Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm

@birbaskayazar

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?

Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? …

Victor Hugo.

 

Hani derler ya ‘Bazı acılar büyüyünce geçer’ diye,

Yalan.

İnsan yaralanır, kanar, acı çeker. Ama acısı asla geçmez. Aksine izi kalır.

Kimleri annesine karşı acı duyar, kimileri ise babasına. Kimileri arkadaşına karşı acı duyar, kimileri ise sevdiğine.

Kimilerinin duyduğu acı ise hayata karşıdır.

Sanırım ben en sonuncu gruba dahilim. Duyduğum acı hayata karşı.

Çünkü bence, birine veya birilerine duyulan acı zamanla geçerdi yada unutulurdu. Ancak hayata karşı duyulan acı asla geçmezdi. Çünkü insan hayatın ta kendisini yaşardı. Ve o hayatta yaşamak demek, acı çekmek demekti.

Benim acımın üstünden yirmi sene geçmişti. Büyümüştüm ama unutmamıştım. Unutmayacaktım da. Unutturmayacaktım.

Benden acımasızca alınan ailemin acısını unutturmayacaktım.

Onlardan bana kalan tek şey acıydı. Ben eğer bu acıyı, gördüğüm sevgi ve ilgiyi mâzide bırakırsam, onları da bırakmış olurdum.

Ben onları bırakmak istemiyordum. En azından manevi olarak yanımdalardı. Aklımda, kalbimde, kısacası her zerremdelerdi. Onlar acıydı benim için.

Bu yüzden acının ta kendisiydim ben. Onları yanımda taşıdığım için.

Bana bırakılan buydu çünkü. Bana bırakılan acıydı. Ve ben bana bırakılan bu acıyı mezarıma kadar götürecektim. Bu acı, son nefesim benden alındığında beni terk edecekti.

İnsanoğlu kendi kaybı dışındaki kayıplarla ilgilenmezdi. Acımasızdı, unutkandı, nankördü.

Başkasının kaybı, o günlük ibret olurdu sadece. Ölümün kaçınılmazlığını hatırlatırdı kısa bir an. Ancak dediğim gibi insanoğlu unutkandı. O gün aldığı ibretliği unuturdu. Yarınlar yokmuşçasına yaşardı. Yarınlar yokmuşçasına yerdi. Yarınlar yokmuşçasına içerdi.

Ama zaman geçerdi. Ölüm yaklaşırdı. Belki bilemezdik ama tepemizde ki kum saatinin içindeki kumlar azalırdı, tane tane. Aldığımız her nefes hesabımıza yazılırdı. Günü gelince ödemek için.

Alıcı kapıya dayandığında ise biterdi her şey. Eğer aldığın nefesin hakkını verdiysen baş göz üstünde olurdun. Ancak aldığın nefesler haram olursa, işte o zaman gerçek acı başlardı. O zaman geri dönüşü olmazdı hiçbir şeyin. O zaman verilmezdi ikinci bir şans. Ne yaşadıysan oydun. Ve ne yaşattıysan yaşayacaktın.

Bu gibi gerçekler kokutmamalıydı insanı. Örnek olmalıydı. Yaşamın kıymetini bilmeliydi insan. Aldığı her nefesin, ve yanında alınan her nefesin…

Boş bir ömür geçirmemeliydi. Her şeye rağmen mutlu olmalıydı. Gülerek yaşamalıydı. Acılara rağmen gülmeliydi.

Ben gülerek yaşamamıştım. Bundan sonrada yaşayacağımı da sanmıyordum. Yaşamayacaksam yapılacak tek bir şey kalıyordu.

“Zevk uğruna masum katletmek”

Bu kavramı yok etmek.

Ben yaşamayacaksam, bu kavramı yaşatanlarda yaşamayacaktı. Yaşatmayacaktım.

Benim ocağıma düşen bu ateşi, başka ocaklara düşürtmeyecektim.

Geleceği benim gibi öksüz bırakmayacaktım.

Onlarında benim gibi mezara kadar götürecekleri bir acılarının olmasına izin vermeyecektim.

Ben Asena’ydım. Asena ALSANCAK.

Kurdun dişisi.

İntikamın en soğuğu ve en acılısını alacak yegâne kişi.

Bunu yapabilmek içinse önce bulunduğum yataktan kalkmam gerekiyordu. Çalan alarmımı sertçe kapattım. Saat sabahın beşiydi. Dışarı çıkıp antrenman yapmam gerekiyordu. Onun içinse bu sıcacık, pamuklu şeyden kalkmam lazımdı.

Olduğum yerde hafifçe doğruldum. Bir yandan da fanı olduğum Cem Karaca’dan bir şarkı mırıldanmaya başladım.

“Bir çiviyi çakar gibi, vura vura, günlere”

Ayağa kalkıp banyoya doğru ilerledim. Banyo kapısını açıp terliklerimi giydim. Bir yandan da mırıldanmaya devam ediyordum.

“Dört nala gidiyoruz bizi bekleyen yere”

Musluğu açıp ellerimi sabunladım. Ardından da avuçlarımı suyla doldurdum. Daha sonra her zaman yaptığım gibi sertçe suratıma çarptım. Bir su, bir tokat misali. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum, ancak kanaatime göre, yaşadığım gerçekliğe hala alışamamıştım. Bu su ise beni kendime getirecekmiş gibiydi. Yüzüme çarparak kendime gelmeye çalışıyordum. Uyanmaya çalışıyordum. Uyanmak istiyordum.

Yüzümü kuruladıktan sonra yanda asılı duran havluyu suratıma yerleştirdim. Daha sonra da mırıldanmaya devam ettim.

“Halimize şükran mı isyan mı etmeli?

Bütün ömür bir rüyaysa uyanıp kalkmamalı mı?”

Dolabımın kapağını açıp askeri üniformamı çıkarttım. Pantolonu ince bacaklarımdan geçirip, yukarı doğru çektim. Kemerimi bağladım. Üzerime geçirdiğim ceketin önünü kapattım. Daha sonra sol göğsümün yanında duran Türk bayrağına baktım. Ardından dudaklarım tekrar mırıldanmak için aralandı.

“İşte geldik gidiyoruz, bilinmez bir diyara eskiden karpuz idik, şimdi döndük biz hıyara”

Kafamı yatağımın baş ucunda ki Cem Karaca, Barış Manço ve Erkin Koray posterlerine çevirdim. Gözlerim Cem Karaca'nın yüzünü buldu.

“Haklısın usta” dedim mırıldanarak. “Bir girdapta dönüyoruz. Yaşamadan günümüzü”

 🍁

Antrenmandan saatler sonra Mesut albayın odasındaydım. Bugün bulunduğum tim değişecekti. Odasının kapısını hafifçe tıklattığımda hafifçe ‘gel’ dedi. Kapıyı yavaşça açıp içeri girdim. Ardından da tekrar yavaşça kapattım. Önüne geçip asker selamımı verdikten sonra oturmamı işaret etti.

“Otur kızım” dedi

“Evet Asena, biliyorsun, bugüne kadar burada yaptığın kahramanlıkların dilden dile dolaşmakta. Halkla iletişimin, sosyal ortama katılışın gerçekten inanılmaz kızım. Ancak seni artık başka yerlerde görmek istiyorlar.”

Oturduğum yerde kafamı salladım. Mesut albay beni hep takdir ederdi. Bana hep bir amca gibi davranırdı. Babamın en yakın arkadaşlarından olmasa da onu iyi tanırdı. Ve babamın mesut albay üzerinde hatırı sayılır bir hakkı vardı.

Babam zamanında mesut albayın canını kurtarmıştı. Mesut albay o günden sonra babama karşı büyük bir minnet ve saygı duyuyordu. Bana böyle yakın davranmasının sebebi ise, beni babamın emaneti olarak görmesiydi.

Oturduğum yerde kımıldandım. Mesut albay yüzüme bakarak gülümsedi. “Burada ki görevini fazlasıyla tamamladın. Artık seni başka bir time göndermemi istiyorlar kızım. Sana ihtiyacı olan insanlar var.”

“Haklısınız efendim.” Dedim yavaşça. “Ama buradakiler, buradaki insanlar, bura-”

“Burayı düşünmek artık senin işin değil” dedi sağ elini kaldırıp, dur işareti yaparak. “Burası bize emanet. Senin artık yeni bir yerin olacak. Burada yaptıklarını orada da yapacaksın, artık bizim değil onların sana ihtiyacı var. Yeni bir yer, yeni bir tim, yeni ekip arkadaşları.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Görev yeri komutanım?”

Guru duyarcasına gülümsedi. “Çukurca…”

🍁

Normal de gideceğim görevlere heyecanlanırdım. Ancak şu an içimde hiçbir duygu barınmıyordu. Gerçi ben genel olarak duygusuz biriydim.

Duygularım benden yıllar önce alınmıştı. Ve ben duygularımı çok özlemiştim. Hızla birkaç kıyafet aldıktan sonra çantamın ağzını kapattım. Dışarıda beni bekleyen askeri bir araç vardı. Beni almak için asker göndermişlerdi.

Hızla merdivenleri inerek arabanın yanına ulaştım. Arabanın yanında genç bir delikanlı vardı. Ona doğru yaklaşınca beni hazır ol da karşıladı. “Rahat!” dedim yumuşakça, ancak sesim yine de gür çıkmıştı. Genç rahatlayınca adını sordum. “Adın ne asker?”

“Yusuf, komutanım”

“Rütben?”

“Astsubay Üst Çavuş komutanım”

“Nerelisin?”

“Trabzonlu komutanım”

“Neresinden?”

“Maçka, komutanım”

Anlarcasına kaşlarımı kaldırdım. “Bir Maçkalıya göre baya güzel bir İstanbul Türkçen var”

Hafifçe çekinir gibi oldu. “Aybars komutanım öyle istedi.” Dedi yavaşça. “Aybars komutanın mı?” dedim. Kafasıyla onayladı. Çok fazla sorgulamadım. Zaten gidince görecektim. Yusuf ile birlikte arabaya bindik. Yusuf şoför koltuğuna oturdu, bende hemen yandaki koltuğa yerleştim. Tunceli şehitliğinin yanından geçerken Yusuf’u uyardım. “Yusuf” dedim aniden. “Şurada dur”

Yusuf lafımı ikiletmeden arabayı durdurdu. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hızlı adımlarla şehitliğin içine girdim. Birkaç basamak aşağıya doğru indiğimde üç heybetli mezar taşı karşıladı beni. Bedenim hafifçe sendeler gibi oldu. Yine buradaydım. Gözlerim teker teker isimleri okudu.

 

Şehit.

Kadir Alsancak D.1967 Ö.2002

Şehit.

Nesibe Alsancak D.1970 Ö.2002

Şehit.

Kübra Alsancak D.1975 Ö.2002

 

Gözlerim doldu. Boğazım tekrar bir yumruğu taşımaya başladı. Ellerim babamın mezarının toprağında dolandı. Sonra kenetlendi parmaklarım. Nefret doldu yüreğim. Ben babamı çok özlemiştim. Ve bana bu özlemi yaşatanlara karşı, alacağım büyük bir intikam vardı.

Nefretim benim oyuncağımdı. Çocukluğumda bana hediye edilen iğrenç bir oyuncak. Ben bu oyuncakla yirmi seneyi aşkın oynuyordum. Ama yeri gelecekti… Yeri gelecekti ve ben bu oyuncağı çok güçlü bir silah olarak kullanacaktım.

Annemin.

Halamın.

Babamın…

İntikamını canım pahasına alacaktım. İntikam benim için yaşama sebebiydi. Asker olma sebebi. Bordo bereli olma sebebi. Dişi kurt olma sebebi. Daha nice öksüz kalan bebelerin sebebi. Çoluğunu çocuğunu kaybedip acıyla hayata bağlanmaya çalışan ana babaların sebebi.

Ben Asena Alsancak, içimdeki nefret büyük bir silaha dönüştü. Ve bu silahımla dökeceğim her bir kanı intikamım olarak sayacak ve aileme adayacağım.

Parmaklarım arasından dökülen toprak, göz yaşlarımla beraber elimi çamur etmeye yetmişti. Ellerimi babamın mezar taşına koyduğumda içimde ki serinlik beni öldürebilirdi. Gözümden akan yaşlar, yüreğime battı. Aldığım her nefes, son nefesim gibi ayrıldı dudaklarımdan.

