Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: Karanlığın Yangını

@bilinmeyenbirkadin

Bölüm Şarkıları:

●Jungle, Emma Louise.

●Seven Eder Mi Böyle, Hirai Zerdüş.

Keyifli okumalar dilerim!


1. Bölüm: KARANLIĞIN YANGINI


ALYA AYDIN


Önümde açık duran siyah kapaklı defterime ve sürekli yaktığım için bitmek üzere olan mumlarıma bakarken derin bir iç çektim. Mumun ucundaki ateş önce küçüldü, sönecek gibi oldu ama sonra yeniden büyüdü ve yanmaya devam etti. Nefesim, bu küçük mum için bir fırtınaydı ama mumun ucundaku o ateş, fırtınaya karşı kazandı ve yanmaya, yandıkça ışık saçmaya devam etti.


Bunu istemsizce hep yapıyordum çünkü bana her zaman kendimi hatırlatıyordu. Ben ateştim, ben karanlığa ait bir yangındım; ben, karanlığın yangını Alya Aydın'dım. Yirmi dört yıllık hayatımın her anında bir fırtına beni oradan oraya savurmuş, karanlıkla bir bütün olmam için ışığımı hep söndürmeye çalışmıştı. Fakat ben bir yangındım; en çetin fırtınalara bile direnmiş, asla karanlığa boyun eğmemiştim. Gerektiği zamanlarda kendimi bile yakmış ama ateş olmaktan, ışığıma tutunmaktan hiç vazgeçmemiş; karanlığa asla teslim olmamıştım.


Ben Alya Aydın'dım; beni içine çekmek isteyen karanlık girdaba karşı koymak için kendimi yakarak ışığımı korumuş, doğduğum andan itibaren karanlığa ait bir yangın olmuştum.

"Hassiktir!"

Ocağın üzerindeki cezveden gelen sesle gözlerim birden kocaman oldu ve hızla oturduğum sandalyeden kalktım. Cezvedeki kahve neredeyse taşmak üzereyken altını son anda kapatmayı başardım ve derin bir nefes verdim. Ardından kendi kendime sinir bozukluğu ile gülerek elimi, duş aldığım için ıslak olan saçlarımdan geçirdim.

"Hemen saçlarına havlu sarmalısın Alya!" En yakın arkadaştan da öte, benim için bir kız kardeşten farkı olmayan Duru'nun sesini duyunca ona doğru çevirdim bedenimi. Elinde neon pembe bir havlu tutuyordu. "Bunu kafama sarayım sarmasına Duru da," dedim ve ekşiyen bir yüzle elindeki havluya baktım. "Bu havluyu nereden buldun sen?" Pembe rengini severdim sevmesine ama bu havlunun renk tonu... Dünyadaki renklerin ahengine aykırı olmalıydı!

Duru gülerek göz devirdi. "Ne var canıııııım?" dedi leyla leyla harfleri uzatarak. "Geçen hafta Anıl'la beraber çarşamba pazarına gitmiştik ya, oradan aldım. Yani aslında o çok huylandı; her tarafın mikropla kaynağını, hastalık kapabileceğimizi falan söyleyip durdu ama iddiayı kaybettiği için dediğimi yapmak zorunda kaldı. Ben de gözünün içine soka soka bu havluyu aldım." Söylediklerine küçük bir kahkaha attım.

"Umarım bir gün "sıcak" bir duştan sonra bu havluyu Anıl'ın saçlarında da kullanırsın," diyerek göz kırptığımda Duru, yeşil gözlerini kocaman açtı ve "Alya!" diyerek elindeki iğrenç neon pembe havluyu yüzüme fırlattı. "Bayılıyorsun şöyle imalar yapmaya!" Gülerek havluyu yüzümden çekip elime aldım ve omzumu silktim. "Kız kardeş olmanın kanunu budur, canısı." Ardından belimi öne doğru bükerek saçlarımı yere doğru savurdum. Yerlere değecek kadar uzayan saçlarımı havlunun içine toparlayıp havluyu döndürerek sıktıktan sonra tekrar doğruldum. Ağırlığımı tek bacağıma vererek bir elimi belime koyduktan sonra model bakışımı kuşanıp Duru'ya bakmaya başladım.

Evet, geleneksel banyo sonrası sadrazam olma zamanı gelmişti!

"Kesinlikle yüzyıl öncesinde yaşamalı ve sadrazam olarak Topkapı Sarayında yaşamalıydım!" Ardından elimi çeneme koyarak ciddi ciddi düşündüm. "Aslında birkaç yüzyıl daha geride doğsam daha güzel olabilirdi çünkü ben kesinlikle ya Yavuz Sultan Selim ya da Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşamak isterdim. Aslında 1. Murat ya da Kanuni Sultan Süleyman dönemleri de çok güzeldi. Belki de-"

"Alya!" deyip gülmeye başladı Duru. "Tarih sevgini kimseler sorgulayamaz arkadaşım!" diyerek bana asker selamı durduğunda ikimiz de kıkırdadık. Ardından soğumak üzere olan kahvelerimiz aklıma geldiğinde dudaklarımı dişleyerek baktım Duru'ya. "Artık şu kahvelere bir şey olmadan içelim, lütfen. Hem bana ne anlatacakmışsın, çok merak ediyorum." Duru gülerek başını salladıktan sonra az önce içine bir şeyler karaladığım defterimin olduğu masaya oturdu. Benim söylememe kalmadan, rahatsız olacağımı bilerek defterimin ipini kaldığım yere sıkıştırdı ve kapağını kapattı. Bunu yaparken tek bir kelimeyi bile okumadığını biliyordum.

Kahveleri önümdeki fincanlara dökerken gelen kokudan derin bir nefesi ciğerlerime çektim. Bu, kendi yaptığım özel bir kahveydi; üstelik tarifi aklıma nereden gelmişti de yıllardır bu kahveyi pişiriyordum ben bile bilmiyordum.

Neyseki tadı da kokusu da benden yüzü kapmıştı! Gerisinin bir önemi yoktu.

Küçük bir rendeyle fincanlardaki kahvelerin üzerine birer parça çikolata rendeledim. Elimdeki fincanlarla masaya doğru dönüp sandalyeme oturdum ve fincanlardan birisini karşımda oturan Duru'ya uzattım. "Eline sağlık, Civciv." dediğinde ona gülümsedim. "Ama şu kahvenin tarifini bana neden vermediğini hiç anlamıyorum." Küçük bir tebessüm sundum Duru'ya. "Tarife gerek mi var canısı," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Ben varım ya burada. Ayaklı tarif kitabından farksızım işte! Ben sana yaparım hep." Sıcacık bir gülme sesi küçük mutfağımızı doldururken merakla yerimde kıvranarak, "Hem sen boş ver benim kahvelerimi şimdi," dedim ve bol köpüklü kahvemden bir yudum aldım. "Dökül bakalım. Neler oluyor?"

Duru, sorumun üzerine yaptığım kahveden bir yudum içti ve derin bir nefes alıp dudaklarını ıslattı. "Anıl iki gün sonrası için benimle dışarı çıkmak istiyor," derken gözlerini benden sürekli kaçırdığını fark ettim. Nedenini anlayamadım ama sözünü de kesmedim. "Ama onu ilk defa böyle garip bir heyecanla konuşurken gördüm. Tam heyecan gibi de değildi aslında, çok farklı bir duygu vardı sesinde..." Gözlerini kapatıp birkaç saniyeliğine sustu ardından bir kez daha derin bir nefes aldı. "Ve konuşurken bana, buluşacağımız yere tüm eşyalarımı toplayıp gelmemi istedi. Nedenini anlayamadığım için sordum, ama şimdilik bir şey söyleyemeyeceğini, buluşunca zaten anlayacağımı söyledi."

Kaşlarım havalanırken aklımdan geçen bir sürü ihtimal vardı ama her birini geri plana yollamayı başardım. "Bir şeyden mi korkuyorsun Duru? Eğer öyleyse o buluşmaya yalnız gitmek zorunda değilsin kardeşim, ben hep senin yanındayım ve gerekirse o buluşmaya seninle gelir, güvende olduğunu görünce eve dönerim. Korkma sakın, ben varım."

Bana derin bir tebessümle baktı kardeşim. Bana, ben onun ailesiymişim gibi baktı. Onu terk eden annesi gibi, onu hiç aramayan babasıymışım gibi baktı. Bakışlarındaki anlamlar benim için oldukça anlaşılırdı ama bir başkası olsa, Duru'nun bomboş baktığını söylerdi. Masanın üzerindeki elime uzandı ve tuttu. "Bana bu denli aile olduğun için sana hep minnettar kalacağım Alya," diye mırıldandı gözlerini kırpıştırarak. "Fakat demek istediğim şey bu değildi."

"Neydi öyleyse?" diye merakla sordum ve kahvemden başka bir yudum daha aldım.

"Anıl bana evlenme teklifi edebilir Alya," diye ağzındaki baklayı masanın ortasına attığında neredeyse ağzımdaki kahveyi püskürtecektim! Zorlukla ağzımdaki yudumu yutup, "NE!?" diye hayvansı bir şekilde böğürdüm. "Şaka mı yapıyorsun sen Duru?"

Bu halime belli belirsiz güldü ama huzursuz olduğunu anlayabiliyordum. Başını iki yana salladı. "Hayır, şaka yapmıyorum Alya." dedi ve derin bir nefes aldı. "Yani tabi bu olmayadabilir ama ben sesindeki heyecanı ve eşyalarımı toplamamı istemesini buna yordum. Belki saçma gelebilir ama Anıl son zamanlarda evlilikten ve aynı eve çıkmaktan çok fazla bahsediyordu. Sürekli eşyalarımı toplayıp onun evinde kalmamı istiyordu. Bu durumdan elbetteki rahatsız değilim çünkü onun beni sevdiği gibi ben de onu çok seviyorum ama bu sefer... Biraz farklı."

Yüzümde şaşkın bir tebessüm yer edinirken başımı ellerimin arasına aldım ve birkaç saniyeliğine ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. Fakat sonrasında, "Ne diyorsun? E harika bir haber bu!" diye Firdevs Yöreoğlu gibi konuşarak neşeyle şakıdım ve ayağı fırladım. "En yakın arkadaşım, kız kardeşim evleniyor! En acilinden elbise bakmaya çıkmam gerek!" Duru da benim gibi ayağı kalktı ama o benim aksime sakindi. "Alya, benim için mutlu olacağını biliyorum kardeşim ama ben..." Merakla yüzüne baktım. "Sen ne? Neden böyle mutsuzsun hem sen bakayım? Evlilik teklifi alacaksın işte sevdiğin adamdan, bak ne güzel!" Ben heyecandan yerimde duramazken Duru anlam veremediğim bir mahcubiyetle yüzüme bakıyordu.

"Ben evlilik teklifine hayır demeyi düşünüyorum Alya." diyerek tokat gibi cevabını yapıştırdığında ikinci bir şok dalgası bedenimde gezindi ve engel olamayarak bir kez daha, "NE?!" diye böğrümüş bulundum. "Neden!?"

Sıkıntıyla nefesini verip ışığı yanan davlumbazın olduğu tezgaha kalçasını yasladı. "Alya... Bunu söylemek gerçekten zor çünkü nasıl denir bilmiyorum. Ama o teklif eğer gelirse ben hayır demeyi düşünüyorum çünkü... Çünkü ben senin yaşadıklarını biliyorum Alya. Evlilik gibi bir konuda acı yaşanmışlıkların, travmaların olduğunu bile bile ben nasıl düğün yaparım? Nasıl o düğünde oynarım? Nasıl o düğünün pastasını yerim? Sonra hiçbir şey olmamış gibi senin gözünün içine ben nasıl bakacağım Alya? Hadi bunları geçtim, Anıl artık onunla yaşamamı isteyecek. Ben seni bırakıp nasıl Anıl'la yaşamaya başlarım? Bana sen bir hayat verdin Alya, bu kadar güzel bir hayatım varsa senin sayende. Ben tüm bunları bile bile seni arkamda ve yalnız bırakamam."

Söyledikleri üzerine başım omzuma doğru yavaşça düştü. Yarım fakat içten ve sıcak bir tebessümle kardeşimin yüzüne bakarken kollarımı da önümde bağladım. Sakindim, seneler beni evlilik ya da düğün gibi konular duyduğumda sakin kalmaya alıştırmıştı. Hem sakin kalmasam ne olacaktı? Kriz geçirdikten sonra unutabiliyor muydum sanki her şeyi?

Ben acıya alışmış, artık uyuşmuştum. Bir düğün gördüğümde canım yansa dahi öylece gülümsemek dışında hiçbir şey yapmıyordum; ben ömrümün sonuna kadar bir nikah masasına oturamazdım, bunun için bir mucize gerekliydi ama başkaları aşık olabilir, o nikah masasında birbirlerine evet diyebilirlerdi.

Acılarım var diye kimsenin mutluluğuna ağlayamazdım; canım parçalansa dahi başkalarının en mutlu günlerinde gözyaşı dökemezdim. Üstelik evlilik teklifi alacak olan, ilerideki bir zamanda evlenecek olan benim kız kardeşimdi; hayır, acının beni bu kadar tesiri altına almasına izin veremezdim. En mutlu gününde yüzümde onun için olan kocaman bir tebessümle yanında olmayacaksam kız kardeş olmanın ne anlamı olabilirdi ki?

