Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@birharfbekcisi

Gecenin bir vakti kapının altından sızan solgun ışıktan başka etrafı aydınlatan başka bir aydınlatıcı yokken o, iki rekatlik uzun süren bir namazın ardından dua etmeye koyulmuştu. Gözleri karanlığa alıştığı için uzun beyaz gardırobu ve yan tarafındaki şifonyeri görüyordu. Arkasını dönse Hamza'yı da görecekti. Fakat bir haftadır ona bakmaktan özellikle kaçınıyordu. Hamza ise, kendisine karşı örülen bu mesafeden pek de rahatsız olmamış gibi kendi dünyasında vakit geçiriyordu.

Büşra, anlam veremediği bir yalnızlık duygusuyla başa çıkmaya çalışıyordu. Sanki bu evde bir zorunluluğun gereği olarak bulunan; varlığı ile yokluğu arasında pek bir fark bulunmayan basit bir eşyaydı. Hamza'dan beklediği şey, ilgi ve sevgi miydi; emin değildi. Ne istediğini kendisi de tam anlamıyla bilmiyordu. Sadece bir haftadır gittikçe katmerleşen bir yalnızlıkla başa çıkamadığını hissediyordu. Tuhaftı. Aylar öncesinde bundan çok daha kötü koşullarda bulunmasına rağmen her zorluğa karşı daha dirençli hissediyordu. Şimdi ise bir haftadır hissettiği yalnızlığa mı yeniliyordu? Bunu düşünmekten dolayı yatakta iki saat oyalanmasına rağmen uyuyamamış, en sonunda da kalkıp namaz kılmanın onu rahatlatacağını düşünmüştü.

Annesi öldüğünden beri üvey babasının yanında bir sığıntı gibi hissettiği zamanları anımsadı. Küçük bir odada, bir teselliye tutunmak isteyerek büyük bir aşkla okuduğu kitapları, o kitapların ruhuna nakşettiği izleri düşündü. Sonra sırf eve gelen kişileri karşılamadığı ve onlar geldiğinde kendini odaya kilitleyip hizmetlerini de görmediği için babasının -bir intikam çeşidi olarak- tüm kitaplarını sobaya atıp yakışını hatırladı.

O gün, sanki o kitaplarla birlikte içinde özenle büyütüp yeşerttiği teselliler de yanıp kül olmuştu. Sabaha kadar kitapları için ağlayıp dua ettiği o gece, sanki saatler geçmek bilmemişti. Onu hayata bağlayan son şeyleri de yitirmek, nazarında dünyayı daha da yaşanılmaz kılan bir sebepti. Fakat o günden sonra da bir mecburiyetin gereği olarak, aylarca o evde yaşamıştı. O zamanki yaşamak, yaşamak gibi olmasa da yaşamıştı işte. Belki de henüz mânâsını kaybetmediği içindi.

Evet, annesini bir yaz gecesi kaybetmiş, kitapları da 'baba' demeye utandığı bir adam tarafından yakılmıştı. Lakin mânâsı; yani yaşamak için edindiği o ulvî gâyesi hâlâ onunlaydı. Tutunduğu mânâya dışarıdan hiçbir el dokunamazdı. Yüreğinden söküp alınamaz, ateşlere atılamaz ve öldürülemezdi. O, yalnızca içten bir çürüyüşün neticesinde kaybedilebilirdi. Büşra'nın tek yaptığı şey ise o çürümeden Allah'a sığınmaktı.

Taşlardan bile katı bir kalbe sahip olmaktan ölesiye korkuyordu. Allah korkusundan bağrından sular fışkıran, yuvarlanıp düşen bir taş kadar olamamaktan korkuyordu. O evde bulunduğu sürece taştan da katı bir kalbi taşıyan babasına benzemekten iliklerine dek ürperiyordu.

Bir keresinde abdest almak için odadan çıktığında kâbusu olacak o adamla karşılaşmış, adam kendisine sırnaşmaya çalışınca babasının görmezden gelmesi karşısında dehşete uğramıştı. O günden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını yeni baştan düşünmek, o anları tekrar yaşamak; gözlerinden yaş olarak akacak kadar ağır bir yüktü.

