@bilinmeyenbirkadin
|
Y A Z A R D A N... Delicesine gökten düşen su damlalarına aldırmadan, karışık hisleri ve zihnindeki bin bir düşüncesiyle yürüyordu genç kadın. Mevsimin ilkbahar olmasına rağmen İstanbul sokaklarında hava, oldukça serin ve yağışlıydı. Genç kadın hedefine doğru ilerlemeye devam ederken mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır, lafının doğruluğunu bir kez daha yaşayarak teyit ediyordu. Yürüdü genç kadın, içindeki his karmaşasını görmezden gelmeye çalışarak yürüdü. Adımları cesaret doluydu, fakat bir o kadar da korkuyordu. İçinde savaştığı ikilemler onu hep pes etmeye zorluyordu ama bunu hiç yapmamıştı, şimdi de yapamazdı. Çünkü iki senedir verdiği savaş sonunda bir sonuca varmıştı; eskiden adımlarını doğrultacağı bir hedefi bile yoktu, ama şimdi o hedefe varmak üzereydi ve işte bu yüzden, bu iş buradan artık döndürülemezdi. Genç kadının adımları sonunda durduğunda, gökten düşen su damlalarını bir kez daha umursamayarak başını yukarı doğru kaldırdı. Sonunda yıllardır aradığı hedefinin tam önündeydi. KARACA HOLDİNG. Bir şimşek çaktı, sanki bu çakan şimşek gelecekte yaşanacak kıyametlerin küçük bir habercisiydi. Yağmur daha fazla hızlandı, aradığına ulaşmanın verdiği rahatlama hissiyle gülümseyen kadının yüzü, kahverengi saçlarıyla beraber daha çok ıslandı. Genç kadın daha da gülümsedi, ela gözleri bu yüzden kısılıp düz bir çizgi halini aldı. "Başardım," dedi kendi kendine. "Özgürlüğümüzün anahtarına sonunda ulaştım, sevgilim." diye mırıldandı. Bir saniye daha beklemeden dönen kapıya ilerleyip kapıyı geçtikten sonra, X-ray cihazının yanında duran güvenliğe doğru ilerletti adımlarını. Güvenlik, saatin gece yarısını geçmesi sebebiyle oluşan bir merakla genç kadına doğru ilerledi. "Hanımefendi, bu saatte burada ne arıyorsunuz siz?" Genç kadın, bu soru üzerine yapay bir tebessüm kuşandı ve, "Tuna Bey'le görüşmek için gelmiştim," dedi oldukça normal görünmeye çalışarak. "Bu saatte daha müsait olduğunu bildiğim için biraz geçe kaldım, kusura bakmazsınız artık." Güvenlik, şaşkın şaşkın karşısındaki kadına baktı birkaç saniye boyunca. Ardından bir kez yutkundu ve dudaklarını ıslattı. "Peki öyleyse," dedi boğazını temizleyerek. "Sanırım oldukça ciddi bir konu için buradasınız, aksi takdirde Tuna Bey sizinle görüşmeyi kabul etmeyecektir." Bu sefer samimi ve sıcak bir tebessüm belirdi genç kadının dudaklarında. Burada olma sebebi aklına gelince içini yoğun bir sevgi, özlem ve huzur kapladı; buz gibi olan yüreği bile ısındı sanki o an. "Tuna Bey'e, Aydın kardeşler için burada olduğumu söyleyin lütfen," dedi genç kadın. "Ona, Aydın kardeşler hakkında anlatmam gereken önemli şeyler var. Beni dinlerse asla pişman olmayacağını da söyleyebilirsiniz." Güvenlik, kendisine söyleneni yapmak adına genç kadına arkasını dönüp asan söre ilerlerken genç kadın, derin bir nefes verip elini, omuzlarından aşağı dökülen dalgalı kahverengi saçlarından geçirdi. İçine yine bir sıkıntı dolmaya başlıyordu fakat sevgilisinin şu sözlerini hatırlayarak sakin kalmaya çalıştı. "Aylin'im, Ay Parça'm..." diyerek iç çekerdi sevgilisi hep. "Tuna Karaca'yı bulabilecek, bizi özgür kılabilecek tek kişi sensin sevgilim. Bizim özgürlüğümüz ve hayallerimiz, senin ne kadar öpersem öpeyim iyileştiremeyeceğimi bildiğim avuçlarında saklı..." Ellerini havaya kaldırıp avuçlarına baktı Aylin. Sevgilisinin dudaklarının sıcaklığını, avucunun tam ortasında yeniden hissettiğinde, sevgilisinin yanıldığını anladı; avuçlarına bırakılan her hayal kırıklığının izi, sevgilisi öpünce iyileşmişti. Orta yerinden kırılan hayallerinin yerine hep, sevgilisiyle yeni hayaller kurmuş, böyle böyle her derdin, mutlaka bir dermanı, bir çaresi olduğunu öğrenmişti. Sevgilisi, karanlık mahzenlerdeyken bile Aylin'in tek dermanı, tek çaresiydi. Genç kadını düşüncelerinden sıyıran, ona doğru yeniden yaklaşan korumanın ayak sesleri olmuştu. Başını sesin geldiği yöne doğru çevirdiğinde güvenlik, "Buyurun hanımefendi," dedi eliyle asansörü işaret ederek. "Tuna Bey sizinle görüşmeyi kabul etti." Aylin, yüzünde zafer kazanmış gibi bir tebessümle X-ray cihazından geçti hızlıca ve sonrasında asansöre doğru ilerlemeye devam etti. Güvenlikle beraber asansöre binip en üst kata çıkarlarken dizginlemeye çalıştığı heyecanı ve korkusunun iç içe geçip birleşerek, bir kara bulut misali genç kadının üzerine çöktüğünü hissediyordu. Yine de kararlılığından vazgeçmedi, derin bir nefes alarak rahatlamaya çalıştı. En üst kata ulaştıklarında asansörün kapıları açıldı, Aylin asansörden inerken güvenlik eliyle koridorun sonundaki kapıyı işaret ederek, "Bundan