"Duru... Biliyor musun, seninle yaşadığım her gün seni bana abimin gönderdiğine daha çok emin oluyorum. Onun yokluğunda bana kardeş olmak için gelen en doğru kişinin sen olduğunu her gün daha fazla hissediyorum." Derin bir iç çekip bir elimle omzunu yavaşça sıktım. "Dinle, biliyorum beni düşünüyorsun ama sakın böyle bir şey yapma Duru. Eğer Anıl'dan eminsen ve o teklif sana edilirse, birbirinizi gerçekten seviyorsanız sakın benim yüzümden kendi mutluluğundan olma." Konuşacak gibi oldu ama izin vermedim. "Benim geçmişim acı dolu bir bataklık diye kimsenin geleceğindeki çiçek bahçelerini yakamam. Özellikle bu çiçekler sana aitse... Sen benim kız kardeşimsin, abimin yokluğunda beni hayatta tutan sensin Duru. Birbirimizi bulduğumuzda sen daha çocuktun; seni büyüttüm, seni büyütürken ben de büyüdüm. Şimdi evlenecek yaşa kadar geldiğini görüyorum ve inan, bu beni çok mutlu ediyor. Ben acılarıma susmaya, onları yutmaya çocuk yaşta alıştım Duru. Bu yüzden senin en mutlu zamanlarında yanında olmak beni üzmez, aksine çok mutlu eder."

İkimizin de gözleri dolu doluydu cümlelerim son bulduğunda. Ne ara bu kadar duygusallaşmıştım bilmiyordum ama dudaklarım bile titrer haldeydi. İkimizin gözlerindeki yaşlar aynı anda çenemize doğru süzülürken yine aynı anda birbirimize sıkıca sarıldık. "Alya..." derken sesi titriyordu. "Teşekkür ederim, hayatıma kattığın her şey için..." Sesimden hiçbir kelime dökülmedi ama içimden devam ettim. Asıl ben teşekkür ederim Duru, kendimi yok etmeme engel olduğun için.

"Duymayayım bir daha böyle şeyler," diye gülmeye çalışarak geri çekildim ve ellerimle gözlerimi sildim. "Yoksa vallahi elimde oklavayla seni Hasan amcanın kahvesine kadar kovalarım!" Bunun üzerine kahkaha attı. "Aman sanki yapmadığın şey! Çocukken sırf seninle ebelemece oynamak istedim diye elinde merdaneyle beni kahveye kadar kovalamıştın!" Kıkırdadım seslice. "Oklava, merdane, kepçe ya da kazma kürek... İnan hiç fark etmez; Alya Silahlı Kuvvetleri olarak daima tetikteyim!"

İkimiz de gülmeye başladık ve bu an kısaca hayatın özeti gibiydi. Bir an ağlarken öbür an gülebilirdik. Eğer yanımızda sevdiklerimiz varsa ağlamak da gülmek de çok basitti. Ve bana kalırsa şans da bir yerde buydu işte; seninle gülecek ve gözyaşına ortak olacak birisini bulmaktı asıl şans. Duru, işte bu şans demekti benim için. Biz seneler boyunca hep, beraber gülmüş, beraber ağlamıştık. Birbirimizin yarasına merhem olmaya çalışmış, bunu başaramasak bile o iyileşmeyen yaraların üzerini hep yara bantlarıyla kaplamıştık ama hiçbir yaranın açıkta kalmasına izin vermemiştik.

"Şu halimize bak ya," diye gülerek iç geçirdi Duru. "Her an hem hıçkıra hıçkıra ağlayabiliriz hem de kahkahalarla gülebiliriz." Ellerimi önüme getirip hızla birkaç kez çarptım. "Çünkü yükselenim ikizler!" diye biraz anırmış olabilirdim. Yanlış anlaşılma olmasın, ikizler burcunun şanından değildi bu anlamsız sevincimin sebebi. İkizler insanıyla genelde anlaşamazdım ama burcum akrepti, yükselenim ise ikizler olunca nasıl hayatta kaldığımı bile sorguluyordum. "Ve bana kalırsa hayat denen döngü de ikizler burcu! Bir gündüz oluyor, bir gece. Bir soğuk oluyor, bir sıcak. Bazen mutlu ediyor, bazen acı veriyor." Duru bu halime yeniden güldü. Burçlarla çok ilgilenirdim ve bu konuda konuşmak da benim için çok fazla keyif vericiydi.

"Hadi kahvelerimizi içelim. Fal bakayım mı sana? Bakayım bakayım!" dedim harfleri uzatıp çocuksu bir heyecanla. Bu esnada masaya oturmuştuk çoktan. "Ama önce Anıl'la sana bir burç uyumu analizi yapayım mı?" dedim yine harfleri uzata uzata. Sorumu bir kez daha başımı sallayarak kendim cevapladım. "Yapayım yapayım." Hayatımda çok kişi yoktu, hatta uzun zamandır Duru'dan başka hiç kimsem yoktu ama sevdiklerimin yanında şımarmak da huyumdu.

Duru bu hallerime her zamanki gibi gülerken mutfaktaki eksikleri yazdığımız küçük not kağıtlarından bir tane aldım. "Anıl'ın burcu neydi?" Duru sevimli sesiyle cevapladı. "15 Nisan doğumlu. Koç." Anıl'ın burcunu kağıdın sol köşesine not ettikten sonra kendi kendime mırıldandım. "Sende 17 Eylül doğumlusun, burcun başak." Duru'nun burcunu da not kağıdının sağ köşesine not ettikten sonra iki burçtan da birer ok çıkartıp ortada birleştirdim.

"Şimdi eveeeet," diyerek konuya giriş yaptım. "Koç erkeklerinin flörtöz, aşık olunca çok romantik, her koşulda cesur oldukları söylenir. Cinsel yönleri güçlüdür, libidoları yüksektir. Ayrıca fazla maceraperest ve enerjiklerdir; liderlik özelliği taşırlar." Derin bir nefes verdim. "Başak kadınına gelecek olursaaak... Zeki, becerikli ve oldukça titiz kadınlardır. Fazlasıyla hassas ve narindirler-"

Elimi çeneme yaslamış büyük bir keyifle burç yorumlarken moralimin içinden geçebilecek en kötü şey oldu; telefonum çalmaya başladı ama kötü olan bu değildi. Kötü olan, gözlerimi masanın üzerindeki telefona kaydırdığımda arayanın Büyük Patron olduğunu görmüş olmamdı.

"Kim arıyor?" diyen Duru'nun sesi meraklıydı. Yanaklarımı şişirip sıkıntılı bir şekilde ofladım. "Kim olacak, Büyük Patron..." diye iç geçirdikten sonra titreyen telefonumu susturmak adına açıp kulağıma dayadım.

"Ne var?" Söz konusu kibarlıksa kimseler elime su dökemezdi.

Onun o sinsi gülüşünü işittiğimde tüylerim ürperdi. Fakat bunun sebebi korku değil, tiksintiyle karışık başka hislerimdi. Büyük Patron senelerdir hayatımdaydı, onun yanında büyürken yaptığı her şeye şahit olmuş birisiydim ve içimden söküp atamadığım minnetime rağmen ondan tiksiniyordum. "Ne kadar da kibar bir kadınsın, ama bu konuda sanırım kendime minnet duymalıyım. Harika bir evlat yetiştirmişim." diye alayla konuşunca gözlerimi devirmeden duramadım.

"Önemli işlerim var," Burç yorumu yapmak en önemli işlerim arasındaydı ve bu lanet olası herif bunu engelliyordu! "Ne söyleyeceksen söyle ve kapat!" Küçük bir kahkaha attığında bıkkın bir şekilde sertçe nefesimi verdim.

"Ah Alya, güzel kızım, öyle fevri birisin ki... Bu, senin başına bela olacak..." diye mırıldanışını umursamamaya çalıştım. "Her neyse, hemen benim evime gelmeni istiyorum. Acele etsen iyi olur çünkü yeni bir görev seni bekliyor fakat bu defa yalnız olmayacaksın." Anlayamayarak kaşlarımı çattım. Görevlere gitmek benim günlük rutinimdi; çalıştığım yerin yani Görev'in en güçlü elemanı bendim ve en gizli görevlere ben gider, en zorlu görevleri ben yerine getirirdim ama bunları hep tek başıma yapardım. Şimdi neden başkalarıyla ortak oluyordum?

"Ben her göreve yalnız giderim, bunu en iyi sen biliyorsun," dedim harflerin üzerine basa basa konuşarak. "Şimdi bir başkası da nereden çıktı? Her ne göreviyse kendim halledebilirim." Yine sinsi sinsi güldü.

"Bir başkası değil, dört başkası, güzel kızım," bana hep böyle seslenirdi. "Bu görevde dört kişi daha seninle gelecek. Ama endişelenme, senin yanına öyle beceriksiz elemanlar verecek değilim. Sana senin gibi, benim tarafımdan yetiştirilmiş, dört sağlam eleman vereceğim." Dişlerimi sıkarken sıkıntılı bir nefes daha verdim fakat şaşırmadığım da söylenemezdi. Bana hep tekmişim gibi davranır, onun en özel hazinesi olduğumu söylerdi. Benim gibi yetiştirdiği başka çocuklar da mı vardı? Hem ayrıca, ne koşulda olursa olsun başkalarıyla çalışmaya sıcak bakmadığımı, bunu istemediğimi en iyi o bilirdi ve hiçbir zaman beni başkalarıyla çalıştırmazdı. Şimdi ne olmuştu? Gideceğim görev benim halledemeyeceğim kadar büyük ve önemli miydi?

"Bunu seninle daha detaylı konuşacağız," dedim dişlerimi sıkarak. "Kapat şimdi, geliyorum!" Telefonu sertçe masanın üzerine atıp başımı ellerimin arasına aldım. "Sikik herif!"

"Oha!"

Duyduğum şaşkınlık nidasıyla başımı kaldırdığımda Duru'nun ağzı beş karış açık ve gözleri yuvasından fırlayacak gibiydi. "Oha Alya!" dedi gözlerime bakarak. Fazlasıyla şaşkındı. "Sen nereden biliyorsun bakayım böyle küfürleri? Çok ayıp!" Onun bu saflığına gülmeden edemedim. Duru'nun yanında pek küfür etmezdim, alışkanlığımda bu yoktu fakat arada böyle patlamalar yaşayıp kendimi tutamadığım da oluyordu.

"Bizde daha ne cevherler var, bir bilsen..." diye iç geçirdim gülerek. Duru ise hafifçe gözlerini kıstı ama yine de tebessüm etti. "Bilmesem daha iyi gibi Alya, he canım?" Gülümseyerek yerimden kalkmadan hemen önce işaret parmağımla burnunun ucuna vurdum, tıpkı çocukluğumuzdaki gibi. "He canım, he." Ardından ayaklandığımda Duru da benimle beraber sandalyesinden kalktı.

"Gidiyor musun? Hem ne dedi de seni böyle sinir etti o herif?" Umursamazca göz devirdim ve elimle geçiştirircesine bir hareket yaptım. "Yine her zamanki gibi boş boş konuştu işte." Derdimi anlatmanın sırası değildi, gitmeden önce onu kendi dertlerimle üzmek istemiyordum çünkü gittiğim yerden geri dönmeme ihtimalim vardı. Eğer geri dönemezsem beni mutsuz bir şekilde değil de, böyle gülümseyerek hatırlamasını istiyordum.

"Şimdi evet, gitmem gerekiyor. Çok acilmiş(!)" Bu kez ikimiz de aynı anda göz devirdik ve buna bile aynı anda yüksek sesle güldük. Ardından olan her şey, Görev'e gitmeden önce hep yaşadığım rutin şeyler olmuştu. Önce üzerimi değiştirmiş, bunu yaparken Duru'yla bir milyon saçma şeye kahkaha atmayı ihmal etmemiştim. Postallarımı ayağıma geçirmiş, her zamanki gibi bağcıklarını bağlamaya üşenmiştim; ayrıca bağcık bağlamayı pek becerebildiğim de söylenemezdi. Kapıda postalımın bağcığına basıp neredeyse düşmekten zor kurtulduktan sonra, Duru'nun elime tutuşturduğu yemek ve su kaplarını apartmanın kapısı önüne bırakmış, birkaç kedinin başını okşadıktan sonra çantamı unuttuğumu fark edip unutkanlığıma söverek onca merdiveni bir kez daha yukarı çıkmıştım.

"En kısa zamanda doktora gidip şu B12 seviyene baktıralım Alya," dedi Duru ben dört kat merdiveni bir çırpıda çıkmaktan nefes nefese kalmışken. Bunu yüz bin birinciye söylediğine emindim ve ben de yüz bin birinci kez doktora gitmeyi de unutacak, bunu da geçiştirip umursamayacaktım. Ne yapabilirim ki, huyum kurusun!

"Boş bir zamanda gider baktırırız Durukuş," dedim yine de endişelenmesin diye. Nefes nefeseydim ve iki elim de belimdeydi. Duru gülerek çantamı bana uzattı, çantayı elime aldığımda ise bana sıkıca bir kez daha sarıldı. "Dikkatli ol," diye her zamanki gibi tembihledi beni. "Canının kıymeti, o pis herifin verdiği görevlerden daha değerli, sakın unutma." Mesele benim canım değildi, abimdi. Abimin canıydı, onun sağlığı, onun yaşamıydı.

"Endişelenme sen," dedim harfleri uzatarak. Kumral saçları arasına küçük bir öpücük bırakıp geri çekildim ve gülümseyerek gözlerine baktım. "Alya Aydın'a tehlike oluşturabilecek kimse, daha anasının karnından doğmadı. Merak etme Durukuş'um." Yine beraber güldük. Sonra ise Duru bana bir ton daha nasihat verdi ve tam on bir dakika sonra onunla vedalaşıp kapı önünden ayrılabildim.

Oturduğumuz eski püskü apartmandan çıktığımda eylül ayının geldiğini belli eden bir esinti yüzüme çarptı. Derin bir nefes aldım ve küçük sırt çantamı tek omzuma takıp kollarımı önümde bağladım. Üzerimde siyah bir kot pantolon, siyah kısa kollu bir tişört, siyah bir deri ceket ve yine siyah renkli converse ayakkabılarım vardı. Sarı uzun saçlarım ıslak olduğu için toplamamıştım. Aynı saçlarım gibi sarı olan kehribar rengi gözlerimi bileğime doğru indirdiğimde saatin 03.34 olduğunu gördüm. Başka bir derin nefes daha verdim ve yürümeye devam ettim.