Bu ağır yüke yenildi birden. Kendini tutmaya yeltenmedi. Zaten yeltense de yapamayacaktı. Dizlerini göğsüne kadar çekip başını diz kapaklarının üzerine koydu ve ağlamaya başladı. İlk başlarda sessiz sessiz ilerleyen ağlaması, biraz sonra hıçkırık ve iç çekişlerin eşlik ettiği bir sarsıntıya dönüştü.

Ne kadar zaman bu hâlde ağladı, bilmiyordu ama sanki çok uzun bir zaman geçmişti. Geçmişe dair pencereler açıldığında zaman mefhumunu yitirirdi. Saniyeler birden ağırlaşır, geçen dakikalar ona bir ömür gibi uzun gelirdi.

Omzunda hissettiği el ve endişeyle: "Büşra..." diye fısıldayan o çatallı ses, içinde bir ürperti çağıldamasına sebep oldu. Başını kaldırdığında Hamza'nın, kendisi gibi diz çöktüğünü ve irileşen gözlerinin çehresinde gezindiğini fark etti.

Alev alev yanan ıslak yüzünü iki eliyle telaşla silerken: "Özür dilerim" diye mırıldandı. "İstemeden uyandırdım seni... Ben..."

Yapmak istediği açıklama, karanlığın içine savrularak yitip gitti. Ağlamamak için dudaklarını ısırıp iki eliyle yüzünü kapattı. Bu durumdan büyük bir utanç duyuyor, üstelik kendisini durdurmak için denediği her yol sonuçsuz kalıyordu. Hamza, bileklerinden tutup ellerini yüzünden çekmese, bu utançla saatler boyu aynı vaziyette kalabilirdi. Fakat karşısındaki adam, epey endişelenmiş görünüyordu.

"Neyin var? Ben mi bir şey yaptım fark etmeden? Kalbini mi kırdım?"

Üst üste sorulan her soruya tek bir cevap olarak başını iki yana sallayıp: "Hayır" dedi. "Yarın işe gideceksin, uyu sen... Ben de uyurum birazdan."

Hamza, bileklerini bıraktığında onun bu sözü kabullenerek yatağına gideceğini düşündü. Fakat adam, beklediğinin aksine diz çökerek oturduğu yere daha fazla kurulduğunda Büşra'nın kaçıp saklanma isteği kuvvetlendi. Yüzüne yaklaşan uzun parmaklar, bir haftadan beri katmerleşen o yalnızlık hissini parçalayan bir detay oldu birden.

Hamza'nın çatık kaşlarının altında koyulaşan ela gözlerinden merhamet sızıyor, Büşra, o merhametin kendisini başka başka beklentilere gebe bırakacağından endişe ediyordu. Adam, gözlerinin altını ve yanaklarını usulca silerken ne olduğunu anlamaya çalışır gibi yahut sorunu kendisinde arar gibi sorgulayıcı bir bakışı vardı. Fakat Büşra, bunları adamakıllı düşünebileceği o mantıkî zeminin kaydığını, kalbi hızlı hızlı atmaya başlarken fark etti. Gözyaşlarını silen ellerde şefkatten başka hiçbir ize rastlamamışken böyle bir sarsıntıyla kendinden geçmeye hiçbir mânâ yükleyemedi.

"Bahçeye çıkalım biraz, olur mu? Hava alırsın, kendine gelirsin biraz. Konuşuruz, rahatlarsın..."

Müşfik bir sesle sunulan bu teklife karşı başını sallayarak: "Tamam..." dedi. Aslında tek istediği şey; onu allak bullak hâle getiren bu yakınlıktan uzaklaşmak, yüzünü alevler içinde bırakan bu ellerin varlığından kurtulmaktı.

Üzerine kalın bir hırka aldı hemen. Ceketini giyen Hamza'nın peşisıra, sessiz adımlarla yürüdü. Evden çıkmadan önce anahtarları alıp cebine koyan eşi de en az kendisi kadar dikkatli hareket ediyor, annesinin uyanmasından çekinir gibi çıt çıkarmamaya gayret gösteriyordu.

