Yeni Üyelik
45.
Bölüm

Bölüm 45

@birbulutkalemi

Bir gün önce,

"Kule beni duyuyor musun kule! Ben Kartal 1 acil durum!"

"Kule dinlemede Kartal 1 konuş!"

"Motora kuş girdi irtifa kaybediyorum!"

"Hemen atla, konumun tespit edildi seni almak için bir tim çıkarıyoruz, yapman gerekenleri biliyorsun!"

"Anlaşıldı Kule!"

Asya'dan günümüz,

Buraya geleli tam iki ay oldu. Dile kolay kocaman iki ay! Timur'suz geçirdiğim iki buçuk ay. Sırf rüyalarıma girsin göreyim diye yattığım, her seferinde aynı kâbusla uyandığım bir sürü gece. İnsan zamanla her şeye alışıyor da sevdiğinin yokluğuna nasıl alışır ben anlamadım hiç. Oysa büyükler hep zamanla her şey unutulur demez mi? Ben bu acıyı nasıl unutacağım ki?

Her şeyi ardımda bırakıp geldiğim bu topraklarda bir gün bile olsa aklımdan çıkmıyor, insan canım dediği birini unutabilir mi hiç? Her gün duyduğum silah ve patlama sesleri sanki beni ona biraz daha yaklaştırıyor. Etraftan gelen barut kokusunda biraz daha onu buluyor gibiyim.

"Asya, buraya bakabilir misin?"

"Geliyorum." Suriye'ye gelince burada bizi Türkiye ile anlaşmalı çalışan Ordu karşıladı. Onlar tarafından güvene alınan bir bölgede burada kalan birkaç kişi tarafından misafir edildik ve yine ordu tarafından hazırlan üç çadırda çevreden gelen yaralı, hasta ya da yardıma ihtiyacı olanlara bakıyoruz. Akşam da bir kaçımız burada nöbete kalırken kalanlar daha iyi hizmet edebilmek için ayarlanan birkaç evden birinde uyumaya çalışıyor mümkün olduğunca. Bende Orhan ve Fatima adında yaşlı bir çiftin evinde kalıyorum. Geçirdiğim kötü günlere rağmen onlarla olmak ailemle olmak gibi bana burada yuva oldular.

Elimdeki deftere son sözlerimi de yazıp kapattım. Buraya gelen bir arkadaşım hayatımda olan şeyleri içime atmamdansa yazmamı tavsiye etti, beni rahatlatacağını düşünüyor. Bende normalde olsa Timur'la konuşacağım ne varsa yazmaya karar verdim. Belki biraz olsun özlemim diner.

Bize ayrılan genelde malzeme koyduğumuz ve nöbete kaldığımızda yatmak için kullandığımız tek sedyenin dışında, evrak işleri için de bir masa olan bu küçük çadır buraya gelen doktor arkadaşlarımın ve benim en çok kullandığımız yer olabilir. Şimdi de boş vakit bulup yazmak için oturduğum masadan kalkıp beni çağıran Fuat'ın yanına geçmek için büyük muayene çadırına doğru yürüdüm.

Her yere yakın olan bu bölge Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tarafından korunan bir bölgede üç çadır olarak kuruldu. Birisi dediğim gibi bize ayrılan küçük çadırken kalanlar iki tane olmak üzere büyük çadırlar. Birinde ön muayene yapıp durumu hafif olanlara bakarken diğerinde durumu ağır olup kontrol altında tutmamız gerekleri yatırıyoruz.

İçeri girdiğim zaman on beş on altı yaşlarında bir kız çocuğu ve babası vardı. Tahmin edilebilir bir durum burada genelde kadınlara kadın doktorların erkeklere ise erkeklerin bakmasını istiyorlar. İlk başlarda sorun olmayacağını anlatmaya çalışsak da bir süre sonra bırakıp onların istediği gibi davranmaya başladık. Zira o tarz durumlarda kadınları getirmeyip ölüme terk ettiklerine de şahit olduk.