Ben, kod adı "Görev," olan bir yerde çalışıyordum. Burası resmi ya da yasal bir kurum değildi. Kendisine Büyük Patron denen bir adam seneler önce Görev'i kurmuş, insanların zaaflarına oynayarak onları kendisiyle çalışmaya ikna etmişti. Görev'de çalışan kişiler, İstanbul denilen bu şehrin en ücra köşesinde, Büyük Patron'un kendisine ait inşaatlarında kalırlardı. Dört inşaat vardı ve herkes bu inşaatlarda kalmak zorundaydı. Benim gibi istisnai kişiler ise yok denecek kadar azdı. Görev'de çalışan birisinin kendisine ait bir hayatı olamazdı, tüm gücüyle Büyük Patron'un yaşamı için savaşır ve bu uğurda gerekirse ölürdü. Çünkü herkesin bir zaafı vardı ve bu adam, zaaflara oynamayı çok iyi bilirdi.

Benim zaafım abimdi. Onu on dört yaşımdayken kaybetmiş, on beşinci yaşımda buna dayanamayarak intihar etmiştim. Uyandığımda ise kendimi bir rehabilitasyon merkezinde, başımda bir çift mavi gözleri olan orta yaşlı bir adamla bulmuştum. O mavi gözlü adam, Büyük Patron'du. Adını hiçbir zaman öğrenememiştim çünkü kendisini gizlemekte oldukça başarılıydı. Önce ondan da korkmuş, kaçmak istemiştim ama izin vermemişti. 'Benimle çalış, bana itaat et, benim emirlerime ve kurallarıma uy; ben de o çok sevdiğin ve uğruna ölmeyi göze aldığın abini bulayım.' Uyandığımda bana kurduğu ilk cümlelerden birisi bu olmuştu ve hayatımın geriye kalan on senesinin kaderini de bu cümle belirlemişti.

Abimi bulsun diye küçük yaşta onun yanında çalışmaya başlamış, verdiği her eğitimi sorgusuz sualsiz öğrenmeye çalışmış, yapmamı istediği her şeyi yapmıştım. Fakat kendimce bazı kurallarımı da gözüne gözüne sokmuştum; mesela masum insanların parasını çalmaz, onları öldürmez, hiçbir şekilde zarar vermezdim. Ya da, şehrin görünmeyen yüzünde ne kadar acı çeken, hor görülen çocuk varsa hepsini bulmasını ister, gidip tek başıma o çocukları kurtarırdım.

Ve yalnız başıma çalışmak da kurallarım arasındaydı. Ama bu kuralımı bugün çiğnemişti ve ben ondan bunun hesabını sormaya gidiyordum!

Sonunda bir yanıp bir sönen sokak lambalarının arasından bir taksinin farları göründüğünde elimi havaya kaldırdım ve içimde anlamlandıramadığım garip bir hisle taksinin durmasını beklemeye başladım.

İçimden bir ses, bunun her zamankinden çok daha farklı bir görev olacağını fısıldıyordu...


😁


Y A Z A R D A N...


"Büyük Patron hepimizi kendi evine çağırıp çok özel ve gizli bir görev vereceğini söyledi diyorum Tuna! Bu bizim aylardır beklediğimiz fırsat."


Yirmi altı yaşındaki Aylin, Görev'de kaldığı dördüncü inşaatın kendisine ait odasında oldukça kısık bir sesle telefonda konuşmaya çalışıyor, bir yandan da kahverengi ceketini omuzlarına geçirmeye çalışıyordu.


"Pekâlâ öyleyse." diye mırıldanan adam ise yirmi dokuz yaşındaki Tuna Karaca'ydı. Şirketindeki büyük ofisinde, dönen koltuğunda oturmuştu ve geceyi izliyordu. "Madem bu kadar eminsin, biz de gerekeni yaparız." Telefonun diğer ucundaki genç kadın zafer dolu bir tebessüm kuşandı.

"Bana artık güveniyor oluşuna bazen hâlâ inanamıyorum Tuna Karaca..." diye mırıldandı Aylin gülüp iç geçirerek. Kalın dudaklarına şeffaf bir gloss geçtikten sonra dudaklarını birbirine bastırarak glossunu iyice yedirdi.

"Buna alışsan iyi olur Aylin çünkü ben sana güvenmeye alıştım." dedi Tuna içtenlikle. Sesinde fazla bir samimiyet yoktu, gülümsemiyordu da ama sesi içten ve sıcaktı. Ardından hızlıca konuşmaya devam etti. "Ben şimdi kapatıyorum. Plana saatler kala yakalanmak istemeyiz, öyle değil mi?" Aylin sessiz sessiz güldü ve yanaklarındaki allığın az geldiğini düşünerek kalın fırçayı toz allığa sürtüp fırçayı yanaklarına sürdü.

"Tamamdır kaptan, kapatıyorum ben."

"Eyvallah."

Telefonu kapattıktan sonra önündeki büyük çalışma masasına koydu Tuna Karaca. Masanın önündeki koltuklarda oturan ve düşünceler alemine dalmış olan Anıl'a döndü bakışları usulca.

"Hayırdır?" diye sordu bakışlarıyla Anıl'ı dikkatlice süzerken. "Ne derdin var bakayım senin?" Anıl ise ona dönmek yerine sanki rüyadaymış gibi büyük camlardan dışarıyı izlemeye devam etti. Tuna, göz devirdiğini zannederek koltuğundan kalktı ve Anıl'ın tam karşısındaki koltuğa oturdu. "Neden uzaylılar sikmiş gibi dalgınsın oğlum? Ne oluyor?" Tuna'nın varlığını yeni fark eden Anıl ise bir anlığına bocalamıştı. Bakışlarını camdan ayırıp Tuna'nın koyu mavi gözlerine baktı ve korkuyla dudaklarını dişledi.

"Uzaylılar değil de, Duru beni fena sikecek kardeşim."

Anıl, 'Yandım Allah kurtar!' bakışlarıyla Tuna'ya bakarken Tuna, burun kemerini sıkıp kendini tutamayarak güldü. "Zamanında yedin bir nane," dedi omuz silkerek ve bakışlarını yeniden Anıl'a kitledi. "Şimdi ayıkla pirincin taşını eğer ayıklayabilirsen. Hiç ağlanma boşuna, kız sana ne yapsa hakkıdır." Anıl gözlerini kısıp öfkeyle baktı Tuna'ya ve elindeki deri minderi karşısındaki adamın tam suratına fırlattı.

"Bunların hepsi senin yüzünden, biliyorsun değil mi göt herif?" Tuna, Anıl'ı zerre umursamadan yüzündeki minderi endişeyle indirdi. "Ya ben parayı sıçmıyorum amına koyayım! Kaç para ödüyorum ben bu minderlerin derisine haberin var mı senin?" Amacı Anıl'ı daha fazla sinirlendirmekti çünkü kardeş olmanın kanunu buydu.

"Senin deri minderini sikeyim ben Tuna ya!" diyerek ayaklandı Anıl. Tuna ise kocaman gözlerle minderine sıkı sıkı sarıldı. "Tövbe de lan! O nasıl söz öyle? Minderlerime mi halleniyorsun sen benim!?" Anıl ellerini beline koyup oldukça tehditkar bir şekilde Tuna'ya baktı. "Eğer biraz daha susmazsan minderlerinden önce senin ırzına geçeceğim, Tuna. Gerçi sende ırz, ar, namus, edep, ahlak kalmış mıdır orası da ayrı bir mevzuat ama..."

Tuna gülüşünü bastırmaya çalışarak karşısındaki endişeli adama bakmayı sürdürdü. "Tamam lan tamam," dedi hemen. "Neymiş bakayım senin derdin, dökül bakayım." Anıl yine kaygıyla odanın içinde bir oraya bir buraya volta attı ve en sonunda Tuna'nın karşısındaki koltuğa yeniden oturdu.

"Abiciğim bir de soruyor musun sen bunu ya?" dedi sitem eder bir şekilde. "Duru'ya yarın, onunla asıl tanışma nedenimi anlatacağım ve sonrasında onu güvenli eve getirmeye çalışacağım. Bunun farkında değil misin sen?" Dudak büktü Tuna, omuzlarını indirip kaldırdı yavaşça.

"Farkındayım, farkındayım da. Ne olmuş yani? Alt tarafı Alya'nın peşindeyiz diye onunla sevgili oldun ve sonrasında ona gerçekten aşık oldun. Bunu kıza güzel bir şekilde anlatacaksın, sonrasında o muhtemelen suratına okkalı bir tokat çakacak ve seni terk etmek isteyecek ama sen de güvende olması için ona izin vermeyeceksin ve onu zorla da olsa iyiliği için güvenli eve getireceksin. İşte bu kadar." Anıl öfkeden dişlerini ve yumruklarını sıkmaya başlamıştı.

"Herif bir de çok kolay bir şeymiş gibi anlatıyor amına koyayım ya," dedi ya sabır dilercesine. "Geldin, ballandıra ballandıra Duru'yu anlattın lan bana! İngilizce Öğretmenliği okuyor dedin, tüm staj parasını bizim hastanemizdeki kanser, lösemi ya da SMA hastası çocuklara bağışlıyor dedin, her hafta bizim açtığımız çocuk yurdunu en az iki kez ziyaret ediyor dedin!" Ters ters baktı Tuna karşısındaki adama.

"Ne demişim oğlum ben?" dedi. "Alya'nın yakın bir arkadaşını buldum, takibe alacağımı söyledim ama ne hikmetse kızın resmini gördükten sonra dibin düştü! Kız hakkında ne biliyorsam anlatmamı istedin ve anlattıktan sonra da kızı kendin takibe alacağını söyledin." Anıl'ın aklına Duru'yu ilk gördüğü fotoğraf gelince istemsizce gülümseyerek derin bir iç geçirmişti.

"Ama o fotoğrafta çok güzel gülüyordu..." dedi leyla leyla. "Zaten o hep çok gülümsüyor." Tuna yirmi dokuz yıllık hayatlarında Anıl'ın ilk kez bu kadar sevdiğini görüyordu. Ve biliyordu, çocukluk arkadaşı Anıl, Duru'ya aşık olmuştu. Bu haline gülerek bakmayı sürdürdü.

"Anıl, biliyorsun, uzun cümleler kurmayı da iyi tavsiyeler vermeyi de beceremem," dedi kardeşini öğütleyen bir abi misali. Sonunda ciddileşebilmişti. "Ama söyleyebileceğim tek şey var. O da, madem bu kadar seviyorsun bu kızı, madem bu kadar aşık oldun, içindeki her şeyi anlat ona. Eksiltmeden, yarım bırakmadan, tüm gerçekliğiyle konuş. Seni affeder ya da affetmez diyemem, ama en başta çok kızsa da sonradan seni anlayacağına eminim."

Dertli dertli nefesini verdi Anıl ve bir eliyle alnını ovuşturdu. "Öyle mi dersin?" diye sordu çaresizce. Duru'yu kaybetmekten korkuyordu. O, aşık olduğu tek kadındı. Duru, yeşil yeşil gözlerinden kopan tek bir bakışla Anıl'ın hayatına baharı getirebilen tek kadındı. Duru'yu bu zamana kadar hiç kandırmamıştı. Onu her öpüşü, her sevdiğini söyleyişi, her sarılışı, her dokunuşu ve her sözü gerçekti. En başta Duru'yu bir görev olarak gördüğüne kendisini inandırmak istemişti ama fotoğrafını gördüğü ilk an bile bu işin nerede sonlanacağını o an kendisine itiraf edemese de hissetmişti.

"Öyle," dedi Tuna başını omzuna doğru yatırarak. Ardından yeniden gülmeye başladı. "Keşke tokat yiyeceğin sahneyi görebilsem amına koyayım ya. Çok güzel olurdu." Anıl kaşlarını çatıp sinirle karşısında gülen Tuna'ya baktı.

"Sen de gel istersen Tuna akşam yemeğine," dedi alayla. "Önümüzdeki salata kasesi olursun."

"Çok isterdim ama olmaz," dedi Tuna da kaşlarını havalandırarak. "Ben o saatlerde çok daha önemli anları yaşıyor olacağım." İkisi de bunun anlamını birbirlerinin gözlerinde gördüler ama ne Tuna devam etti, ne de Anıl dillendirdi. Birkaç dakika boyunca sadece sustular.

"Elin boş götün yaş gitme kıza," dedi Tuna konuyu değiştirmek amacıyla. "Gerçi elin dolu götün kuru gitsen de pek bir şeyin değişeceğini sanmam ama..." Anıl yeniden öfkeli haline bürünüp burnundan soludu.

"Şu yumruğumu suratının tam ortasına çaksam, o güzel suratını bir güzel dağıtsam ne kaybederim ki?" diye büyük bir istekle iç geçirdi. Tuna ise yine sessiz sessiz güldü. "Tamam lan tamam," dedi. "Huysuzlanma hemen. Huysuz insanlardan nefret ederim."

"Hah! Diyene bak!"

İkisi de derin bir tartışmanın içine girmişlerken inşaatlarda yüzüne son dokunuşları yapıyordu Aylin. Maskaranın kutusunu dişleri arasına almış, fırçayı kirpiklerine sürüyordu. Aslında makyaj yapmak pek huyu değildi ama bugünü bir milat olarak saydığından güzel görünmek istiyordu. Bugün son görevine gidiyor, sonunda sevgilisini kurtarmak için en büyük adımlardan birisini daha atıyordu.

"Bence kırmızı olan sana daha çok yakışırdı." Duyduğu sesle kendini tutamayarak göz devirdi. Neyseki maskara göz kapaklarına bulaşmamıştı. Arkasını döndüğünde yıllardır sapık gibi peşinde dolaşan Kemal'i gördüğünde hiç de hoşnut değildi bu durumdan.

"Hangisini giyip giymeyeceğime dair bir fikir istemedim." Tok ve kendinden emin sesinin hedefi, yatağın üzerine dizdiği kombinlerinden kırmızı kazağını elinde tutan Kemal'di. "Ayrıca pis ellerini kazağımdan çekersen sevinirim. Senin tutabileceğin kadar ucuz değil."

