15. Bölüm

15. Bölüm

Azize Nur
birharfbekcisi

Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken Büşra, hem eve hem de bu evdeki konumuna biraz daha alışıyordu. Hamza'nın kendisine daha dikkatli davranması ve kayınvalidesinin sık sık yanına gelip kendisine yardımcı olmasının da bunda etkisi büyüktü. Evet, belki eşiyle hâlâ iki arkadaştan öte bir bağ kuramamışlardı fakat hassas kalbine ağır yükler bırakılmaması bile Büşra için iyi bir ilerleme sayılırdı.

Yine de bazen onunla yemek yerken yahut basit bir sohbet ettikleri esnada her şeyin daha farklı olduğu bazı durumları hayal ediyordu. Severek evlenmiş olduklarını zihninde canlandırıyordu sözgelimi. Bir zorunluluğun gereği olarak değil, gönüllerinin eğilimiyle ve yıllar sonrasına anı kalacak birtakım heyecan yüklü, acemilik yüklü duyguların sürüklemesiyle... Belki o zaman önemli bir operasyonda bulunan eşine en azından mesaj atar ve nasıl olduğunu öğrenip hiç çekinmeden onu sarıp sarmalayıcı dualar yazardı. Belki de sadece 'Allah'a emanet ol...' derdi. Fakat bu üç kelimelik kısa cümleye sevgisini, kaygısını ve özlemini hiç çekinmeden ekler; sonundaki üç noktaya ise dile getiremediği nice duyguyu sığdırırdı. Anlardı o zaman Hamza. Gözyaşları ipil ipil akan genç eşinin korkularını, yüreğinin yaralı bir kuş gibi nasıl çırpındığını; sadece o üç noktaya bakarak, hiçbir şerhe gerek duymadan anlardı.

Şimdi ise 'İyi misin?' Diye sormaya bile çekindiği bir konumda duruyorken kendisini kitaplara vermişti. Bu, gergin hislerini esneten ve korkularının üzerine örtü çeken bir etkiye sahipti. Kimsenin müdahalesi olmadan bir şeyler okuyabilmek ona şükredilesi geliyordu. Zamanında üvey babasından sırf bunun için bile epey azar işitmişti. Şimdi ise okudukça geçmişin koyu perdesi aralanıyor; ona, hüznü yaşamına katık ettiği zaman dilimlerini anımsatıyordu.

Saatler önce evine giden kayınvalidesinin ardından kapıyı kilitleyip penceleri de sıkı sıkıya kapatmasına rağmen saat ilerledikçe içindeki ürperti katmerleşti. Bu yüzden hiç izlememesine rağmen sırf evde bir ses olması adına televizyonu açtı. Bir belgesel kanalı bulana kadar kanallar arasında ilerledi. İstediği gibi bir kanal bulunca sesi biraz yükseltip koltuğa kıvrıldı. Başını kırlente, avcunu ise yanağının altına koyup bomboş gözlerle belgeseli seyretti.

İçine çöreklenen sıkıntı öylesine büyüktü ki durmadan iç çekip duruyor, ellerini kırlentin kısa saçaklarında gezdiriyor ve sanki koltukta değil de demirden yapılmış çıplak bir ranzanın üzerindeymiş gibi rahatsız bir devinimle kıpırdanıyordu.

En sonunca iyice bunaldığını hissederek kendini balkona attı. Sandalyeyi cama yaklaştırıp uzun bir süre gökyüzünü seyretti. Birkaç yıldıza çarptı gözü. Bir yıldız kadar küçük görünen fakat hareket edişinden uçak olduğu anlaşılan cismi takip etti hafif buğulanan siyah gözleri. Az ötede yan yana dizilmiş müstakil evlere ve apartmanlara, kaldırımın üzerinde patilerini yalayan beyaz kediye baktı. Sanki başını nereye çevirse içindeki kasvet duygusunun çeperleri genişliyordu. Bir nebze ferahlık arzusuyla çıktığı bu balkonda da içindeki sıkıntıyı gideremeyeceğini anladı bu yüzden. Kendini yeniden salona, az önce uzandığı koltuğa attı.

