Zemini beyaz olan elbisenin üzerinde, ortasına kor bir ateş rengi serpiştirilmiş sarı kasımpatılarla dolu elbisesini ilk kez giyinmişti. Açık kahverengi eşarbını da yine ilk kez... Misafirini beklerken yaşadığı o his öylesine coşkundu ki hazırlıklarını tamamlamasına rağmen bir türlü yerinde duramıyordu. İnce parmakları ara ara stresle elbisesinin üzerindeki kasımpatılarda dolaşıyor, çocuksu bir neşenin ardına takılarak pencereye koşuyor ve tül perdenin ardından dün gece Hamza'nın gösterdiği karşı çaprazlarındaki tek katlı eve bakıyordu.
Beklemeyi bırakıp salondaki koltuğa çöktüğünde İmam Gazâlî'nin kitabını eline alıp kaldığı yerden birkaç satır okudu. Odaklanamadığını fark edince derin bir iç çekip kitabı koltuğun kenarına bıraktı usulca. Onca kuvvetli dalgadan sonra durgunlaşan bir deniz gibi sütliman kesilip öylece bir boşluğa daldı gözleri. Neden sonra ayaklandı, mutfağa gitti. Tezgahın üzerindeki mercimek köftesini ve buzdolabında sosunu bir hayli çekmiş olan iştah açıcı ıslak keki kontrol etti. Mercimek köftesini yapmasının tek sebebi gelecek olan misafir değildi elbet. Bir keresinde bu yiyeceğe dair Hamza'nın dilinden dökülen övgüler, kararını vermesinde epey etkili olmuştu.
Çayın altını yakmıştı ki kapı zilinin gürültülü sesi yankılandı kulağında. Kalbinde kesif bir heyecan duyarak, ona bir miktar uzun gelen elbisesinin eteğini tuta tuta kapıya koştu. Otomata basıp bekledi gergince. Bu zamana dek hiç arkadaşı olmadığını yeniden anımsadı ve yaşadığı bu "ilk"in yüreğine bıraktığı izleri temaşa etti.
Çelik kapı tokmağının iki kez "tak tak" diye hafif bir ses çıkarmasıyla birlikte silkelenerek delikten gelen kişinin o olup olmadığını teyit etmek istedi. Oysa onu henüz tanımıyordu ve hatta bir kere bile görmüş değildi. Fakat yine de bulanık bir suyun ardındaki görüntü gibi belli belirsiz görünen o yüzü gördüğünde: "O olmalı" diye geçirdi içinden. Kapıyı ardına kadar açıp heyecanla yutkundu.
1.70 boylarında, esmer, hafif kemerli ince burnu soğuktan kızarmış, zayıf fakat dinç görünüşlü bir kızdı karşısındaki. Üzerine aldığı neftî rengi hırka kendisine iki beden büyük gibi duruyor ve diz kapaklarına dek ulaşıyordu. Hırkanın altından pileli siyah eteğinin uçları yer yer çamur izleriyle doluydu. Ona utangaç bir tebessüm armağan etti Büşra.
Genç kızın kahverengi bürümcük şalı o kadar uzundu ki gelişigüzel omzuna atmış olduğu çantanın üzerini yarı yarıya kapatmıştı. Ona farklı fakat samimi ve sıcak gelen bu kız, sanki kırk yıldır tanışıklarmış gibi: "Selamun aleyküm!" Deyip uzun beyaz dişleri görünecek kadar gülümsediğinde Büşra'nın tebessümü daha çok genişledi.
"Aleykümselam... Sen, Münire olmalısın?"
Çekinerek kurduğu son cümleye karşılık genç kız: "Ta kendisi!" Derken dudaklarının arasından hafif bir kıkırtı firar etti. Büşra, genç kızın kızarmış burnunu yeni görmüş gibi dalgın ve şaşkın hâlinden silkelenerek: "Buyur, geç lütfen, üşüdün..." diye mırıldandı.
Münire; siyah bağcıklı, bileklerinin hizasına gelen deri botlarını beklenmedik bir hızla çıkarıp yine aynı hızla içeri girerken ellerine hohlayıp çantasını çıkardı.
"Nereye koyabilirim bunu?"