Kemal ise kendisine söylenen hiçbir şeyi umursamayarak Aylin'e doğru yavaşça adımladı. "Büyük Patron yanına çağırmış sizi," dedi Aylin'in senelerdir beraber çalıştığı grubunu kast ederek. Oysa bilmiyordu, onların sadece bir grup olmadığını, aynı zamanda Aylin'in ailesi olduklarını bilmiyordu. "Şu efsane sarışınla tanışacakmışsınız." Aylin, duyduğu itham üzerine yüzünü ekşitti.

"Ne biçim konuşuyorsun sen be!" diye yükseldi hemen. "Gerçi bunu kime söylüyorsam..." diye kendisine kızarak iç geçirdi hemen ardından.

"Yalan mı? Kız resmen Görev'de bir efsane! Herkesin dilinde onun gizemi ve gücü dolanıyor. Küçücük bir kadın alt tarafı yahu! Onu tek yumruğumla yere sererim. Bizden farkı ne olabilir, hiç anlamıyorum." Aylin, Kemal'in bu küçümseyici tavrına karşılık alayla ona baktı. "Umarım bir gün küçümsediğin o kadından sağlam bir dayak yersin de anlarsın belki bir kadının istediğinde ne kadar güçlü olabileceğini!" dedi sinirle. Kemal'e olan nefreti bir yana, kadınlara olan küçümseyici tavrına çok öfkeleniyordu. Aslında o, kadınları küçümseyen herkese öfkeleniyordu.

Topuklu botlarını yere sertçe vurarak yürüdü, tam Kemal'in yanından geçip gidiyordu ki, nefret ettiği bu kişi onu dirseğinden yakaladı. "Bu nazlı niyazlı tavırların beni çok sıkmaya başladı Aylin, haberin olsun!" dedi dişlerini sıkıp korkutucu görünmeye çalışarak. Aylin ise bunu hiç umursamadı, hatta bu surat öyle komiğine gitti ki alayla gülmeye başladı. Kolunu sertçe çekip karşısındakinin elinden kurtardı.

"O zaman bırak peşimi!" dedi sertçe. "Siktir git o zaman!" Küfürden hoşlanmazdı ama karşısındakine bir ağız dolusu sövme isteğini yıllardır asla bastıramıyordu!

Kemal'in eli hadsizce tokat atmak için havalandığında Aylin onun elini havada yakalayıp geriye doğru büktü. Kemal acıyla inleyerek geriye doğru iki büklüm olurken Aylin onun üzerine gelmeye devam etti. "Haddini bileceksin." dedi üzerine basa basa. "Hadsiz insanlardan nefret ederim." Ardından botunun sivri ucuyla önünde acıdan iki büklüm olan adamın karnına okkalı bir tekme geçirdi ve tamamen yere düşmesini sağladı.

"İşte benim Aykız'ım be!"

Aylin duyduğu sesle gülümseyerek başını kaldırdığında beklediği üç kişiyi de odasının kapısında gördü. "Hoşgeldiniz çocuklar!" diye neşeyle şakıdı ve Kemal yokmuşcasına üzerinden atlayarak kapıdaki üç kişinin yanında beliriverdi hemen. "Beklettim biraz, değil mi? Özür dilerim." Tiksinen bir ifadeyle göz devirdi. "Bir sinek var da, sürekli vızıldayıp beni meşgul ediyor."

"Olsun Aykız," diyen kişi Altuğ'du. Aylin'e hep böyle seslenirdi. Kıvır kıvır saçları, yeşil gözleri vardı. Boyu uzundu, bir seksen sekiz olduğunu düşünüyordu Aylin, belki de bir doksan. Yirmi beş yaşındaydı. "Hem bilirsin, vızıldayan sinekler etkisiz hale getirilmelidir. Ve görüyorum ki sen bu koca şişko sineğin içinden geçmişsin."

Bu esnada yerden zorlukla kalkan Kemal, acıyan elini tutarak kapının önündekilere yaklaştı. "Çekilin önümden be!" dedi ters ters. Ardından yine burnundan soluyarak Aylin'e baktı. "Bu iş burada bitmedi Aylin! Bunun hesabını vereceksin!" Altuğ kocaman bir kahkahayı ortama saldı. "Sinekten sonra da boğa olmaya karar verdi sanırım. Kırmızı görmüş boğalar gibi burnundan soluyor!" Hepsi buna gülerken Kemal hırlayarak orayı terk etti.

"En sonunda da köpek oldu. Anlamıyorum ya, nasıl bu kadar çabuk rolden role girebiliyor? Kesinlikle Oscar hak ediyor!" Bir kez daha hep beraber güldüler. Sonrasında, "Aylin şaka falan bir yana, sen iyisin değil mi?" diyen endişeli ses Emre'yi duydu her biri. Sarı saçlı, maviyle yeşil karışımı ela gözleri vardı. Boyu Altuğ'la eş gibiydi. O da yirmi beş yaşındaydı. Aylin ela gözlerini Emre'ye çevirdi bu kez. "İyiyim iyiyim, endişelenmeyin. Hem hadi artık gidelim, geç kalacağız yoksa. Büyük Patron'dan azar işitmek istemem." Oysa bunu umursadığı da yoktu. Tek isteği bir an önce Alya'yla tanışabilmekti.

Dördü yan yana inşaattan çıkmak için merdivenlere doğru yürümeye başladıklarında Altuğ'la kendisinin arasında yürüyen Zeynep'e kaydı Aylin'in bakışları. Kahverengi gözleri oldukça düşünceli duruyordu. Kahverengi dalgalı saçlarını her zamanki gibi açık bırakmış, beline doğru uzanmalarına izin vermişti. "Zeynep?" dedi Aylin'in evhamlı sesi. Bir elini hemencecik senelerdir kızı gibi gördüğü Zeynep'in omzuna koydu. "Sen iyi misin kızım? Yüzünden düşen bin parça?"

Zeynep'in düşünceli gözleri, bir kabustan uyanmış gibi Aylin'i buldu ve zorlukla tebessüm etmeye çalıştı. "Hı? Yok bir şey Aylin, öyle dalmışım sadece. Endişelenme sen." Zeynep'in her zamanki haliydi aslında. O her zaman susar, sessiz durur ve genelde izlerdi. Ama yine de gözlerinde bariz görünen bir sıkıntı olduğuna emindi Aylin. Yine de üzerine gitmek istemedi. O da gülümsedi Zeynep'e. "Tamam o zaman." dedi. Ardından bir anne gibi kaşlarını kaldırdı ve yavaşça başını salladı. "Ama bunu döndüğümüzde konuşacağız?" Bu sefer Zeynep, Aylin'in bu tavrına gerçekten tatlı tatlı güldü. "Tamam." dedi harfleri uzatarak. Bunun üzerine Aylin'le kol kola girip yürümeye devam ettiler.

Zeynep'in diğer elini sıkıca tutan Altuğ, oluşan sessizliği bozmak amacıyla her zamanki neşesiyle konuşmaya başladı. "Sonunda Görev'in efsanesiyle tanışacağız!" diye şakıdı yüzünden hiç eksik etmediği kocaman gülümsemesiyle. "Ben çok heyecanlıyım! Şu efsane kızımızın otuz üç adamı birden dövdüğü, sıktığı hiçbir kurşunu ıskalamadığı, istediği her role bürünebildiği hatta ve hatta su altında on sekiz saat nefessiz kaldığı söyleniyor." Ardından diğer eliyle çenesini kaşıyarak düşündü. "Hatta geçen gün Sıddık'la kavga ettiğimiz sırada, 'Keşke Alya Aydın çatıdan çatıya uçtuğu gibi sana da bir uçsa da tekmeyi koysa!' dedi bana. Sanırım çatıdan çatıya da uçabiliyor." Bir anda gözleri kocaman oldu ve yeşil harelerinin içi heyecanla parıldadı. "Tanrım! Bir süper kahramanla tanışıp, onunla aynı görevde yer alacağız!"

Aylin sessizliğini koruyup yüzüne her şeyi bildiğini belirten küçük bir tebessüm yerleştirirdi fakat bunu hiç kimse görmedi.

Emre, Altuğ'un bu heyecanına göz devirdi. "Yine her zamanki gibi, her şeyi abarttığın gibi bunu da abartıyorsun," dedi. "Cin gibi bir zekan var ama bir insanın su altında on sekiz saat kalabileceğine inanıyorsun. Mal mısın oğlum sen?" Altuğ, duydukları üzerine Emre'nin ensesine sertçe bir kez yapıştırdı. Emre acıyla inleyip elini ensesine götürürken Altuğ, "Sen ne anlarsın göt kafalı Emre?! Belki kız mutant? Belki kız zombi? Belki kız vampir? Belki cadı? Belki kurt adam? Hı? Ne anlarsın sen pis cahil!" Altuğ sustuğunda Emre ona verecek bir cevap bulamamıştı çünkü hâlâ daha acıyan ensesini ovuşturmakla meşguldü. Sadece, "Hayvanat mısın Altuğ sen? Bir insanın eli en fazla ne kadar ağır olabilir? Asıl mutant sensin amına koyayım!" Altuğ duyduğu cümleler üzerine beyaz dişlerini göstererek sırıtmaya başladı.

"E olacak o kadar," dedi harfleri uzata uzata. "Rizeliyiz oğlum biz, Karadeniz'in dağlarında büyüdük! Ayılarla bile güreşmişliğim var benim!" Emre ensesini ovarken, Zeynep belli etmemeye çalıştığı kıskançlık hissiyle yerinde kıvranırken Aylin güldü seslice. "Gören duyan da gerçekten Karadeniz'de doğdun büyüdün zannedecek Altuğ. Doğma büyüme İstanbullusun sen, yeme burada hiç kimseyi." Altuğ, memleketiyle duyduğu gururu göstermek istercesine omuzlarını kabarttı. "Damarlarımda akan kan, memleketimin denizi gibi hırçınken nerede doğup büyüdüğümün ne önemi var?" Bunun üzerine herkes sustuğunda Altuğ, "Oha!" diye bir kez daha bağırdı. "Çok havalı bir laftı bu! Kesinlikle memlekete gittiğimde babaannemin evine çerçevelettirip astıracağım!"

Zeynep hariç Aylin ve Emre Altuğ'un bu her zamanki haline gülerlerken Altuğ başını eğip, Zeynep'i kollarını önünde bağlamış sertçe dudaklarını kemirirken gördü. Kan mı akıyordu öpmeye kıyamadığı o küçük dolgun dudaklardan? Neye sinirlenmişti Zeynep? "Benim Zeybi'm neye kızdı acaba şimdi?" diyerek elini Zeynep'in omzuna attığında Zeynep öfkeyle geri ittirdi. "Ne önemi varmış senin Zeybi'nin?" dedi elinde olmadan çocuklaşarak. "Sen git, su altında on sekiz saat kalabilen o kızı konuş!" Bunun üzerine Altuğ koca bir kahkahayı salıverdiğinde Zeynep durup onu göğsünden geri iteledi. "Ne gülüyorsun be! Lülüklü ayı!" Altuğ gülmeye devam ettiğinde Zeynep daha da fazla sinirlendi ve yumruklarını sıkıp ayaklarını yere vurdu. Emre ve Aylin ise onları çoktan kendi hallerine bırakıp yürümeye devam ediyorlardı.

"Şöyle yapınca aslında hiç büyümediğini daha fazla anlıyorum, benim güzel Zeybi'm!" dedi Altuğ gülmekten kısılan gözleriyle karşısında kıskançlık krizi geçiren Zeynep'e bakarak. "Sana ne!" dedi Zeynep sertçe. "İster büyürüm ister yedi yaşında kalırım! Sana ne! Seni ne ilgilendirir!"

"Beni çok ilgilendirir," dedi Altuğ yavaşça başını sallayarak. "Çünkü hiçbir zaman büyüdüğünü kabullenemeyecek bir adamım."

"Bana ne!" dedi Zeynep de bu sefer ve Altuğ'a arkasını dönüp sert adımlarla ondan uzaklaşmaya başladı. "Otuz üç kişiyi dövebilirmiş! Hah! Ben de döverim! On sekiz saat su altında kalırmış! Sana ne be insanların su altında kaç saat kaldıklarından! Terbiyesiz! Özel hayatı belki? Saygısız! İstediği her role girermiş! Benden âla rol yapabilen mi var be! Sanki-"

Zeynep'in oldukça yüksek sesle söylenmeleri, ayakları bir anda yerden kesilince son bulmuştu. Bir anda kendisini bulduğu yer, Altuğ'un güçlü kollarının arasındaydı. "Bırak beni be!" dedi inmek için olduğu kucakta çırpınırken. "Sen kim oluyorsun da beni kucaklıyorsun? Hangi sıfatla!?" Altuğ bir kez daha sırıtmaya başladı. "Kıvırcığın olma sıfatıyla; herkese Rize'li bir ayıyken, sana Rize'li bir huş tavuğu olma sıfatıyla."

Merakla kaşları havalandı Zeynep'in, kahverengi gözleri merak içinde büyüdü. "Huş tavuğu ne be?" diye sordu hemencecik. Bilmediği her şeyi fazlasıyla merak eder, ne olursa olsun sormadan duramazdı. Kollarını kendisi bile fark etmeden onu hiç zorlanmadan taşıyan Altuğ'un boynuna sardı. "Hı? Huş tavuğu ne Altuğ?" Zeynep'in bu sorusunu cevaplamak için hemen konuşmaya başladı Altuğ. Öğrencisine anlatan bir öğretmen gibi değil de, kızına anlatan bir baba gibi anlatmaya başladı.