sonrasında size eşlik etmeyeceğim, Tuna Bey öyle emretti. Bu koridoru sonundaki oda da ona ait." dedi. Aylin, güvenliğe bir baş selamı verip teşekkür ettikten sonra güvenlik tekrar tuşlara basarak gözden kayboldu. Bir yanıp bir sönen floresan lambaların altında tek kalan Aylin ise, ela gözlerini karşısındaki kapıdan ayıramadan, ne ileri ne de geri adımlamadan duruyordu öylece. Sevgilisinin bir diğer cümleleri dönüyordu şimdi de aklında. "Aylin'im... Tuna ilk başta seni dinlemek istemeyecektir; yalan söylediğini düşünüp, o kadar aptal olmadığını söyleyecektir ama ona aldırmamaya çalış. Çünkü kardeşimi ve beni yıllardır ölü biliyor ve yaşadığımızı öğrenip kabullenmek, onun için epey zor olacaktır. Ben değilim belki ama, kız kardeşim onun bam telidir. Eğer kardeşimin yaşadığına ikna olursa, onu artık hiçbir güç tutamaz. Çok tehlikeli biliyorum ama, sana söylediğim mezarın yedek anahtarını yaptırıp Tuna'ya götürürsen sana inanacaktır. Çünkü o mezar, kardeşimin sahte mezarıydı ve Tuna, öz babasının o mezarı yıllar önce yaktığını zannediyor." Avucunda sıkıca tuttuğu anahtarı daha da sıkı kavradı Aylin, öyle ki avucu bir kez daha kesildi ve anahtara kanı bulaştı ama bunu umursamadı. Omuzlarını dikleştirdi, çenesini havaya doğru kaldırdı; içini ısıtan sevgisine tutunarak ruhunu sarıp sarmaladı ve gücünü hissetti. Zor olan Tuna Karaca'yı bulmak değildi, zor olan Tuna Karaca'nın karşısına çıkıp böyle büyük bir gerçeği ona anlatmaktı. Çünkü Tuna Karaca ona inanmayabilirdi, kovabilirdi, çalıştığı yere ifşa edebilirdi veya öldürebilirdi. Ama ne kadar zor olursa olsun yapabileceğini hissediyordu Aylin, buraya tüm ihtimalleri ve daha fazlasını düşünerek gelmişti. Ölebilirdi, kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Yıllar, ondan her şeyini almıştı zaten. Elinde avucunda kalan bir canı vardı, onu da sevdasına seve seve harcardı. Bu yüzden daha fazla düşünmeye gerek olmadığını hissederek derin bir nefes aldı. Karşısındaki odaya doğru önce bir adım attı, sonra iki ve sonra üç... Tam on yedi adım daha sonra kendisini o kapının önünde buldu ve hafif titreyen elini sıkı bir yumruk haline getirerek kapının ahşabına vurdu. İçeriden kalın bir sesin, "Gel." dediğini işitince ise kapıyı açıp odaya dahil oldu. Odaya girip kapıyı ardından kapattı ve önüne döndü. Karşısında iki adam vardı. Birisi kahverengi saçlı, kahverengi gözlüydü. Boyu 1.90 civarlarında olmalıydı. Sıcacık baktığı söylenemezdi ama gözlerinde bir soğukluk belirtisi de yoktu. Kollarında dövmeleri vardı, fakat loş ışıkta ne dövmesi olduğu seçilmiyordu. Fakat bu adamın Tuna Karaca olmadığının farkındaydı Aylin, çünkü sevgilisi, "Mavi, çok mavi gözleri var; şerefsizin gözleri oldukça güzel." Bu yüzden ela gözlerini odadaki diğer adama çevirdi. Bu adamın boyu da oldukça uzundu. Koyu kumral saçları, sevgilisinin söylediği gibi oldukça koyu renkli mavi gözleri vardı. Ve oldukça soğuk bakıyordu; gözleri buz mavisi değildi ama bakışları buzun soğukluğunu taşıyordu. Tuna Karaca, bu adamdı. Bu bakışlardan korkması gerekirdi, belki de arkasını dönüp hızlıca çıkıp gitmeliydi buradan. Ama bunları yapmadı; evet bir korkusu vardı, ama korkusuna teslim olmadan çenesini dik tutmaya devam etti. Sevgilisini düşündü, onun işkence görmekten parçalanan sırtını, defalarca kez zehirli silahlarla vurulan koca gövdesini, kanayan avuçlarını... Korkmak yasaktı, kaçmak da öyle. Cesaretine teslim etti kendisini; bundan önce attığı adımlar nasıl sevgilisi içinse, bundan sonraki cesaret dolu adımları da sevgilisi için olacaktı. Hafifçe boğazını temizledi ve düz tutmaya çalıştığı sesiyle, "Ben Aylin..." diye mırıldandı. Tuna Karaca'nın anlaşılmayan bakışları ve yanındaki adamın meraklı bakışı üzerindeyken devam etti. "Buraya, size aslında yıllardır yanlış bildiğiniz bir şeyin, doğrusunu anlatmaya geldim. Aydın kardeşlerle alakalı." Tuna Karaca'dan alaylı bir gülme sesi gelirken odadaki diğer adam, anlamak ister gibi Aylin'e bakmaya devam ediyordu. "Buna inanacağımı mı zannediyorsun gerçekten?" diye sordu Tuna Karaca alaylı gülüşünü yüzünden silip buz gibi bakışlarını yeniden kuşanarak. Gözleri Aylin'in ela gözlerindeydi. "Başınızdaki adam şimdi de geçmişimi kullanarak mı beni alt etmeye çalışıyor? Gerçi şaşırmamak lazım, onun için alçalmanın sınırı yoktur." derken bunu hem kendisine tekrar etmiş, hem de Aylin'e söylemişti. Aylin, Tuna Karaca'nın buz gibi bakışlarına ve küçümseyen sesine aldırmadan konuşmaya devam etti. "Ne demeye çalıştığının farkındayım Tuna Karaca. Ve ben zaten buraya, senin beni ajan olmakla suçlayabileceğin ihtimaliyle geldim." Aylin'in