oldun, Ayra. Kanında akan güç, doğanın dengesini koruyacak. Ya da onu tamamen yok edecek. Seçim senin."
Kael, sessizce bir adım daha yaklaştı. "Ama unutma," dedi. "Bu dünyada her güç bir bedel taşır. Seninkinin bedeli ne olacak, Ayra?"
Noctis, gölgelerin içinde kaybolarak son bir kez fısıldadı: "Kendi karanlığını kabul et. Ancak o zaman bu savaşı kazanabilirsin."
Ben hala neler olduğunu anlayabilmiş değilken mağaranın girişinden bir ses yükseldi, "Ya çekilsene şurdan!" Bu bir kadın sesiydi. "Asıl sen çekil!" Bu ise bir erkek. Noluyor be? Nolduğunu bilmiyordum ama sonunda içeri girmeyi başarmışlardı, kadın olanın düz sarı saçları beline dprğu dökülüyordu, koyu mavi aynı geceyi andıran gözleri ise ışık gibi parlıyordu. Erkeğin ise yeşil saçları koyu kahve gözleri bir uyum içindeydi. İkisinin de sırtında sivri kanatları vardı, yoksa bunlar peri miydi? "Bizde sizi bekliyorduk." Bu konuşan Noctis'di. Dudağının ucu alayla kıvrıldı, pelerininin şapkası gözlerinin üstünde gölgeleniyordu. İçine giydiği tişörtün açık olan kısmında ise göğüs kasları gözüküyor ve harika bir görüntü oluşuyordu. Tanrım bu adam cidden harikaydı! Ağzım açık bir şekilde mağaraya yeni girenlere baktım. "Ve üç anahtar da tamamlandı..." Lyara homurdandı. Anahtar mı? "Biz sizin eğitmenleriniziz. Sizi farklı görevlere yollayacak, güçlerinizi keşfetmenizi sağlayacak aynı zamanda da birbirinize olan bağınızı güçlendireceğiz... Sen, Elyria. Gücün nedir?" Ne yani bu periye benzeyen varlıkların da mı gücü vardı? "Ben istediğim hayvana dönüşebiliyorum, yanımda ki şu erkek Mewlen yani kardeşim. O ise bütün hava olaylarına hükmedebiliyor fakat ikimizde gücümüzü kontrollü kull-" cümlesinin devamını getiremeden bir fareye dönüştü. Sanırım gücümüzü kontrollü kullanamıyoruz diyecekti. "Gücümüzü kontrollü kullanamıyoruz" dedi Mewlen fareye dönüşen kızı yerden alırken. "Tamam, yarın üçünüzü bir yolculuğa göndereceğiz şimdi yatın dinlenin" bunu söyleyen Theros'du gerçekten de hava kararmıştı kimse birşey demeden kendine yatacak yer ayarladı, benim ki yaprak kuru dal ve sarmaşıktan oluşuyordu... Bu yolda ya gücünü kullanamayan ezik bir kasabalı olacaktım ya da intikam alacaktım. Ve ben ikinci yolu seçerim..
|
0% |