"Bizim oralar hep ağaçlıktır, ormanlıktır. Huş tavukları o ormanlarda yaşarlar. Diğer isimleri de dağ horozudur. Dişisine huş tavuğu, erkeğine dağ horozu derler. Yerden iki bin metre yükseklikteki ormanlık dağlarda yaşamlarını sürdürürler. Erkekleri genelde sessizdir, sadece kanatlarından ince bir ses gelir. Ama dişileri kesik kesik ötmeyi severler. Endemik bir kuş türü olduğunu da söylerler. Hatta Rize'de yılın bazı aylarında bu kuş türünün gözlemciliği yapılır. Bölgeye özgü olduğu için doğa ve kültür mirası sayılır. Bu yüzden de her sene Haziran ayında turistlere tanıtmak için 'İkizdere Huş Tavuğu Şenliği' yapılır. Şenlik zamanlarında Sivrikaya Köyü'nün yamaçlarında çok görülür bu tavuklar."

Altuğ'un anlatışı bittiğinde Zeynep heyecanla yerinde kıvrandı. "Önümüzdeki Haziran ayında gidelim mi biz de şenliğe?" dedi çocuk gibi harfleri uzata uzata. Kızgınlığı geçmiş gibiydi. "He? Gidelim mi gidelim mi? Çok merak ettim, canlı canlı görmek istiyorum. Lütfen Altuğ!" Sesli sesli güldü Altuğ. Zeynep'in çiçek kokan saçlarına varla yok arası bir öpücük bıraktı. "Gideriz tabi Zeybi'm. Ben de zaten en son askerden döndüğümde gitmiştim memlekete. Özledim oraları. Bu yaz seninle gideriz." Zeynep neşeyle ellerini çırptı hızlı hızlı. "Yaşasın!" Ardından aklına gelen şeyle gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmaya başladı. Gözlerini Altuğ'un gür kirpiklerinin arasından görünen yeşil harelerine çevirdi.

"Altuğ?" derken sesi gülmekle gülmemek arasındaydı.

"Söyle Zeybi'm."

"Hani erkeği dağ horozu, dişisi huş tavuğuymuş ya," dedi Zeynep tane tane. "Sen de dedin ya, 'Sana huş tavuğuyum,' diye. Yani sen şimdi dişi misin? Neden kendine dişi dedin? Bütün hayatın yalan mıydı şimdi senin?" Bu sefer kahkahayı basan kişi Altuğ olmuştu. Başını gecenin esir aldığı gökyüzüne çevirip sesli sesli güldü. Ardından gözlerini yeniden Zeynep'in ona merakla bakan büyük kahverengi gözlerine çevirdi.

"Merak edeceğin bir şey söylemem gerekiyordu," dedi gözlerini kırpıştırıp sırıtarak. "Çünkü sadece soru sorarken ve sorularının cevabını dinlerken sakinleşiyorsun. Dağ horozu desem merak etmezdin, huş tavuğu çok daha cazip bir hayvandı." Zeynep bu sefer sinir bozukluğuyla güldü ve yumruğunu sertçe Altuğ'un omzuna geçirdi. "Pislik bir manipülasyoncusun Altuğ Yılmaz!" dedi. Altuğ'un çenesi dikleşti ve başını omzuna doğru eğdi. "E hakkımı yemeyelim şimdi, biraz öyleyim." dedi. Ardından gözleri derin derin, uzun uzun Zeynep'in göz bebeklerini arşınladı. "Ama seviyorsun da beni, öyle değil mi? Seviyorsun, değil mi Zeynep? Hı? Seviyor musun beni?"

İlk önce gözlerini kaçırdı Zeynep. Ardından kollarını yavaşça Altuğ'un boynundan indirdi. Yaslandığı büyük gövdeye daha çok sindi. Başını Altuğ'un sol göğsüne yasladı, ellerini de kendi boynuyla Altuğ'un hızlı atan kalbinin arasına gizledi. "Seviyorum, Altuğ," dedi küçücük kaldığı bu gövdeye daha fazla yapışırken. "Ve bunu biliyorsun."

Bilmiyordu Altuğ. Zeynep bunu hiç kendi isteğiyle, gözlerine bakarak söylememişti ki. Altuğ sorduğunda sevdiğini söyler, ama bunu gözlerine bakarak yapamazdı. Sevdiğini söyler, ama söylerken hep başka şeylerle uğraşırdı. Sevdiğini söyler, sonra onu terk ederdi. Sevdiğini söyler...

Derin bir nefes alıp verdi Altuğ, o nefes ciğerlerini yaktı ama yine de hiçbir şey belli etmedi. En azından burada, dedi kendi kendisine içinden. Kollarında, korkusu burnunda. Önemli olan da bu. Seni sevmesi değil, gülümsemesi önemli. O gülümserse sen yaşarsın. Onu gülümset.

Boşverdi Altuğ içindeki üzülen küçük bir parçasını, her zamanki gibi. Bunun yerine Zeynep'in gülümsemesi için her şeyi yapabilecek tarafına kulak verdi. "Sence de Aylin ve göt kafalı Emre bizden fazla uzağa gitmemişler mi?" diye sordu neşeli kişiliğini tekrar üzerine giyerek. "Gidip onlara önden gidenin kim olduğunu gösterelim Zeybi! Sıkı tutun, Altuğ Hava Yolları kalkışa hazırlanıyor!"

Sonrasında Zeynep, nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde kendisini hiç yere basmadan bir anda Altuğ'un geniş sırtında buldu. Altuğ, çocukluğundan bu yana hep yaptığı gibi Zeynep'i yine sırtında hiç zorlanmadan taşımaya, onunla birlikte özgürce sokaklarda koşmaya başladı.

Emre ve Aylin gerilerinde kalırken ise İstanbul'un sessiz sokaklarında yankılanan tek ses, Zeybi ile Kıvırcık'ın şen kahkahalarıydı.


🐔 


ALYA AYDIN


Elimdeki ikinci sigaramdan son bir nefesi ciğerlerime çektikten sonra izmariti yere atıp üzerine basarak söndürdüm. Sonunda geldiğim evin girişine doğru kendimden emin adımlar atarken evin önünde siyah takım elbise giymiş ne kadar koruma varsa hepsi, beni görünce kenara çekiliyorlardı. Aslında yüzüm pek fazla bilinmezdi, genelde herkes adımı konuşurdu ama bu eve pek sık geldiğimden korumalar benim kim olduğumu iyi biliyorlardı.


Evin verandasına ulaşan iki basamağı da hızlıca çıktıktan sonra kapının önüne gelip elimi yumruk haline getirdim. Her zamanki yedilik ritmimi tutturup kapıyı yedi kez tıkladım. Saniyeler içinde önümdeki evin kapısı, kızıl saçlı kahverengi gözlü orta yaşlı bir kadın tarafından açıldı. Bu kadını pek fazla tanımıyordum ama yüzüne aşinaydım. Bu evde, Büyük Patron'la beraber yaşıyordu senelerdir. İlk başlarda bu kadını Büyük Patron'un eşi zannetmiştim ama bunu Büyük Patron'a sorduğumda beni azarlamış, bu zamana kadar tek bir eşinin olduğunu ve onun da elinden alındığını söylemişti. Bir daha bu konuyu açmamam konusunda tembihlemiş, eğer eşi hakkında konuşursam olacaklardan kendisinin sorumlu olmayacağını söylemişti.


Eşi kimdi bilmiyordum, belki de hiçbir zaman öğrenemeyecektim ama eşi olan kadının, Büyük Patron'un en büyük, en acıyan ve en çok kanayan yarası olduğundan emindim.

Kızıl saçlı kadın, -adının Pervin olduğunu duymuştum- kapıyı bana açtı, ardından hep yaptığı gibi ifadesiz bir yüzle hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp merdivenlerden yukarı çıktı. İlk zamanlar onun neden böyle olduğunu istemsizce merak etsem de artık umursamıyordum çünkü bu hallerine alışmıştım. İçeri girip kapıyı kapattım ve Pervin Hanım merdivenlerden yukarı çıkarken ben aşağı, bodrum katına doğru inmeye başladım.

Ezbere bildiğim merdivenleri indim, koridorları yürüdüm ve önüne geldiğim beyaz kapıyı çalmadan sertçe açıp içeri girdim.

"Ne demek oluyor bu?"

Fazlasıyla sert olan sesim büyük çalışma odasının duvarlarına çarparken açtığım kapıyı çarparak kapattım. Karşımdaki masanın arkasında, çalışma koltuğunda oturan Büyük Patron'u pişkin pişkin sırıtırken gördüğümde içimde kaynamaya her zaman hazır olan öfkemin arttığını hissettim.

"Piç piç sırıtmayı kes ve soruma cevap ver!" diyerek yüksek bir sesle konuşmayı sürdürdüm. "Başkalarıyla çalışacaksın, da ne demek? Sen hangi hakla benim kurallarımı çiğnemeye cüret edersin? Ben senin koyduğun kurallara saygı duyuyorsam, sen benim kırmızı çizgilerimi aşmayacaksın! Anlaşırken koyduğum ilk kural buydu!"

Ben ne kadar öfkeli olsam da karşımdaki mavi gözlü adam, gururlu bir tebessümle bana bakmayı sürdürüyordu. Beni baştan aşağı süzdü, gözlerime tehditkar bir ifadeyle bakmaya başladı. "Önce bir sakin ol, güzel kızım." dedi tane tane konuşarak. "İçinde daima bir öfke kaynadığını ve her an her yeri ateş olup yakmak istediğinin farkındayım ama önce beni dinlemek zorundasın." Öfkeyle dişlerimi sıkarak sert bir nefesi burnumdan verdim ve göz devirdim. O ise inatla mavi gözleriyle masasının önündeki koltukları göstermeye devam etti. Sinirle dudaklarımı dişleyerek o koltuklara fevri bir şekilde kendimi bıraktım. O ise tatmin olmuş bir gülümsemeyle birkaç saniye boyunca bana baktı, sonrasında ise ciddileşerek konuşmaya başladı.

"Dinle Alya, bu gideceğiniz görev benim için bugüne kadar gittiğiniz görevlerin en önemlisi," dedi her bir harfi vurgulayarak. "Bu görevin amacı, on yedi yıllık düşmanımı yok etmek." Kaşlarım çatıldığında kehribar rengi gözlerimi karşımdaki duvardan çekip Büyük Patron'a çevirdim. "Karaca'dan mı bahsediyorsun sen?" diye sordum büyük bir şaşkınlıkla. Başını salladı yavaşça. "Elbette o piç kurusundan bahsediyorum," derken sesindeki hırsı fark etmemek elde değildi. "Siz beşiniz birleşecek, ve o piç kurusunun adını tarihten sileceksiniz. Gerçi, bir adı bile yok, kendisine ait bir kimliği bile yok çünkü..." hırsla dudaklarını dişleyip gözlerini kapattı ve sessizleşti.

Karaca'nın bir lakap olduğunu ve bu lakaba sahip kişinin, Büyük Patron'un en büyük düşmanı olduğunu biliyordum. Birkaç sene önce Büyük Patron'un şirketine gizlice sahte bir kimlikle sızmış, şirketteki her türlü bilgiye ulaşmıştı. Bununla da kalmamış, şirketin tapusuna kadar olan her dosyayı kendi eline geçirmişti ve o dosyaları Büyük Patron'a ne dosyası olduğunu fark ettirmeden imzalatmış, Büyük Patron'un ne kadar şirketi, malı mülkü varsa yasal yollarla kendi üzerine almıştı. Kimse onun tüm bunları nasıl yaptığını bilmiyordu ama o günden beri Görev'de oldukça merak edilen karanlık bir gizemdi Karaca. Kimse adını bilmez, herkes zekasını konuşurdu fakat bunu bile Karaca'ya olan korkularından, fısıldayarak gerçekleştirirlerdi.

Şimdi ise aklımda yine sorular dönmeye başlamıştı. Kendi zekamı küçümseyecek değildim ama böyle zeki bir adam nasıl yok edecektim? Bir kimliği, bir ismi, bir eşgali bile yoktu üstelik. Yüzünü bile görmediğim bir adamın, onu yok edebilecek kadar yakınında olmalıydım ama bunu nasıl yapacaktım? Hem, neden düşmandı ki Büyük Patron ve Karaca? Neden birbirlerini yok etmek istiyorlardı? Bu savaşın sebebi neydi? Peki neden daha önce değil de şimdi Karaca'yı yok etmek için işe koyuluyorduk? Neden daha önce değildi de şimdiydi? Peki ben neden bu görevde dört ayrı kişiyle daha çalışmak zorundaydım? Zor bir görev olacağı kesindi ama her zorluğu kendim aşabilecek güce, yalnız kala kala sahip olmuştum ben. Bu görevi de ya kendim tamamlardım, ya da kendim başarısız olup hem abimi, hem canımı kaybederdim.

Hayır, benim hayatımda zorluklara beraber göğüs gerebileceğim yol arkadaşlarına yer yoktu.

Bu benim kırmızı çizgilerimden birisiydi. Bu yüzden başım dik bir şekilde Büyük Patron'a bakmayı sürdürdüm. Karaca'yla ilgili sorularımı geri plana atıp konuşmaya başladım. "Karaca hakkında bildiğim tek şey, onun ne kadar bilinmez olduğu," dedim tane tane. "Ama bunun gözümü korkutacağını zannediyorsan çok yanılıyorsun. Çünkü biliyorsun, en zor görevleri bile ya kendi başıma hallederim, ya da halledemem ve geberip gider, abimi de ölüme mahkum ederim. Başkalarıyla çalışmak istemiyorum, bunu yapmayacağım, yine kendi başıma bir yola gireceğim." İşaret parmağımı kaldırıp ona doğrulttum. "Ve sen de, benim kurallarımı yıkamayacağını o aklına kazıyacaksın."

Güldü sesli bir şekilde, sesinden alay akıyordu. Gözleri de aynı alayla benim kehribarlarımı arşınladı. "Fevri oluşun konusundaki düşüncelerimi her geçen dakika daha da fazla doğruluyorsun, güzel kızım." dedi başını iki yana sallayarak. "Bu görev, tek başına üstesinden gelmeni istediğim bir görev değil. Seni her zamanki gibi tek bırakabilirdim ama bunu bu kez yapmayacağım." Öfkeden kabaran bir hindiye dönüşmemek için yumruklarımı sıkmaya başladım.