cümlesi üzerine Tuna Karaca, genç kadına doğru birkaç adım attı. "Senin ajan olduğunu düşünmüyorum. Ajan olduğundan eminim. Yani bu suçlama, bir ihtimal değil." Aylin gözlerini devirmeden duramadı. "Daha önce sana hiç, fazla paranoyak olduğunu söyleyen oldu mu Karaca? Bence acilen bir psikologla görüşmelisin." Tam Tuna da ona karşılık verecekken gerilerinde kalan adam, birkaç adım öne çıkıp aralarına girdi. "Önce kadını bir dinleyelim," dedi yıllardır dostu olan adama dönerek. "Ne anlatacağını bilmeden onu yargılama. Belki-" "Belkilere yer yok Anıl!" diye sesini yükseltti Tuna Karaca. "Benim hayatımda belkilere yer yok. Bunu en iyi sen biliyorsun!" Elini bir kez kısa kesilmiş koyu kumral saçlarından geçirdi, ardından tekrar Aylin'e döndü. "Tamam anlat," dedi oldukça sert bir sesle. "Zaten ne söylersen söyle, dakikalar sonra bu kapının önüne konulacaksın." Bu cümleyi umursamadan ters ters Tuna'ya bakmaya devam etti Aylin. Ardından derin bir nefes alarak, "Onu göreceğiz Tuna Karaca." diye mırıldandı. "Neden buradasın?" diyerek sordu Tuna Karaca. "Buraya ne anlatmaya geldin?" Dakikalardır bu soruyu bekleyen Aylin, birkaç saniye gözlerini kapattı ve söyleyeceği şeyi nasıl söylemesi gerektiğini düşündü. Belli ki karşısındaki adamın hayatında uzun cümlelere yer yoktu; kısa ve net bir adama benziyordu. Bu yüzden lafı dolandırmak yerine direkt söylemenin en iyisi olduğunu düşündü. "Geçmişindeki o iki kişi," diyerek girdi söze Aylin, çenesini hala dik tutuyordu. "Eren Aydın ve kız kardeşi Alya Aydın." Karşısındaki Tuna Karaca, bu isimleri duyunca bile bir kez yutkunmak zorunda kalmıştı, yavaşça hareket eden âdemelmasını fark etmemek imkansızdı. Devam etti Aylin yeniden. "Sana, 'Onlar öldü,' dediler, bunu biliyorum. Başta inanmadığını, hatta ellerinle Alya'nın mezarını kazmaya çalıştığını ve babanın bu yüzden mezarı bir kafese alıp kilitlediğini; bu sayede bıçakla kilit açmayı öğrendiğini, kafesin kilidini açınca babanın o mezarı gözlerinin önünde cayır cayır yaktığını da biliyorum Tuna Karaca." Bu kez gözlerini kapatan Tuna olmuştu. Çocuk yaşta yaşadığı her şey gözlerinin önünden geçmeye başladı bir film şeridi misali. Eren abisinin ölmediğini haykırdıkça babasının ağzına ağızlık kapatması, Alya'nın mezarını elleriyle kazmaya çalışınca babasının o mezarı kafese alıp kilitlemesi, kilit açmayı öğrenince yine babasının, Alya'nın küçük mezarını bu kez gözlerinin önünde benzin döküp yakması... Unutmak isteyip de unutmaya da kıyamadığı her anı gözlerinin önüne serilince içinin titreyişine engel olamadı ama belli de etmedi. Yavaşça gözlerini açıp buz gibi bakışlarıyla Aylin'e bakmaya devam etti. "Devam et. Ne söyleyeceksen çabuk söyle!" dedi dişlerini sıkarak. Bu tepkiyi beklediği için bir kez daha umursamadı Aylin ve derin bir nefes alarak konuşmaya devam etti. "Ama bunlar doğrular değil, Tuna Karaca." dedi ve asıl anlatması gereken yere geldi. Korkusu bir kez daha sindiği köşeden çıkıp karşısına dikildi ama onu elinin tersiyle ittiriverdi; buradan geri dönüş yoktu. "Aslında Eren ve Alya Aydın, o iki kardeş hiç ölmediler. Bu, sana öyle gösterildi çünkü eğer onların yaşadığını bilseydin-" Aylin'in kurduğu cümleleri bıçak gibi yarıda kesen şey, karşısındaki Tuna Karaca'nın hızlıca belinden silahını çıkartıp, "Bu kadar yeter." demesi olmuştu. Sesi bir bıçak kadar keskin, buz gibi soğuktu. Namlunun ucunu bir anda Aylin'in alnına yasladığında, "Sırada bu mu var?" diye sordu genç kadının ela gözlerine bakarak. "Şimdi de beni bununla mı sınayacak? Öldüklerine inandırdı, şimdi de yaşadıklarını mı söyleyecek? Ben o kadar aptal değilim, buna inanacak kadar aptal değilim! Zaten başından beri seni dinlemem hataydı!" "Tuna bir sakin ol!" dedi Anıl endişeyle, uzun süredir koruduğu sessizliğini bozarak. "İndir şu silahını! Kadın doğru söylüyor olabilir! Sonuna kadar dinleyelim." "Doğruyu söylemiyor!" diye bağırdı Tuna artık dayanamayarak. Namlunun ucunu Aylin'in alnına daha da bastırdı. "Yalan söylüyor! Başlarındaki it, bu kadını benim yanıma ajan diye gönderdi! Bu söylediklerine inanmamı istiyor! Çünkü inanırsam düşünmeden hareket edeceğimi biliyor! Beni bitirmek için şimdi de bu yolu deniyor!" Alnına silah yaslanan Aylin, acı bir şekilde tebessüm etmeye başlamıştı çoktan. Anıl ise keskin bakışlarını Tuna'dan çekmemekte kararlıydı. "Böyle bir oyun oynayacak olsa, neden bunca sene beklesin Tuna!" dedi o da artık dayanamayıp sesini yükselterek. Ardından derin bir nefes verip sakinliğini korumaya çalıştı. "Neden şimdi? Neden daha önce değil? Bunu bir düşün! Hayatında belkilere yer olmayabilir, ama onların