Evlerinin önündeki taş yolu aşıp masaya doğru yürürlerken toprağın üzerinde biriken kuruyan yapraklara basmak zorunda kaldılar. Yapraklara bastıkça gecenin sessizliğine hışırtı sesleri karışıyor ve bu sesler, Büşra'nın içindeki ürpertiyi daha da keskinleştiriyordu. Sandalyeyi çekip oturduklarında, evin ötesinde yanan lambaların aydınlattığı boş sokağa baktı. Aralarında esneyip uzayan bir sessizlik peydâ oldu. Bu sessizliği yırtıp geçme görevi yine Hamza'ya düşmüştü:

"Seni ağlatan neydi Büşra? Ya da... Kimdi?"

"Önemli bir şey değil..." diye çatallı çıkan bir sesle mırıldandı. "Geçmişe dair bazı şeyler geldi aklıma. Onlara üzüldüm biraz. Kendimi tutamadım."

"Babanın yaptıkları mı geldi aklına?.. Çekinme, anlat... Sabaha daha var nasıl olsa. Dinlerim seni."

Bu sefer kaçıp saklanmak yahut yalan söylemek yerine dürüst olmak istedi. Belki de farkında bile olmadan birinin ona bu soruyu sormasını beklemiş ve derdini üleşip sırtındaki yüklerin bir kısmından kurtulmayı arzulamıştı. Ve şimdi, gecenin bir yarısı; ani bir şekilde onu çepeçevre saran bu arzuya yeniliyordu.

"Annem öldükten sonra kendimi kitap okumaya vermiştim" dedi durgun bir sesle. Gözleri yine sokak lambalarının aydınlattığı yere dalmıştı. Garip bir şekilde onunla konuşmak için can atıyordu.

"Liseyi bitirdikten sonra babam okumama izin vermemişti. Puanım iyiydi ama masraf olur diye istememişti işte... Ben de birkaç yıl boyunca zorlukla biriktirdiğim harçlıklarımla çok fazla olmasa da başa sarıp okuyabileceğim dört-beş tane kitap almıştım. Hepsi ikinci eldi... Ama o zamanlar dünyanın en zengin insanı gibi hissetmiştim kendimi. Çünkü ondan önce hep kütüphaneden ödünç alarak okurdum. İlk defa kendime ait kitaplarım olmuştu. İstediğim cümlelerin altını çiziyordum, istediğim yere notlar alıyordum. Üç kitabım İmam Gazâlî'nin eseriydi. Annem hayattayken ona da okurdum, beni dinledikçe gözleri yaşarırdı. Bazense teselli bulur, mutlu olurdu. Annemin ölümünden sonra da beni kendime getiren bir vesile oldu o kitaplar... Sanki yitirmek üzere olduğum mânâyı kazanmama yardımcı oldular... Ama sonra onlar da kayıp gitti elimden... Bilmiyorum, belki de Rabbim kitaplara dahi bu denli bağlanmamı istemedi. Çünkü artık öyle bir hâle gelmiştim ki onlar olmazsa tüm zorluklara hemen yenileceğim zannına kapılmıştım. Babam, kitaplarımı yok ettikten sonra o evde büyük bir yalnızlıkla baş başa kaldım. Belki namazdan ve duadan habersiz bir hayatım olsa, çıldırırdım. Hani insan çok sevdiği bir dostuyla dertleşir, ona sıkıntılarını anlatır ya; bazen de nazlanır. Geceleri Allah'a dertlerimi öyle anlatırdım. Bazen küçük bir çocuk olurdum; sızlanırdım, yaralarımı gösterirdim nazlı nazlı. Bazen sadece kalbimi tutup ağlardım. O kadar iyi geliyordu ki... Galiba inancım olmasa o zamanlar hayatıma son verirdim."

Cümlesini bitirdiğinde gözlerini sokak lambalarından çekip Hamza'nın yüzüne baktı. Onun çehresinde bu denli ciddi ve dikkatli bir ifadeye rastlamayı beklemiyordu. İlk defa yüreğini tüm çıplaklığıyla birinin önüne sermek; ona, kıran kırana bir savaşın tam ortasında zırhını çıkarmış gibi savunmasız hissettirmişti.