"Niyeymiş o?" dedim dişlerimi sıkarak. "Çünkü sadece Karaca'yı değil, ona ait her şeyi yok etmenizi istiyorum," dedi tane tane fakat sesi yine hırsa bulanmıştı. Tam bu esnada olduğumuz odanın kapısı çalındı. "Bu yüzden her birinize ayrı görevler düşecek ve bir grup halinde çalışacaksınız." dedikten sonra ise benim bir şey dememe fırsat vermeden kapıya doğru seslendi. "Gel!"

Bir anda kalbim hızla göğüs kafesime çarpmaya başladı. İstemsizce sol elimin tırnağını kemirirken buldum kendimi. Fark etmeden bacağımı sallamaya başladım. İçimde uyanmaya başlayan stresi hissedebiliyordum ve bu bile kalbime, hissetmek istemediğim bir korkuyu hissettiriyordu. Ne yapacaktım o kapı açılıp dört kişi de içeri girince? Gülümseyerek yüzlerine mi bakmalıydım? Ama o zaman görürlerdi beni, ne kadar kirli ve pis olduğumu görürlerdi. Hayır, kimse görmemeliydi pisliğimi. Hayır, yüzlerine bile bakmamalıydım. Yere bakabilirdim, ayaklarıma bakabilirdim, karşımdaki duvara bakabilirdim ya da gözlerimi yumup gitmelerini bekleyebilirdim ama hiçbirinin yüzüne, gözlerine bakamazdım, bunu yapmamalıydım.

Kapının açılma sesini duyduğumda ne yapacağımı bilemeyerek sağa sola bakındım fakat gözlerimi kapıya değdirmedim. Bir elimin parmaklarını kemirirken diğer elimin tırnaklarını sallamadığım diğer bacağıma sapladım. Sonrasında ise oldukça şen şakrak bir sesin, "Uçak inişe geçiyor!" dediğini duydum. Bir erkek sesine benziyordu. Yüzlerine bakmadan başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde kıvırcık saçlı genç bir adamın, uzun kahverengi dalgalı saçları olan genç bir kadını sırtından yere indirdiğini gördüm.

Fazla bakmadan gözlerimi bu sefer ayaklarıma çevirdiğimde Büyük Patron'un içeri girenlere, "Alya'nın aksine oldukça saygılı ve terbiyeli bir giriş oldu çocuklar," dedi anlam veremediğim bir heyecanla. Ardından mavi gözlerini üzerimde hissettim ama başımı kaldırıp da bakamadım. "Öyle değil mi güzel kızım?" Odada derin bir sessizlik oluştu, fakat bu da Büyük Patron'u susturmaya yetmedi. "Arkadaşlarınla tanışmayacak mısın Alya?" diyen sesi oldukça alaycıydı.

Bunu bilerek yapıyordu. Korktuğumu biliyor, bu yüzden üzerime geliyordu. Beni hep böyle eğitmişti; korktuğum ne varsa üzerime onlarla yürümüştü çünkü korkularıma teslim olmaktan da delicesine korktuğumun farkındaydı. Korkularımı gözüme soka soka üzerime her yürüdüğünde yıkılmamak için hep, tükenene kadar gücümü sarf ederdim. Şimdi de böyle yapmamı istiyordu; korkularıma teslim olmamı değil, onların üzerine doğru yürümemi istiyordu.

Buna karar verebilecek kişi o değildi, bunun seçimini yapması gereken kişi bendim ama sustum ve boyun eğdim; çünkü bir köprünün ortasındaydım ve bir tarafında deli gibi kaçtığım korkularım varken diğer tarafında, bana hayatımı yeniden kazandıran abim vardı.

Bugüne kadar yaptığım her şey gibi, bunu da abim için yaptım. Başımı yavaşça kaldırdım ve aynı yavaşlıkla ayağı kalktım. Kehribar rengi gözlerim odaya giren dört kişide gezinirken zorlukla da olsa tebessüm etmeye çalıştım ve kısık bir sesle, "Merhaba..." diye mırıldandım.

Hepsi aynı anda yavaşça başlarını salladıklarında onları incelemeye başladım. Dört kişi, yan yana duruyorlardı. Sol başta sarı saçlı, ela gözlü bir adam duruyordu. Yeni çıkmaya başlayan sakalları da açık renkliydi. Uzun yüzüne yakışan, küçük ama uzun bir burnu vardı. Üzerinde beyaz bir tişört, kot pantolon ve spor ayakkabıları vardı. Ela gözleri sakin bir şekilde bana bakıyordu.

Gözlerimi ondan ayırıp yanındaki genç adama bakmaya başladım. Bu adam, az önce sırtından bir kızı indiren kişiydi. Kıvır kıvır saçları, yuvarlak ve sevimli bir yüzü vardı. Gözleri yeşil renkliydi, burnu büyük olsa da köprülü değildi ve onun yüzüne yakışıyordu. Uzun boyluydu. Üzerinde haki rengi bir tişört, bir deri ceket, siyah bir pantolon ve yine siyah spor ayakkabıları vardı. Koluna haki renkli bir saat takmıştı. Boynundaki asker künyesi tişörtünün içindeydi ama buradan varlığını görebiliyordum ve yeşil gözleri, çocuksu bir heyecanla bana bakıyordu. Gözlerimiz kesiştiğinde yüzündeki gülümsemesi daha da büyüdü; buna karşılık veremeden edemedim ve ben de gülümsemeye çalıştım.

Sonrasında yanındaki kıza baktığımda onun çok ciddi olduğunu gördüm bu yüzden tebessümüm yavaşça yüzümden silindi. Bu kız da, kıvırcık saçlı çocuğun sırtından indirdiği kızdı. Kısa boyluydu, boyu bir altmış iki ya da bir altmış üç olmalıydı aynı zamanda zaten minyon tipliydi. Uzun kahverengi dalgalı saçları hem oldukça gürdü, hem de beline kadar uzanıyorlardı. Yüzü de kendisi gibi küçüktü. Fakat kahverengi gözleri buna tezat olarak büyük görünüyorlardı. Havaya doğru kalkan küçük bir burnu, küçük ve dolgun dudakları vardı. Üzerinde kırmızı çiçekleri olan siyah renkli bir tişört giymişti ayrıca yanındaki kıvırcık saçlı çocukla aynı olan deri ceketleri vardı. Altında ise yine siyah bir pantolon ve siyah botları vardı. Gözleri büyük bir ciddiyetle beni süzmeye devam edince hemen yanındaki kadını incelemeye başladım.

Bu kadının göze çarpan ilk özelliği, ay gibi parıldayan bembeyaz porselen teniydi. Ela renkli gözleri, kalkık küçük bir burnu, kalın dudakları, ufak bir alnı ve oldukça belirgin elmacıkkemikleri vardı. Kahverengi saçlarını at kuyruğu şeklinde toplamıştı. Üzerine beyaz bir kazak, siyah bir pantolon ve kahverengi renkli bir trençkot giymişti, ayaklarında ise yine kahverengi renkli çizmeleri vardı. Bana anlayamadığım bir gülümsemeyle bakarken derin bir iç geçirdi ve yavaşça gözlerini açıp kapattı. Bakışlarındaki ifadeyi anlamam imkansızdı çünkü daha önce hiç böyle bakışlarla karşılaştığımı zannetmiyordum. Bu yüzden bir kez yutkundum, tebessümüne karşılık vermeye çalıştım ve ardından gözlerimi bir kez daha hepsine teker teker bakarken mırıldandım. "Ben Alya."

"Adın dillerden hiç düşmüyor, namını duymayan yok canısı," diyerek göz kırpan kişi, o kıvırcık saçlı çocuktu. Gözlerimi ona çevirdiğimde anlamayarak başımı omzuma doğru eğdim ama hafiften tebessüm ediyordum. "Canısı mı?"

Anında cevapladı sorumu. "Tabi canısı!" dedi coşkuyla. "Kırgın Çiçekler izlemedin mi yoksa? Nasıl favori karakterin Meral Kendir olmaz? Şu an gözümdeki tüm itibarın silindi!" Kendimi tutamayıp sesli güldüm fakat sonra hemen kendimi durdurmayı başarabildim. "İzledim tabi," dedim gülümsemeyi sürdürerek. "Benim de favorim Meral Kendir, ben de sürekli 'canısı,' lafı kullanırım da, başkasından duyunca bir şaşırdım." Gözlerini kırpıştırarak gülümsedi kıvırcık saçlı çocuk. "Altuğ ben de canısı," dedi samimi bir sesle. "Memnun oldum." Başımı bir kez salladığım sırada yanındaki kızdan anlayamadığım bir şekilde ters bir ses yükseldi. "Zeynep ben de!" derken sesi biraz yüksekti ve soğuktu. Gözlerime aynı ciddiyetle bakmayı sürdürürken ifadesinde aynı zamanda oyuncağını başkasına vermek istemeyen bir çocuk görmem normal miydi?

Yine de umursamamaya çalıştım ve ona da gülümseyebilmek için çabalamam gerekti. "Memnun oldum," diye mırıldandım sessizce fakat karşımdaki kız çoktan bakışlarını odanın farklı yerlerinde gezdirmeye başlamıştı bile. Neden böyle davranıyordu ki? Yanlış bir şey mi yapmıştım?

Kendime bununla ilgili zibilyon tane soru daha sorabilirdim aslında ama duyduğum ince ve garip bir şekilde huzur verici bir ses bunu engelledi. "Ben Aylin," diyen sese doğru başımı çevirdiğimde, ay tenli kadının şefkatli bir şekilde bana gülümsediğini gördüm. "Aramıza hoş geldin Alya."

Gülüşünde gördüğüm şefkate mi, yoksa kurduğu cümleye mi şaşırmalıydım bilmiyordum. Beni aralarına hemencecik kabul etmesi garip hissettiriyordu. Sanki onlarla beraber olması gereken ama hep yalnız kalan birisiydim ve şimdi başından beri olmam gereken yerdeymişim gibi hissettirmişti bu cümlesi.

Kendime şaşırarak ben de sıcak bir şekilde gülümsemeye çalıştığımda aslında bunu yapanın ben değil, on beşinci yaşım olduğunu biliyordum. O hiç yalnız kalmak istemez, diğerleri gibi bir grubu olsun isterdi ama ona hep, onun çok özel ve eşsiz olduğu söylenir, bu yüzden hep yalnız olmaya mahkum olduğu anlatılırdı.

Gülüşüm yavaşça yüzümde soldu.

"Ben de Emre," diyen düz sese bakışlarımı çevirdim bu sefer. Sarışın çocuğun yüzünde samimi bir gülüş yer edinmişti. "Ben de memnun oldum." dediğinde bir kez daha başımı sallayıp hepsine yeniden sırayla baktım. "Ben de sizinle-"

"Eğer biriniz daha memnuniyet lafını cümlede geçirirseniz beş adet geri zekalı velet yetiştirdiğimi düşüneceğim." diyen Büyük Patron'un sesiyle sesim bıçak gibi kesildi. Ona elimde olmadan göz devirdim; yaşlandıkça daha da fazla boş konuşan bir ihtiyara dönüşüyordu!

"Boş yapmasana be ihtiyar!" diyen alaylı ses Altuğ'a aitti. Ona doğru baktığımda onun da göz devirdiğini gördüm. "Buruştukça daha da çirkinleşiyorsun ve o çenen gevşiyor, dikkat et de vidasını sıkmasınlar." Büyük Patron çatık kaşlarla öfke içinde Altuğ'a bakarken Altuğ diğer üç arkadaşına ve bana baktı. "Sizce de fazla boş konuşmuyor mu canısılar? Bana katılıyorsunuz, öyle değil mi?" Aylin, Emre ve Zeynep, Altuğ'un cümlesine gülerlerken Zeynep bir anda ciddileşti. "Bir daha o kelimeyi kullanırsan değil sana katılmak, seni de içine kattığım bir mangal yapacağım." derken, 'yakarım seni,' der gibiydi. Altuğ ise sırıtmakla cevabını vermiş oldu. "Patlıcan mı olacağım? Yoksa biber mi? Aslında benden çok güzel şiş kebap olur biliyor musun Zeynep? Etli butlu kaslı adamım sonuçta!" Zeynep onun göğsüne yumruk atarken Büyük Patron'un hırs dolu sesini duyduk hepimiz.

"O cin gibi zekan olmasa, geldiğin gün seni kapıya atardım Altuğ ama o zekana dua et." diye mırıldandı kısık gözlerle. Altuğ ise ona dönüp dil çıkardı. "Benim kadar zeki değilsin diye kıskanma bebiş," dedi harfleri uzata uzata. "Ağlamayı zırlamayı kes de bizi neden buraya çağırdın, anlat bakayım hele." Ardından yeşil gözleri beni buldu. "Görev'in efsanesi Alya Aydın'la tanışma şerefine nasıl nail olduğumuzu söyle hemen."

Büyük Patron'un gözdesi Alya Aydın. Görev'in efsanesi Alya Aydın. Gizli silah Alya Aydın. En özel hazine Alya Aydın. Gözlerden sakınılan Alya Aydın.

Herkes beni böyle bilirdi ama ben bunların hiçbirisiydim; ben aslında koca bir hiçtim. Ve bunu da yalnızca ben bilirdim.

Büyük Patron sabır dilenerek çekmecesinden beş adet mavi dosya çıkarıp masasının üzerine fırlattı. Masaya düşen dosyalar tok bir ses çıkartırken dördü yan yana Büyük Patron'un karşısında, bense Büyük Patron'un masasının önündeki koltukla sehpanın hemen arasındaydım. "Bugün burada, benim için bugüne kadar gittiğiniz görevlerin içinden, en önemlisini halletmek için topladım sizleri," diyerek konuşmaya başladığında mavi gözleri bir dosyalarda, bir de dördü ile benim aramda gezinip duruyordu. "Sizler, benim kendi ellerimle yetiştirdiğim kimsesizlersiniz. Hayatlarınızı size ben geri kazandırdığım için de sizler, hayatlarınızın sonuna kadar bana çalışacak ve gerekirse hayatınızı benim için feda edeceksiniz. Sizleri ilk bulduğumda söylediğim kurallarımdan birisi buydu."