Yine bomboş gözlerle belgeseli seyretmeye devam etti. Göğsü sıkışıyor, korkunun dışında başka bir his kendisini çepeçevre sarıyordu. Hamza gelene kadar uyumamayı planlamıştı. Sanki onu görse içindeki sıkıntı bir anda dağılacaktı. Fakat az sonra gözleri uykuya yenik düşerek ağır ağır kapandı.

***

Derinlerden bir yerden gelir gibi işittiği zil sesini diri bir şuurla algıladığında salondaki duvar saati 03:25'i gösteriyordu. Büşra, başını kırlentten çekip sızlayan vücudunu zorlukla koltuktan ayırdığında hâlâ açık olan TV ekranına bakıp yüzünü buruşturdu. El yordamıyla bulduğu kumandanın kapatma tuşuyla buluştu parmağı. TV kapanınca salon karanlığa gömüldü. Dışarıdaki sokak lambaları az bir miktar da olsa içeriyi aydınlattığı için uyku mahmurluğuyla lamba düğmesini bulup elini üzerine bastırdı. Hâlâ ısrarla çalmakta olan kapıyı açmak için koridorda ağır adımlarla ilerledi.

Kapı deliğinden baktığında gelen kişinin kayınvalidesi olduğunu fark etti. Bu fark edişle birlikte uykusu anında dağıldı. Yüreğinin üzerine bulanık bir sis çöktü. Üstteki kilidi üç kez çevirip kulpu aşağı indirdi.

Kapıyı açar açmaz can havliyle içeri giren annesi: "Hamza!" Diye bağırıverdi. Büşra, onun yaşlı gözlerini ve dehşet dolu yüz ifadesini görünce zorlukla yutkundu. Üzerinden kaynar bir su dökülmüş gibi hissetti. Acı, sol yanında bir sarmaşık gibi büyüdü, büyüdü...

***

Yatağın üzerinde omzu sargılı ve üzeri beyaz bir örtüyle örtülü olan adam, Hamza'dan başkası değildi. Sanki saatler önce bir çatışma esnasında yaralanmamış gibi rahat bir yüz ifadesi vardı. Ve tuhaf bir biçimde buraya geldiklerinden beri gülümsüyordu.

"Aklım çıktı oğlum! Seni görene kadar iyi olduğuna inanamadım."

Kayınvalidesi, yatağın yakınlarında oğlunun yüzünü küçük bir çocukmuşçasına nazikçe okşarken Büşra, az ilerideki refakatçi koltuğunun üzerinde uzaktan uzağa Hamza'yı seyrediyordu. Buraya gelene kadar kayınvalidesinin felaket senaryolarını dinlediği için ağlamaktan gözleri şişmiş, yüzü kızarmıştı. Başı da hafiften ağrımaya başlamıştı. İlaçları yanında olmadığı için hayıflansa da Hamza'nın durumuna şahit oldukça ağrısını biraz olsun unutuyordu.

"Sana haber vermeyecektim normalde. Evham olduğunu biliyorum. Ama Büşra'ya haber verirsem gecenin bir vakti tek başına buraya gelmeye çalışır diye korkup mecburen seni aradım. İyi mi yaptım bilemedim ama..."

Sonlara doğru güler gibi çıkan sesine karşılık annesi: "İçimde bir sıkıntı vardı zaten" dedi sanki onu hiç işitmemiş gibi. "Uyuyamamıştım, demek boşuna değilmiş."

"Altı üstü ufak bir yara, abartma anne."

"O yüzden mi ameliyat oldun? O yüzden mi bir süre gözlem altında tutulacaksın oğlum? Yani illaki ölmen mi gerekiyor endişe etmek için? Sen nereden bileceksin anne yüreğini!"