Büşra, kapının arkasındaki vestiyeri gösterip: "Buraya asabilirsin" dediğinde kapıyı kapatıp el alışkanlığı ile üst kısmı kilitledi. Biraz sonra çantasını ve hırkasını asmış olan Münire, yıllardır görmediği bir dostuna kavuşmuş gibi Büşra'ya yaklaşıp eğilerek ona sımsıkı sarıldı. İlk başta bu samimiyet karşısında afallasa da çok geçmeden o sıcak kollara teslim oldu Büşra.
"Hoş geldin" dedi fakat tuhaf bir biçimde öyle çok utanıyordu ki sesi sanki bir mırıltı hâlinde dökülüyordu dudaklarının arasından.
"Hoş buldum."
Salona geçtiklerinde Büşra, az sonra tanışacağı genç kıza dikkatle baktı. Bej rengi geniş gömleği, pileli eteğini dizlerine yakın bir yere dek kapatan Münire, koltuğa oturmak yerine ayakta öylece dikiliyordu.
Büşra, "Otur lütfen" dese de Münire, eteğini tutup hafifçe kaldırarak: "Gelirken çamur bulaştı" deyip yüzünü buruşturdu. "Islak mendil var mı?"
"Olacaktı. Bir dakika..."
Yatak odasına girip harıl harıl ıslak mendil aradığında nihayet komodinin üst çekmecesindeki ıslak mendili görüp hızlıca eline aldı. Heyecandan neyi nereye koyduğunu unutuyor, elleri sık sık terliyordu.
Salona girdiğinde Münire'yi eteklerinin ucundan tutmuş, çamur lekelerine dikkat kesilmiş hâlde buldu. Islak mendili ona doğru uzatıp az öncekine nazaran daha sakinleşmiş ses tonuyla bir teklif sundu:
"Eğer geçmezse yıkarım istersen... Benim eteklerimden birini giyersin."
"Geçer inşallah. Teşekkür ederim..."
Islak mendile uzanıp kapağını açtıktan sonra içinden iki tane mendil çıkarıp kapağı ince uzun parmaklarıyla tekrar kapattı Münire. Yere çömelip eteğindeki lekeleri tek tek, dikkatle ve özenle silmeye başladı. Burnundaki kızarıklık biraz azalmış, sıcaktan dolayı yüzüne biraz daha renk gelmişti. İşini bitirdikten sonra kirli ıslak mendilleri avcunun içine bastırdı.
"Banyo neredeydi? Ellerimi yıkasam iyi olacak."
Büşra: "Gel" deyip önden ilerlemeye başladı. Koridorun sonunda yatak odasının hemen yakınındaki banyo kapısını açıp gülümsedi. "Burası."
"Teşekkür ederim..."
Münire banyoda işlerini hallededursun; Büşra, yersiz olduğunu bildiği bir telaşla mutfağa gidip çaya baktı. Hızlıca kaynaması için ocağın altını biraz daha açıp tezgahın üzerine servis tepsisi, tepsinin üzerine iki çay bardağı, çay kaşığı ve şeker dolu kase bıraktı. Büyükçe olan tepsinin hemen yanına iki tabak ve çatal koyup hazırlıklarını tamamladıktan sonra salona geçti. Münire de biraz sonra gelmiş, o cana yakın gülümsemesini yeniden, cömertçe sunarak hemen yanına oturuvermişti.
Bu yeni arkadaş adayı: "Ben seni birkaç kere gördüm aslında" dedi bir sırrı ifşa eder gibi. "Ama sen beni fark etmedin."
Büşra, ne diyeceğini bilemeyerek gülümsediğinde Münire onun utangaçlığını sezmiş gibi konuyu daha fazla açmak, genişletmek istedi.
"Sadece uzaktan görmeme rağmen kanım sana çok kaynamıştı. Ama genelde seni eşinle birlikte gördüğüm için karşına çıkamadım. Yoksa çoktan tanışmıştık... En sonunda babamı devreye soktum. O da benim gibi girişkendir. Hemen tanışıp kaynaşmışlar abiyle. Neyse ki sonunda nasip oldu, elhamdülillah."
Büşra, kelimeleri soluk almadan ardı ardına dizen bu şen şakrak, deli dolu kızın abartılı mimiklerine ve konunun gidişatına göre ellerini sürekli kaldırıp havada çeşitli şekiller çizmesine şaşırsa da bu durum onu rahatsız etmedi. Aksine yanında rahat hissettiğini ve yavaş yavaş utancının azaldığını bile hissediyordu.