"Tamam Fuat, ben hallederim sen çık istersen."

Diline hâkim olmadığımız için çadırlarda hem Arapça hem de Türkçe bilen halktan birileri oluyor. Başlarında bekleyen tercümana dönüp konuştum, "Rabia şikâyetini sorar mısın rahatsızlığı neymiş?"

Kendi aralarında geçen konuşmalardan sonra, "Kolunu hareket ettiremiyormuş canı çok yanıyormuş." Dedi.

"Sen babasına söyle dışarı çıksın bir bakalım."

Yine Arapça konuşmalardan sonra adam dışarı çıkınca kız kolunu açtı, elle yaptığım muayene sonrası tam emin olmasam da omzunun çıktığını tahmin ediyorum, "Omzu çıkmış gibi Şeyma'yı çağıralım o ortopedi uzmanı daha çok yardımcı olur."

"Tamam hemen çağırıp geliyorum." Demesine kalmadan burada enerjisine hayran olduğum tek insan, Şeyma geldi.

"Birileri beni mi andı sanki." Dedi gülümseyerek.

"Ah evet, bu hastaya sen baksan iyi olur omzu çıkmış gibi duruyor."

"Tamam, hallederim ben. Orhan amca dışarıda seni soruyordu ona bir bak sen."

"Neden gelmiş ki bir sorun mu var?"

"Bilmiyorum biraz telaşlı gibi sanki, seni çağırmamı istedi sadece."

"Tamam canım sağ ol ben bakayım."

Çadırdan çıktığım anda az ileride beni bekleyen Orhan amcayı gördüm. Gerçekten de davranışları garipti. Bir sağa bir sola yürüyor arada kuşkulu gözlerle çevreyi süzüyordu. Korkuyla yanına vardım, umarım Fatima teyze iyidir.

"Hah kızım şükür buldum seni!"

"Ne oldu iyi misiniz bir şey mi var?"

Benim kolumdan tutup nispeten daha az kalabalık bir yere çekti, "Kime gitsem bilemedim kızım, bir tane Türk Askeri var pilotmuş uçağı düşmüş. Bulduğumda yaralıydı buraya gelemedi, uçağın düştüğünü görüp peşine düşmüşler! Sakladım adamı, arkadaşları yardıma gelecekmiş ama o zamana kadar kan kaybından ölür gelip bakman lazım. Buraya gelemiyor kampı gözetliyorlar gelirse diye."

Duyduklarımla buz kestim, aklım Timur'a kaysa da hemen toparladım kendimi, "Bekle sen amca ben malzeme alayım çıkalım, soran olursa bir akraban hasta, gelemedi ona gideceğiz de kimseye haber vermeyelim ne olur ne olmaz."

"Tamam kızım bekliyorum."

Orhan amcayı orada bırakıp tekrar çadırdan içeri girdim, "Orhan amcanın bir akrabası hastaymış gelememiş ona bakamaya gideceğim siz halledersiniz burayı değil mi?" Şeyma sorumu başıyla onaylayıp kızla ilgilenmeye devam etti. Hastası olması iyi oldu yoksa bir sürü soru sorardı.

Çadırdan üzerime dikkat çekmemek için buradaki kadınların giyindiği gibi giyinip çıktım dışarı. Bu aldığımız küçük bir önlem. Orhan amca önde ben arkada ara sokaklardan geçerek eskiden hastane olarak kullanılan bir binaya geldik.

"Kızım asker içeride, sen gir kontrol et ben de çevreye bakayım bir olur mu?"

"Tamam amca, sen merak etme."

İçeri temkinli bir şekilde kapıyı yavaşça açarak girdim. Girdiğim gibi de birisi beni kapıya sertçe itti. "Kimsin sen?" üzerindeki üniformadan anladığım kadarıyla yaralı asker bu olsa gerek. "Doktorum ben, adım Asya. Orhan amca getirdi, yardıma ihtiyacın varmış." Söylediklerimle rahat bir nefes almış olacak ki beni bıraktı.