“Baba…” dedim titrek sesimle. “Anne, hala. Şu damarlarımda akan kan şahidim olsun ki, sizi benden aldıkları günün intikamını en acılı şekilde alacağım. Bana yaşattıkları acıları yaşamadan ölmeyecekler. Size döktürtdükleri kanın, her damlasının bedelini ödeteceğim”

Daha sonra ellerimi açtım ve havaya kaldırdım. Avuç içlerimi havaya doğru döndürdüm, ve içimden Fâtiha suresini okumaya başladım. Onlar için aralanan dudaklarımın arasına girdi göz yaşlarım. Okumayı bitirdiğimde avuç içlerimi yüzüme sürerek, “Âmin” dedim.

Daha sonra rüzgar saçlarımı savurdu. Kaşlarım olduğu yerde çatıldı. Gözlerim olduğu yerde kısıldı. “Ben Asena’yım.” Dedim kendime. “Asena Alsancak,”

Arabaya doğru ilerlediğimde, gözüm şehitlik girişindeki büyük bayrağa takıldı. Gözlerimden akan yaşlarla bayrağa doğru bir asker selamı yolladım. Daha sonra göz yaşlarımla ıslanan dudaklarım aralandı.

 

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”

 

O an esen rüzgar saçlarımı gözlerimin önüne getirdi. Esen rüzgarla beraber daha hızlı dalgalandı bayrak. Gözlerimden akan yaşlarım artık haddi hesabı yoktu. O an anladım ki, sesim duyulmuştu. Hem bayrak, hem de O.

Elimin tersiyle göz yaşlarımı sildim. Son kez dalgalanan hilal ve yanındaki yıldıza baktım. Normalde duygularım yoktu benim, ruhum ayaktaydı sadece. Ancak ne zaman şu al sancağa baksam, yüreğime benden habersiz barınan vatan sevdası şaha kalkıyordu.

Kafamı sallayarak bulunduğum gerçekliğe geri döndüm. Tekrar yanaklarıma ulaşan göz yaşlarımı elimin tersiyle sildikten sonra derin bir nefes çektim. Ve daha fazla Yusuf’u bekletmemek adına arabaya doğru ilerlemeye başladım.

 

HAKKARI, ÇUKURCA

Kazdıkları tünelde, açlıktan ölmek üzere olan vatan hainleri en sonunda başka bir çare bulamayınca inlerinden çıkmak zorunda kalmışlardı. Sessizce çalıların arasında geziniyorlardı. Ele başları arkadan gelen çıtırtı ile ani bir hareketle arkasını döndü. Ancak arkasında, kendisi ile beraber gelen dört arkadaşından başka kimse yoktu. En arkadaki eleman dalın birine basmıştı, ondan gelmişti ses. Ele başları ağzının içinde bir küfür savurdu. “Yapacağın işi… az dikkatli ol lan. İlla söyleyelim mi? Bilmiyor musunuz şu Türkleri, en ufak karıncanın sesini bile duyuyorlar. Belli edeceksin bizi”

“Af edersin abi”

“Abini… neyse konuşma daha fazla.” Ele başları diğerlerine doğru döndü. “Dikkatli ilerleyin, bundan sonra mümkünse kimse nefes bile almasın” dedi. Ekipteki herkes başıyla onayladı.

Daha sonra sessiz adımlarla ilerlemeye devam ettiler. Ele başları hem ilerliyor hem de çevreyi kontrol ediyordu. Çevrede derin bir ölüm sessizliği vardı.

Ele başı, silahı ile çevreyi taradıktan sonra kafasını hafifçe kaldırdı. Etrafta değişik bir tehlike kokusu vardı sanki. Ormandaki hayvanların bile sesi çıkmıyordu. İlerdeki gölde en ufak dalgalanma bile yoktu. Ele başları hafifçe kaşlarını çattı. Silahı omzuna yerleştirdi. Arkadakiler ilerideki gölü görünce atıldı. “Abi, su” adam kafasını arkaya doğru yöneltti. “Görüyorum, ancak baksanıza hayvanlar bile sesini çıkarmıyor. Bu normal değil”

“Abi biz de ses çıkarmıyoruz, gözünü seveyim. Bir haftadır bir şey yemiyoruz, bari su içelim”

Adam kaşlarını kaldırdı. O ana kadar karnının kükreyerek guruldadığının farkına varmamıştı. Eliyle karnına bastırdı. Daha sonra tekrar arkasın döndü. “Dikkatli olun, önce siz gidin, ben burada sizi bekleyeceğim. Sizden sonra içsemde olur”

Ekiptekiler önce garipsese de sonra açlıklarının verdiği acıya dayanamayarak sessizce yamaçtan aşağıya inmeye başladılar. Ele başları bıyık altından gülümser gibi oldu. Çünkü etrafa yayılan tehlike kokusunu çoktan almıştı. Ve eğer bir sıkıntı çıkarsa kendisi değil ekiptekiler ölecekti.

Şerefsiz, her yerde şerefsizdi.

Ekiptekiler yamaçtan aşağıya inerken etrafta büyük bir sükût hakimdi. Kimse gerekemedikçe nefes bile almıyordu. Gölün kıyısına yaklaştıklarında, ele başları yamacın yukarısında silahının dürbünü ile etrafı inceliyordu. Hiçbir yerde, hiçbir ses, hareket, ya da hayvan yoktu.

Ekiptekiler gölün kıyısına varınca silahlarını bellerine indirdi. Ve ellerini gölün temiz, berrak suyuna batırdılar. O an oluşan hareketlilikle beraber, birkaç saniyeye kadar süren ölüm sessizliği öldü.

Gölün tam ortasında bir hareketlenme oldu. Adamlar avuçlarına doldurdukları suyu dudaklarına götürürken gölün ortasında oluşan karaltı gözlerine çarptı. Hafifçe gözlerini kaldırdıklarında gördüler. Bunlar onlardı.

Türkler.

Bordo beresiyle ortalığın anasını ağlatan Türkler.

En başta o vardı. Kıdemli Üsteğmen Aybars Ateş

Sağ tarafta, Kıdemli Başçavuş Kuzey Demir

Sol tarafta, Kıdemli Üstçavuş Uğur Keskin

Formalarının üzerinde duran büyük Türk bayrakları yüz kilometre öteden bile fark ediliyordu. Aybars, silahını saniyeler içerisinde omzuna yerleştirdi. Kuzey ve Uğur, Aybars’tan gelecek emiri bekliyordu. Aybars ilk atışı yaparak onlara işareti verdi.

Avuçlarını su ile doldurup dudaklarına doğru götüren adamlar bir anda yere yığıldılar. Artık avuçları su ile değil, beş para etmez kanları ile doluydu. Aybars ve ekibi gölün kıyısındaki adamları öldürmeyi bitirdikten sonra kıyıya doğru yürümeye başladılar. Daha deminden beri can korkusu ile yamacın yukarısına pusmuş adam yere çömeldi. Aldığı tehlikenin kokusunun sebebi buydu. Türkler buradaydı.

Ve adamın düşüncesi gerçekleşmişti. Ortaya çıkan tehlike kendisine değil, bilerek aşağıya gönderdiği arkadaşlarına bulaşmıştı. Olduğu yerden kalkmaya çalıştı, ancak Aybars komutanı gördüğünden beri dizleri titriyordu. Bu şerefsizlerin kendini belli ettikleri tek işaretti.

Korktuklarında it gibi titrerlerdi.

Ancak bunların canı kıymetliydi. Her şeyden önce gelirdi yaşamak. O yüzden yerden aldığı destekle ayağa kalktı. Çalıların arasından ilerlerken Türklere kaçamak bir bakış attı. Aybars komutan suyun kıyısından adama bakıyordu. Eli su geçirmez ceketinden telsizi çıkarmıştı.

“Toygar, iki yönünde”

Adam ikinci adımını atamadan kafasından vurularak yere düştü. Aybars ise gördüğü manzara karşısında nefeslenircesine güldü.

“Geri zekalı”

O sırada karşıdaki tepede kamufle olmuştu; Asteğmen Toygar Kılıç.

Aybars hızla şarjörünü değiştirdi. Kıyıya çıkıp silkelendiler. Hava sıcaktı ama su fazlasıyla soğuktu. “Az daha donacaktık” dedi Kuzey. “Amına koyduklarım, az daha hızlı ilerlese olmuyor”

“Söyle, bir dahakine daha hızlı gelsinler” dedi Uğur. Aybars ise bu boş muhabbeti dinlemek yerine telsizini eline aldı. “Toygar aşağıya in”

Toygar olduğu yerden ayağa kalktı. O ayağa kalkınca herkes onu görür olmuştu. Kuzey olduğu yerde söylendi. “Ulan konuşmuyor falan ama, bu işi yapıyor be!” Aybars Kuzey’e doğru döndü. “Demi” dedi. “Bazıları gibi boş konuşmak yerine işini yapıyor” dedi kınayıcı biçimde. Kuzey gözlerini kısarak Aybars’a baktı. “Komutanım siz de iyi ayrımcılık yapıyorsunuz ha!”

Aybars sinirle gözlerini devirdi. “Ne ayrımı lan! Adam işini yapıyor”

Kuzey tam cevap verecekken “boş konuşma, bir sigara ver” diye lafını böldü Aybars. Kuzey elini cebine attığında cebinde oluşan hamurluğu fark etti. Yutkundu. “Komutanım…” dedi yavaşça. Aybars ‘ne var?’ dercesine bir bakış atınca, Kuzey ıslanan ve hamura dönen sigara paketini cebinden çıkardı.

“Yapacağın işi sikeyim Kuzey” dedi Aybars. Uğur ise güldü. “Vay geri zekalı” dedi. Kuzey ise sırıtarak bakmaktan başka bir yapmadı. O sırada Toygar yanlarına ulaşmıştı. Aybars söylendi. “Yusuf nerede? Onun sigarası iyi oluyordu. Ağzının tadını biliyor gavur”

Uğur başlığını çıkarırken Aybars’a cevap verdi. “Time yeni gelecek kızı almaya gönderdiler komutanım” Aybars’ın kaşları havalandı. Gelecek olan kızı tamamen unutmuştu. “Ne zaman gelecekmiş?”

Uğur botundaki suyu akıtırken “yarın komutanım” dedi. Aybars kaşlarını indirdi. o sırada toygar cebinden çıkardığı sigara paketini Aybars’a uzattı. Aybars gülerek toygara baktı. “Adamsın lan” dedi. Paketten bir dal sigara aldıktan sonra dudaklarına götürdü. Ardından yine Toygar’ın verdiği çakmakla sigarasını ateşledi. Sigaradan bir nefes çektiğinde yanakları içine göçtü. Daha sonra derince aldığı nefesi, dudaklarının yardımıyla dışarı verdi

Aybars sigarasını içerken timdekilerde üzerini kuruladı. Neyse ki hava sıcaktı. Suyun soğukluğunu az da olsa azaltıyordu.

Aybars sigarasını bitirdikten sonra yere atıp üstüne bastı. “Hadi, kızlar bizi bekliyor.” Dedi. Ardından herkes Aybars’ın peşine takıldı. Herkes silahını hazır bir şekilde omzunda tutuyordu. Aybars durdu ve arkasına döndü. “Dikkat edin, tehlikeli bölgeye giriyoruz. Her an tekrar terör örgütü ile kanlı canlı çatışmaya girebiliriz” dedi. Herkes başıyla Aybars’ı onayladıktan sonra ilerlemeye devam etti.

Sık ağaçların ve çalıların donattığı orman gayet sessizdi. Ancak bu sessizlik tim için hiç sıkıntı değildi. Çünkü onlar sessizliğin ustasıydı. Gerekmedikçe asla nefes almazlardı. Aybars el işaretleri ile timini yönetiyordu. Ağaçların arkasında gördüğü hareketlilikle durdu. O durunca tim de hareket etmeyi bıraktı. Silahını omzunun arkasına geçirdi. Ve yanda duran küçük el silahını eline aldı. Hızla ama sessizce tetiği çekti. Yavaş adımlarıyla çalılığın etrafından dolandı. Gözleri çalının arkasında saklanmaya çalışan adamı gördüğünde, kaşları çatıldı. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı sinsice. Yavaş ve sessiz adımlarla adamın arkasına kadar geldi. Silahını yavaşça adamın kafasına doğru tuttuğunda, adam kafasında hissettiği soğuklukla arkasına döndü. Gözleri, Aybars’ın kara harelerine denk gelince büyüdü. Elindeki silahı daha sıkı kavradı. Daha sonra Aybars’a doğru tuttu.