Hamza, sitemli bir sesle söylenen annesinin elini tutup ufak bir öpücük bıraktıktan sonra: "Tamam tamam, kızma hemen" deyip gönlünü almaya çalıştı. Büşra ise bir köşede yabancı gibi onları izledi sadece. Eşine yaklaşmaya, onunla konuşmaya çekiniyor; sadece uzaktan dinlemekle yetiniyordu. Oysa buraya gelene kadar sanki hiç dinmeyecekmiş gibi ağırlaşan bir ıstırabı ağırlamıştı.

Eşi, ara ara acıyla buruşan çehresine zoraki tebessümler kondurmaya çalışıp annesini rahatlamak ister gibi davranırken o hâlâ bu evlilikteki konumunu sorguluyordu. Aralarında aşılması güç bir mesafe, ikisinin de dile getirmeye korktuğu bir içtensizlik ve mecburiyetin gereği olarak yapılan birtakım rutinler vardı. Fakat Büşra, tüm bu yükleri tek başına sırtlanmaya takati olduğunu düşünmüyordu. Bir adım atsa; sarılsa mesela, yüzüne bakıp 'senin için çok endişelendim' dese en fazla ne olurdu? Fakat varlığını fazlalık hissettiği bir yerde duruyorken kendisini bu denli görünür kılmaya çekiniyordu. Hatta bundan ölesiye korkuyordu.

Evleneli üç ay kadar geçmişti ve zaman ilerledikçe yürekleri arasındaki uçurum gittikçe genişliyordu. Kendini koruyarak bu uçurumu aşması pek olası gelmediği için elem verici bir bekleyişin pençesine takılmıştı.

Evet bekliyorum, diye geçirdi içinden. Ama neyi? Kendi dünyasında kendi varlığı ile yetinebilen bir adamı mı? Yahut yüreğinde hâlâ bir kadını saklayan fakat bunu kendine bile itiraf edemeyen bir yaralıyı mı? Hâlâ onu seviyor olmalı. Belki gece başını yastığa koyduğunda görmek istediği yüz de o kadına ait. ​​​Fakat işte hâlâ onun yanındayım. Sığınacak bir yer arayan çaresiz bir insana ev olmaktan başka bir şey değil onun yaptığı. Oysa güvendesin işte. Korkusuzca açıp kapatıyorsun odaların kapılarını. Bir anda yabancı birtakım adamlar gelip doldurmuyor evini. Sabahları, kusmak istediğin leş bir içki kokusu ve kumar oynayan adamların terleriye bulanık olan bir odaya girip orayı temizlemek zorunda kalmıyorsun. Peki daha ne istiyorsun Büşra? Bundan ötesini istemeye, adamın kalbine çakılan geçmişe dair izleri silmeyi arzulamaya hakkın var mı?

Ziyaret süresi dolduğunda Büşra, ayaklanıp kabanını giyen, ardından çantasını omzuna takan kayınvalidesini yolcu etmek için ayağa kalkıp derin bir nefes aldı. Düşündüğü şeyler, zihninde kurup durduğu karamsar sahneler ona ağır gelmişti. Bedeni bile bunun tesiriyle hantallaşmış gibiydi.

Son kez oğlunun yastığını düzeltip alnına şefkatli bir öpücük bırakan kayınvalidesi: "Eve geçince hemen haber veriyorsunuz bana" diye uyarıp ikisine de onay bekler gibi baktı.

"Tamam Aysel Sultan, tamam."

Büşra, odanın dışına çıkıp onu yolcu etmeye hazırlanırken kayınvalidesi bir sır verir gibi eğildi yüzüne. Tedirgin bir hâli vardı.

"Refakatçi olarak iki kişi kabul etselerdi keşke..."

Büşra, yaşlı kadının sesinde ve oğlunun bulunduğu odaya sık sık takılan bakışlarındaki endişe izlerinin çoğaldığını görünce: "Senin kalman belki daha iyi olurdu ama..." deyip ellerini iki yana açtı. Ne diyeceğini bilemiyor, kendini biraz da mahcup hissediyordu. Yaşlı kadın, bunu hissetmiş gibi "neyse" der gibi salladı elini, yine de gözlerinden az önceki endişesi okunuyordu.