"Kusura bakmayın, peşimde oldukları için tetikte bekliyordum. Zarar vermedim umarım size."

"Sorun değil, geçin kimse gelmeden yaranıza bakayım." Gözlerimi odada gezdirince çok da eski gözükmeyen sedyeyi gördüm.

"Şöyle geçin isterseniz." Karşıda gördüğüm masaya elimdeki çantayı bıraktım, eşyaları çantadan çıkarmadım ki etraftan mikrop bulaşmaması için. "Yaran nerede? Orhan amca çok kan kaybettiğini söylemişti." Dedim.

"Sağ olsun çok yardımcı oldu ama ciddi bir şey yok. Uçağım düşünce cam saplandı koluma ama hareket ettirebiliyorum fazla derine girmemiş olsa gerek."

"Çıkarın üzerinizi bir bakayım."

"Türk müsün?" Üzerindeki pilot tulumunun üst kısmını açarken sorduğu soruyla ona döndüm, "Evet." Anlamış olsa da bu cevabı beklemiyor olacak ki şaşırdı.

"Burada ne işin var?"

Dikkatli bir şekilde çıkardığım camdan sonra dikiş attım, "Gönüllü olarak geldim." Dedim.

"Neden?" fazla meraklı bir asker.

Sargıyı koluna sararken cevap verdim, "Sen neden buradaysan o yüzden, yaşatmak için." Cevabım yeterli gelmiş olacak ki sustu, sadece sargıyı sararken dikkatle beni izledi.

"Koş! Koş koş!" dışarıdan duyduğumuz seslerden sonra endişeyle ona baktım.

"Birileri geliyor, saklan sen! Burayı ben hallederim!"

O tulumunu giyip az önce gördüğüm dolabın içine girerken bende etraftaki kan olan gazlı bezeleri toparlayıp sakladım. Buraya girme ihtimallerine karşı bir şeyler arar gibi yaparken kapı açıldı.

Ellerinde silahlar olan üç kişi içeri girdi. Arapça konuşmaları anlamayınca "Türküm ben doktorum, malzeme bakmak için geldim dilinizi bilmiyorum." Korkudan titreyen bedenimle belli etmemeye çalışsam da pek başarabildiğimi sanmıyorum.

"Demek doktorsun sen ha." Dedi aralarından birisi. Türkçe konuşuyordu, "Evet malzeme bitti, burada bulabilirsin dediler önceden hastaneymiş." Yüzünde pis bir gülüş belirdi.

"Hep böyle senin gibi güzel bir karım olsun isterdim demek ki bugüne kısmetmiş." Dedi üzerim yürürken. Korkuyla midem kasıldı o üzerime yürürken birkaç adım geriye kaçtım.

"Heval bırak onu bizi bekliyorlar askeri bulmamız lazım."

"Siz geçin ben size yetişirim." Biri çıksa da diğeri kapıda beklemeye devam etti. Konuşan adam üzerime yürürken o da aynı arkadaşı gibi pis bir gülüşle izlemeye devam etti.

"Yaklaşma!"

Daha da korkarak kaçsam da bir işe yaramadı, kollarımdan tutup öpmeye çalışırken, "Bırak dokunma bana! Bırak!" durmadı. Elinden kurtulmaya çalışıp bağırsam da bırakmadı, "Bırak!" çırpınmaya devam ettim. Umutsuzca birisi gelir de yardım eder diye bekledim sadece.

Korkudan içerideki askeri unutmuşum, "Bırak lan kadını!" diye bağırıp üzerimden adamı alıp kafa attı. Adamı üzerimden aldı almasına ama bu sefer arkada bekleyen adam elindeki silahını henüz adını soramadığım askerin sırtına dayadı.

"Kaldır ellerini! Bizimle geliyorsun."