“Cesaretin var mı?” diye sordu Aybars. Adam elindeki silahı güçlü bir biçimde tutmaya çalışsa da korkudan titreyen elleri buna mâni oluyordu. Aybars yerde duran adama doğru eğildi. Ve fısıltıyla “illa hepinizi böyle it gibi titretmek mi gerekiyor?” dedi. Adam daha çok titremeye başladı. Aybars “eğer, bana devamının nerede olduğunu gösterirsen canını bağışlarım” dedi. Adam kokuyla kekeledi. “Gerçekten mi?”

Aybars cevap vermedi. Sadece kara harelerini daha da koyulaştırarak yerde it gibi titreyen vatan hainine baktı. Elbette onu bağışlamak gibi haince bir düşüncesi yoktu. Amacı bu işi olabildiğince sessiz halletmekti. Aybars adamın kolunu sertçe tutup ayağa kaldırdı. Adam ilerlemeye başladı. Aybars hala kafasına dayadığı silahla onu takip ediyordu. Adam yaklaşık beş dakikalık bir yürümenin ardından durdu. Bastığı yeri işaret etti. Aybars Toygar’a işaret verdi. Toygar, kendisine verilen işaretle yere eğildi. Eliyle toprağı yokladı. Daha sonra eline denk gelen tahta parçası ile durdu. Eliyle daha önceden eşelenmiş olan kumu hızla kenara itti. Tahta kare şeklinde bir kapak gün yüzüne çıktı. Aybars bunu görünce kaşlarını daha çok çattı. “Kaç kişi?” diye sordu öndeki adama. Adam kekeleyerek cevap verdi. “Altısı çocuk, ikisi yetişkin olmak üzere sekiz”

Aybars ‘çocuk’ lafını duyunca silahını sıkmaya başladı. Toygar yavaşça gün yüzüne çıkan tahta kapağı kaldırdı. Ardından time siper almaları için işaret verdi.

Tim, siper aldıktan sonra Aybars silahı adamın kafasından çekti. “Uzatmayacağım. Yanlış bir harekette bulunursan ölürsün” dedi. Adam hızla titreyerek kafasını salladı. “Şimdi” dedi nefeslenerek. “Aşağıya in, ve onları dışarıya çıkart. Eğer onları uyarmaya kalkarsan…”

Adam hızla atıldı. “Tamam” dedi.

Aybars silahı adamın kafasından çekti. Ardından da bulunduğu bölgedeki en yakın ağacın arkasına saklandı. Yaklaşık yirmi dakika sonra telsizinden bir ses duyuldu. “Komutanım, ikinci bölgede süreklilik sağlayan bir hareketlilik var, tamam”

Aybars telsizi eline alıp ağzına yaklaştırdı. “Biliyorum, sen olduğun yerden ayrılma İkra”

“Anlaşıldı komutanım, tamam”

Aybars tekrar konuşmak için tuşa bastı. “Lavin, yüksek bir yere çık, sana ihtiyacım var.” Aybars’ın konuşmasından saniyeler sonra cevap geldi. “Emredersiniz, komutanım”

Aybars daha sonra tekrar time döndü. El kol hareketleri ile onlara yapmaları gerekenleri anlattı. Herkes kafasıyla onayladıktan sonra işe koyuldu. Yaklaşık yirmi dakika önce yem olarak gönderilen adam, kendisine söylendiği şekilde herkesi dışarı çıkarmıştı. İçeriden üçü kız üçü erkek olmak üzere altı çocuk, biri kız biri erkek olmak üzere de iki yetişkin terörist çıktı. Aybars, elleri ve yüzleri gözlerine kadar siyah beyaz kumaşlarla kapalı adam ve kadını görünce dişlerini sıktı. Hızla belinde ki silahını kavradı.

Adam ve kadın ne olduğunu anlamaksızın etrafa bakıyordu. “Bizi neden çıkardın?” diye sordu kadın. Az önce yem olarak kullanılan adam cevap vermedi. Bunun üzerine kadın ile birlikte sığınaktan çıkan adam öfkeyle çıkıştı. “Konuşsana lan. Neden çıktık?”

Adam tekrar cevap vermedi. Bunun üzerine kadının yanında duran adam, bir yumruk salladı. “Konuşsana lan”

Adam tekrar cevap vermedi. Bunun üzerine tekrar bir yumruk atmak için hazırlanan adam elini havaya doğru kaldırdığında, ani bir şekilde şakağından yediği mermi ile yere yığıldı. Daha sonra kadın da adamın üzerine düştü.

Az önce kullanılan adam ellerini kaldırdı. Ortaya çıkan silah sesini duyan çocuklar ise oldukları yerde sessizce ağlıyorlardı. Aybars bir iki adım öne doğru çıktı. Çocuklar Aybars’ın koca cüssesini görünce korkudan geri çekildiler. Ancak daha sonra aralarından biri Aybars’ın sol yakasında duran koca Türk bayrağını görünce sevinçle atıldı.

“Türk abiler geldi!”

Aybars hızla adama doğru yürüdü. Adam ne olacağını anlarcasına koşmaya başladı. Aybars adamın arkasından koşarken arkasına doğru seslendi. “Çocukları götürün”

Daha sonra var gücü ile koşmaya başladı. Adam baya hızlı koşuyordu. Aybars ise onu gülerek takip ediyordu. Çünkü asıl amacı onu yakalamak değildi. Aybars adamı ikinci bölgedeki yamaca kadar kovaladı. Ardından durdu. Adam Aybars’ın durduğunu fark edince koşmayı bıraktı. “Ne o komutan, nefesin mi kesildi?”

Aybars kafasını salladı. “Nefesi kesilen biri var evet. Ama o sanırım ben değilim” dedi. Adam anlamaz gözlerle Aybars’a baktı. “Kim peki?” diye sordu. Atlas psikopatça gülümsedi. Ardından elini arka cebine attı. Adam korkuyla geriledi. Aybars eline aldığı telsizi ağzına götürdü ve tuşa bastı. “Lavin” dedi sadece.

Daha sonra dakikalarca koşarak kaçmaya çalışan adam, alnının ortasından vurularak yere yığıldı. Aybars olduğu yerde nefeslenircesine güldü. Daha sonra tekrar telsizi eline alarak tuşuna bastı. “Aferin” dedi. Lavin hemen cevap verdi. “Sağ olun, komutanım”

                                                                       🍁

 

Saatler sonra Aybars ve ekibi Çukurcada’ydı. Kaçırılan çocukların kimlikleri tespit edilip ailelerine teslim edilmesi gerekiyordu. Kuzey kucağına aldığı kız çocuğuyla bir köşede oturuyordu. “Adın ne senin?” diye sordu küçük kıza. Küçük kız kırpıştırdığı minik kirpiklerinin arasından kuzeye bakıyordu. Daha sonra kuzeyin ona gönderdiği gülümsemeye karşılık olarak ona doğru güldü. “Hasret” dedi yavaşça. “Sen kimsin?”

“Kuzey ben” dedi kumral saçlı asker. “Tanıştığıma memnun oldum hasret hanım” dedi ardından. “Sen buralı mısın?” diye sordu. Küçük kız cevap vermek yerine kafasıyla onayladı. Kuzey kaşlarını kaldırdı. “Hayret, nasıl olurda bu güzelliği daha önce görmem?”

Hasret minik tombik yanaklarını avcunun içine alarak utandığını belli etti. O sırada Lavin içeri girdi. “Kuzey” dedi ciddilik akan ses tonuyla. “Aybars seni çağırıyor”

Kuzey kafasıyla onayladı. “Çocuk ne olacak?” diye sordu. Lavin kızın elinden tutarak gülümsedi. “Ailesine gidecek tabi ki”

Daha sonra Lavin, küçük kızı kucağına alarak odadan ayrıldı. Kuzey ise Aybars’ın yanına doğru ilerledi.

🍁

Kuzey kapıyı tıklatarak içeri girdiğinde, odada kendisinden başkaları olduğunu da fark etti. Oda da Aybars, uğur ve toygar vardı. Şimdi bir de kendisi eklenmişti. Aybars’ın komutuyla oda da bulunan koltuklardan birine oturdu kuzey. Yanında uğur, karşısında ise toygar vardı. Aybars ise baş koltukta bilgisayarın karşısında oturuyordu. Aybars tüm ciddiliği ile toygara döndü. “Dün gece kaç kişi götürülmüş, Öğrendin mi?” toygar kafasını olumlu anlamda salladı. Daha sonra dün hazırladığı raporu Aybars’a uzattı. Aybars eline aldığı dosyayı incelediğinde, gözlerine inanamadı. “Yirmi üç mü?” dedi

Daha sonra dosyanın sayfasını çevirdi. “Yaş aralığı kaç?” dedi. “On beş, on seki arası komutanım” dedi uğur. Aybars daha çok şaşırdı. “Lan çoluk çocuktur hepsi!” dedi sinirlenerek. Daha sonra dosyanın kapağını bir kere daha çevirdi. Uğur daha deminden beri elinde tuttuğu resmi Aybars’a gösterdi. “Rıza Soylu. 65 yaşında. Bu şahsın örgütle yakın bir ilişki içerisinde olduğu tespit edildi komutanım. Dağa çıkarma işini bu organize ediyor. Büyük oğlu dağda. Şimdi, küçük kızının da dün gece götürülen grupta olduğu kesinleşti.”

Aybars uzatılan fotoğrafı aldı. “Kendi çocuklarını mı yolluyor?” dedi sessizce. O an kimse konuşmadı. Zaten ne söylenirdi ki?

                                                            🍁

(Asena’nın anlatımıyla)

Yusuf’la birlikte arabada saatler süren bir yolculuk yapmıştık. Yol boyunca sanırım fazla konuşmuştum. Neyse ki Yusuf bu durumumu garipsememişti. Sıcak kanlı ve efendi bir çocuktu. Sohbeti kaliteliydi. Daha önce gördüğüm cıvık askerlere hiç benzemiyordu. Zaten hiç anlamazdım. Bir asker nasıl cıvık olabilirdi?

Ama Yusuf da farklı bir samimiyet vardı. Güzel bir biçimde İstanbul Türkçesi konuşmaya çalışsa da ağzı Kara Denize dönüyordu. Bazen ı’ları i olarak söylüyor, bazense cümlelerin sona ‘da’ getiriyordu. Ancak daha sonra fark edip cümlesini hemen düzeltiyordu.

Saatler süren yolculuğumuzda Yusuf’la saatler süren sohbetlerimiz olmuştu. Aynı timde idik. Bana timdekileri tanıtmamıştı. Sanırım o da benim gibi, oraya gidince göreceğimi düşünüyordu.

Yusuf, Kara Denizli olduğundan arada sırada oranın türkülerini söyleniyordu. Ve itiraf etmem gerekirse sesi baya güzeldi. Daha sonra elim parmağında ki yüzüğe kaydı. İstem dışı sordum. “Evli misin?” Yusuf yüzüğüne bakarak gülümsedi. “Evet komutanım, altı sene oldu. Ha böyle bacak boyunda kızım bile var” dedi. Gözlerimi kocaman açtım. “Maşallah. Allah analı babalı büyütsün” dedim. Gülerek teşekkür etti. “Yaramaz mı bari” diye sordum. Yusuf kaşlarını kaldırdı. “Ne diyorsunuz komutanım, yaramazlık Gülsüm’ün yanına masum kalır” dedi. Hafifçe kıkırdadım. “Hadi ya, o kadar mı?” dedim şaşkınlıkla. “Aman komutanım, geçen yaz izin günümde beni silahlarımdan birini kapmış, bizim kuzey komutanı kovaladı. Hiç sevmez Kuzey komutanı. Kuzey komutanım yanlışlık saçını mı ne kesmiş. Almış silahı eline ‘babamın silahı ile vuracağım seni’ demiş.