"Olsun olsun, Hamza haklı. Ben de seni eve tek göndermek istemem. Ee, sabaha kadar da hastane koridorlarında, kantinde falan bekleyemezsin. Zaten ağır bir durumu yok çok şükür. Siz eve geçince bana haber verin kızım, yemekle falan uğraşma bugün. Yemeklerinizi ben getireceğim. Tamam mı?"

Büşra, kendisini rahatlatmak ister gibi konuşan ama gözleri sık sık o odaya kayan kayınvalidesinin söylediklerini onayladı. İçi rahat olsun diye birkaç şey söyleyip sarıldı ona. Yaşlı kadını yolcu ettikten hemen sonra kararsız adımlarla odaya girdi. Kapıyı usulca örttü. Hamza'yla çarpışan bakışları, üzerinde sıcak bir tesir bıraktı.

"Ağrın var mı? İyi misin?" Diye çekinerek sordu yanına yaklaştığında. Genç adam: "İyiyim iyiyim" deyip ardından bir şey hatırlamış gibi güldü.

"Annem mi ağlattı seni? Gözlerin şişmiş. Artık ne dediyse gelirken..."

Sonlara doğru sesi, kendi kendine söylenir gibi çıkmıştı. Onun bu durumda bile rahat tavırlar sergilemesi içinde tuhaf bir huzursuzluk hissi meydana getirse de belli etmemeye çalıştı.

"Kötü bir şey oldu ama söylemiyorsun sandı. Anne yüreği işte..."

Yatağa biraz daha yaklaşıp çekimser bir edâ ile: "Yastığın rahat mı?" Diye sorarken elleri gayriihtiyari bir yönelişle yastığa doğru yaklaştı.

"Rahat. Sağ ol" deyip refakatçi koltuğunu işaret etti Hamza. "Geç dinlen sen de. Sabah olacak neredeyse, ayaktasın uzun süredir."

Büşra, aralarında var olan o mesafe sebebiyle daha fazla bir şey diyemeden koltuğa geçti. Oysa içinde büyük bir konuşma isteği canlanmıştı. Neden çatışma çıktığını, nasıl yaralandığını ve o an ne hissettiğini sormak istese de her bir soruyu içine attı. Belki konuşmak istemiyordur, diye geçirdi içinden. Yorgundur belki... Hem ağrısı da var gibi. Yüzü sık sık acıyla geriliyor.

Onunla göz göze gelmemek için telefonunu eline alıp ameliyattan sonra dikkat edilmesi gereken şeyleri araştırmaya koyuldu. Tüm dikkatini sitede yazan bilgilere vermişken kapı iki kez tıklatıldı, ardından ardına kadar açıldı ve genç bir hemşire, elinde serum bulunduğu hâlde içeri girdi.

Büşra, saçları gelişigüzel toplanmış, uykulu görünen fakat buna rağmen önce kendisine sonra da Hamza'ya güler bir yüzle bakan hemşireyi görünce telefonun ekran kilidini kapattı. Ayağa kalkma ihtiyacı hissederek yorgun bedenini zorlukla kaldırdı.

Hemşire, Hamza'ya yaklaşırken az önceki gülümsemesi biraz daha derinleşti. Yatağın yanındaki tekerlekli sehpayı kendisine yaklaştırıp elindeki serumları üzerine bıraktı. "Ağrınız çok mu?" Diye sordu yumuşak bir sesle.

"Yeni yeni artmaya başladı" diyen eşinin sesi, bu sefer öncekine nazaran biraz daha gerçek duygusunu yansıtıyor gibiydi. Yani acı çekiyor gibi... Büşra, birkaç adımda yatağa yaklaştığında hemşirenin Hamza'yı sağlam omzundan dikkatli bir şekilde tutuşunu izledi.