"Ben de dün çok şaşırdım. Eşim aniden konuyu açmıştı. Sevindim ama inanamadım da... Daha önce hiç arkadaşım olmadığı için belki de... Birinin benimle tanışmak isteyeceğini hiç hayal etmemiştim. Genelde dışarıdan soğuk göründüğümü söylerlerdi."
Münire, oturmaktan sıkılmış gibi ayağa kalkıp karşıdaki koltuğa gittiğinde ve İmam Gazâlî'nin kitabını eline alıp ayakta incelemeye başladığında: "Yok ya..." Dedi karşı çıkar gibi. "Ben, dışarıdan gördüğüm kadarıyla insanlar hakkında hükme varmayı sevmem. Önce gidip tanımaya çalışırım. Biraz vakit geçiririm. Sonra bizzat gördüklerim üzerinden değerlendiririm."
İlgisini çeken bir satıra denk gelmiş gibi gözlerini kısıp kitabı biraz daha kendisine yaklaştıran Münire: "İhyâ'yı okumuştum" deyip birkaç sayfaya daha baktı. "Ama bu kitabı hiç okumadım, çok güzel görünüyor."
Büşra, az önceki konudan hızlıca sıyrılarak başını salladı.
"Evet, çok güzeldir. Herhalde bu altıncı ya da yedinci okuyuşum... Neredeyse ezberledim."
Münire, gözlerini kocaman açıp: "Ciddi misin!" Dediğinde Büşra onun şaşkınlığına anlam veremeyerek: "Evet..." dedi. "Neden şaşırdın ki?"
"Ben, ölümle ilgili kitapları çok fazla okuyamıyorum da... Ondan şaşırdım. Beni çok sarsıyor, biraz da korkuyorum. Ölümü sık sık hatırlamak gerektiğini bilsem de düşünmeye pek cesaret edemiyorum. Sana imrendim açıkçası."
Yeni edindiği bu arkadaşın sözleri yüreğinde birtakım hisler uyandırdı. Kesik kesik birkaç görüntü... Avuçlarında annesinin teninin soğukluğunu hissetti. Öz babasının hastane odasında verdiği son nefesini sanki kulağının çok yakınında yeniden işitti. Ölümü bilerek yaşamıştı. Onu erken öğrenmek zorunda kalmış ve kendi ölümüne dair çok sık ve farklı tefekkür pencereleri açmıştı.
İlk başta ona da soğuk, itici ve karanlık bir yokluk gibi görünen ölüm; okudukça ve öğrendikçe yarım kalmış birçok hikâyenin devam etmesi için zorunlu bir göç olarak görünmeye başlamıştı gözüne. Asıl âleme, asıl diyarına, benliğinin derinliklerinde arzuladığı o sonsuz yaşama bir geçiş... Evet, biliyordu. Bu geçişin çeşitli merhaleleri, zorlukları vardı. Ölmek, bayılmak demek değildi nitekim. Lakin yeryüzündeki herkesin merhametinin toplamının bile O'nun merhametine yetişemeyeceğini, hatta o merhametle kıyas dahi kabul etmeyeceğini bilmek; ölümü korkutucu görmesinin önüne geçiyordu. Hatta bazen adına "dünya" denen bu gurbet diyârında yaşadığı acıların, ıstırapların ve gördüğü kötülüklerin sonuçsuz kalmayacağını bilmek yüreğini genişletiyor; zerrelerin bile hebâ olmayacağı o büyük güne iman ettiği için ölüme olan bakış açısı değişiyordu.
'Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber' dizesi gelip kondu birden kalbinin otağına. O dizeyi temaşa eyledi; bir tefekkür kapısı açıldı, bir isyan kapısı devrildi.
"Bana da korkutucu gelirdi" dedi kitabı hâlâ incelemeye devam eden Münire'ye. Elbisesindeki kasımpatılara dokundu usul usul. "Ama sonra onunla yüzleştim. Aslında her zaman bir şekilde yüzleşiyordum. Kaç kez selâlar işitmiştim camiden... Fakat bir gün o selâların çok sevdiğim birileri için okunacağını hiç düşünmemiştim. Benim için okunacağı gerçeği ise sanki hiç uğramamıştı zihnime. Zaman geçti, ben de kaçmaktan vazgeçtim. Ölümü anlamaya, mahiyetini çözmeye çalıştım. Nihayet barıştım, hatta bazen özledim..."