Bir baktım Kuzey komutanın topuğuna sıkarak kovalıyor. Bir iki el ateş etti ama değmedi Kuzey komutanıma. Zor aldık elinden”

Bu sefer büyük bir kahkaha attım. Kim olduklarını bilmiyordum ama hayalimde birkaç bir şey canlanmıştı. Açıkçası gerçekten komiğime gitmişti. Uzun süreden sonra ilk defa böyle gülmüştüm.

                                                               🍁

(Yazarın anlatımıyla)

Aybars dosyasına baktığı rıza soylunun yanına doğru ilerliyordu. Kullandıkları cip, buranın engebeli yollarına aşina olduğundan kolay ilerliyorlardı. Toygar şoför koltuğunda, Aybars yan ön koltukta, Uğur ve Kuzey ise arkadaydı. Toygar eski yıpranmış bir kahvehanenin önünde durdu. Hepsi arabadan indi. Aybars tam kapıyı kapatacakken durdu. Belinde ki silahı çıkarıp koltuğa bıraktı. Daha sonra yanındakiler döndü. “Siz araçta kalın” dedi. Kuzey hızla atıldı. “Komutanım?”

Aybars eliyle dur işareti yaptı. “Tamam oğlum yok bir şey” dedi. Ardından yavaş adımlara kahvehanenin içine girdi. Kapıdan geçtiğinde herkes ona doğru döndü. “Selamın Aleyküm” dedi yavaşça. “Aleyküm Selam” diye cevap verdi herkes. Aybars gözleri ile çevreyi taradığında uğurun ona gösterdiği fotoğrafı gördü. En köşede tek başına çay içiyordu. Aybars dişlerini sıkar gibi oldu. Hızla onun yanına ilerledi. Adama Aybars’a doğru baktı. “Müsaade var mı?” diye sordu Aybars. Adam kafasıyla onayladı. Aybars bir sandalye çekip adamın karşısına oturdu. Sonra adamın gözlerinin içine doğru baktı.

“Beni çok iyi tanıdığını biliyorum. O yüzden lafı uzatmayacağım. Bir şeyi çok merak ettim. O yüzden buradayım.”

Aybars hafifçe adama doğru eğildi. “Eğer beni ikna edersen, sana yemin olsun bırakacağım ben bu işleri. Bir daha görmeyeceksin yüzümü. Söyle bakalım rıza efendi… bir baba kendi kanından, canından evladını göz göre göre nasıl ölüme gönderir?”

“Neden bahsediyorsun komutan, anlamadım ki?”

Aybars içinden nefeslendi, sabır çekti. Daha sonra adama doğru biraz daha eğildi.

“İkna olmadım”

Aybars oturduğu sandalyeden kalktı. Sonra kahvehanenin çıkışına doğru ilerledi. “Hadi kalın sağlıcakla” dedi. Sonra arabaya tekrar bindiler

🍁

(Asena’nın anlatımıyla)

Yusuf’la geçirdiğimiz saatler süren yolculuk, yaklaşık beş dakika sonra sona erecekti. Kendimi toparladım. Yolculuk sırasında açık kalan saçlarımı arka tarafta at kuyruğu yaparak bağladım. Aynadan suratıma baktığımda her zamanki gibi somurtan bir surat gördüm. Sıkıntı ile derin bir iç çektikten sonra aynayı kapattım. O sırada arabanın durduğunu hissettim etrafıma baktığım da askeriyeye girmek üzere olduğumuzu fark ettim. Yusuf kapıdaki görevliye geldiğimizi bildirdikten sonra görevli askeriyenin girişinde duran bariyeri kaldırdı. Yusuf arabayı müsait bir yere park ettikten sonra arabadan indik. Arabadan indiğimde valizimi almak için hareketlendim. Ancak Yusuf izin vermedi.

“Komutanım, siz albayın odasına gidin. Eşyanızı ben hallederim”

Onu onaylarcasına kafamı salladım. Daha sonra askeriyenin içine doğru ilerlemeye başladım. Koridorda albayın odasını bulmaya çalışırken Yusuf yanımda belirdi. “Bu taraftan komutanım” diyerek beni yönlendirmeye başladı. Yusuf’a uyarak ilerlemeye devam ettim. Önce uzun koridorun sağından ilerledik daha sonra sola döndük. Karşımıza çıkan mermer merdivenleri tırmandıktan sonra tekrar sağa döndüğümüz de büyük kırmızı kapı bizi karşıladı. Kapıyı yavaşça tıklattığımda içeriden ‘gel’ diye bir ses yükseldi. Sesin ardından kapıyı açarak içeri girdim.

Albay beni görünce ayağa kalktı. Yusuf arkamdan içeri girdi. “Komutanım…”

Albay eliyle dur işareti yaparak Yusuf’u susturdu. “Tamam oğlum sen çık, timdekilere söyle, onları yeni ekip arkadaşları iler tanıştıracağım.”

Yusuf asker selamı vererek “Emredersiniz komutanım” dedi. Daha sonra odadan çıktı. Ben ise albay ile oda da tek kaldım. Albayın ismini bilmiyordum. Gerçi burada Yusuf dışında kimsenin adını bilmiyordum. Albayın ismini öğrenmek için masaya doğru baktım. Buralarda bir yerde isimlik olmalıydı. Sarı şeritli isimliği gördüğümde gözlerimi daha da açıldı. Daha sonra içimi bir sıkıntı ve huzursuzluk kapladı. Çünkü albayın ismi kalbime dokunmuştu. Albayın ismi ‘Kadir Polatlı’ idi.

Albay bana doğru babacan bir tavırla bakıyordu. Ya da isminden dolayı, ben öyle hissediyordum.

“Demek şu meşhur Asena sensin.” dedi. Kafamı kaldırdım. Omuzlarımı ise geriye doğru yasladığımda albayın suratına doğru baktım. “Evet Asena benim, ancak meşhur olan mıyım? Sanmıyorum.”

Albay yavaşça yerine oturdu. “Mesut albay yaptıklarını bana, kısaca anlattı. Seninle gurur duyuyor. Gerçi yaptıklarını öğrendikçe ben bile seni tanımıyor olmama rağmen seninle gurur duydum.”

“Her Türk, her Türk askeri ile gurur duyar.” Dedim. “Benim yaptıklarımı her asker kolaylıkla yapabilir”

Albay gülerek kafasını salladı. “Övünmeyi sevmiyorsun. Bu hoşuma gitti. Bence ekiptekilerde seni çok sevecek”

“Ben…” dedim yavaşça. “Buraya kendimi sevdirmeye değil, bana vereceğiniz görevleri yerine getirmek için geldim.”

“sen sevdirmezsin belki ama, biri çıkıp senin sevdirmediğin bu yanını sever. O yüzden bence bu kadar erken konuşma. Senin ve diğer tüm Türk askerlerinin de bildiği gibi; biz bilinmeyenleriz. Ansızın gelir, ansızın severiz”

       🍁

Albay benimle ettiği kısa süreli sohbetinden sonra, beni diğerleri ile tanıştırmak amacıyla askeriyenin toplantı odasına götürdü. Açıkcası odasında ettiğimiz sohbet tüylerimi ürpertmişti. İtiraf etmem gerekirse bu albay acayip biriydi.

Odaya girdiğimde tanıdık olarak sadece Yusuf vardı. Yusuf dışında ortamda altı kişi daha vardı. Odaya girdiğimde albay beni hafifçe öne ilerletti. Daha sonra odanın ortasında duran masanın etrafında ayakta bekleyenleri tek tek tanıttı. “Bu Astsubay Üstçavuş Yusuf Karan, ama sanırım onu zaten biliyorsun.” dedi. Daha sonra eliyle sola doğru ilerledi. “Bu Astsubay Kıdemli Üstçavuş Uğur Keskin, bu Astsubay Başçavuş Lavin Vural, bu Asteğmen Kıdemli Başçavuş İkra Kaya, bu Asteğmen Kıdemli Başçavuş Kuzey Demir bu da Asteğmen Toygar Kılıç” dedi.

Herkesin isimlerini hafızama kazımaya çalıştım. İsimlerinin yanında yüzlerini de ezberlemem gerekiyordu. Yusuf’u zaten biliyordum ve onu yeteri kadar inceleyebilmiştim. Samimi bir kişiliği vardı.

Uğur ise hafiften kalıplı bir kişilikti. Üçe vurulmuş kafasında bordo beresi vardı. Gözleri kahverengi siyah karışımı koyu bir renkti. Kişiliği hakkında ise bir fikrim yoktu.

Timde bulunan kızlar ise farklı duruyorlardı. Lavin’in saçları altın sarısıydı. Kafasına giydiği bordo beresi saçları ile uyumlu duruyordu. Gözleri yeşildi. Ve sanki etrafa neşe saçmak istermiş gibi bakıyordu. Ama sadece yanındakilere karşı. Gözleri bana doğru kaydığında bakışları aniden değişiyordu. Sanırım yabancılığımdan ötürüydü.

Yanında ise İkra vardı. Kafasında bulunan baş örtüsü, bordo beresini takmasına engel olmuyordu. Hafifçe çekik duran gözleri ile beni baştan aşağıya süzdü. Uzun boyu ve ince bedeni ile bayağı güzel bir fiziği vardı.

Gözlerim daha sonra yanda duran Kuzey’e döndü. Hafifçe gülümsüyordu. Uzun boyu ve yapılı bir fiziği vardı. Saçları kahverengiydi. Ve baya düzdü. Uçları yukarıya doğru kıvrılmıştı. Kolları birbirine sarılıyordu. Beni baştan aşağıya süzdü. Bende aynı şekilde onu. Daha sonra gözlerim istemsizce Lavin’e kaydı. Az önce bana attığı yabancı bakışların yanına çatık kaşları da eklenmişti.

Gözlerimi hızla ondan çekip bana tanıtılan son kişi ye baktım. İsmi Toygardı. Büyük cüssesi ise fazla ciddi bakışları ile bana bakıyordu. Saçları Uğurun ki gibi üçe vurulmuştu. Kafasında bordo beresi yoktu. Gözleri has kahverengiydi. Üzerine giydiği yeşil tişört kaslarını fazlası ile ortaya koyuyordu. Baya baya cüsseli birisiydi.

Albay daha sonra derin bir nefes verdi ve masanın başında duran adama doğru döndü. “Ve bu da…” dedi nefeslenerek ve gururlanarak. “Kıdemli Üsteğmen Aybars Ateş”

Gözlerimi yavaşça Aybars denen adama çevirdim. Büyük cüssesini taşıyan kaslı kollarını masaya yaslamıştı. Gözleri ve saçlarının ortak noktası olan siyah, içimi okuyor gibiydi. Saçlarının ucu kıvırcıktı. Ve kıvırcık taraflar alnına düşüyordu. Büyük kaslı kollarını gizleyemeyen yeşil bir tişörtü vardı. Giydiği paraşüt asker pantolonu bacaklarının uzunluğunu belli ediyordu. Cüssesine uygun bir boyu vardı. Baya uzundu. Göz göze geldiğimizde içime doğru bir tanıdıklığın aktığını hissettim. Siyah hareleri beni tanıyormuşçasına bakıyordu. Ama bu benim hiç hoşuma gitmemişti. Siyah hareleri beni korkutuyordu. Ben gözlerimi ondan çekmiştim, ancak o gözlerini benden çekmemişti. Bunu hissedebiliyordum. Ellerim içe doğru kıvrıldı. Albay omuzlarımdan tutarak beni öne sürdü. “Evet çocuklar, timinize yeni gelen bu kızımız ise, Üsteğmen Asena Alsancak.”