"Yarayı kontrol edeceğim. Biraz eğilir misiniz?"

Eşi, hemşirenin komutuna uyarak sağ omzunu hafifçe eğerken dudaklarından kesik birkaç inilti yükseldi. Hemşire, mavi pijamanın arka düğmesini dikkatlice açıp omuz kısmını sıyırırken Büşra, yarayı görme ihtimaline karşı gözlerini başka başka yerlere çevirdi.

Hemşirenin: "Bir sorun yok..." mırıltısını duyana dek başını kaldırmadı. O mırıltıyı işitince ise bir nebze rahatlayarak bakışlarını yeniden Hamza'nın geniş omuzlarına çevirdi. Vurulduğu anı, canının ne kadar yanmış olabileceğini düşününce içindeki hassas bir noktanın darbe aldığını hissetti. Yüzünü buruşturup zorlukla yutkundu.

"Ağrı kesici serum, sizi biraz rahatlatır."

Hemşire, dikkat kesilmiş bir yüz ifadesiyle eşinin kolunu tutup yavaşça çevirdi. Dezenfekte işlemini bitirir bitirmez damar yolunu bulmaya çalıştı. Büşra, tüm bunları izlerken rahatsız edici bir hissin baskısı altında hafifçe kıpırdandı. Kendisine bile itiraf etmekten çekindiği bir duygunun etkisi altındayken mantıklı düşünemediğini biliyordu.

Damarı bulduktan sonra iğneyi alışkın bir hareketle oraya yerleştiren, ardından iğneyi flaster yardımıyla sabitleyip serumun akışını düzenleyen hemşire, işini bitirmeye yakın: "Birazdan hafifler ağrınız" deyip yeniden gülümsedi. "Ara ara kontrol etmeye geleceğim. Dinlenebilirsiniz siz."

"Teşekkür ederim."

Hemşire odadan çıkmasına rağmen Büşra'nın gözleri yavaş yavaş akan serumda takılı kalmıştı. Uzun bir süre öylece ayakta dikildi. Hamza'nın: "Otur, dinlen sen de" deyişini duymasa biraz daha ayakta durmaya devam edecekti.

"Çok mu ağrıyor?" Diye sordu dayanamayıp. Öyle ani bir şekilde sormuştu ki sesindeki endişeyi gizleyemedi. Hatta Hamza dahi bir an yüzüne bakıp bu endişenin altında yatan sebebi öğrenmek ister gibi kaşlarını kaldırmıştı. Fakat öyle yorgun görünüyordu ki belki de bu yüzden üzerinde çok durmamıştı. Sol yanına dönüp uzandı. "Hemşire geçeceğini söyledi birazdan" dedi güçsüz bir sesle. "Endişelenme, hadi uyu dinlen biraz."

Büşra, koltuğa geçmeden önce ona son kez baktı. Kalbinde bir yerlerin sebepsiz yere acıdığını, içinde derin bir gedik açıldığını hissediyor ama buna herhangi bir mânâ giydiremiyordu.

***

Bir başkasının yarasıyla ilgilenmeye alışmış olsa da kalbindeki yarayla ilgilenen; daha doğrusu onu gören yoktu. Rabbiyle kendi arasında tuttuğu bir sırdı sanki bu yara. Ne zamana değin saklamaya takat getirebileceğini bilmiyordu.

Gecenin siyah örtüsü gökyüzünü çoktan örtmüştü. Şimdi gece lambasının loş aydınlığında sargısını açtığı yaraya dikkatlice merhem sürüyordu. Tüpü sıkıp nohut büyüklüğünde bir parça daha sürdükten sonra merhemin kapağını el çabukluğuyla kapattı. Adamın sırtında bulunan bir yıl öncesine ait yara izinin hikâyesini dört gün önce dinlemişti. Dört gün önce eşi ona meslek hayatında aldığı ilk yarayı uzun uzun anlatmıştı. Bu yüzden gözleri yine o büzülmüş gibi duran beyaz uzunca çizgide takılı kaldı. Fakat çok geçmeden hâlihazırdaki taze yarasıyla ilgilenmeye devam etti.