Asker mecburen kaldırdı elini, adamla beraber dışarı çıktı. Bu sefer de o asker için korkmaya başladım. Ya o da ölürse? Ya benim gibi bekleyeni varsa, annesi babası ona bir şey olursa ne yapar.

Dışarıdan bu sefer silah esleri gelmeye başladı, korkuyla yerime sindim. Bu gün burada ya Timur'a kavuşacağım ya da buradan kurtulacağım. Dakikalar içinde silah sesleri durdu. Yapmamam gerektiğini bilmeme rağmen kalktım oturduğum yerden, usul usul dışarı doğru yürüdüm.

Kapıdan çıktığımda hiç beklemediğim bir görüntü vardı.

Nihat... O günden sonra her zaman arasa da sırf onu hatırlattığı için hiçbirine bakmadığım Nihat. Şimdiyse burada her şeye rağmen hayatımı kurtardı.

Ben kapının önünde şokla ona bakarken asker, "Ulan Nihat! Nerede kaldın oğlum!" deyip Nihat'a sarıldı.

Nihat'sa ona aynı sevecenlikle cevap verdi, "Ağlama lan geldik işte." Dedi.

Artık güvende olduğumun bilince olduğumdan olsa gerek az önce tacize uğradığım geldi aklıma. İlk defa başıma gelen bu şeyi nasıl atlatacağımı bilmesem de karşıdan koşarak gelen Orhan amcayı gördüm. Buradaki herkesten daha samimi olan o adama sığındım.

"Amca..." ağlayarak kollarına atladım. İçim çıkarcasına ağladım, Timur'un beni neden bir başıma göndermek istemediğini bir kez daha anladım.

"Altay! Pozisyon al!" birlikte geldiği askerler hemen çevreyi emniyete alırken tedavi ettiğim askerin yanından Nihat bana doğru gelip elini omzuma atınca olduğum yerde sıçrayıp geriye çekildim.

"Sakin ol. Sakin ol Asya, benim Nihat."

Endişeli bakışlarına karşılık olanları asla unutmayacağımı bilsem de o an o durumda daha fazla devam edemeyeceğim için durmaya çalıştım. Asker Nihat'a yaklaşıp kulağına bir şeyler söyledi. Sanırım içeride olanları anlattı çünkü her söylediğinde Nihat'ın kaşları biraz daha çatıldı.

"İyi misin?" diye sordu endişeyle. Gözlerindeki merak, yüzündeki sinir onu tanımayan bir başkasını korkutabilirdi ama bende sadece güven oluşturdu. Her hareketi bana onu hatırlattı bu biraz iyi hissettirdi. İşte o an tüm o geçen zaman boyunca onu aramadığım için çok pişman oldum.

"Asya buradan gitmemiz lazım, birazdan damlarlar buraya. Sonra burada ne işin var onu konuşalım seninle olur mu?"

"Olur, nereye gideceğiz?"

"Bilmiyorum güvenli bir yer bulmamız lazım."

"Sağlık çadırları ÖSO tarafından korunuyor, resmi olarak geldiyseniz oraya geçelim."

"Tamam, oraya geçelim. Altay toplan gidiyoruz!"

Yeni timi temkinli olarak bize eşlik ederken Nihat, Orhan amca ve asker benimle birlikte ortadan yürüyordu.

"Asya, burada ne yapıyorsun sen?"

"Gönüllü olarak geldim iki aydır buradayım."

"Devam etmene sevindim." Etmiyorum ki! Uyuyup uyanıp hasta bakıyorum, yaptığım başka hiçbir şey yok. Sadece nefes alıp veriyorum, ha buna da yaşamak devam etmek denirse ediyorum diyelim.

Sadece gülümseyebildim. "Tanışmadık biz, ben Eren Doğan. Teşekkür ederim yardımların için."

"Önemli değil görevimi yaptım." Yaşadıklarım ara ara aklıma düşse de başka şeylere odaklanıp zihnimin gerilerine iteliyorum. Bulanan midem şu an hiç yardımcı olmuyor derin derin nefes alıp bana sordukları sorulara konsantre olursam geçecekmiş gibi geliyor sadece.