Albay beni timdekilere tanıtmaya devam edecekken kapıyı tıklatarak giren asker ortamda ki tanışma havasını bozdu. “Komutanım, Mesut albay telefonda sizi istiyor” albay bana bakarak “en iyisi sen devam et ben birazdan dönerim” diyerek odayı terk etti. Oda da hiç tanımadığım insanlarla baş başa kalınca doğal olarak gerildim. Aybars denen adam bana doğru geldi. Ayak uçları benimkiler doğru gereğinden fazla yaklaşınca bir adım geriledim. “Albay tanıttı ama, timi bir de benden tanıtılmış olarak dinlemeni isterim” dedi. “Ben” dedi nefeslenircesine. “Kıdemli Üsteğmen Aybars Ateş. Ay yıldız timinin en yetkilisi.” Dedi. Sondaki ‘yetkili’ kelimesini bastırarak söylemişti. Bana doğru bir elin uzandığını gördüm. Elim ilk başta tereddüt etse de daha sonradan bana uzatılan eli sıktı. “Albay beni de tanıttı ama beni bir de benden tanıtılmış olarak dinleyin” dedim. “Ben Üsteğmen Asena Alsancak. Timinizin yeni parçası”

Kaşının teki havalandı. “Ona ben karar vereceğim” dedi sert bir şekilde. Ama bu benim umurumda değildi. Çünkü biliyordum. Burada çok kalmayacaktım. Tıpkı diğer görevlerim gibi burada da bana bir süre verilecekti. Ve ben bu süre boyunca olabildiğince işe yarayacak daha sonra da buradan çekip gidecektim. O yüzden buradakiler benim çok umurumda değildi.

Aybars daha sonra eliyle Toygar’ı gösterdi. “Bu Toygar keskin nişancıdır. Arazi okuma becerisi oldukça yüksektir. Pek fazla konuşmaz. Onunla zıtlaşmadığın sürece iyi geçinirsin.”

“Bu İkra, yanındaki Lavin. İkisi de iyi ajandır. Teröristlerin arasına öyle bir karışırlar ki sen bile fark edemezsin. Ve Lavin de oldukça iyi bir nişancıdır. İkra ise halkla iletişim konusunda fark atar”

“Bunlarda Uğur, Kuzey ve Yusuf. Üçü de arazi üzerinde baya başarılıdır. Yaptıkları planlar ve buldukları yollar bizi hep kurtarır. Yani onlar bu timin eli ayağı diyebilirim”

Hepsi ile selamlaştıktan sonra Aybars’a döndüm.

“Peki siz” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Siz bu timin neyisiniz?” Aybars sırıtır gibi oldu. Daha sonra kısık sesle konuştu. “Ben hepsiyim, her şeyim” dedi yavaşça. “Ama önemli olan ben değilim, sensin. Söylesene sen bu timin neyi olacaksın?”

Nedenini bilmeden “Madem timin bir parçası olup olmayacağıma siz karar vereceksiniz, o zaman buna da siz karar verin” dedim. İçimde ona karşı bir inat ve ukalalık oluşmuştu. “Nasıl yani?” dedi kaşlarını havalandırarak. “Timin bir parçası olup olmayacağıma zamanla karar veremeyecek misiniz?” dedim. Başını devam et anlamında salladı. “Aynı anda bu timin neyi olduğuma da karar veririsiniz böylece şu an burada oluşan belirsizlikten kurtulmuş oluruz.”

“Peki sen bunu nerden bileceksin?” dedi merakla.

“Size soracağım”

“Gerçekten mi?” dedi küçümseyen bakışları ile.

Kafamı olumlu anlamda salladım. “Gerçekten”

Anlaşılmıştı. Benim bu adamla işim çoktu. Daha buraya geleli bir saat bile olmamıştı. Ancak kendime takacak yeni birini bulmuştum. İçimden bir ses bu adama karşı bir o kadar sessiz ama bir o kadar da gürültülüydü. Gerçekten neler olacağını bilmiyordum. Ama bu adamla olacak olan iş geleceğimi, merak etmeye başlamıştım.

Kapının tekrar tıklatılması üzerine Aybars denen adamla tüm göz temasımı kestim ve kapıya yöneldim. Aybars erkeksi sesi ile kapıdakine seslendi. “Gel”

Kapı açılınca herkes kimin geldiğine baktı. Aybars geleni görünce eli ile gel yaptı. “Gel İbrahim” dedi. İbrahim denen, buradakilerden ve benden epeyce genç duran asker, Aybars’ın yanına geldi. “Komutanım” dedi sadece ve elindeki dosyayı Aybars’a uzattı. Aybars eline aldığı mavi kapaklı dosyayı açtı. Yanında olduğumdan dolayı dosyanın içini görebiliyordum. Dosyanın içerisinde on altı – on yedi yaşlarında olduğunu düşündüğüm bir kız çocuğunun fotoğrafı vardı. Adına doğru baktığımda ‘Habin Soylu’ yazdığını gördüm.

Aybars fotoğrafı eline aldı. O sırada da yanına gelen İbrahim adlı asker anlatmaya başladı. “Komutanım Habin bu sabah teslim oldu.” dedi. Cümlesinin içinde heyecanla karışık bir mutluluk vardı. Aybars ve diğerleri de gülümser gibi oldu. Daha sonra kuzey atıldı. “Komutanım babasına söylemeli miyiz?”

“Elbette” dedi Aybars. Ancak kaşları çatılmıştı. Daha sonra İbrahim’e döndü. “Rıza Soylu. Hemen sorgu odasına getirin”

İbrahim “Emredersiniz komutanım” dedi ve odadan ayrıldı.

🍁

(Yazarın anlatımıyla)

Aybars kendisine gelen dosya ile mutlu olmuştu. Bir çocuk daha kötü bir yoldan dönmüştü çünkü. Bir can daha kurtulmuştu. Bir hayal daha yeşerecekti.

Aybars elindeki mavi dosya ile sorgu odasına doğru yürüyordu. Aklında kurguladığı sahnenin gerçekleşmesini istemiyordu. Çünkü az da olsa Rızayı tanıyordu. Kendi çocuklarını yollayan adamdan ne beklenirdi. Merhamet mi? Özlem mi? Şefkat mi?

Rıza bunların hiçbirine sahip değildi. Çünkü Rıza’nın sahip olduğu bir şeref bir insanlığı yoktu. Aybars kaşlarının çatıklığını düzeltti. Sorgu odasının kapısına geldiğinde derin bir nefes aldı. Daha sonra sertçe kapıyı açarak, odaya girdi. Rıza soylu tam karşısında masada oturuyordu.

Aybars’ın geldiğini görünce kafasını kaldırdı. Aybars konuşmadan Rıza’nın karşısına oturdu. Mavi kapaklı dosyayı masaya fırlattı. Daha sonra Rıza’ya baktı. Rıza suspus karşısında oturuyordu. Aybars ona doğru eğilerek fısıldadı. “Sana güzel bir haberim var” dedi. Rıza ise sükûnetine devam ediyordu. Aybars mavi kapaklı dosyadan Habin’in fotoğrafını çıkardı ve rızaya doğru yöneltti. “Kızın…” dedi yavaşça. “Bu sabah teslim oldu.”

Rıza Aybars’ın cümlesinden sonra hızla resme doğru tükürdü. “Belliydi bunun ne olacağı. Hiç şaşırmadım” dedi. Aybars şaşkınlıkla Rıza’ya doğru baktı. Odaya doğru yürürken vereceği tepkiyi az çok tahmin edebiliyordu ancak o bile bu kadarını beklemiyordu. Sinirle fotoğrafı dosyaya koydu. “En çok neye üzülüyorum biliyor musun, elindeki üç küçük bebe seni baba diye çağırıyor. Ancak büyüyünce ne olduğunu görecekler. Allah ıslah etsin seni” dedi ve hızla kapıya yöneldi. Aybars kapının kulpunu tuttuğunda Rıza arkasından seslendi.

“İki sene kaldın burada Aybars komutan” dedi. Daha sonra nefeslendi. İçtiği sigaraların haddi hesabı yoktu. “İki sene milletle konuşa konuşa verdiğin zararı, her gün tüfeğini ateşlesen bile veremezsin. Var git işine benimle uğraşma!”

Aybars dişlerini sıktı. Konuşmaması gerekiyordu. Ağzını açmaması gerekiyordu. Kapının kulpunu kıracak raddeye gelene kadar sıktı. Daha sonra sinirle dışarı çıktı ve kapıyı hışımla kapattı.

🍁

(Asena’nın anlatımıyla)

Aybars odayı terk edeli yarım saat olmuştu. Bense albay ve odadakilerle oturuyordum. Tanışma faslını geçip biraz sohbet etme imkânı bulmuştuk. Lavin sert gözükse de renkli bir kişiliğe sahipti. Onun hakkında fazlasıyla yanılmıştım sanırım. İlk başta bana attığı sert bakışlarından şu an eser yoktu. Ancak çabuk karar vermemeliydim. Sonuçta buraya geleli çok olmamıştı. Ekiptekileri tanımaya çalışıyordum. Onlarda aynı şekilde beni tanımaya çalışıyordu.

Çok da derin olmayan sohbetimiz Aybars’ın odaya girmesiyle son buldu. Aybars erkeklere doğru döndü. “Hazırlanın” dedi. Toygar ‘ne oldu?’ dercesine kafasını salladı. Aybars “Dün gittiğimiz yere tekrar gideceğiz. Oradakilere anlatmam gereken şeyler var.” dedi. Daha sonra omzunun üstünden bana baktı. “Sen de geliyorsun” dedi. “Bakalım halk ile olan iletişimin gerçekten ağızları açık bırakıyor mu?”

Kendimden emin bir şekilde ayağa kalktım. “Etrafta dolaşan abartılara kulak asmanızı istemem.” dedim hafifçe tebessüm ederek. “Kendiniz görün veya duyun”

Aybars benden aldığı gözlerini kızlara bıraktı. “Kızlar siz çocuklarla ilgilenin.” Dedi. Kızlar emiri başları ile kabul etti. Daha sonra Uğur ve Yusuf’a baktı. “Siz de yarın için gideceğimiz bölgeleri numaralandırın. Geldiğimde planın üzerinden geçeceğiz.” dedi. Onlarda, onlara verilen emiri başları ile onayladıktan sonra ben, Kuzey, Toygar ve Aybars arabaya doğru ilerlemeye başladık.

Aybars ve Toygar öne, ben ve Kuzey ise arkaya bindik. Yol boyunca radyodan yükselen müzikle beraber dışarıya baktım.

Radyodan yumuşakça kulağıma gelen Sezen Aksu’nun sesi içimde oluşan gerginliği biraz olsun hafifletmişti.

“Al beni götür kanatlarında, bu gece

Uçurup diyar diyar sev beni sevilmediğim kadar

Unuttur yalnız yaşadığım her geceyi öyle gel

Gör beni bulup karanlıklarda sar biraz

Ki doğmasın sabahlar al sevgim hiç vermediğim kadar”

Arabanın durduğunu hissettiğimde etrafıma bakındım. Eski, yıkık, dökük bir kahvehanenin önünde durmuştuk. Arabadan indiğimizde Aybars silahını çıkarıp koltuğa koydu. Yanına ulaştığımda arkasına döndü. Ardından da toygara ve kuzeye durun işareti yaptı. “Siz arabada bekleyin” dedi. Kuzey çıkışacak gibi oldu ancak Aybars ona doğru keskince baktı. Kuzey kafasını yere eğdi. Aybars’ın bu ekip üzerinde gerçekten katı bir otoritesi vardı. Ve itiraf etmek gerekirse bu otoriteden hoşlanmıştım. Çünkü bence olması gereken buydu.

Aybars bana gel işareti yaptığında ikiletmeden peşinden gittim. Kahvehaneye girdiğimizde eliyle elam verdi. “Selamın Aleyküm ağalar”

Herkes kapının eşiğinden adımını atan bana ve Aybars’a döndü. “Aleyküm Selam” diye yanıt verdiler”

Aybars ortada duran boş masaya doğru ilerledi. Ardından bir sandalye çekti ve oturmam için işaret etti. Bu centilmenliği yapmasını beklemiyordum açıkçası. Beni oturttuktan sonra kendi de bir sandalye çekip oturdu.

Daha sonra daha deminden beri canavar görmüş gibi bizi izleyen ahaliye baktı. “Önceki gelişimde aranızda olmayanlar olabilir. Ben Kıdemli Üsteğmen Aybars Ateş”

“Memnun olduk komutan” diye atıldı biri. Aybars sesin geldiği yöne doğru döndü. “Eyvallah kardeşim senin ismin ne?”

“Soner”

“Memnun oldum Soner kardeşim.”

Soner kafasını salladı. Aybars diğer adamlara doğru döndü. “Senin ismin ne dayı?” diye sordu.

“Kadir Solmaz” diye yanıt verdi, esmer pos bıyıklı, kasıntı gibi duran adam.