yaşadığı ihtimalini görmezden gelemezsin!" Dişlerini sıkmaya, Aylin'e buz gibi nefret dolu bakışlarını göndermeye devam etti Tuna. Ardından öfkeyle haykırarak silahını indirdi ve arkasındaki dolaba dönüp sert bir tekme geçirdi. Bir an bile beklemeden silahını bir kez daha Aylin'in alnına yasladığında eli delirmiş gibi titriyordu. "Bu kadının tek bir kelimesine dahi inanmıyorum!" dedi yüksek bir sesle. "Mehmet Karaca bana yine bir oyun oynuyor, bundan eminim! Bunca zaman bekledi, çünkü onların ölümlerini kabullenmemi istedi! Kabullenmedim, ama alıştım! Alıştığımı biliyor! Şimdi alıştığım şeyin bir yalan olduğunu söyleyerek kafamı karıştırmaya çalışıyor! Düşünmeyecek hale gelmemi istiyor! Ben onun pis canını almadan o beni öldürmek istiyor!" Bu kez Anıl'ın bir şey söylemesine kalmadan Aylin konuşmaya başladı. "Böyle olacağını biliyordum," dedi sakince. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp açtı. "Bu yüzden sana kanıtlarla geldim, Tuna Karaca." Tuna'nın silahı hâlâ Aylin'in alnındayken Aylin sakince avucundaki anahtarı ikisinin arasına doğru kaldırdı. Kanlı anahtar ve kanlı avuç içi, üçünün de gözlerinin önündeyken konuşmaya başladı. "Baban mezarı yaktıktan sonra, tabutu başka bir yere taşıdığını söylemişti değil mi? Sana asla söylemediği bir yer." Tuna sessiz kaldığında Aylin bunun, sessiz bir evet olduğunu biliyordu. "Çünkü Alya'nın mezarına gidip ağlamanı, onun toprağıyla konuşmanı bile istemiyordu." Tuna yeniden sessiz kaldığında bir kez daha yutkundu acıyla. Aylin ise bu tepkiden sonra, çenesi havada konuşmaya devam etti. "Ama ben o mezarın yerini öğrendim Tuna Karaca," dedi ela gözlerini karşısındaki adamın koyu mavi gözlerinden çekmeden. "Başka bir kafese alınan mezarın yedek anahtarını da yaptırıp sana getirdim." Tuna'nın şoktan kulakları uğuldarken Aylin cesurca devam etti. "Yani, Tuna Karaca, eğer ben sizin aranıza sızan bir ajan olsaydım, hem kendimin hem de sevgilim Eren Aydın'ın, hatta onun kardeşi Alya Aydın'ın hayatını tehlikeye atıp da o mezarın yerini bulmaz, bu anahtarın bir yedeğini yaptırmak için binbir role bürünmezdim." Derin bir nefes daha verdi Aylin ve gözlerini Tuna'nın gözlerinden ayırmadan, korkusuzca bakmaya devam etti. Büyük bir sakinlikle son sözlerini söyledi. "Şimdi istersen bana inanmayabilirsin, beni kapı dışarı edebilirsin, senin baban benim de patronum olacak o adama beni ifşa edebilirsin veya şurada kafama sıkıp beni öldürebilirsin. İnan umrumda değil çünkü sen gibi, ben de çok yorgunum. Ama eğer bunlardan birisini yaparsan, hepimiz kaybederiz Tuna. Sen iki çocukluk arkadaşını kaybedersin, ben sevdiğim adamı kaybederim; sonuç olarak, değer verdiğimiz ne kadar şey varsa kaybederiz." Aylin'in cümlelerinden sonra, Tuna Karaca'nın gözlerine hiç kimsenin anlayamayacağı bir ifade yerleşmişti. Birkaç saniye boyunca karşısındaki genç kadının yüzüne baktı, baktı ve baktı. O an Tuna Karaca'nın zihninden geçenleri hiç kimse bilemezdi. Koyu mavi gözlerinin içinde bazı şimşekler çaktı, yıldızlar parlayıp söndü; bir an için kendi zihnine hakim olamadı ve Alya ile Eren'in yaşadığını düşündü. Bu ihtimali düşündüğü için bile kendisine kızacağını biliyordu ama düşünmekten kendisini alıkoyamadı. O birkaç saniyede çocukluğuna gitti; Eren abisi ile satranç oynayıp onu her seferinde yendiğinde Eren abisinden yediği dayaklar geldi aklına. Sürekli onunla evcilik oynamak isteyen, cıvıl cıvıl, küçük bir kız çocuğunun cırtlak sesi ilişti kulaklarına. Lakin daha fazlasını şu an kapalı gözlerinin ardında görmek istemedi. Bu yüzden yine yavaşça araladı gözlerini. Birkaç saniye boyunca koyu mavi gözleri, Aylin'in ela gözlerini arşınladı; bir ipucu aradı o gözlerde, yalan söylediğine dair tek bir delil aradı. Ama bulamadı. Karşısındaki kadının gözleri de, söyledikleri kadar dürüst bakıyordu. Dişlerini sıkmayı bırakıp burnundan soludu ve yavaşça silahını indirdi. "Madem yalan söylemiyorsun," dedi başını yavaşça omzuna yatırıp. "Kanıtla." Aylin, yüzünde zafer kazanmış bir tebessümle "Hay hay," dedi ve küçük el çantasından bir kağıt parçası çıkarıp anahtarla beraber Tuna'ya uzattı. "Burası mezarın adresi, bu da mezarı içinde tutan kafesin anahtarı. Eren mezarı kazmanı söyledi, içinde sana ait şeyler varmış. Ne olduğunu ben de bilmiyorum." deyip derin bir nefes verdi Aylin. Tuna ise ilk kez merakla baktı Aylin'in gözlerine. "Madem ölmediler, neredeler öyleyse? Neden beni aramadılar? Neden beni bulup yanıma gelmediler?" Sesi oldukça düz olsa da Tuna Karaca, hem kırgın, hem meraklıydı ve duyacağı cevaplara karşı bir korku hissediyordu Tuna ama yine de belli etmedi. Aylin