"Bir şey soracağım" dedi Hamza tereddütlü bir sesle. Fakat bu ses, Büşra'ya tuhaf bir şekilde güven veriyordu. Az önceki korkularını bir çırpıda yok edebilecek kadar büyük bir güven...

"Annen, üvey baban yüzünden mi vefat etti?"

Bu soru, onu yıllar öncesine, öz babasıyla geçirdiği güzel günlere götürdü. Fakat onlardan bahsetmeye mecâli yoktu. Sadece: "Kanserdi" dedi. "Yani doktorun söylediğine göre yıllar önce başlamış zaten ama annem fark etmemiş. Üçüncü evrede haberimiz oldu. Sonra durumu gittikçe kötüye gitti. Zaten üvey babam, sağlığıyla pek ilgilenmiyordu. Hatta ona şiddet de uygulardı. Gün geçtikçe eridi o da..."

"Sana fiziksel şiddet uygulamadığını söylemiştin... Yalnızca annene mi uyguluyordu?"

"Aslında o zamanlar bana da uyguluyordu ama annem hep önümde siper olurdu. Ölmeden birkaç gün önce durumunun kötüye gittiğini hissetti annem. Babamı karşısına alıp onunla ciddi bir konuşma yaptı. Öldüğü takdirde 'nasıl olsa annesi yok' deyip bana şiddet uygularsa aynı gün acı çeke çeke ölmesi için beddua etti babama. Babam, pek inançlı biri değildir ama bedduadan korkar. Özellikle annem hasta hâliyle beddua edince bayağı korktu. Ne zaman bana vurmaya yeltense o bedduayı hatırlayıp vazgeçerdi. Yaşamayı sever çünkü, ölümden nefret eder."

Büşra, biriyle konuşurken samimi bir arkadaşıyla dertleşir gibi hissetmeyeli uzun bir zaman olmuştu. Hamza, iyi bir dinleyiciydi. Belki de bu yüzden konuştukça konuşası geliyor, yüreğini hiç çekinmeden önüne sermeye devam ediyordu. Bütün kaygılarından arınmış bir şekilde anlattığı, rahatlayan ses tonundan bile belli oluyordu.

Genç adamın bakışları, eşinin soğuktan kızaran çehresinden ayrılıp düşünceli bir hâlde yere çevrildi. Uzun ve sancılı bir sessizliğin ardından tekrar Büşra'ya çevirdi yüzünü. Büşra, bu sefer ona bakmak istemeyerek altında bulundukları ağacın eğilen çıplak dallarına baktı.

Dalların rüzgârda hafif hafif salınmasını seyrederken: "Geçmiş için bir şey yapmak elimizden gelmez ama..." diyen adamın sesine kulak verdi. Hamza, ayaklanmadan önce iç çekerek cümlesini hüzne bulanan bir sesle tamamladı:

"Şimdi güvendesin... Artık senin ailen biziz... Evet, ben öfkeli bir adamım, bazen de düşüncesiz ve kaba... Ama artık senin eşinim, Büşra. Her sıkıntıyı tek başına yüklenmeye çalışmana izin veremem. Bana anlatmaktan çekinme, tamam mı?"

Büşra, dudaklarında açan buruk bir tebessümle birlikte: "Tamam" derken yüreğinde ılık, tatlı bir meltem esti. Bir haftalık katmerli yalnızlığı parça parça oldu o an. Hamza, ayağa kalkıp: "Üşüdün, kalk hadi, içeri geçelim... Hasta olma" deyince 'tamam' anlamında başını sallayıp ayağa kalktı. Hamza, desteğini somut olarak göstermek ister gibi elini sırtına yerleştirdi. Ve o an, yine aynı şey oldu. Kalbi hızlı hızlı attı birden, eli ayağına dolanacak kadar afalladı. Adamın yaptığı her ince hareket, merhametli bir babanın hâline benziyordu. İçinde bundan başkaca bir mânâ yoktu. Büşra ise uzun zamandır bu merhametten yoksun olduğu için genç adamın her hareketi onu allak bullak etmeye yetiyordu.