"Siz nereden tanışıyorsunuz?"

"Asya, benim eski görev yerimde askeri doktordu, Timur'la birlikteydi." Sessizlik çöktü ortaya.

"Başın sağ olsun."

Yine oluyor. Dudaklarım titriyor, burnum sızlıyor onu çok özledim...

"Vatan sağ olsun." Olsun, olsun da keşke o da sağ olsaydı be! Keşke olsaydı da yine bu vatan için gecesini gündüzüne katsaydı.

Kimseden ses çıkmadan geldiğimiz yoldan tekrar döndük çadırlara. Kapıdaki askerlerle selamlaşan Nihat bilgi verirken bende bizim kullandığımız çadıra geçip elimi yüzümü yıkadım.

Arkamı döndüğümde ise görmeyi hiç beklemediğim birisini gördüm, İlkay'ı. Onu en son ne zaman gördüm bilmiyorum, şimdi ise üzerinde eski püskü bir pantolon beyaz gömlek ve uzun bir yelek vardı. Başına ise öylece geçirilmiş bir şal.

Görür görmez yine gözyaşlarım akmaya başladı, "Ağla, ağla rahatla. Güvendesin şimdi ağla güzelim." Sözlerinden sonra kendimi kasmayı bırakıp bağıra bağıra ağladım, zaten yapacak bir şeyim de yoktu.

Orada ona sarılıp dakikalarca ağladım, öyle ağladım ki artık gözümde yaş kalmadı. Sırf kadınız diye böyle muamele görmemiz dünyanın en kötü şeyi.

"Biraz daha iyi misin?"

"İyiyim teşekkür ederim. Ben birden patladım kusura bakma."

"Ne kusuru senin için geldim buraya."

Tam sebebini soracaktım ki içeri Nihat girdi. Bana baktığı için arkası dönük İlkay'ı fark etmedi. "Kusura bakma ben yalnızsın sanıyordum." Deyince İlkay'ın yüzü saniyelik değişse de hemen toparladı kendisini ve arkası döndü.

İlkay'ı karşısında görmeyi beklemeyen Nihat donup kaldı öylece. "Sen burada ne yapıyorsun?" İlkay kendini çabuk toparlayıp konuştu. Ben birlikte geldiler sandım ama sanırım durum daha farklı.

"Beni onlar kurtardı." İlkay'ın tek kaşı havaya kalkarken dudağının sol tarafıyla gülümsedi.

"Asıl sen burada ne yapıyorsun?" diye sordu İlkay'a.

"İşimi, bu konuda bilgi veremem ama acilen buradan çıkmamız lazım, Asya'yı almaya geldim."

"Neden? Ne oldu?" benim hakkımda beni dâhil etmeden konuşmalarını sadece şaşkınlıklarına veriyorum. Onların dediklerinin aksine hiçbir yere gitmiyorum.

"Asya'yı taciz eden adam, yaşıyor ve peşine düştü. Maalesef ki öldüremeyeceğim birisi, üstler tarafından emir geldi Asya'yı buradan götürmem lazım."

Ne? O adam ölmemiş miydi şimdi? İlkay bana döndü,

"Doktor olduğunu biliyor, peşine düşmeleri için birilerini aradı o adamları halledip buraya geldim ama adamlardan haber alamadığı an yenilerini gönderir. Eli kolu çok uzun birisi tabii bizim için de önemli şu an tek yapabileceğim şey seni korumak. Bir an önce buradan çıkmalıyız, sen Nihat'larla çıkıp belirttiğim konuma kadar onlarla gel. Orada seni ben alıp saklayacağım, adamlar askerlerle döndüğünü düşünüp burada bir şey yapamaz ama Türkiye'de de bir süre gizlenmen lazım, adamın orada da eli çok uzun o sebeple üstler beni gönderdi."