Münire, kitabın kapağını kapatıp irileşen gözlerini Büşra'ya çevirdiğinde sesinde dehşet dolu bir tını vardı:
"Ölümü mü özledin?"
Onun sesindeki bu dehşete gülümseyip: "Allah'a kavuşmayı..." dedi dingin bir sesle.
Münire, farklı âlemden gelen bir varlığa bakar gibi tuhaf bir bakışla kendisini süzdükten sonra başını ağır ağır sallayıp yanına geldi. İnce bedenini bir yaprak gibi hafif bir salınımla yanıbaşına bıraktı.
"O'na kavuşmanın yolu ölümden geçiyor. Ölümü de özlemişsin yani..."
Bir şey demedi, demeye lüzum görmedi. Babasının ve annesinin ölümlerini düşündü sırasıyla. Sonra bir kalbin ölümünü düşündü. Yani asıl felaketi. Üvey babası; onun sesi ve o mahut hâli düştü zihnine. Elini kalbine götürdü; oradaki değerli bir şeyi yitirmekten korkar gibi titrek bir kıvılcım yanıp söndü gözlerinde. Sana sığınırım, dedi içinden. Kalbimin ölmesinden Sana sığınırım Rabbim.
***
Şubatın soğuk ve karlı bir akşamında parmaklarını pencerenin soğuk yüzeyine değdirip cama değen tanelere bir engelin ardından dokundu. Çehresini içten bir tebessüm aydınlatırken çocuk yanı dışarı çıkıp karların üzerinde uzanmayı, kollarını iki yana açarak beyaz örtünün üzerine geçici bir iz bırakmayı istedi. Sonra güldü bu isteğine. Hiçbirini yapamaz, doğrusu yapmayı doğru bulmazdı. Ne etrafı çitlerle çevrili korunaklı bir alandaydı ne de o çocuk yaşlarında... Evet, belki hâlâ genç, hatta gencecik bir kızdı lâkin küçükken yarım kalan tüm neşeli anları bu yaşına sığdıramazdı.
Kar, şiddetini artırarak yağmaya devam ederken evin önünü aydınlatan araba farına dikkat kesildi. Biraz sonra ardı ardına düşen iri beyaz tanelerin arasından Hamza'yı zorlukla gördü. İç çekip kalktı sandalyeden. Dört buçuk aydır mütemadiyen yaptığı gibi kapıda onu karşıladı.
"Hoş geldin" dedi geçen zamana rağmen pek değişmeyen ve kısmî bir mesafe taşıyan sesle.
"Hoş buldum. Kar nasıl bastırdı öyle..."
Montunu çıkarırken bir yandan bu sene kışın ne kadar çetin geçtiğine dair yorumlarda bulunan eşini dikkatle dinledi. Ara ara kısa birkaç cümleyle eşlik etti konuşmasına. Gelirken dışarıdaki soğuktan bir parça da getirmiş olan genç adam, üzerini değiştirmek için yatak odasına yöneldiğinde Büşra da mutfağa geçti. Mercimek çorbası, pirinç pilavı ve tavuk sote bulunan ocağın üç gözünü de tek tek yakıp yemekleri ısıttı.
Isınan yemekleri yavaş hareketlerle tabaklara doldururken Hamza, elini yüzünü yıkamış ve giyinmiş olarak mutfağa girdi. Yanına yaklaşıp başının üzerinden yemeklere baktı merakla.
"Döktürmüşsün bugün" dedi neşeli bir sesle. Görünüşe bakılırsa bugün işte pek yorulmamıştı. Tezgahın üzerindeki tabakları alıp masaya yerleştirmesinden, iki bardak su doldurup tabakların yanına koymasından ve birkaç ufak yardımından daha anlaşıldığı üzere gerçekten de çok yorucu bir gün yaşamamış gibiydi. Çünkü ancak böyle zamanlarda kendisine yardım ediyordu.