Eve girecekleri sırada sol yanında bulunan Hamza'ya dönüp kendinden beklemediği bir atılganlıkla: "Şey..." diye fısıldadı. Genç adam, elindeki anahtarı kapıya yaklaştırırken dalgın yüzünü Büşra'ya çevirdi. Büşra ise her ne kadar ara ara konuşmak için cesaret hissetse de; onunla göz göze gelmeye alışkın olmadığı için başını yere eğip: "İyi ki varsın" diye devam etti. "Belki yine 'çocuk gibisin' diyeceksin ama... Sen çok iyi birisin. Benim için yaptıklarını hiçbir zaman unutmayacağım. Bir de... Hakkını ödeyemem, bunu biliyorum. Ama senin için yapabileceğim en iyi şeyi yapmaya devam edeceğim."

"Ne yapacaksın?"

"Sana hep dua edeceğim..."

***

Evdeki bitmek bilmeyen koşturmanın sebebi, birazdan gelecek olan misafirlerdi. Büşra, temizlik bittikten sonra mercimek köftesiyle kek yapmış, kayınvalidesi ise su böreği yapıp çayı ocağa koymuştu. Gelecek olan misafirlerin çoğu, Hamzaların aynı mahalleden uzun yıllardır tanıdıkları komşularıydı. Büşra, Aysel Teyze'nin söylediği kadarıyla birçoğunu nikâhta görmüştü fakat tahminine göre kimseyi hatırlamayacaktı. Çünkü o gün, kimseyi görecek bir durumda değildi.

Biraz sonra kapı çalmaya, ev de yavaş yavaş dolmaya başladı. Büşra, gelen her kişiyi kapıda karşılıyor, onu baştan aşağı süzen kişilerin bakışlarının ağırlığına karşın utancını gizlemeye çalışıyordu. Yeni gelini görmek, onunla tanışmak için evi dolduran misafirlerin çoğu, orta yaşlı ve ihtiyar kadınlardan oluşuyordu. Büşra, kalabalığa alışkın olmadığı için sürekli olarak oturduğu yerden kalkıp çaya bakma bahanesiyle mutfağa gidiyor ve orada oyalanıp duruyordu.

Fakat ihtiyar kadınlardan biri, o salona girer girmez: "Otur biraz da, gül cemâlini görelim" deyince daha fazla kaçamayacağını anladı.

"Maşallah, gelin pek güzel Aysel. Hamza, turnayı gözünden vurmuş yine."

Büşra, 'yine' kelimesini işitir işitmez gayriihtiyari kayınvalidesine bakıp yerinde rahatsızca kıpırdandı. Annesi, kaşlarını çatıp bir şey söylecek gibi dudaklarını aralamıştı ki orta yaşlarda başka bir kadın araya girdi:

"Ee, nasıl tanıştınız kızım? Anlatsana. En çok onu merak ediyordum."

Kadının sorusu, onu geçmişe; o yağmurlu ve zifiri geceye götürdü. Karanlığı delip geçen araba farlarının ışıkları sanki yeniden gözlerini aldı. Sonra Hamza arabadan inerken ve yanına yaklaşırken yaşadığı korkuyu, aklına gelen kötü ihtimalleri düşündü. Burnuna ıslak toprak kokusu doldu birden. İliklerine kadar üşüdü.

"Uzun hikâye, hanımlar. Bir ara anlatırız inşallah. Hülya'nın oğlu da evleniyormuş. Kaç gündür bir yere çıkamadım ancak haberim oldu. Düğün ne zaman, belli oldu mu?"

Kayınvalidesi alelacele konuyu değiştirmese oldukça zor bir durumda kalacaktı. Bu yüzden ona minnettar hissederek tekrar mutfağa gitti. Çayı demleyip tabakları çıkardı. Borcamlara doldurdukları yiyecekleri özenle tabaklara yerleştirdi. Fakat tüm bunları yaparken bambaşka şeyler düşünüyordu. O korkutucu, ıslak ve ıssız geceyi.

***

Kayınvalidesi, günün yorgunluğuna yenilerek erkenden uykuya geçse de onu bir türlü uyku tutmamıştı. Namazdan sonra telefonunu eline alıp merak ettiği birkaç şeyi araştırmış, kısa bir sohbet dinlemişti.