Bir elini yatağa bastırırken diğer eliyle dikkatlice dikişin üzerine merhemi yedirdi. Dört gündür her merhem sürüşünde aralarında biteviye devam eden ve gittikçe ağırlaşan bir sükût peydâ oluyordu. Merhemi sürdüğü yer, gece lambasının titrek, sarı ışığı altında parlıyor; genç adamın omuzları ise ara ara gerilip tekrar eski hâline dönüyordu.

Büşra, anlamlandıramadığı bir ağlama isteğiyle başa çıkmaya çalışırken sonlara doğru titreyen elini adamın sıcak omzundan çekti. Sargısını özenle sarıp: "Bitti" diye fısıldadı. Yanıbaşındaki gri tişörtü alıp giyinmesine yardım etti. Tüm bunları yaparken ona bakmamak için özellikle direniyor, sanki baksa her şey âşikar olacakmış gibi tuhaf bir kuruntuya kapılıyordu.

İşi tamamen bittiğinde merhemi, kirlenmiş eski sargıyı ve peçeteyi hızlı hızlı toparladı. Yerinden henüz kalkmıştı ki Hamza'nın: "Büşra..." diye seslenmesi üzerine hiçbir adım atamadı. Ayakları yere mıhlandı öylece. Oysa şu an buradan gitmek ve neredeyse göz pınarlarına dek yaklaşmış olan yaşları sakince akıtmak istiyordu.

Fakat adam, bileğinden tutup: "Gel bi" deyince kendini sıkıp zorlukla yutkundu. Yine onun yönlendirmesiyle yanına oturup elindeki merhemi ve çöpleri istemsizce sıktı. Hamza'nın çatık kaşlarının altındaki ela gözlerinde solgun ışığın titreşimleri dalgalanıyor, çehresindeki tedirgin ifade hüzünlü bir bakışa evriliyordu. Fakat Büşra, ağlamak istemiyordu. Şimdi olmazdı. Şimdi olmamalıydı.

"Neyin var kaç gündür?"

"Bir şeyim yok."

Henüz ağlamamasına rağmen sesi ağlamaktan kısılmış gibi güçsüz ve çatallı çıkmıştı. Başını yana çevirip kuru kuru öksürdü. Genç adam ise acı acı güldü.

"Yalan söylemeyi hiç beceremiyorsun, biliyor musun..."

Yalan değil, demek istedi. Görünürde hiçbir şeyim yok. Hatta uzun bir sürenin ardından ilk defa bu kadar güvenli bir yerde ve konfor içindeyim. Sadece adını koyamadığım, derinine inmeye korktuğum bir duygu kıvranıyor içimde. Ona bakmaya, onu incelemeye bile cesaret edemiyorum. Aslında neyim var, ben de bilmiyorum.

"İstemeden seni kırdım mı yoksa? Eğer öyleyse..."

Kalkmak, kaçıp saklanmak mümkün değil miydi? Sanki bu adam, onu bakışlarından tutup yakalamıştı ve bırakmıyordu. Büşra ise boyuna çırpınıyor fakat bir türlü kurtulamıyordu. Ve ona baktıkça, gözlerinde kıpırdayan endişeyi izledikçe kalbinde sanki bir kazan kaynıyordu.

"Sen kırmadın, kimse kırmadı... Sonra konuşsak, lütfen..."