Sofraya oturduklarında adamın ilk açlık hâlinin geçmesini bekledi Büşra. Ardından elindeki kaşığı bir kenara bırakıp kararsız bir sesle: "Şeyy..." deyiverdi. Hamza, bu ses tonunun ardından bir izin alma faslının geleceğini anlamış gibi belli belirsiz güldü. Büşra, bunu sezse de üzerinde pek fazla durmadan: "Yarın" dedi heyecanlı bir sesle. "Münire ile kütüphaneye gidebilir miyim? Üniversitesindeki kütüphaneye..."
"Dışarıdan birilerini alıyorlar mı ki oraya?"
"Onların üniversitesinde alıyorlarmış kimlik kartıyla."
Ağır ağır başını salladı Hamza, fakat bu izin vermesinden ziyade "anladım" demek olduğu için Büşra hemen heveslenemedi. Eşinin çorba kasesini kaldırıp hızlı hızlı kaşıklayarak bitirmesini, ardından suyundan bir yudum alıp bakışlarını kendisine yöneltmesini izledi.
"Saat kaçta gidelim diyordu arkadaşın?"
"Yarın, saat on birde dersi var. Sabah erkenden gidelim dedi, sekiz gibi..."
Bir süre düşündü eşi. Sanki kafasındaki iki farklı düşünceyi hassas bir teraziyle tartıyordu.
"O derse girince ne yapacaksın? Yolları bilmiyorsun, eve tek dönemezsin. Kütüphanede bekleyecek olsan bayağı zaman geçecek."
Bu soruların ardından bir izin çıkacağını hissederek biraz da coşkuyla açıklama yaptı:
"Yarın bir dersi varmış sadece. O da tefsir dersi. Hocası derse arkadaşlarını getirmeye izin veriyormuş. Ders bittikten sonra birlikte döneceğiz inşallah."
Adamın ela gözleri kararsız bir ifadeyle yüzünden ayrılıp sofrada mekik dokudu önce. Neden sonra, aniden: "Tamam" deyiverdi. "Ama mutlaka onunla gidip onunla dön, yolu bilmiyorsun, tek dönmeye kalkarsan kaybolursun."
Heyecanla başını sallayıp "Tamam" dedikten sonra uzun uzun teşekkür etti ve Münire'nin bu ders hakkındaki birkaç övgüsünü anlatarak eşinin tereddütlü hâlini biraz olsun sükûna kavuşturmak istedi. Fakat pek beceremedi. Yemek bitene kadar tereddüdü devam etti Hamza'nın. Yine de izin vermişti ya; Büşra'nın içi rahatlamış, sofrayı toplar toplamaz Münire'ye mesaj atıp yarın görüşmek üzere onu Allah'a emanet etmişti.
Zaman ilerledikçe yarına dair heyecanı da gözle görülür derecede azaldı Büşra'nın. Sigara kokan balkona geçip pencereleri açtı. Açar açmaz kar taneleri doldu balkona. Beyaz yüzüne, yüzünden daha beyaz olan iri kar taneleri düştü. Gayriihtiyari bir şekilde güldü o soğuk taneleri yüzünde hissedince. Elini kaldırıp kar tanelerinin avcunun içine düşüş anlarını keyifle seyretti.
O esnada elinde bir bardak kahveyle balkon kapısının eşiğinde kendisini seyreden Hamza'dan habersizce küçük bir çocuk gibi gülmeye devam etti. Hatta bu işi bir oyuna çevirip gözüne kestirdiği kar tanelerini yakalamaya çalıştı. Birden "küçük Büşra" oluverdi sanki. Dışarıdaki koca dünyaya nazaran minicik olan bu pencerenin el verdiği kadarıyla, beş-altı yaşlarındaki o tatlı coşkunun yüreğinde yeniden yeşerdiğini hissetti.
***
Elindeki kupa bardağını masaya bırakırken gözü kar tanelerini yakalamaya çalışan eşindeydi. Bir an onun bu hâlini küçük bir çocuğa benzetmişti. Uzun süre izledi onu. Nihayet genç kızın siyah eşarbı kar taneleriyle kaplanıp beyaz renge doğru yol alınca kuru kuru öksürüp varlığını hissettirdi.