Doğru söylüyordu. On beş yaşımda intihar edip başarısız olduktan sonra sevk edildiğim rehabilitasyon merkezinde beni bulup kurduğu ilk cümleler bunlardı. 'Aklın da benim olur, kalbin de avuçlarımın arasında durur. Benim istediğim gibi düşünürsün, ben istediğimde nefesin bile kesilir. Canın dahi benim olur güzel kızım; çünkü ben sana sıfırdan başlayacağın bir hayat vereceğim.' Bunlar onun cümleleriydi. Diğerlerine de aynı şeyleri söylemiş miydi bilmiyordum ama eğer diğerleri de kimsesizse, benzer şeyler duyduklarına emindim.

Ve bu cümleleri duymamın sebebi, kimsesizliğimdi. Eğer kimsesizseniz, ellerinizden tutup sizi yangından kurtaracak kimse yoksa, o yangının ateşini içip, yanmamak ve karanlığa ait olmamak için bir ateşe dönüşmek zorunda kalıyordunuz. Ben ateştim, ben kendi kendime yanarak yolumu aydınlatan küçük bir ışık huzmesiydim ve kendimi abimi bulmaya adamıştım.

Onu bulduğumda ise sonsuza dek sönecek, kirli is taneleri gibi etrafa saçılacaktım. Biliyordum, benim sonum kendi yangınım olacaktı.

"Bugün burada son görevleriniz için varsınız," diyen Büyük Patron'un sesiyle başımı bir kez daha ona çevirip zihnimi susturmak zorunda kaldım. "Bu, sizin son göreviniz olacak. Eğer başarıyla tamamlarsanız, bugüne kadar uğruna savaştığınız zaaflarınızı size vereceğim ve özgür kalacaksınız."

Zaaflarınızı size vereceğim.

Bir anda kalbim gümbür gümbür atmaya başladığında elim kalbimin üzerine gitti. Bunun tek bir anlamı olabilirdi.

Abimi bulmuştu.

Aradan geçen onca yılın ardından sonunda, abimi bulmuştu! Akıttığım kanlara, aldığım canlara, dönüştüğüm kadına, çocukluğumla beraber gömdüğüm her şeye sonuna değdiğini hissettiriyordu bu. Kahkaha atmamak için zor duruyordum. Göz pınarlarım ise ağlamak için sulanmaya oldukça hazırlardı; mutluluktan ağlanır mıydı? Ben daha abimi bir kez görmememe rağmen, varlığına şükrederek saatlerce ağlayabilirdim.

"Ve evet, bunun anlamı zaaflarınıza sonunda ulaşabildim demek," derken Büyük Patron'un mavi gözleri bir bana, bir Zeynep'e dönmüştü. "Zeynep'in ailesini de, Alya'nın abisini de buldum. Aylin'in bir zaafı yok ama bana zamanında ettiği ihanet yüzünden mahzenlere atılmıştı. Fakat özür dileyip aynı yeminleri ettiği için ikinci bir şansı hak ettiğinde karar kılıp onu mahzenlerden çıkarmıştım. Altuğ'un zaafı Zeynep'ti. Emre'nin ise bir zaafı yok, babası en güvenilir adamlarımdan birisi olduğu için oğlunu da benim için yetiştirmişti sadece. İşte bu görevden sonra Alya abisine, Zeynep ailesine kavuşacak. Aylin artık özgür bir şekilde Görev'le olan bağlantılarını sonlandırabilecek. Altuğ, Zeynep'in peşinden özgürce gidebilecek. Emre ise artık babasının yaptığı işe devam etmek zorunda kalmayacak." Derin bir nefes verip ince dudaklarını ıslattı.

"Yani çocuklar, bu görev hepinizin can damarı," dedi tane tane. "Ya yaşayacaksınız, ya da öleceksiniz."

Yine yaşayacak ve bir süreliğine nefes almaya devam edecektim. Kalp atışlarım ise yine abim için olacaktı. Bir anda uzun yıllardır hissetmediğim açlık hissi midemi ele geçirdi; bunun sebebi ise heyecandı. Heyecanlanınca acıkır, midemin gurultusuna engel olamazdım. Şu an Tanrı'dan temennim ise, bu ciddi ortamda karnımın gurlamamasıydı!

"Biz kimsesiz çocuklarız, Büyük Patron," diyen Altuğ'un sesiyle onlara doğru döndüm bu kez. "Yaşamanın yolunu bir şekilde mutlaka buluruz, çünkü biliriz ki bizi bizden başka kimse yaşatamaz." Yanındaki Zeynep'e gözlerim istemsizce odaklandığında, Altuğ'un koluna girip bir kedi misali sıkı sıkı sardığını gördüm. Heyecanla gülümsüyor, dudaklarını dişliyor ve yerinde duramayarak bir oraya bir buraya sallanıyordu. Belli ki o da benim gibi senelerdir bu anın hayalini kurarak yaşamıştı.

"Altuğ doğru söylüyor," dedi Emre başını sallayarak. Gözleri ciddiyetle bakıyor, her zamanki sakinliğini koruyordu. "Biz yaşamanın yolunu mutlaka buluruz. Son görevi de başarıyla tamamlayacağız."

"Hem, yanımızda Alya var," diyen Aylin'in sesiyle şaşkınlıkla ona döndüğümde aynı şefkat ve farklı duygularla bana gülümsemeye devam ediyordu. Şaşkınlıkla ona bakakaldığım sırada Aylin, garip bir şekilde huzur dolu sesiyle konuşmaya devam etti. "Bu kız yanımızdayken, kaybetmemize imkan var mı hiç? Ayrıca Alya, yanıma gelsene. Neden yabancı gibi orada duruyorsun?"

Kimseye fark ettirmeden dilimi ısırdım çünkü bu anın gerçekliğine anlam veremiyordum. Beni nasıl bu kadar çabuk yanlarına kabul edebilirdi? Bir yabancı olarak görmesi gerekmez miydi? Normal olan Zeynep gibi davranması olmaz mıydı? Onlar senelerdir beraberlerdi, bense dakikalar önce hayatlarına dahil olmak zorunda kalmıştım. Bu kadar sıcak davranmak yerine buz gibi bakması gerekmez miydi bana?

Bir yabancı gibi...

Zaten öyle olduğumu söylemeye de, bir yabancı değil miyim zaten, demeye de dilim varmadı. Bunun yerine Aylin'in bana uzattığı eline bakakaldım birkaç saniye boyunca. Ardından neden bilmiyorum ama içimde garip bir çekim hissettim, belki de bakışlarındaki şefkate ve sıcaklığına fazlasıyla aç olduğumdan, elini tutmaya elim varmadı ama küçük birkaç adımla yanında yer edindim.

"Umarım dediğiniz gibi olur," diyerek bir iç geçirdi Büyük Patron ve yine düşüncelerimden sıyrılmak zorunda kaldım. "Öyleyse iyi dinleyin çocuklar, görevinizi anlatıyorum." dedi. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti. "Sizin bu görevdeki amacınız, benim en büyük düşmanım Karaca'yı yok etmek." dedi tok sesiyle. "Fakat bu bildiğiniz üzere hiç de kolay olmayacak. Bunu söylemekten nefret ediyorum ama karşınızdaki adam fazlasıyla zeki ve tehlikeli. Ama ben ondan daha akıllı davranıp canını alacağım. Bunun için her birinize sahte özgeçmişler oluşturdum. Alya ve Zeynep hariç hepinizin ismi aynı kaldı ama ikinizin adını değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü Alya, Karaca'nın şirketinde, Karaca'nın şirketini soymaya çalıştığı için kovulan kişisel asistanı olarak, Zeynep ise Karaca'nın en yakını Anıl'ın başına üşüşen bir avukat olarak casusluk yapacaklar. Altuğ sen rakip şirket olarak Karaca'yla aynı ihale masasına oturacaksın, Aylin sen Karaca'ya ait Çocuk Yurdu'nda, birkaç gün önce ölen öğretmenin yerine öğretmenlik yapacaksın. Emre, sen ise Karaca'nın kız kardeşi Pelin'in koruması olacaksın. Her türlü ayarlamayı yaptım; kimse sizden şüphelenemeyecek bile." Sesi hırs, öfke ve nefret doluydu. Nedenini merak etsem de sessizliğimi korudum. Masasının üzerindeki bardaktan birkaç yudum su içti ve devam etti.

"Karaca'yı elindeki her şeyi alarak bitireceğim. Bu yüzden Alya sen, şirket arşivine girmenin bir yolunu bulacaksın ve dosyaları bir şekilde bana ileteceksin. Altuğ sen, rakip şirket olarak o ihaleyi mutlaka kazanacaksın ve kimse benim için kazandığını bilmeyecek. Alya'yla iletişim halinde kalın, dosyalardan edindiği bilgiler ihaleyi almana yardım eder. Zeynep sen, hastanedeki bir çalışanın maaşının ödenmemesi gibi bir zımbırtı yüzünden Anıl'ın karşısına dikilecek ve bir şekilde o hastaneye girip, hastanenin arşivine sızmaya çalışacaksın. Oradaki dosyalar da hastaneyi batağa sürüklemek açısından büyük önem taşıyor. Emre sen, ben sana zamanının geldiğini söylediğimde Karaca'nın kız kardeşini kendi ellerinle bana getireceksin. Yarın kız kardeşi için koruma seçecek, dayanıklı ve güçlü durman lazım; Karaca kız kardeşini sağlam birisine emanet etmek ister. Aylin sense, Çocuk Yurdundaki çocuklarla ilgilenip hepsini bir güzel not edeceksin, inceleyeceksin. Karaca'yı yok ettikten sonra o çocukların hepsini kendim için birer asker olarak yetiştireceğim."

Şeytanla bir akrabalığı falan olabilir miydi bu adamın? Bu nasıl bir düşünce tarzıydı böyle? Ben asla böyle detaylı planlar yapmazdım ama sırf üşendiğim için yapmazdım. İnsanın beyni yorulurdu be bunları düşünürken! Yastığa başını koyarken Karaca'yı nasıl bitirdiğinin hayaliyle mi uyuyordu bu ihtiyar?

Hem, Çocuk Yurdunda kalan o çocukları yanına alıp tıpkı beni yetiştirdiği gibi yetiştirmesine nasıl göz yumabilirdim? Hiçbir çocuk bu yaşlı ihtiyar tarafından eğitilmeyi hak etmezdi!

"Çocukları yanına alamazsın!" diye çıkmıştım kendimi tutamayarak. "Kimse senin eğitimlerinden geçmek zorunda değil. Yurdu yak, yık, kır, dök gerekirse ama o çocuklar Karaca'nın yurdunda kalmayacaksa devlet himayesi altında büyüyecekler. Senin gibi bir adamın elinde büyümelerinden iyidir."

"Konuş kız! Tam olarak aynı şeyleri düşünüyordum!" diyen Altuğ'un sesi oldukça coşkuluydu. "Valla öyle bir gaza geldim ki, şurada Ceddin Deden söylemeye bile başlayabilirim her an." Konuşmaya devam edecekti fakat Zeynep ona ters ters bakınca susmak zorunda kaldı ve ağzına fermuar çekti.

"Alya doğru söylüyor," dedi Emre de. "Biz özgür kalacağız diye başka çocukları sana tutsak etmeyiz." Büyük Patron sinirden kızarmaya başlarken Aylin'den şok edici bir sakinlikle şok edici bir cevap duydum.

"Bu görev bana verildi," dedi çenesi havada bir şekilde. "Kabul edip etmemek benim elimde, buna kimse karışamaz. Benim yerime cevap vermeyin." derken sakinliğin yanında anlayamadığım başka anlamlar da taşıyordu. Onu tanıyalı birkaç dakika olsa da bunu beklemediğimi itiraf ediyordum. "Ve ben bu görevi kabul ediyorum. Aradan geçen yıllar ve yaşayıp gördüğüm onca acıdan sonra, özgürlük için yapamayacağım hiçbir şey yok." Kollarını önünde bağlayıp başını omzuna eğdiğinde yüzündeki garip tebessümünü koruyordu.

Büyük Patron'a bakmaya başladığımda onun da alayla gülümsediğini gördüm. "Tek zaafını kaybetmek sana fazlasıyla iyi gelmiş Aylin, bunu yaptığım için kendimle hep gurur duyacağım." Aylin hiçbir şey söylemedi ama bir maske olduğunu düşündüğüm gülüşü yavaşça solarken gözlerine acı yerleşti ve yavaşça yutkundu. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama dilinin ucunu ısırıp kendini durdurmayı başardı.

"Anlatacakların bittiyse siktirip gidiyoruz çünkü yaşlandıkça daha da katlanılmaz bir moruğa dönüyorsun!" diyen Altuğ'un sesi oldukça korumacıydı. Büyük Patron ise alayla gülerek hepimize sırayla baktı.

"Ben size yapacaklarınızı özet geçtim," dedi ve mavi gözleriyle önümüzdeki dosyaları işaret etti. "Tüm küçük detaylar dosyalarınızda yazıyor. Gidebilirsiniz."

Sanırım odadaki kimse burada daha fazla kalmak istemiyor olacak ki, aynı anda masanın önüne toplaşıp üzerinde isimlerin yazdığı dosyaları seçip aldık. Kendi adımın yazdığı dosyayı elime aldıktan sonra evde incelemek üzere elime sıkıştırdım ve Büyük Patron'a bakmadan, "Sizlerle görevde görüşürüz." diye mırıldandım sessizce. Aylin bana yine aynı şekilde gülümserken Emre baş selamı verdi. Zeynep ifadesizliğini korudu, Altuğ ise, "Nereye gidiyorsun ki?" dedi çocuk gibi harfleri uzata uzata. "Daha karpuz kesecektik!" Sessizce güldüm bu söylediğine.

"Alerjim var karpuza. Siz yersiniz." dedim hafifçe gülümseyerek. Altuğ ise, "Ya ama görevden önce deli manyak gibi eğlenmeye gideceğiz! Sen de bizimle gelsene! Aynı gruptayız işte kızım!"