ise acıyla tebessüm etti. "Sen nasıl ki onları öldü biliyorsan, Eren de seni öyle öldü biliyordu Tuna Karaca," dedi. "Yani bir yıl öncesine kadar öyleydi. Ki öldü bilmese bile elinden bir şey gelmezdi çünkü o, Mehmet Karaca'ya, yani senin baban ve benim patronum(!) olan adamın mahzenlerinde senelerdir çürüyor." derken sevgilisi Eren'in işkence çektiği anlar aklına gelince gözünden düşen bir damlaya engel olamadı Aylin. Fakat eliyle hemen o gözyaşını yok etti. Tuna ise belli etmediği bir acıyla dudaklarını birbirine bastırdı. İçi acıdı ama yine belli etmedi, alışkındı her şeyi içinde yaşamaya. Alışkındı duygusuz gibi görünmeye. Alışkındı kendi acısına susmaya. "Peki yaşadığımı nasıl öğrendi?" diye sordu daha sakin bir sesle. Aylin yeniden derin bir nefes aldı. "Bir yıl önce, Mehmet Karaca, senin kardeşini kaçırmıştı," dedi. "Ama sen onu çok geçmeden kurtarmıştın. Bu yüzden çok sinirliydi. Mahzenlere geldi ve Eren'e saldırdı. 'Çocukluğundaki o piç arkadaşın Tuna'yı hatırlıyor musun?' gibi cümleler söyledi. 'Karımı benden aldığı yetmiyor, şimdi de kızımı, para kaynağımı elimden alıyor.' deyip öfkesini kustu. O gün yaşadığını öğrendi Eren ve ben işte o günden sonra, bir yıl boyunca seni aradım. Çünkü Eren, onun, benim ve kız kardeşi Alya'nın o cehennemden tek kurtuluşunun sen olduğunu söyledi." Aylin sustuğunda birkaç saniyeliğine ortam sessizliğe büründü. Saniyeler sonra ise Tuna Karaca, korktuğu o soruyu Aylin'e yöneltti. "Peki Alya?" dedi sesinin titremesine zor bela engel olarak. "O nerede? O da mı mahzenlerde? Ona ne oldu? Başına bir şey mi geldi? Çünkü o, ne olursa olsun beni bulur, bana gelirdi. Alya'ya ne oldu?" Tuna'nın düz tutmaya çalıştığı sesinden akan sorulara, nasıl bir cevap vereceğini bilemedi Aylin. Çünkü cevabı ağırdı, çok yaralayıcıydı. Bu sorunun cevabı, umudu temsil eden bir adamın bile umudu kaybetmesi olabilirdi. "Bu nasıl söylenir, inan bilmiyorum Tuna Karaca," diyerek burun kemerini sıktı Aylin. Ardından başını kaldırıp tekrar Tuna'nın koyu mavi gözlerine baktı. "Ama anladığım kadarıyla hayatında uzun cümlelere, lafı eveleyip gevelemeye yer yok. O yüzden..." Derin bir nefes aldı ve zor da olsa o cümleyi kurdu. "Alya seni unutmuş, Tuna." Tek bir cümle, üç kelime, on beş harf Tuna Karaca'nın uzun zamandır hissetmediği kalbine hançer gibi saplanmaya yetmişti. Hançer saplandı, kalbinin dağılmaya başladığını hissetti ama bunu yine kimseye gösteremedi. Kalbi, göğüs kafesinin içinde parçalanırken tek yapabildiği, acıyla boğazına oturan yumruyu yutmaya çalışmak oldu. "Sadece seni değil, Eren'i de unutmuş bir zamanlar. Eren söylemedi ama seneler önce Alya'yı bir yerden kurtarması gerekmiş. Alya'yı kurtarırken Alya onu tanımamış, kötü birisi olduğunu düşünüp Eren'den de kaçmak istemiş. Ama sonra Eren ona kim olduğunu anlatmış, hatırlatmış. Yani, Alya psikolojik olarak hiç sağlıklı bir kadın değil, aksine çok hasta." Gözlerini kapatıp derince bir nefes verdi Aylin; hiç tanışmasa da uzaktan izleyip her seferinde hayran olduğu ve abisine, yani sevgilisine her anlamda çok benzettiği bu kadın için çok üzülüyordu. "Eren'in söylediğine göre, Alya her şeyi kendi isteğiyle unutmuş. Nedenini o da tam olarak bilmiyor, çünkü bunu soracak kadar bile zamanları olmamış hiç ama sıkı sıkı tembihledi. 'Alya kendi isteğiyle hatırlamadıkça Tuna ona hiçbir şey anlatmasın, hatırlatmasın; ortak geçmişlerini hatırlamayı şimdi kaldıramaz, onca hatırayı kaldıramaz.' dedi defalarca." Sessizce Aylin'i dinlemeye devam etti Tuna Karaca. Uzun zamandır varlığı ve yokluğu bir olan yüreği, göğüs kafesinin içinde parça parça olup dağılırken ifadesiz tutmaya çalıştığı bir yüzle gıkını bile çıkartmadı. Aylin sustu, yine sessizliğini uzunca bir süre korudu. Yan tarafındaki Anıl birkaç cümle kurdu, anlayamadı, yine sustu. Oysa söyleyecek ne çok şeyi vardı; düşüneceği, hissedeceği ve uğruna gözyaşı dökeceği... Ama yeri burası değildi, bu yabancı kadının önü değildi. Yanında güçlü kalmaya çalıştığı, kardeşi bildiği adamın yanı da değildi. Onun konuşacağı, düşüneceği, hissedeceği ve ağlayacağı tek bir yer vardı, o da soğuk bir mezar taşıydı. Bunu bilerek dik tutmaya çalıştığı omuzları ve çenesiyle başını yukarı doğru kaldırdı. Aylin'in avucundaki anahtarı ve adresin yazdığı not kağıdını aldı. İfadesiz bir ses kuşanmaya çalıştı. "Kadın seninle kalsın Anıl," dedi doğruca karşısına bakarken. "Ben gidip bahsettiği mezarı kontrol edeceğim. Eğer yalan söylüyorsa, buraya dönüp kafasına kendi ellerimle sıkarım. Ama eğer doğruyu söylüyorsa... İşte asıl o zaman kimse beni durduramayacak!" Anıl ve Aylin arkasında kalırken