"Ben gelemem, burada bana ihtiyacı olan bir sürü insan var." dönmek istemiyorum, dönüp tekrar Timur'suz bir hayata nasıl devam ederim bilmiyorum.

"Asya sen buradan çıkmazsan eli silahlı bir sürü adam buraya gelecek! Hasta, doktor, yaşlı ya da genç kimse umurlarında olmadan herkesi öldürüp seni alacaklar. Şifa olmaya geldiğin bu yere ölüm mü getirmek istiyorsun? İzin ver seni çıkaralım buradan."

Sözlerinin doğruluğunu maalesef ki bizzat deneyimlediğim için onaylamaktan başka bir çarem kalmadı. "Beş dakika verin toparlanıp geleyim." Diyebildim sadece.

"Tamam sen toparlan ben de Nihat'a konum bilgilerini vereyim. Asya bak sakın yanlarından ayrılma olur mu?"

"Olur, kimseyi riske atamam. Bir kişinin daha benim yüzümden ya da benim gözümün önünde ölmesine tahammülüm kalmadı."

Sonrasıysa çok hızlı geçti, önden çıkıp giden İlkay'ın ardından Nihat'ın timiyle birlikte biz de çıktık buradan. Bir saat kadar yol yürüdük. Yolda ilginç de bir şey öğrendim. Timur daha önce Nihat için rütbe yükseltme cezası aldığından bahsetmişti, nasıl olduysa kalkmış. Şimdi Kıdemli üsteğmen olarak tim komutan yardımcısıymış. Komutanları uzun süreli bir görevdeyken time o rehberlik ediyormuş. Bu beni mutlu etti, onun değer verdiği bir arkadaşının başarısı sanki o bir şeyler başarmış gibi hissetmemi sağladı

Buluşma noktasına gelince ise İlkay aldı beni, namıdiğer Kurt! Teröristlerin korkulu rüyası, tüm askeriyenin merak ettiği tek insan olabilir. Sonra her şey çok hızlı gerçekleşti kendimi bir anda Hatay'da buldum.

Artık akşam olmuş, Türkiye sınırları içinde olduğumuz için de biraz daha rahatlamıştık. Şimdi de denize karşı oturmuş öylece susuyoruz.

"Nereye gitmek istersin tercih ettiğin bir yer var mı? Ona göre bir şeyler ayarlayabilirim."

İlkay'ın sorusuyla düşündüm, "Ben artık nereye gidersem gideyim yaşayamam ki orada sadece çalışıp aklımı dağıtabiliyordum. Timur’suz ben ne yaparım bilmiyorum."

"Asya acını anlıyorum ama artık kendini toparlaman lazım, o öldü! Artık yok ama senin bu halini görse kahrolurdu! O senin iyi olmanı ister."

"Olamıyorum ki İlkay! Ben, sadece ölüp ona kavuşmak istiyorum."

Sinirlendi, hem de çok sinirlendi. Yüzü kıpkırmızı oldu, onu ilk defa böyle görüyorum, "Ölmek mi istiyorsun? Bak karşında deniz var, gir denize bırak kendini! Batmaya başlayacaksın, işte o zaman yaşamak için ne kadar çırpındığını göreceksin! Sen ölmek istemiyorsun Asya! Sen içindeki özlemin, acının ölmesini istiyorsun."

Anlamıyorlar içimin nasıl acıdığını, onsuz nasıl hissettiğimi kimse anlamıyor. Kalktım ayağa, tıpkı onun dediği gibi denize doğru yürümeye başladım.

"Asya gel buraya ne yapıyorsun?"

Durmadım, devam ettim yürümeye tıpkı dediği gibi girdim suya. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... Su artık boyumu geçtiği ilk an dibe batırdım kendimi, yüzümde güzel ve huzurlu bir gülümsemeyle.

"Sana geliyorum sevgilim..."

Sonra tek farkında olduğum şeyse ciğerlerime dolan suyun acı verici hissiydi...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%