Zeynep'in buz bakışlarının bir kendimde bir Altuğ'da gidip geldiğini görünce sakinliğimi korudum ve tebessüm etmeye devam etmek için kendimi zorladım. "Bence öyle olursa senin için pek iyi şeyler olmayacak gibi Altuğ. Hem, görev için beraberim sizinle. Herkes kendi yerinde kalsa ve sınırları aşmasa daha iyi olur." Çünkü size alışırım ama olmaz, bağlanamam, bağlanmamalıyım. Sesim ılımlıydı. Altuğ ise dudak büzüp çocuk gibi kendisini Zeynep'in kollarına bıraktı. "Aman Tanrım Zeybi, şu an yediğim red yüzünden sonsuza dek bayılabilirim! Hem sizde bayılsanıza, Alya Aydın bizimle deli manyak eğlenmeyi reddediyor!"

"Bence en doğru olanı yapıyor!" diye çıkışarak üzerine resmen abanan Altuğ'u itmeye çalıştı Zeynep. Gözleri benimkileri buldu. "Herkes kendi yerinde kalmalı, bu en doğrusu."

Altuğ bir şeyler daha söylemeye devam ederken bir kez yavaşça yutkunup başımı hafifçe salladım. "Pekala," diye mırıldandım sessizce. Duyup duymadıklarından bile emin değildim. "İyi eğlenceler size. Sonra görüşürüz."

Ardından kimsenin bir şey demesine müsaade etmeden önce o odayı, sonra o evi terk ettim. Hızlı adımlarımı bir şeylerden kaçarcasına atıyordum. Çünkü kaçıyordum. Sevmekten, bağlamaktan ve benimsemekten. Sevmek yasaktı, çünkü sevdiğim herkes teker teker gidiyordu. Bağlanmak yasaktı çünkü bağlandığım herkesle olan bağlarımı koparmak zorunda kalıyordum. Benimsemek yasaktı çünkü benim kendime ait hiçbir şeyim, bir çocukluğum bile yoktu.

Gözlerimin ıslanmaya başlandığını hissettiğimde Büyük Patron'un evinin olduğu sokaktan çoktan ayrılmıştım. "Lanet olsun! Sikeyim!" dedim dişlerimi sıkarak ve dudaklarımı dişledim. Ağlamaktan nefret ediyordum. Gücümün tükenmesinden ve gözyaşlarımı döke saça ağlamaktan nefret ediyordum. Çocukken ağladığımda babam hep anneme, 'Susturun şunu, ağlayınca olduğundan daha çirkin görünüyor.' derdi, sanki ağlatan kendisi değilmiş gibi. Belki de ağladığımda kendimi bu yüzden bu denli zayıf hissediyordum? Bu yüzden miydi etrafa ördüğüm bu kabuk? Beni gördüklerinde çirkinliğimi fark edecekleri için miydi etrafımı sarıp sarmaladığım bu sert kabuk?

"Sümüklerimi de sikeyim ben!" dedim burnumu çekerek. Gözlerim ıslanmaya başladığı an, burnum sümük çeşmelerini açardı. "Her seferinde bu lanet yapışkan sıvı burnumdan akmak zorunda mı amına koyayım!?" Zaten sinirim tepemdeydi, bir de sümük silmekle mi uğraşmalıydım yani? Hayat benle taşşak geçiyor olmalıydı.

Adımlarımı sertçe yerlere vura vura sinirle yürümeye arkamdan geçen arabaların sesini duyuyordum. Ayrıca neredeyse sabah olmak üzereydi, ufukta güneş görünüyordu.

"Sanırım buna ihtiyacın var."

Sokakta ben hariç kimse yoktu, en azından ben öyle sanıyordum. İstemsizce irkildiğimde arkamdan gelen yabancı sese doğru döndüm yavaşça. Karşımda oldukça uzun boylu, mavi gözlü bir adam vardı, onun arkasında ise birkaç siyah araba duruyordu. Büyük ellerinin arasında küçük bir peçete paketi tutuyor, bana doğru uzatıyordu.

Gözlerim şaşkınlıkla ellerinden ayrılıp mavi gözlerine tırmandığında bana derin ve anlamlı bir şekilde tebessüm ettiğini gördüm. Derinliği çözemedim, anlamların ne olduğunu kavrayamadım ama çatık kaşlarla karşımdaki adamı incelemeyi sürdürdüm. Koyu mavi gözleri, büyük olmasına rağmen biçimli ve havaya doğru bakan burnu, kalın dudakları ve koyu kumral saçları vardı. Boyunun bir doksandan daha uzun olduğuna emindim, en az iki metre vardı. Siyah kapüşonlusu kafasına takılıydı, elinin birinde bileğinin tam üzerinde seçemediğim bir dövme vardı.

"Sen de kimsin be?" diye çıkıştım kendimi dizginlemeyerek. Sinirim bozuktu üstelik ağlıyordum ve bu herif de şimdi nereden çıkmıştı? Tanımaya çalışarak onu baştan aşağı süzdüm ama hayır, böyle birisiyle tanıştığımı asla hatırlamıyordum. Yine de burnumun durulmaksızın akmaya devam ettiğini fark ederek elindeki peçete paketini alıp içinden bir peçete çıkarttım ve zerre utanmadan deve gibi hönkürdüm. Sabahın bu alacalı vaktinde en sümüklü anımda karşıma çıkan oydu! Bir de utanacak mıydım! Acaba sapık mıydı? Ya da beni öldürmek için takip eden bir seri katil? Organ mafyası? "Ama peçete için sağ ol. Yoksa ben seni döverken sümüklerim üzerine damlayabilirdi."

Dudakları arasından küçük bir kahkaha çıktığında gözleri bu kez, 'Bunu yapacağından emindim,' diye bakıyordu. İstemsizce olduğum yerde daha da sinirlendim. Kimdi bu herif ve lanet olsun, benden ne istiyordu!?

"Soruma cevap versene!" dedim yüksek bir sesle. "Kimsin sen ve şu an karşımda ne işin var!?"

Beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve bana doğru bir adım attı. "Ben kim miyim?" diye sordu aynı benim gibi. Sesi hem tok, hem de kadife gibi yumuşaktı. Tebessümü yavaşça soldu. "Ben senin yedi aydır tanışıp tanışıp hatırlamadığın; seneler önce de toprağa gömüp unuttuğun bir adamım Alya." dedi tane tane.

Yavaşça yutkundum ve anlamaya çalışarak gözlerimi kıstım. "Ne saçmalıyorsun sen be?" diyen sesim yüksekti fakat hâlâ duyduklarıma bir anlam vermeye çalışıyordum. "Sizi sayıyla mı gönderdiler bu sabah bana!"

Dediklerimi umursadığını zannetmiyordum çünkü ne demek istediğini açıklamak yerine beyaz dişlerini göstererek bir kez daha gülümsemeye başladı. Yüzüne güneş vurduğunda koyu kumral saçları parıldadı, sol yanağındaki gamzeyi gördüm. "Henüz sabah olmadı," dedi yine kadife gibi bir sesle. Kelimeleri büyülü gibiydi, birçok anlam taşıyordu sanki. "Ama gözlerin gözlerime değdiğinde güneş doğdu."

Tam şu anda geri zekalı olduğumu düşünmeye başlamıştım. Çünkü dediklerini anlamak imkansızdı. Acaba sarhoş muydu? Onu anlayabilmemin tek yolu sarhoş olduğuna inanmaktı çünkü hiç kimse yolda gördüğü, öylesine birine böyle cümleler kurmazdı.

Belki de öylesine birisi değilsin.

Onu unuttuğumu ve hatırlamadığımı söylemişti biraz önce. Hafızamla ilgili sıkıntılarım olduğu doğruydu; çoğu zaman çoğu şeyi unutur, birisi gelip anlatana kadar da hatırlamazdım. Bu isteyerek yaptığım bir şey değildi, küçük bir çocukken bana unutmayı öğretmişlerdi. Unutacaksın, derdi buram buram günah kokan bir ses. Hatırlamam yasaktı, hatırlarsam cezalandırılırdım. Beni unutmaya alıştırmışlardı ve ben de bunu hiçbir zaman değiştirememiştim.

Ve unutkanlığımı benden başka kimse bilmezdi.

Karşımdaki adam nereden biliyordu?

Derin bir nefes alıp gözlerimi ondan kaçırdım. "Ne saçmaladığından haberin yok, öylesine sarhoşun birisin işte." Hayır, unutkanlığımı bilecek kadar geçmişimin derinlerinden geliyor olamazdı. "Hata bendeki burada seni anlamaya çalışıyorum." diye söylendim kendi kendime. Ardından hızla arkamı döndüm ve arkamda kalan adamdan fevri adımlarla uzaklaşmaya başladım. Sebebini anlayamadığım bir şekilde başım dönmeye başlamıştı.

"Öylesine bir sarhoşum ben, gerçekten buna inanıyor musun sen Alya?" diye seslendi arkamdan. "Peki adını nereden biliyorum? Peki unutkanlığını?" Bir kez yutkundum ama yürümeye devam ettim. "Şu anda kendinden kaçıyorsun. Geçmişinden geldiğimi bildiğin için kaçıyorsun ama yapma." Adımlarım olduğu yere çakıldı. "Yalvarırım, artık bana bunu yapma. Yalvarırım, artık benden kaçmaya çalışma. Sana bunu hiç söyleyemediğim için çok pişmanım ama... Doğduğunda bile yanında olan bir adamı ne geçmişinden, ne şimdinden, ne de geleceğinden silemezsin Alya."

Ellerim iki yanımda yumruk olmuştu, tırnaklarım avuçlarıma öyle derinden saplanıyordu ki parmak uçlarıma kan bulaştı. Başım öyle fazla dönmeye başlamıştı ki, ayakta daha fazla duramayacağımı hissediyordum. Sağıma soluma bakındım ama tutunacak hiçbir şey bulamadım.

Doğduğunda bile yanında olan bir adamı ne geçmişinden, ne şimdinden, ne de geleceğinden silemezsin Alya.

Ona, gitmesini söylemek istedim, ona inanmadığımı söylemek istedim, inkar etmek istedim. Ama ne arkama dönüp gözlerine bakabildim, ne dudaklarımı oynatabildim ne de bir karşılık verebildim. Koşarak uzaklaşmak istedim sadece, kaçmak istedim ama sanki olduğum yere çakılmıştım, hareket bile edemedim. Etrafımdaki her şey hızla dönmeye devam ederken ben uçmaya başlamış gibi hissediyordum. Bu, uçmaya başlayan bir kuşun hafiflemesi değil, uçmayı yeni öğrenen yavru bir kuşun her an düşecekmişcesine korkması gibi hissettiriyordu.

"Başın çok dönüyor, biliyorum," diyen fısıltısı dibimden geldiğinde istemsizce yerimde irkildim. "Korktuğunu da biliyorum ama benden korkmazdın ki sen. Ben sana zarar vermem ki." diyen fısıltısı ise çaresizdi.

"Sus artık," diyebildim zar zor. Benim sesim de oldukça silik bir fısıltıdan ibaretti. "Sus ki gidebileyim. Sus." Fısıltım onunkine benziyordu çünkü şu an ben de oldukça çaresiz hissediyordum.

"Gitme," dedi tek nefeste. "Ben susarım, gerekirse bir daha hiç konuşmam ama sen bir daha gitme Alya." Gözlerimin yanmaya ve ıslanmaya başladığını hissettim, nedenini bilmesem de dişlerimi sıkarak çenemi dik tuttum. Arkama dönmek yerine önümde doğmaya başlayan güneşe bakmayı sürdürdüm.

"Bana 'gitme,' demeye hakkın olduğunu mu zannediyorsun?" diye sordum kısık ama düz bir sesle. Arkamdan gelen hüzünlü bir iç çekiş duydum, sanki nefesi titriyordu.

"Sana 'gitme,' demeye hakkım var mı Alya?" diye sorduğunda kadife sesinde saklı birçok anlam vardı. Yaşlar akmasın diye dudaklarımı dişledim sertçe ama engel olamadım. Şakaklarımdan aşağı iki damla yaş yavaşça süzülürken başımı yavaşça iki yana salladım. "Yok."

Ve sonrasında etrafımda dönen dünya bir anda başıma yıkıldı. Ayakta duracak gücü dizlerimde bulamadığımda iki büklüm bir halde yere doğru yığıldım. Yere düşüp bedenimin soğukla buluşmasını bekledim ama bunun yerine güçlü kollar sardı belimi. Yer gibi soğuk olan bir gövdeye yapıştırıldığımda nedenini anlamadığım bir şekilde kendi sıcaklığımın o gövdeye geçtiğini hissettim.

"Böyle adi bir şekilde, peçeteye ilaç sıkarak seni götürdüğüm için özür dilerim," diyen sesini duyabildim bilincimin açık kalan son parçalarıyla. "Ama böyle olması gerekiyordu çünkü benimle gelmeyeceğinden emindim. Muhtemelen beni bir güzel benzetirdin ve ben de her zamanki gibi sana yenilirdim. Sonrasında ise sen yine giderdin Alya ama ben artık senin gitmeni istemiyorum." Ardından kısık bir gülme sesi işittim. "Hem sen zaten benim hep bir pislik olduğumu söylerdin."

En sonunda bilincim kopup alacakaranlığa doğru uçtu ve ben kendimi kötü bir kabusun ortasında buldum.


Sevgili Serseriler ailesi, Wattpad uygulamasından sonra sizlerle bu sitede tekrardan bir arada olmak çok güzel öncelikle...


İlk bölümle karşınızdayım ve diyebilirim ki, emniyet kemerlerinizi takın; uzun ve aksiyon dolu bir yolculuğa çıkıyoruz!


En kısa zamanda ikinci bölüm ve diğer bölümler de gelecek, beklemede kalın! Kendinize çok iyi bakın, oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın!


Sizleri seviyorum, satır aralarında buluşalım...


Loading...
0%