yaşı genç ruhu ihtiyar olan adam, büyük adımlarını kullanarak o kapıdan çıktı. Avucunda tuttuğu adres ve anahtarı sıkıca tutarken o anahtara kendi avucundaki kan bulaştı. Belki de o anahtara bulaşan kan, yıllar sonra ilk kez, büyük bir acıyla yeniden hissetmeye başladığı kalbinin parçalarından sızıyordu... ☄️ İçinde uzun yıllardır ölü olan umudunun canlanmaya başladığını hissederek, ellerini paltosunun cebinden çıkarttı Tuna Karaca. Büyük adımlarıyla ormanlık alanın içinde yürürken koyu mavi gözlerinde, bir şeyi canı pahasına ararmış gibi bir ifadeyle etrafına bakınıyordu. Belki de canı pahasına değil, canını arıyordu. İki parmağının arasında tuttuğu ve kaçıncı olduğunu bilmediği sigarasından son bir duman daha çekti ciğerlerine. Ardından izmariti baş ve işaret parmağının arasına alarak söndürdü. Sönmüş sigarasını yere atmadı, siyah paltosunun cebine koydu. Etrafı kirletmekten, dağıtmaktan hiç hoşlanmazdı; etrafı kirleten ve dağıtanlardan da öyle. Bu yüzden cebine attığı sönmüş izmaritle, kocaman ağaçlık alanda ilerlemeye devam etti. Şirketine gelip ondan yardım isteyen kadının söylediği bu yere yalnız başına gelmişti. Ne bir koruması vardı yanında, ne de güvendiği birisi. Sadece kendisi vardı burada; çünkü aradığı ışık, sadece onundu. Kaybeden de oydu, bulan da yalnızca o olmalıydı. Yolunda ölünecekse yalnızca o ölmeli, yaşanılacaksa onunla sadece kendisi yaşamalıydı. Bu, umudun ve ışığın hikayesiydi; onların hikayesinde başka hiçbir şeye yer yoktu. Yürüdü Tuna Karaca. Göz pınarlarına dolmak isteyen yaşlara inat, göğüs kafesinin içinde sızlayan yüreğine inat; kaybettiği güneşini bulmak için yanıp tutuşan yaralı ruhuyla adım adım gezdi tüm ormanı. Pes etmedi, bırakıp gitmedi; her bir köşesi ayrı sızlayan yüreğiyle, bugün şirketine gelen kadının doğruyu söylemesini, ışığının hâlâ hayatta olmasını diledi. Sonunda sisin çöktüğü yeşil ağaçların arasında, etrafı bir kafesle çevrilen küçük bir mezar gördüğünde yine yavaşça yutkundu. Adımları yavaşladı, bu kez sızlayan kalbi heyecanla çarpmaya başladığında titreyen sağ eli, tutmak istercesine o küçük mezara doğru uzandı. Bembeyaz mermerin etrafını sardığı kara toprağa doğru iyice yaklaştığında, koyu mavi gözlerini kısarak kafesin parmaklıkları arasından mezar taşında yazan ismi okumaya çalıştı. Alya Aydın. Bu isim, yıllardır dilinden olmasa da yüreğinden asla düşürmediği, ezberinden asla silinmeyen o küçük kız çocuğuna aitti. Yüzüne engel olamadığı yarım, bir o kadar da acı dolu bir tebessüm yerleşti. "Işık Perisi..." diye mırıldandığında sesi oldukça kısık ve pürüzlüydü; çünkü en son bu lakap sesinden döküldüğünde on üç yaşındaydı. "Güneş Saçlı Kız..." diyerek başka bir adım daha attı kafese, daha doğrusu o mezara doğru. Titreyen elleri, mezarın etrafını saran kafesin parmaklıklarına tutundu. O mezar taşındaki isme bakarken artık kendini tutmadı, tutamadı; çoktan ıslanan gözlerinden bir damla yaş, çenesine doğru süzüldü. "Alya," diye titreyen sesiyle, boş bir mezara seslendi. "Ben geldim..." Aldığı karşılık ise derin bir sessizlik oldu ama bunu umursamadı. Sessizlikse onun sessizliğiydi; başkalarıyla yapılan gürültülü sohbetlere hayli hayli değerdi. Dudakları büzülmeye başladığında ellerinin arasındaki anahtarı, kafese bağlı olan kilide yerleştirdi. Paslanmış kilit gıcır gıcır sesler çıkartarak açılırken Tuna Karaca, kafesin kapısını iyice geriye doğru ittirdi. Birkaç saniye durdu kapıda öylece. Öyle uzun zamandır hissizdi ki, bir anda eskiden hissettiği duygular kalbini sızlatacak kadar kendilerini belli edince, ne yapacağını bilemiyordu. Titrek bir nefes verdi önce. Ardından küçük adımlarla o mezar taşının başına ulaştı. Buz gibi elini soğuk mermerin başına yavaşça yasladığında hissettiği soğukluk avucunu yaktı. Oysa eskiden, Alya onunlayken, ona güneşken... Sıcacık olurdu Tuna'nın elleri, Alya'nın ışığı onu ısıtmaya yeterdi. Ama şimdi Alya değil, mezarı vardı karşısında. Şimdi Alya'nın sıcaklığı değil, mezarının soğukluğu vardı avuçlarında. Güneş batmış, ışık sönmüştü... "Hava çok soğuk Alya," diye mırıldandı sessizliğin esir aldığı ormanın ortasında. "Sen soğuğu hiç sevmezsin ki. Üşüyünce huysuzlanırsın hemen. Söylesene Alya, ne işin var ki senin burada?" Sesi titrek, omuzları yorgun, avuçları buzdan ibaretti. Paltosunun uçlarını toparlayarak soğuk mermerin kenarına oturdu yavaşça. Buz gibi olan parmak uçları, kırılacak bir şeye dokunurmuş gibi Alya'nın toprağının üzerinde gezinmeye başladı. Parmak uçlarıyla o toprağı sevdi, çünkü Tuna, Alya'ya ait olan her şeyi severdi. Fakat birkaç saniye içinde parmak uçları, bir kalbi söküp