"Hasta olacaksın ufaklık" dedi muzip bir sesle. Önce eli duraksayan ardından da kötü bir şey yapmış gibi pişmanlık ve utanç dolu bir yüz ifadesiyle arkasını dönen kızın kızaran beyaz yüzünü görünce gülmesini bastıramayarak sandalyeyi çekti. Yemekten sonra ağırlaşan bedenini sandalyeye bıraktı. Eşi, afallaması geçince utanç içinde pencereyi kapatıp eşarbındaki kar tanelerini silkeledi, ıslanan yüzünü silip salona girdi. Hamza ise başını iki yana sallayarak gizli gizli gülmeye devam etti. Bir yandan da annesinin birkaç gün önce söylediği şeyi düşünüyordu.
"Sen otuzuna yaklaştın" demişti annesi. "Bu kız daha yirmi yaşında, çocuk sayılır. Onu kendin gibi görme. Dokuz yaş pek de az sayılmaz. Ara sıra çocuklaş onunla. En azından çocuklaşmasına izin ver."
O zaman annesinin söylediğini pek önemsemese de Büşra'yı o hâlde görünce onun söylediklerini daha iyi anlamıştı. Kahvesini bitirdikten sonra ani bir karar verip ayaklandı. Salonun bir köşesinde kitap okuyan karısına yaklaşıp: "Hadi hazırlan" dedi neşeli bir sesle. Bugün şubede, önceki günlere nazaran daha sakin bir gün geçirdiği için epey dinçti.
Uzun süredir bir yere çıkmadıkları için, şaşırarak: "Nereye?" Diye soran genç kıza: "Aşağıya" diye kısa bir cevap verdikten sonra: "Sıkı giyin" diye de ekledi. "Hava çok soğuk."
Pek bir şey anlamasa da itiraz etmeden kitabı koltuğa bırakıp ayağa kalktı Büşra. On beş dakika kadar sonra sıkıca giyinmiş olarak yanına geldiğinde kendisi de yatak odasına geçip hızlıca hazırlandı.
Dışarı çıktıklarında kesif bir soğuk ve bembeyaz bir örtüyle karşılaştılar. Hamza, Büşra'nın atkısını burnuna kadar çekişini, ardından ellerini kabanının ceplerine koyup botları kara bata çıka yürüyüşünü seyretti. Gözlerindeki parıltıdan gülümsediğini çıkarmak pek de zor değildi. Bir müddet yürüdükten sonra mahallenin bitişine yakın bir yerde bulunan çocuk parkından yükselen kahkahaları duydu Hamza. Büşra da kendisi gibi seslere dikkat kesilmişti.
Parka girdiklerinde az ileride karla kaplanan geniş toprak üzerinde bir cümbüş havasında eğlenen çocukları gördüler. Hamza, kardan adam yapan, karda yuvarlanan ve kartopu savaşı yapan onlarca çocuğa gayriihtiyari bir tebessümle baktı.
Biraz daha yürüyüp çocukların yakınında bulunan yapraklarını dökmüş yaşlı söğüt ağacının dibindeki banka oturdu Hamza. Az sonra Büşra da gözlerini çocuklardan ayırabildiğinde yanına geldi. Bir film izler gibi izledi az ilerideki coşkulu kalabalığı.
Beş yaşlarında, kafasında ponponlu bir şapka, ellerinde kendisine epey büyük gelen mavi eldivenleriyle küçük bir çocuk kendilerine yaklaşana kadar sükûnet içinde olan Hamza, küçük çocuğun yüzünde muzip bir gülümseme belirip de arkasında gizlediği kartopunu ona doğru fırlattığında aniden irkildi. Küçük çocuğun hedefi kendisi olsa da küçük ama sert kar kütlesi Büşra'nın göğsüne vurduğunda genç kızın dudakları arasından bir "âh" sesi yükseldi.
Hamza, yapmacık bir öfkeyle: "Bücüreğe bak sen..." dedikten sonra ayaklanıp: "Gel len buraya" diye seslendi. Fakat küçük çocuk yaptığından ufak bir pişmanlık bile duymamış gibi kahkahalar ata ata yanlarından uzaklaşıp diğer arkadaşlarıyla uslanmaz bir şekilde kartopu savaşı oynamaya devam etti.
Büşra ise şaşkınlığından sıyrılabildiğinde gülerek: "Çocuk o" dedi. "Otur lütfen. Korkacak şimdi..."