“Eyvallah memnun oldum. Bende işte sizinle aynı çayı içen, aynı yemeklerden yiyen, aha şu kötü yoldan her gün gelip geçen Aybars Ateş. Bende köy çocuğuyum. Sabanı tırpanı iyi bilirim. Dağlarda büyüdüm sayılır”

Ben dahil herkes çıtını çıkarmadan Aybars’ın konuşmasını dinliyorduk.

“O yüzden gelin siz şu kardeşinize kulak verin. Allah için…” dedi yalvarır gibi. “Şu nefreti bir kenara bırakalım. Başka türlü biz bu terör denen illetten kurtulamayız. Nefret bitmezse bitmeyecek”

Kanım kaynar gibi oldu. İçimdeki nefretin kıpraştığını hissettim. İçimdeki ateş harlandı sanki.

“Soner kardeşim” dedi Aybars. “Senin evladın öldüğünde ben mi kazanacağım? Benim evladım öldüğünde sen mi kazanacaksın? Biz, siz kim ya? Kim çıkardı bunu? Ben söyleyeyim kim çıkardı. Bizim evlatlarımız, yavrularımız öldüğünde ceplerini parayla dolduranlar çıkardı. Kurban olayım şu adamların ekmeğine daha fazla yağ sürmeyelim. Ben kötü bir şey demiyorum ki. Bir olalım diyorum. Kardeş olalım diyorum. Yıkılmayalım istiyorum. Daha fazla ocağa daha fazla ateş düşmesin diyorum. Ölen bebeler değil, gülen yüzler olsun istiyorum.”

Tüylerimin ürperdiğini hissettim.

Dayanamadım. “Çocuklarımızın eline silah değil… oyuncak vermemiz gerekiyor. Onların dağlarda değil parklarda dolaşması gerekiyor. Ve en önemlisi, onların bu yaşta ölmesi değil, yaşaması gerekiyor.” Dedim. Adamlar konuşmadan yüzümüze bakmaya devam etti. Gözlerim Aybars’a doğru ilerledi. O da susmuş beni dinliyordu. Yüzünde herhangi bir duygunun eseri yoktu.

Aybars bana baktıktan sonra adamlara doğru döndü. “Duydunuz” dedi. “Biz bu toprakların çocuğuyuz ağalar. Ama vatana ihanet değil hizmet ediyoruz. Yaşamak elbette önemli. Ancak asıl mesele nasıl yaşadığındır. Siz evlatlarınızın bir hain olarak mı nefes almasını mı istiyorsunuz, yoksa vatan uğruna nefes vermesini mi?”

Kimse konuşmadı. Hatta kimse bizden tarafa doğru bakmadı bile. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu algılayamamıştım. Aybars ifadesizce ayağa kalktı. Onunla beraber bende ayaklandım. Aybars’tan önce çıktığımda Aybars omzunun üstünden adamlara doğru seslendi. “Kalın sağlıcakla”

Arabaya doğru ilerlediğimizde Kuzey geldiğimizi gördü. “Ne oldu komutanım, bir sıkıntı mı var?” Aybars arabaya bindi. “Biz de bilmiyoruz kuzey” dedi. “Göreceğiz sıkıntı çıkacak mı”

Arabaya bindiğimizde Toygar arabayı hızla çalıştırıp ilerlemeye başladı. Yaklaşık yarım saat sonra tekrar askeriyede idik. Aybars arşiv odasına girerek eline birkaç tane harita aldı. Daha sonra hep birlikte toplantı odasına girdik. Herkes toplantı odasına geldiğinde Aybars aldığı haritaları masanın üzerine koydu. Haritaları açtığında ne kadar büyük olduklarını daha rahat anladım. Üzeri karalanmış, numaralandırılmış veya zaptiye ile işaretlenmiş bölgeler vardı. İşaretlenmiş bölgeler ormanın yoğunlukluydu. Çünkü hainler genelde ağaçların sık olduğu bölgelere saklanırdı. Elimi işaretlenmiş bölgede ilerlettim. Bölge parsellenmiş ve ayrılmış olarak çizilmişti. Parsellerin üzerinde mutlaka bir tünel izi vardı. Çoğu bulunmuş ve imha edilmişti.

Ancak dikkatimi çeken bir nokta vardı. Tünellerin hepsi aynı yöne doğru gidiyordu. Yani şehir merkezine doğru. İmha edilmiş tam yirmi bir sığınak vardı. Aybars eline uzun ince bir çubuk aldı. Çubuğu benim az önce elimi gezdirdiğim patikaya doğru ilerletti. “Burası, tamamı ile örgütten arındı. Şimdiki hedefimiz, yandaki dördüncü patika. Bu patika diğerlerinden üç kat daha uzun. Yani bu demek oluyor ki önümüzdeki birkaç gün askeriyeye dönemeyeceğiz. O yüzden hazırlığınızı ona göre yapın.

Ben, Toygar ve Yusuf. Patikanın yanında ki ormana gireceğiz. Kuzey ve uğur siz patika doğrultusundan ilerleyeceksiniz. İkra ve Lavin…” dedi ve durdu. O ana kadar kimse Lavinin odada olmadığını fark etmedi. Etrafımıza baktık ancak Lavin odada yoktu. Sinirle “Lavin nerede?” diye sordu Aybars. Ardından kapı açıldı. Ve içeri az önce yokluğu fark edilen Lavin giriş yaptı. Ancak onda bir gariplik vardı. Sarı saçları havada karışmış ve sanki kavga etmiş gibi duruyordu. Herkes ona doğru döndü. Aybars kaşlarını çatarak “Neredesin sen, ne bu halin?” diye sordu. Lavin de saçlarını düzeltmeye çalışarak. “Özür dilerim komutanım. En son ki görevde kir pas içinde kalınca bir duş almak istemiştim.” dedi ve kaşlarını çatarak Kuzey’e baktı. “Ancak hainin bir şampuanımı yapıştırıcı ile değiştirmiş.” Kuzey haritadan gözlerini ayırmadı. Lavin hızla Kuzey ve İkra’nın arasına durdu. İkra elleri ile Lavin’in saçını düzeltmeye başladı. Uğur, Yusuf ve Kuzey ise bıyık altından gülüyordu. “N’olmuş saçlarına senin” dedi İkra. Kuzey lafa karıştı. “Lavin, maymundan geliyor, bilmiyor musunuz?”

Lavin derin bir nefes aldıktan sonra iki elini kuzeyin boğazına geçirdi. “En azından ben kalkıp gelmişim, sen gelememişsin, maymun olarak kalmışsın” dedi ve Kuzeyi boğmaya başladı. Aybars yumruğunu masaya vurdu. “Yeter!” dedi sinirle. “Burada ciddi bir mesele görüşüyoruz, siz ne yapıyorsunuz! Kendinize gelin!” herkes birden ciddileşti ve sustu. Aybars sinirini bir kenara bırakarak anlatamaya devam etti. “Biz orman içinde tarama yaparken kuzey ve uğur da patika taraması yapacak. Lavin ve İkra siz patikanın başında gözcülük edeceksiniz. Size ihtiyacım olacak.”

Herkes kafasıyla onayladı. Ardından hızla atıldım. “Ben, ben ne yapacağım?” diye sordum. Aybars ciddiliğinden ödün vermeyerek “sen bu planda yoksun” dedi. Kaşlarımı çattım. “Nasıl yokum? Ben buraya boş durmaya gelmedim herhalde. Ya da beni burada gezmem için göndermediler. Öyle değil mi?”

“Onu seni buraya boş yere gönderenlere sor.”

“Ben buraya boş yere gönderilmedim. Beni görevsiz bırakıp boş dolaşmama sebep olan sizsiniz!” dedim. Sesim gereğinden yüksek çıkmıştı. Aybars tam ağzını açacakken toygar Aybars’ın kolunu çekiştirdi. Aybars toygara doğru döndü. Daha sonra toygar el kol hareketleri ile Aybars’a bir şeyler anlattı. Neden konuşmadığını bilmiyordum.

Aybars toygarın el kol hareketleri bittikten sonra ona karşılık verdi. “onu zaten ben yapıyorum” dedi. Toygar tekrar bir şeyler anlatmaya başlayınca Aybars gözlerini devirdi. Toygar ise bütün ciddiliği ile el kol hareketleri kullanarak ona bir şeyler anlatmaya çalıştı.

Aybars bana doğru döndü. “sen, halk arasına karışacaksın. Bir taraftan halk ile iletişime geçeceksin, bir taraftan da ters giden bir şey olursa müdahale edeceksin” dedi. Normalde bunu seve seve yapardım ancak bu görevi bu adamın vermesine sinir olmuştum. Ben buraya insanlara yararlı olmaya vatanı korumaya verdiğim sözleri layığı ile yerine getirmeye gelmiştim. Avare avare dolanmaya değil.

Neyse ki toygar imdadıma yetişmişti.

   🍁

Tim göreve gideli iki gün olmuştu. Ne yaptıkları hakkında hiçbir fikrim yoktu. İçimde ise kötü bir his vardı. Belki de buraya gelmekle hata etmiştim. Beni burada yabancı görüyorlardı. Buraya alışırım sanıyordum ama yanılıyordum. Nedendir bilmem kimse beni sevmiyordu. Bu sadece bu tim ile ilgili değildi. Daha öncede katıldığım -daha doğrusu mesut albayın zoru ile mecbur bırakıldığım- birkaç tim olmuştu. O timlerin hepsinde de farklı farklı sorunlar yaşamıştım.

 

Galiba bu timde de aynısı olacaktı. Ancak artık sorun etmiyordum. Sorun etmiyordum çünkü ben sevilmemeye alışıktım. İnsanları suçlamıyordum. Kimse beni sevmek zorunda değildi. Ama sevselerdi güzel olurdu. Hem yabancı kaldım hem elimde acı.

Moralimi bozmamaya çalışarak bana verilen göreve odaklandım. Hslk arasına karışmaya başladım. Önce yolun kenarında oturan teyzeler ile tanıştım. Onlarla yaptığımız tatlı sohbet baya sürmüştü. Nedendir bilmiyorum ama onlarla konuşmak bana iyi gelmişti. Onları örgüt hakkında bilgilendirmeye çalıştım. Kimisi anladı kimisi ise bu konuşmamdan hoşnut olmadı. Hoşnut olmayan teyzeye biraz yumuşak yaklaşmaya çalışsam da pek ikna olmadı. Sebebini daha sonra öğrenecektim. Bana pek inanmayan ve adının Roni olduğunu öğrendiğim teyzenin yanından ayrıldıktan sonra mahalle fırınına girdim. Orada Osman adında çok tatlı fırıncı bir amca vardı.

Onunla da uzun uzadıya sohbet ettik. Ben onu örgüt hakkında bilgilendirmeye çalıştım. O da bana katıldığını söyledi. “Aman kızım, bizden kimse destek vermez bu piçlere. Korkmayasın, kaygılanmayasın. Ben kızımı oğlumu kimselere vermem.”

“Sen vermezsin Osman amca da bunların ne yapacağı belli olmaz. Bir bakarsın senden habersiz alıp gitmişler. Sen oğlunu, kızını uyar gene de” dedim. Bana doğru gülümsedi. “Ey, peki. Madem komutan kızım öyle diyor. Öyle yaparız”

Gülerek ona doğru baktım. “Ben kalkayım artık Osman amca, gitmem gereken çok yer var. Çay için de teşekkür ederim” dedim ve kapıya doğru yöneldim. “Aman komutan kızım, lafı bile olmaz. Gene gel emi? Bu amcan pek yalnız buralar da”

“Gelirim gelirim Osman amca. Merak etme.”

“Eyi, haydi var git işine”

“sağ olasın Osman amca, hadi kolay gelsin.”

“sağ ol komutan kızım”

Osman amcanın fırınından çıktıktan sonra yolda toplaşan ergen grubunu çevirdim. Onlarla da hem sohbet ettik hem de şakalaştık. Aralarında beş yaşında kız da vardı, on sekiz yaşında reşit erkek de. Onları da bu tehlikeli örgüt hakkında bilgilendirmeye başladım. Küçük olanlar anlattıklarımdan korksa da büyük olanlar ne demek istediğimi anlamıştı. Zaten önemli olanda büyüklerin anlamasıydı.