Başını yastığa koyup uykuya dalacağı esnada ise anahtarın yuvasında hareket ediş sesini, ardından da kapı gıcırtısını işitip yeniden gözlerini açtı. Hamza, uzun sayılabilecek bir sürenin ardından odaya girdiğinde o da uzandığı yerden doğrulup sırtını başlığa yasladı.

"Uyumadın mı sen hâlâ?" Deyip gülümseyerek kapıyı kapatan eşinin elinde büyük bir poşet vardı. Büşra, başını iki yana sallayıp: "Uyuyamadım" dedi. "Hoş geldin."

"Hoş buldum."

Hamza, poşeti kenara bırakıp montunu ve üzerinde "Polis" yazan yeleğini çıkarırken dudağının kenarı kıvrıldı.

"Döktürmüşsünüz misafir geliyor diye..."

Büşra, saçını kulağının arkasına sıkıştırıp gülümsemekle yetindi. Hamza'nın elmacık kemiğindeki iyileşmek üzere olan yara izine baktıktan sonra giyineceğini anlayarak arkasını döndü. Yorganı üzerine çekip tekrar uzandı.

"Mercimek köftesini sen mi yaptın?"

Kulağına ulaşan meraklı soruya karşı biraz da çekinerek: "Evet" diye cevap verdi. Acaba beğenmedi mi, diye düşünmüştü ki Hamza: "Hepsini yedim de" deyip gülünce içi rahatlayarak tebessüm etti.

"Afiyet olsun, beğenmene sevindim."

"Artık sık sık isterim senden, ona göre."

"Yaparım inşallah."

Onun eve gelişi, neşeli bir sesle sohbet açması, ayak seslerinin odayı doldurması şu son günler Büşra'ya oldukça farklı hissettiriyordu. Sanki bu ev, Hamza'yla tamamlanan bir yerdi. O yokken sıkılması, sık sık saate bakıp eve varış zamanını hesap etmesi, zil sesini yahut anahtarın yuvada hareket ederken çıkardığı sesi işitince heyecanlanması hep bu yüzdendi. Ona bu kadar çabuk alışacağını asla tahmin etmemişti. Hatta bu evliliğe dair hep bir soğukluk hissedeceğini, ayakları zincire vurulmuş gibi esaret duygusu altında ezileceğini zannetmişti. Fakat bir gün gelip de Hamza işten dönsün diye can atacağını asla tahmin etmemişti.

Biraz sonra yatağın sol yanı çökünce Hamza'nın giyindiğini anlayarak uzandığı yerden tekrar doğruldu ve başını çevirdi. O esnada kendisine uzatılan poşeti görünce irkilir gibi oldu. Hamza, sırtını başlığa yaslamış gülümsüyordu.

"Ufak bir hediye..."

Gözlerini Hamza'dan çekip tekrar poşete baktığında ne diyeceğini bilemeyerek öylece duraksadı. İlk defa biri ona hediye alıyordu. Gerçi Hamza, karşılaştıkları günden bu yana kendisi için sürekli bir şeyler yapmıştı. Fakat onların hepsini bir ihtiyaç olarak görüp öyle almıştı. Bu yüzden şimdi kendisine uzatılan bu şey her ne ise, Büşra'nın kalbinde bambaşka bir yeri olacaktı.

Tereddütle poşete uzanırken tekrar Hamza'ya baktı. Kendisi en ufak bir detayda bile bunca heyecan duyuyorken Hamza'nın rahatlığı ve sakin hâli; tüm bunları yapmaya onu sevk eden unsurun şefkat olduğunu haykırır gibiydi. Büşra, böyle düşününce bir an buruk bir his duydu kalbinde. Fakat poşeti açıp içindekileri görünce o buruk his, yerini büyük bir sevince bıraktı.

"Ama bunlar..."