almak istercesine o toprağın içine saplandı. Tüm avucu toprağın içine girerken dişlerini sıkmaya başlamıştı bile çoktan. "Seni benden kimler aldı Alya?" diyen sesi, duymayana bir fısıltı, duyana koca bir çığlıktı. "Senin ışığını kim söndürdü? Seni kim bu mezara mahkum etti Alya?" Aldığı cevap koca bir sessizlikti. Bir avuç toprak aldı elini sapladığı yerden yavaşça çıkartarak. Cebindeki küçük, kilitli kese kağıdına o toprağı doldurup kesenin ağzını kilitledi ve tekrar paltosunun cebine koydu. Gözünden ne zaman damladığını bilmediği yaşı hızlıca sildi. Hırsla, nefretle ve en çok da içinde yıllardır yanan ateşin harlanmasıyla ayağı kalktı. Bu kez iki elini birden o toprağa sapladı. Avuç avuç o toprağı kazıdı; bir an olsun durmadan, gözlerinden akmasına engel olamadığı yaşlarla beraber, ağlaya ağlaya, tek sevdasının mezarını kazdı. Sonunda eli sert tabuta çarptığında alnında biriken ter damlacıklarını koluyla bir çırpıda siliverdi ve kirlenmiş elleriyle tabutun üzerinde kalan toprakları da silkeledi. Az önce toprağı kazırken bir an olsun tereddüt etmeyen elleri, şimdi o tabutu açacak olmanın getirdiği hislerle yeniden titremeye başlamışlardı. Ölü ya da diri, toprağın altında veya üzerinde; her ne şartta olursa olsun, Tuna Karaca'nın ellerini titretebilecek tek kişiydi Alya Aydın. Titreyen elleriyle tabutun kapağına uzandı Tuna Karaca. Tutup yavaşça yukarıya doğru kaldırdığında yüreği güm güm, boğazında atıyordu. Sonunda kapak geriye doğru düştüğünde mezar açıldı; karşısında belki bir cesetten kalan kalıntılar bulamadı ama küçük bir çocuğun hayal mezarlığıyla karşılaştı. Şıpsevdi sakız falı koleksiyonu, hayallerin çizildiği küçük resim kağıtları, yazılan bazı mektuplar, papatyadan yapılan bir taç, ipine güneş ve ay takılı olan küçük iki bileklik, köfteli çorbanın tarifi, küçük bir kız çocuğuna ait kıyafetler, Rapunzel kostümü, birkaç küçük fotoğraf albümü, kutu kutu CD'ler... Çocukluğuna ait ne varsa, Alya'ya ait ne varsa... Hepsi, her şey buradaydı. Bu mezara gömülü, bu tabutun içindeydi. Bir an için duraksayan yaşları, bir kez daha ıslattı göz pınarlarını. Dudakları bile titremeye başlarken titreyen elini özlemle öne doğru uzattı ve o kıyafetlerden birisini eline aldı; yıllardır hasret duyduğu kokuyu yavaşça burnuna doğru dayadığında içinde bir şeyler kopup gitti sanki. Boğazından bir hıçkırık döküldü, bununla birlikte o kokuya iki eliyle beraber sarıldı. Bu kıyafetler ne zamandır bu tabuttaydı bilmiyordu, ama kokuları uçmamıştı işte. Kokusu bile uçup gitmemişken, Alya göçüp gitmiş olabilir miydi bu dünyadan? Dizlerindeki bağın çözüldüğünü hissederek bir kez daha o soğuk mermere oturdu. Kıyafeti bir avucuyla sıkı sıkı tutmaya devam ederken diğer eliyle buruşmuş ve rengi solmuş mektup kağıtlarından birine uzandı. Titreyen eliyle mektubu kavradığında buğulanan gözlerinin arasından, bozuk bir el yazısıyla yazılmış olan mektubu okumaya başladı. 02.02.2006 Bugün neresi olduğunu bilmediğim bu yerde beşinci günüm. Tam beş kere güneş doğdu ve tam beş kere güneş battı Tuna; ama sen gelmedin. Neden gelmedin? Yoksa küstün mü sen bana? O zaman öpeyim mi, barışalım? Biliyor musun Tuna, bu ev çok korkunç. Etraf yemek kokmuyor, hiç kimse gülümsemiyor ve ben gülümsediğimde herkes bana kızgın kızgın bakıyor. Kimse benimle müzik açıp dans etmiyor, kimse bana oyuncak bile vermiyor; herkes büyüdüğümü, artık oyuncakla oynayacak yaşı çoktan geçtiğimi söyleyip bana kızıyor. Korkuyorum Tuna. Herkesten ve her şeyden çok korkuyorum. En çok da benimle aynı odada kalan adamdan korkuyorum. Simsiyah gözleri bana hep kötülükle bakıyor. Bazen... Bazen... Bazen bana anlayamadığım şeyler yapıyor Tuna. Kıyafetlerimi çıkarıyor; utanıyorum, bunu yapmasını istemiyorum, ağlıyorum. Bu sefer de bana vuruyor. Karnımda morluklar var, yanaklarım kırmızı, bacaklarımda ise garip bir yeşil rengi var. Hani rengarenk şemsiyemiz vardı ya Tuna, vücudum şimdi ona benziyor. (Kocaman güldüm.) Ne zaman geleceksin Tuna? Zeliş annem ne zaman gelecek? Abim ne zaman gelecek? Hani hep benimle olacaktınız? Şimdi neredesiniz? Ben bile nerede olduğumu bilmiyorum, o yüzden siz de beni bulamıyor musunuz? O simsiyah gözleri olan adam, Zeliş annemin öldüğünü söyledi. Senin öldüğünü söyledi. Abimin beni bırakıp gittiğini söyledi. Ama biliyorum, o yalan söylüyor. Siz geleceksiniz, benim için geleceksiniz; hayır ona inanmıyorum çünkü o kötü birisi ve kötüler hep yalan söylerler. (Gözlerimin içi ıslandı, sümüklerim akıyor. Sanırım ağlayacağım.) Sizi bekliyorum ben Tuna. Seni, abimi ve Zeliş annemi. Ama beni fazla bekletmeyin, olur mu? Çünkü bazen