Ancak daha sonra beklemediğim bir şey oldu. On beş, on altı yaşında olduğunu düşündüğüm çocuklardan biri “abla benim babam şerefsiz ne yapmalıyım?” diye sordu. Gülmemeye çalıştım ancak çok zordu. Böyle bir soruya nasıl cevap verilirdi ki?

“Sen içinden geleni yap ablacım.” Dedim ve elini kalbinin üzerine koydum. Bir yandan da gülmemek için zor duruyordum. “Burayı dinle.” Kafasını sallayarak beni onayladı. Daha sonra onlarla konuşmaya devam ettim. Daha sonra gözüme marketin önünde duran ve dakikalardır bizi dinleyen adam çarptı. Çocuklarla ettiğimiz sohbeti bilmiyorum ama, onları bilgilendirdiğim kısmı can kulağı ile dinlemişti. Çocukların yanından ayrıldıktan sonra dayanamayıp yanına gittim.

“Selamın Aleyküm” dedim nazikçe.

“Aleyküm Selam” diye yanıt verdi.

“Bir sıkıntı mı var acaba şey…”

“Erzan”

“Heh, Erzan dayı. Acaba bir sıkıntın mı var?”

“Nereden anladın?” dedi. Derin bir nefes çektim. Daha sonra kapının önünde duran taburelerden birini alarak yanına oturdum. “Gençlerle konuşuyordum. Onları örgüt hakkında bilgilendirmeye geldim. Sohbeti pek dinlemedin ama bilgilendirmem hoşuna gitti sanırım. Bir beni dinledin bir çocuklara baktın.”

Erzan dayı içini çekti. Daha sonra tekrar çocuklara doğru baktı. “Benim de bir oğlum var komutan” dedi. Sonra kafası yere doğru eğildi.

“Allah bağışlasın” diye yanıtladım. “Nerede?”

Erzan dayı yüzüme baktı. “Örgütte” gözlerim kocaman açıldı. “Örgütte mi? Kendi isteğiyle mi?”

Erzan dayı tekrar kafasını eğdi. “Zorla götürdüler komutan, zorla aldılar oğlumu.” Erzan dayı derin bir iç daha çekti. “Evlat hasreti nedir bilir misin komutan, tam beş senedir yüzünü görmemişim.”

İçime bir hüzün yerleşti. “Anası yedi sene önce ölmüş idi. Ondan bana bir tek oğlum kamış idi komutan. Onu da aldılar elimden. Hiçbir şey edemedim. Hiçbir şey gelmedi elimden. Kurtarmaya çalıştım yapamadım.”

Erzan dayının gözünden bir damla yaş aktı. O an ne yapacağımı bilemedim. Erzan dayı elinin tersi ile gözünün yaşını sildikten sonra devam etti. “o gittiğinden beri burada oturup yolunu gözlüyorum. Bir umut döner diye” o an benimde gözüm yaşardı. Ama daha sonra kaşlarım çatıldı. Ve Erzan dayının yüzüne baktım.

“Erzan dayı”

🍁

Aybars ve ekibi ormanın içerisinde bir ölü misali ilerliyordu. Beline sarılan kemerinde iki adet silahı vardı. Giydiği kamuflajlı kıyafetleri, ormanda görünme şansını azaltıyordu. Yanında Yusuf ve Toygar vardı. İkra ve Lavin de dağın başında, yüksek bir yer de keskin nişancı konumundalardı. Uğur ve Kuzey ise patika boyunca ilerliyorlardı. İçinde oldukları araba külüstüre yakındı. Arabanın bagajında bulunan patlayıcılar, ayaklı tehlike misaliydi. Üzerlerine giydikleri çiftçi kıyafetlerinin altında ikişer silah vardı.

Kuzey şoför koltuğunda, Uğur ise yan tarafta oturuyordu. İkisi de oldukça gergindi. Hem belli olmaları çok büyük bir ihtimaldi, hem de içinde oldukları aracın arkasında bir sürü patlayıcı vardı.

Arabanın hızı yavaşlamaya başlayınca Uğur merakla sordu. “Ne oldu lan, niye durduk?”

Kuzey “anlamadım ki” diyerek cevap verdi. Kontağı çıkarıp tekrar taktı. Ardından arabayı tekrar çalıştırmayı denedi. Ancak arabada tık yoktu. Kuzey kapıyı açmaya yeltenince Uğur kolunu tuttu. “Bekle” dedi fısıldayarak. “Bende geliyorum”

Kuzey kafasıyla onayladı. Ardından ikisi de aynı anda arabadan inip kapıyı kapattı. Kuzey arabanın kaputuna yöneldi. Uğur ise bir eli silahında etrafı kolaçan ediyordu. Aradan geçen beş dakika içinde Kuzey homurdanmaya başladı. Uğur bir yandan etrafı, bir yandan da kuzeyi kontrol ediyordu. “Hadi amına koyayım, acele et biraz.” Diye söylendi.

Kuzey kafasını kaldırıp uğura baktı. “Şu an da sana karşı sarf etmek istediğim sözcükler dudaklarımın arasında dans ediyor. Dua et işim var. Ama askeriyeye döndüğümüzde ağzına sıçacağım”

Uğur gözlerini devirdi.

Kuzey geçen on dakikanın sonunda kaputu kapattı. Ardından hızla arabaya bindi. Kontağı tekrar çevirerek arabayı çalıştırmayı denedi. İşe yaramıştı. Araba çalışıyordu. Kafasını camdan çıkarıp Uğur’a seslendi. “Babanda mı tamirciydi be!”

Uğur, Kuzey’e bakmadı. Elini hızla silahına götürdü. Ve yavaşça ilerlemeye başladı. Kuzey gerilmişti. Hızla arabadan inip silahını tuttu. Ardından Uğur’un yanına doğru ilerlemeye başladı. “Ne oldu?” diye sordu sessizce. Uğur önce cevap vermedi. Kuzey bir soru daha yöneltince ise dayanamadı. “Sessiz ol” dedi fısıldayarak.

Çalıdan gelen hışırtı ikisini de korkuttu. Aynı anda silahlarını çıkarıp çalıya doğru tuttular. Çalıdan gelen ses şiddetlendi. Daha sonra ise gördükleri karşısında ikisi de birden silahını indirdi.

Çünkü karşılarını çıkanın bu olacağını tahmin etmiyorlardı.

Karşılarında yaklaşık dokuz yaşında, üstü başı kir pas içinde, kıyafetleri yırtık bir kız çocuğu belirdi. Uğur yavaşça çocuğa yaklaştı. Kuzey bir anda Uğur’un kolundan tuttu. “Dikkat et”

Uğur kafasıyla onu onayladı. “Senin burada ne işin var” diye bağırdı yavaşça. Kuzey hızla Uğur’un kafasına vurdu. “Geri zekalı”

Daha sonra ona aldırış etmeden kızın yanına doğru ilerlemeye başladı. Uğur kızın yanına varınca yere çömeldi. Kuzey ise etrafa bakıyordu. İçerisinde oluşan kasvet, onu rahatsız etmişti. Uğur kıza daha çok yaklaştı. “Senin burada ne işin var?” dedi tekrardan. Kız cevap vermedi. Gözleri doldu. Uğur ellerini kıza uzattı. “Gel” dedi yavaşça. “Gel yardım edelim sana. Buralı mısın sen?”

Kız yine cevap vermedi. Uğur bir adım daha atmaya yeltendiği sırada küçük kız hıçkırdı. Ve gözlerini kapattı. Uğur anlamaz gözlerle kıza bakarken, küçük kız şakağından vurularak yana yığıldı.

Kuzey silah sesinin geldiği yöne doğru dönünce ağaçların arasında duran bedeni gördü. Hızla nişan alıp ateş etti. Uğur da ayağa kalkacağı sırada omzunda hissettiği acıyla küfretti. Elini omzuna götürdü. Ardından eline yayılan sıcaklığa baktı.

Vurulmuştu.

Kuzey tekrar nişan alıp, Uğur’u vuran adamı indirdi. “Arabaya koş!” diye haykırdı.

Uğur hızla arabaya doğru ilerledi. Kolundaki kan akışını kesmesi gerekiyordu. Aksi halde çok kan kaybedecekti. Arabaya ulaştıktan sonra yere çömeldi. Hızla üzerindeki gömleği çıkarıp omzunu sardı. Ardından güçlü bir düğüm attı. Kan akışı biraz olsun yavaşlamıştı. Acısının ise haddi hesabı yoktu. Kuzey ateş ederek arabaya doğru geriledi. Arabaya vardığında Uğur yere yatmış nişan alıyordu.

Birkaç el ateş ettikten sonra tetik boşa çıktı. “Lan! Mermi bitti” dedi haykırarak. “Nasıl bitti?” diye cevap verdi Kuzey.

Uğur cevap vermek istedi ama veremedi. Kolundaki acı gittikçe artıyordu. Kuzey yere uzanmış bir şekilde gelenlere ateş ediyordu. Patikanın üzerinden hunharca geliyorlardı. “Uğur!” diye bağırdı. “Bir şey yap, köpek sürüsü gibi geliyorlar” bir kişi daha indirdi. “Yetişemiyorum!”

Uğur olduğu yerde dizlerinin üzerine durdu. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Kolundaki acısını kısa bir süre için unutmaya çalıştı. Gözlerini çevresinde gezdirdi. Yanında duran tekere doğru baktı. Nasıl olduğunu bilmiyordu, ama teker çıkmıştı. Arabanın altında tek parça halinde duruyordu. Aklına bir fikir gelmişti. Çömelir hale geldi. Bagaja doğru ilerleyip bagajdaki benzin bidonunu kucağına aldı. Ardından arabanın torpidosundaki matarasını aldı. Mataranın içindeki suyu boşalttı. Onun yerine benzinle doldurdu. Daha sonra omzuna bağladığı gömleği çözdü. Acı içinde dişlerini sıktı, ama yapacak başka bir şeyi yoktu.

Çözdüğü kumaş parçasını benzin doldurduğu şişenin etrafına doladı. Şişeyi tekerin ortasına yerleştirdikten sonra kuzeye seslendi. “Kuzey! Bombayı yolla”

Kuzey kendisine seslenen Uğur’u duyunca belinde asılı duran bombayı ona doğru fırlattı. Uğur bombayı alır almaz, tekerin ortasına yerleştirdiği şişeden arta kalan iple bombayı bağladı. O sırada Kuzey “Uğur, amına koyayım, ne yapacaksan çabuk yap!”

Uğur bombayı bağladıktan sonra Kuzey’e seslendi. “Yolluyorum”

Kuzey kafasıyla onayladı. Uğur tekeri ilerletti. Arabanın ucuna doğru yanaşınca tekeri öne, arkaya yuvarlamaya başladı. Daha sonra tekeri geriye alarak tüm gücü ile ileri doğru itti. Teker yuvarlanarak teröristlerin yanına doğru ilerlemeye başladı. Kuzey silahını yerleştirdi. Tekerleğe doğru nişan aldı. O an kulağındaki tüm sesleri susturdu. Sadece nefes alıp verdi. İşaret parmağı tetiği aşağıya indirdiğinde silah boşa çıktı. Kuzey o on endişeyle kafasını kaldırdı. Tekrar tetiği indirdi ancak silah tekrar boşa çıkmıştı.

“Has siktir” dedi ağzının içinde. Tekerlek giderek teröristlere yaklaştı ama ateş eden yoktu. Uğur endişeyle tekerleğe doğru baktı. Acı içinde kuzeyin tekerleği vurmasını bekliyordu. Ama bilmiyordu ki mermi bitmişti. Kuzey çaresizce Uğur’un yanına doğru ilerlemek için adım attığında büyük bir patlama sesi ile kulakları çınladı.

Tekerlek taşıdığı benzin ve bombanın birleşimi ile patlamıştı. Hem de tam da teröristlerin yanında. Yanan adamlar acı içinde bağırmaya başladı. Kimisi patlama ile ölmüş, kimi ise yanmıştı. Kuzey çınlamanın etkisinden çıktıktan sonra kapattığı gözlerini açtı. Yanan patikayı ve adamları görünce şok oldu.

Tekerleği o vurmamıştı. Çünkü ateş edecek mermisi yoktu.