Yanıp kül olan teselliler, yeniden küllerinden doğabilir miydi? Büşra, çocuksu heyecanını gizleyemeyerek kucağına bıraktığı kitaplara bakarken neredeyse ağlayacaktı. Yitirdiklerinin yerine bir gün daha fazlasının koyulacağını hiç düşünmemişti. Poşetteki bütün kitapları çıkardıktan sonra gözleri doldu ve coşkun bir duygunun çekimine kapılarak mutluluktan ağladı. Hayatında ilk defa mutluluktan ağlıyordu. Görünüşte sadece birkaç kitaptan ibaret olan bu hediye, onun için, babasının yaktığı nice hayalin yeniden küllerinden doğup yeşermesi demekti. Üstelik, Hamza, 'İmam Gazâlî' ismini unutmayıp dört kitabı da onun eserlerinden seçmişti.

Bu yüzden epey duygulanarak: "Teşekkür ederim" diye mırıldandırken sesinin titremesine engel olamadı.

"Biraz sulugözüz sanki."

Hamza'nın, kendisiyle eğlenmek ister gibi çıkan neşeli sesine gülümseyerek karşılık verdi. Ardından tekrar kitaplara döndü. Yedi adet kitabın içinden okumak istediğini ayırarak komodinin üzerine koydu. Diğerlerini ise tekrar poşete doldurup yataktan hızlıca doğruldu. Bu kitaplara öyle kıymet veriyordu ki nereye koyacağını düşünürken aklına çok geçmeden dolabın boş olan en üst rafı geldi. Gardırobun kapağını açıp en üst rafa uzanmaya çalıştığında: "Dur dur" diyen eşi yanına varıp elindeki poşeti aldı. "Boyun yetmez senin."

Genç adam, poşeti rafa yerleştirirken telefonu çalmaya başladı. Büşra, komodinin üzerine bıraktığı kitaba doğru yürürken yüreğinde hâlâ o neşeyi duyuyordu. Yatağa uzanıp kitabı eline aldığında Hamza'nın: "Alo?" Diyen sorgulayıcı sesini işitti. Göz ucuyla ona baktığında biraz sonra adamın sertçe yutkunduğunu, ardından da kaşlarını çatarak alnını ovuşturduğunu gördü. Kitabın kapağını gerisin geri kapatırken onun bu ani ruh değişimine sebep olan konuşmanın ne olduğunu merak etti.

"Aklını mı kaçırdın sen? Ne işin var orada! Böyle yaparak neyi amaçladığını bilmiyorum mu sanıyorsun!"

Odanın içinde bir ileri bir geri gidip öfkeyle soluyan Hamza'nın görünümü, ürpermesine sebep oldu. Gözlerini ondan çekerek stresle beklemeye koyuldu.

"Sakın bir yere ayrılma! Bekle beni."

Büşra, az önce hissettiği neşenin yerinde yeller estiğini fark ettiğinde zorlukla yutkundu. Çekimser bakışını yeniden Hamza'ya çevirdiğinde az önceki öfkesinin neredeyse bir cisme bürünüp somutlaşacağı vehmiyle ürperdi. Genç adam, dolabın karşısına geçip içinden lacivert pantolonunu ve buz mavisi gömleğini çıkarırken soğuk bir sesle: "Ben birazdan gelirim" dedi. Aniden beliren bu soğukluk ve mesafe, ona herhangi bir soru yöneltmesinin önüne geçti. "Nereye" bile diyemeden kucağındaki kitabı bilinçsizce sıktı. Giyinmesi için arkasını dönüp bir müddet öylece bekledi.

Biraz sonra giyindiği anlaşılan sesleri işitince başını çevirip çekimser gözlerini tekrar onun üzerinde gezdirdi. Telefonunu ve cüzdanını da cebine koyup hiçbir şey demeden odadan çıkan adamın arkasından öylece bakakaldı. Hamza'nın, ardında bıraktığı o yıkıcı fırtınadan kalbini korumaya çalıştı Büşra. Kucağındaki kitabın kapağına bakıp titrek bir nefes çekti ciğerlerine. Bu adamla yaşamak, dört mevsimi aynı anda yaşamak kadar afallatıcı bir etkiye sahipti. Az önce yüreğinde ılık bir meltem eserken; şimdi o meltem, yerini ayaza bırakmış ve iliklerine dek üşümesine sebep olmuştu.

Loading...
0%