Sonlara doğru yalvarır gibi yana doğru eğilen başı, titreyen dudakları ve yavaş yavaş kapanan gözleri ve hemen ardından o gözlerden usulca akan yaşlar, çok geçmeden sarı, titrek aydınlığın altında yankılanan hıçkırıklar; hiç hesap etmediği şeylerdi. Fakat işte daha fazla dayanmak mümkün olmamıştı. Başını göğsüne kadar eğip dudaklarını ısırdı. Bir utancı gizlemek ister gibi titreyen elleriyle yüzünü örttü. Sarsıla sarsıla ağlayacak bir felaket yaşamamıştı. Bu yüzden karşıdan bakana endişe verecek bir durumda olduğunu az çok kestiriyor fakat bunu engelleyemiyordu. Çok geçmeden adamın kaygı dolu sesi doldurdu kulağını:

"Büşra... N'oldu sana?.."

"..."

"Korkutuyorsun beni. Bir şey mi oldu? Anlat hadi, sakinleş, buradayım..."

Öyle çok utanıyordu ve nasıl bir açıklama yapacağını öyle çok bilmiyordu ki ellerini yüzünden çekemedi bir türlü. Hamza gelip de omuzlarını tutmasa ve ardından yer yer nasır tutan elleriyle onun ince bileklerini kavramasa o hâlde saatlerce kalabilirdi. Fakat genç adam, yüzüne bakmak ister gibi bileklerini inatçı bir şekilde kendine doğru çekince daha fazla direnemedi. Titreyen elleri yüzünden ayrıldı ve sanki tüm savunmasını yitirmiş gibi çaresiz hissetti.

Adamın pürüzlü iri ellerini az sonra ıslak yanaklarında hissetti. Yüzünü kaldırıp baş parmağını göz pınarlarının altında gezdiren eşinin, bunu sadece teselli için yaptığının farkındaydı.

"Niye her şeyi içine atıyorsun? Benimle konuşmayı deneyebilirsin..."

Müşfik ve babacan o sese hiçbir karşılık vermeden öylece boşluğa baktı. Ara ara hâlâ istemsizce iç çekiyor ve bu iç çekişin etkisiyle göğsü inip kalkıyordu.

Hamza, durgun bir sesle: "Seni anlamak bazen o kadar zor ki..." diye mırıldanıp yanaklarında kalan son ıslakları sildi. Bunu yaparken omzuna bir ağrı saplanmış olacak ki acı acı inledi.

Büşra'nın boşluktaki gözleri, adamın ela gözlerine tırmandı yeniden. Yanaklarındaki o elleri tutup hızlıca indirdi. Bir anlığına içinde bulunduğu karmaşadan sıyrılıp eşinin acısına odaklandı.

"Ağrıyor mu? Yanlış bir şey yapmadım dimi ilacı sürerken?"

Telaşlı bir sesle üst üste yığdığı kelimeler karşısında Hamza belli belirsiz gülümseyip: "Hâlâ kendinden önce başkalarını düşünüyorsun" diye söylendi. Ardından yatağın üzerindeki yorganı sıyırıp altına girdi. Aynı zamanda Büşra'ya bakmaya devam ediyordu.

"Şikayetini geri çekmen içime sinmedi hiç. O günden beri iyi değilsin. Yarın yine gidip yeniden şikayet edelim. Hem yaptıkları yanlarına kâr kalmamalı. Belki cezalarını çektiklerinde için biraz olsun rahatlar."

Uzun bir süredir bunu bile düşünecek bir hâlde değilim, diye geçirdi içinden. Fakat adam görmüyor, gördüğünü de yanlış yorumluyordu. Esasında doğru yorumlamasını ve her şeyi fark etmesini de istemezdi. O hâlde niye bazı zamanlar ona kırgın hissediyor ve bu kırgınlığı hiç istememesine rağmen âşikar ediyordu?

Çoğu şey gibi bunu da bilemedi. Az önce adamın söylediği sebebi kabullenmiş görünüp başını salladı. Namaz kılmaya gitmeden önce yorganı Hamza'nın göğsüne kadar çekti. Onun sorgulayıcı bakışlarına aldırmamaya çalıştı.

"İyi geceler... Bir isteğin olursa seslenebilirsin."

 

 

 

Bölüm : 29.08.2024 07:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...