korkudan kalbim duracakmış gibi hissediyorum. Hayır, ölmek istemiyorum ben Tuna; yaşamak istiyorum, seninle ve sizinle yaşamak istiyorum. Sizi bekliyorum. Bana çok geç kalmayın, olar mı? (Avucumu kocaman öptüm ve üfledim, geldi mi?) Işık Perisi :) Mektup, titreyen ellerinin arasından yere düşerken Tuna, okuduklarının ağırlığıyla alnını bir kez daha küçük kızın giysilerine yasladı. Sessizce ağlasa da omuzları sarsılıyordu. Bir sürü mektup vardı burada, bir sürü... Alya kaç kere yazmıştı ona? Tuna'dan bir cevap alamadığı halde umudunu kaybetmeyip kaç defa daha yazmıştı ona? Kaç kere yardım istemişti? Kaç kere korktuğunu söylemişti? Alya, Tuna'ya çığlıklarla seslenirken Tuna kaç kez onun öldüğüne inanıp Alya'yı duyamamıştı? "Özür dilerim..." dedi hıçkırıklarının arasından. Titreyen sesi belli belirsizdi. "Özür dilerim Alya, özür dilerim anne, özür dilerim Eren abi... Engel olamadım, yaşatamadım, kurtaramadım... Çok özür dilerim..." Dakikalar boyu, seneler önce kaybettiği, küçük bir kız çocuğuna ait olan bu kokuya sarılarak ağlamaya devam etti Tuna Karaca. Acının, tüm damarlarında kol gezinmesine izin verdi. Uzun yıllardır hissiz olan kalbinin, Alya'nın acısıyla kavrulmasına göz yumdu. Unutmak isteyip de unutmaya kıyamadığı ne varsa hepsini düşündü, hatırladı; aklına mıh gibi kazıdı. Unutulmayı hak ettiğini fark etti; Alya ona hep yardım nidalarıyla seslenmişti ama o duyamamıştı. Bu durumda Alya'nın onu unutmaktan başka bir çaresi olabilir miydi? Hayır, kırılmaya da kızmaya da hakkı yoktu onun. Unutulmayı hak etmişti. Dakikalar saniyeler birbirini kovalarken yüzleştiği her bir gerçek yüzünden canı daha çok yandı. Bir annesini sayıkladı, bir Alya'sını, bir Eren abisini... Sessiz feryatları, esen rüzgarın uğultusuna karıştı. Ve dakikalar sonra güçlü bir şimşek çaktığında yağmur taneleri gökten boşanırcasına yağmaya başladı. Tuna Karaca, başını yavaşça gökyüzüne kaldırdı ve gözyaşlarıyla sırılsıklam olan yüzüne yağmur tanelerinin değmesine izin verdi. Sakince yere eğildi, düşen mektubu alıp katladı ve Alya'nın tabutuna geri koydu. Eline tuttuğu kıyafeti de katlayıp küçük tabutun içine yerleştirdikten sonra içindekiler ıslanmasınlar diye kapağı hızlıca kapatıp kolunun altına sıkıştırdı. Çenesini dikleştirdi, omurgasını da öyle. Evet az önce bir yıkım yaşamıştı ama onun ayakları artık yere sağlam basmak zorundaydı. Artık yıkıldığı yerde, bir enkaz olarak yaşamaya devam edemezdi. Üzerindeki tozu silkelemeli, sağlam bir sığınak gibi dimdik durmalıydı. Çünkü Alya'sının, güneşinin, ışığının; papatya kokulu o küçük kız çocuğunun, Tuna'ya ihtiyacı vardı. Bunu çok sonra öğrenmişti, bu yüzden kendisine çok kızacaktı ama bu sonraya kalabilirdi. Ne olursa olsun artık biliyordu, yaşadığını ve yardıma ihtiyacı olduğunu artık biliyordu ve tıpkı eski güzel günlerdeki gibi, Alya için ne olursa olsun her şeyi yapmaya hazır olacaktı. Güneş batmış olabilirdi, ışık sönmüş olabilirdi; ama her zaman bir umut vardı. Umutlar ölüyken bile canlanabiliyorsa güneş de battığı yerden doğar, ışık da söndüğü yerden yeniden parlamaya başlardı. Kafesle çevrili mezarın içinden çıktı. Tek elinin işaret ve baş parmağıyla gözlerini sildi. Boşta olan eliyle cebinden telefonunu çıkartıp yıllardır yanında olan, güvendiği nadir insanlardan birisi Anıl'ın numarasını tuşladı hemen. Telefon hemen açılınca Anıl'ın bir şey demesine izin vermeden sert sesiyle oldukça net bir şekilde konuştu. "Kadın doğru söylüyor," dedi. "Alya yaşıyor. Abisi de yaşıyor. İkisi de hâlâ hayatta. Kadın ajan değil, bizim için bir tehlike yaratmıyor. Onu da al, dağ evine gelin. Bir plan yapmamız gerekiyor. En güvenli yer orası. Ben de iki saat içinde orada olurum." Dünya'ya nefretini kusarcasına sert bir nefes verdi ve ıslanmaya devam ederek adımlarını sürdürdü. "Ne olursa olsun; yapacağımız plan işe yarayacak Anıl. Gerekirse bu kirli oyunun sonunda ben öleceğim ama artık Alya'nın daha fazla canının yanmasına müsaade etmeyeceğim. O, benim. O her zerresiyle benim geçmişimin en güzel sayfalarına ait ve ben, o güzel sayfalardaki küçük kızı yeniden gülümsetebilene kadar durmayacağım!" Ormandan çıkıp siyah arabasına ilerlerken yüzüne şeytani bir tebessüm yerleşti. "Oyunun kaderi yeniden yazılıyor; oyun asıl şimdi başlıyor. Ve ben bu oyunun tek kazananı olmayacağım; ben, bu oyunun tek kazananının Alya Aydın olması için uğrunda canımı bile feda edeceğim!" Dediği gibi de olacaktı. Tuna Karaca, yıllar önce kaybettiği güneşini bulmaya geliyordu; Tuna Karaca, Alya Aydın'ın ışığını söndürmek isteyenleri, kendi karanlığında boğmaya geliyordu. 🔥🔥🔥 DEVAM EDECEK... :) |
0% |