Hızla karşıya doğru baktı. Patlamaya rağmen hâlâ gelenlerin ardı arkası kesilmemişti. Sinirle dişlerini sıktı. Ardından beklemediği bir şey daha oldu. Karşısında ki adamlar teker teker vurulup yere yığılmaya başladı. Kuzey şaşkınlıkla karşıya baktı. Ardından gözleri Uğur’a kaydı. Uğur olduğu yerde kıvranıyordu.

Tam kalkacağı sırada kulağının dibinde patlayan silah sesi ile irkildi. Vurulduğunu düşündüğü sırada kolunda bir kuvvet hissetti. Kafasını o yöne çevirdiğinde gözlerine inanamadı.

Üsteğmen Asena Alsancak buradaydı.

Kuzey sevinçle atıldı. “Komutanım!”

Asena çatık kaşları ile Kuzey’e baktı. “Siz salak mısınız, yoksa numara mı yapıyorsunuz?” dedi. Kuzey anlamaz gözlerle Asena’ya bakıyordu. “Anlamadım komutanım”

“Patikanın ortasından giderek yem mi olmaya çalışıyorsunuz diyorum. Geri zekalı mısınız diyorum” diye çıkıştı Asena.

Kuzey kafasını eğdi. Asena ise daha deminden beri belinde taşıdığı silahı ona uzattı.

“Tut şunu. Patikaya inmelerine izin verme!”

Kuzey kafasıyla onayladı. Ardından hızla yüz üstü yere uzandı. Hızla nişan alarak yokuş aşağı inen adamları vurmaya başladı.

O sırada Asena uğurun yanına vardı. “İyi misin?” diye sordu endişeyle. Uğur kafasını salladı. Ancak yalan söylüyordu. Eli omzunda, dişleri birbirine kenetli bir halde yerde kıvranıyordu. Asena ters bir bakış attıktan sonra belinde taşıdığı çantadan kalın bir ip çıkardı. Omzuna doğru uzandığında Uğur’a döndü. “Müsaade var mı?”

Uğur hızla kafasını olumlu anlamda salladı. Asena aldığı onayın ardından Uğur’un omzundan kalın ipi geçirdi. Daha sonra ipin ucunu doladı. Ardından da sıkı bir düğüm attı. Uğur olduğu yerde kıvrandı. “Askeriyeye kadar dişini sıkmalısın” dedi Asena.

“Şu an yaptığım gibi mi komutanım?” diye yanıtladı uğur. Asena kafasını salladı.

Bir an için gözünün önüne babası gelmişti.

“Baba!” diye bağırdı küçük kız. Babası yanına gelen kızını hızla kucağına almıştı.

“Ne oldu baba, niye hasta oldun sen?”

“Asker adam hasta olmaz” dedi babası. “Gücüm düşmüş sadece” diye ekledi. Küçük kız olduğu yerde mızmızlandı. “hıı, yalancı. Omzunu neden sardılar o zaman?”

O zaman yaşı küçüktü. Tam anlayamamıştı ama hissetmişti acısını.

“Küçüktüm anlayamadım baba. Çocuktum anlayamadım baba. Cahildim anlayamadım baba. Affet düşünemedim. Çok yandı mı canın?” diye geçirdi içinden.

Daha sonra Kuzey’in çaresiz çağrısıyla bölündü düşünceleri. “Komutanım!” diye bağırdı kuzey. “Yetişemiyorum”

Asena hızla ayağa kalktı. Bir şeyler düşünmesi gerekiyordu. Bir yol bulması gerekiyordu. Gözlerini etrafta gezdirdi. En solda uğurun kullandığı, benzin bidonu gözüne çarptı. Çoğu hala duruyordu. Hızla kuzeye doğru bağırdı. “Kuzey!” dedi. “Çakmağın var mı?”

Kuzey tek eliyle silahı tutarken, tek eliyle pantolonun cebindeki çakmağı çıkardı. Saniyelik bir hareketle çakmağı Asena’ya doğru fırlattı. Asena hızla çakmağı eline aldı ve cebine koydu. Ardından da kuzeye doğru seslendi. “Beni koru!”

“Komutanım bu çok tehlikeli” diye cevap verdi kuzey. Asena çatık kaşlarıyla ona doğru baktı. “Kes sesini ve dediğimi yap”

Kuzey kendisine verilen emri dinlemek zorunda kaldı. Asena eline aldığı benzin bidonuyla patikaya doğru yürüdü. Birkaç metre sonra ise bidonu ters çevirdi ve ilerlemeye devam etti. Yola dökülen benzin bir müddet sonra bitti.

Asena boşalan bidonun hafifliğini hissedince bidonu bir kenara fırlattı ve çakmağı çıkarmak için elini cebine götürdü. Çakmağa dokunduğu sırada, arkasında oluşan kuvvetle şiddetli bir biçimde yere yapıştı.

Ayağa kalmaya yeltendiği sırada üzerine büyük bir yük bindi. Üzerindeki yükten kurtulmaya çalıştığı sırada sırtını yer döndürmeyi başardı. O an gözleri bir hainin gözleri ile kesişti. Adam hızla elinde ki bıçakla üzerine çullandı. Asena kuvvetli kollarıyla, kendisine saldırmaya yeltenen kolları durdurdu.

Adam üstte, Asena altta büyük bir güç gösterisi sergileniyordu. Adam bir an için kuvvetini azaltır gibi oldu. Şaşkınlıkla Asena’ya baktı. “Küçük komutan büyümüş…” dedi fısıldarcasına. Asena bir an için durdu. Duyduğu cümleyi hazmetmeye çalıştı. “Ne dedin sen?” diye sordu aniden. “Öksüz komutan büyümüş” dedi adam.

Asena duyduklarına inanamadı. “Babamı…” dedi yavaşça. Adam Asena’nın güçsüzlüğünü fırsat bilip bıçağı koluna sapladı. Ardından psikopatça gülümsedi. “Evet” dedi. “Tanıyorum. Alacağımız topraklardan, sildiğimiz adamı nasıl unuturum?”

Asena acıyla kasıldı. Ancak şu an içinde acıdan daha tehlikeli bir duygu barındırıyordu.

Nefret. Ve nefretin tetiklediği intikam duygusu.

İçinden kuvvetli bir besmele çekti. Ve yaralı olmasına rağmen kollarıyla adamı yana savurdu. Adamın kanlı ellerinden savrulan bıçak artık Asena’nın elindeydi. Hızla bıçakla adamın üzerine atıldı. Bu sefer o üstteydi. “Biz” dedi yavaşça. Sesi nefret ve hüzün doluydu. Bıçağı adamın kafasına doğru yöneltti. Adam hızla Asena’nın elini kavradı. “Bir ölür, bin diriliriz…”

Adam tüm gücüyle Asena’ya karşı koymaya çalışıyordu. Ancak bilmiyordu…

Asena çok büyük birinden yardım alıyordu. Sırtı çok sağlam bir ağaca dayalıydı. Ve o dayanak, o küçücük beyninin algılayamayacağı kadar köklüydü.

O dayanak Allah’tı.

Asena uğruna öleceği rabbi tarafından koruma altındaydı. İçinden çektiği her besmele, alacağı yüz kalkana bedeldi.

Asena önce bıçağın yükünü hafifletti. Adamın elleri gevşer gibi oldu. Asena bu fırsatı havada kaptı ve bıçağı tüm gücüyle, önce havaya kaldırdı. Ardından hızla adamın gözüne sapladı. Adam acı içinde haykırmaya başladı. Asena nefretinin kontrolü altına girmişti. Bu çığlıklar onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bıçağı tekrar kaldırdı. Bu sefer sapladığı yer boğazı oldu. Daha sonra yetinemeyip şah damarını da kesti. Elindeki bıçağı sertçe yere savurdu. Ellerini yumruk yapıp kafasını gökyüzüne çevirdi. O an olabildiğince büyük bir çığlık attı. Boğazındaki damarla belirginleşene kadar haykırdı. Esen rüzgar saçlarını geriye doğru attı. Gözlerinden akan yaşlar önce çenesine, çenesinden de yere damladı.

Daha sonra tekrar yere doğru döndü. Teröristin boş bakan gözlerini gördü. Yavaşça ona doğru eğildi. “Hepinizi bu dünyadan sileceğim” dedi sakin ama bir o kadar tehditkâr bir biçimde. “Hepinizi…” dedi ve göz yaşlarına hâkim olamadı. Kanlı eliyle göz yaşlarını silmeye çalıştı. Yüreği artık kaldıramıyordu. Hızla ayağa kalktı ve cebindeki çakmağı çıkarıp, yaktı. Daha sonra demin benzinle süslediği yolu ateşe verdi.

Ardından boğazında hissettiği kuvvetle sendeler gibi oldu. Güçlü kollar tarafın sarılan boğazından nefes alımı yapamıyordu. Elleriyle güçlü kollara doğru vurup, kurtulmaya çalıştı, lakin başaramadı. Ardından bacağını kaldırıp, arkasındakinin bacak arasına kuvvetli bir tekme savurdu.

Boğazını saran kollar gevşeyip ayrıldı. Asena hızla arkasına doğru döndü. Karşısında gördüğü adam baya heybetliydi. Ama bu heybetin karşısında bir gram bile bir korku oluşmadı. Kırıntısı dahi yoktu. Türk askerinin en güzel özelliklerinden birisi de buydu. Düşman ne kadar güçlü, kuvvetli, avantajlı olursa olsun Türk asla korkmazdı.

Çünkü Türk’çe imkânsız diye bir şey yoktu.

Asena hızla adama doğru atıldı ve parmaklarını, adamın göz çukuruna bastırdı. Adam acısından aldığı güçle Asena’nın ellerini sıktı. Kurtulmak için çırpınmaya başladığı sırada, Asena etrafında bir tur dönerek adamı ateşle süslediği yola doğru fırlattı.

Adam düştüğü ateşte cayır cayır yanmaya başladı. Asena güler gibi oldu. “Bütün sürprizi bozdum sanırım” diye mırıldandı.

Sonra gözleri kuzeye doğru kaydı. Kuzey, elindeki silahı bırakıp yanına gelen adamla boğuşuyordu. Asena yerde gördüğü kalın odunu alıp koşmaya başladı. Yanlarına vardığında elindeki odunla, kuzeyin üzerindeki adamın kafasına vurdu. Adam yer yığıldıktan sonra Asena elini kuzeye doğru uzattı ve onu yerden kaldırdı. “Bir şeyin var mı?” diye sordu Asena. Kendi yaralarını umursamadan. Kuzey hayır anlamında kafasını salladı. “Komutanım, siz iyi değilsiniz” dedi endişeyle.

Asena kolunu tuttu. “Önemli bir şey değil” dedi sakince. Elindeki sopayı yavaşça yere bıraktı ve uğurun yanına doğru ilerlemeye başladı. Tam o sırada kafasına aldığı darbeyle yere yığıldı. Hızla sırtını yere çevirdi. O an tekrar bir köpekle göz göze geldi. Yine üzerindeydi. Adam elleriyle Asena’nın boğazını tuttu. Asena dermanı olmayan kollarıyla, adamın kollarına vurmaya çalıştı. Ancak nafileydi. Üzerindeki adam haince sırıtıyordu.

Nefesse acıkan ciğerleri adeta yanıyordu. Kızaran çehresi, ve yaşaran gözleri boğulduğuna dair en belirgin işaretlerdi. On sıkıca gözlerini kapattı.

Her şeyin bittiğini düşündüğü sırada boğazını sıkan eller gevşedi. Yüzüne sıçrayan sıcak kırmızı sıvı, görüşünü kapattı.

Boğazını saran eller tamamen serbest kalıp, yana doğru düşünce, Asena derin bir nefes aldı. Havasızlıktan patlamak üzere olan ciğerlerini havaya boğdu. Göğsü hızla inip kalktı. Parmaklarını toprağa geçirdi. Gözlerine dolan yaşlar iki ayrı taraftan toprağa aktı. Daha sonra nefessizliğin verdiği yorgunlukla kafasını yan yatırdı.

Ve o an gözleri, ona tamamı ile yabancı ama bir o kadar da tanıdık gelen gözlerle karşılaştı.

Siyah, kapkaranlık hareler.

Aybars Ateş'in hareleri…

Loading...
0%