Hamza, bazı büyüklerin bile ufaklıkların arasına karışıp çocuklaştığı bu neşeli günde, içindeki yaşlı adamın bir anlığına gözden ırak bir yere çekildiğini sezdi. Usulca eğilip iri elleriyle biraz kar avuçlayıp yuvarladı iyice. Ardından ne yaptığını anlamaya çalışan karısından birkaç adım uzaklaşarak yüzüne sinsi bir gülüş yerleştirdi. Elindeki kartopu Büşra'nın yüzüyle buluşunca kendini tutamayıp onun hazırlıksız yakalanmasına sesli bir şekilde güldü.
Genç kız, önce hızla ayağa kalktı. "Hamza..." dedi dehşete uğramış gibi bir sesle. Ardından kıpkırmızı kesilen yüzünü koluyla silerek yapmacık bir sinirle adamın yüzüne baktı. Öyle kızmış olmalıydı ki hızlıca eğilip bir hışımla yerdeki kardan avcuna toplamaya başladı. Fakat Hamza, yenilmeyi istemeyen bir rakip edâsıyla ondan önce davranıp hızlı hızlı ikinci bir kartopunu daha yuvarladı ve kızın sırtına fırlattı. Genç kız, bir kar topunu yuvarlayana kadar o, ardı ardına birkaç kartopu yapıp sırtına, başına ve göğsüne fırlatıp bir yandan da kendini tutamayarak gülmeye devam ediyordu.
Büşra'nın koca bir kartopu ile ayağa kalkıp kıpkırmızı kesilen bir yüzle kendisine yaklaştığını görünce hiç korkmamasına rağmen söğüt ağacına doğru geri geri adımlayarak: "Sakın..." dedi tehdit eder bir sesle. "Bak o çok büyük, adil oyna oyunu. Ben o kadar büyük fırlatmadım."
Eşi, ince kaşlarını çatıp: "Senin yaptığın çok adildi yani?" Diye sorarken kendisine yaklaşmaya devam ediyor, bir yandan da kartopunu fırlatmak için uygun bir zamanı kolluyordu.
"Büşra, bak..."
Sırtı söğüt ağacının iri yaşlı gövdesine değdiği anda tıraşlı yüzüne de o büyük kartopu fırlatıldı. Yüzünde dağılıp dört bir yana savrulan karlar afallamasına sebep olurken kendisini tutamayıp gülen Büşra'ya baktı nefes nefese. Gerçekten de bu kadar sert bir atışı beklemiyordu. Genç kızın keyifli gülüşü devam ederken Hamza hemen toparlanıp çevik bir hareketle yanına yaklaştı. Eli, avına yaklaşan bir avcı tetikliliğiyle kızın soğuk elini kavradığında ve bir an delilik yapıp onu kucaklayarak kara fırlatmayı düşündüğünde genç kızın neşeli fakat bir miktar da korku dolu çığlığı ile kendine gelir gibi oldu. Neden sonra duraksayıp hâline gülmeye başladı.
"Şubedekiler şu hâlimi görse rezil olurum yemin ederim" dedi alnına düşen saçlarını geriye doğru tararken.
Yanakları ve burnu soğuktan iyice kızaran eşi, ondan beklemediği alaycı bir gülüşle: "Neden?" Diye sordu. "Az önce yüzüne yediğin darbeden dolayı mı?"
O an sanki keşfedilmemiş bir ülkeye girer gibi şaşkın ve hayret dolu bir ifadeyle genç kızın çehresinde gezindi ela gözleri. İlk defa kabuğunun kırıldığını ve o kabuktan daha önce hiç görmediği yanların ortaya çıktığını ve hatta fışkırdığını fark etti.
Sağ eliyle sıkıca tuttuğu yumuşak ve soğuk elin varlığını yeni yeni hissediyor gibi tuhaf bir ürperti parmaklarından kollarına doğru ulaşınca iri gövdesinde bir sıcaklık duydu. Bir lahza kadar kısa bu an; sanki genişlemiş, uzamış, bin parçaya bölünüp bininde de farklı mânâlar kazanmıştı.
Büşra'nın, o sırlı sessizliğini ve hüznünü yırtarak yaramaz bir kız çocuğu gibi muzip bir tavırla ta gözlerinin içine bakacağını hiç ummamıştı. Yahut "şuh" denilebilecek -fakat kızın, bunun farkında olmadığına emin olduğu- o tebessümün ardında saklı olan "kadın"ı görebileceğini hiç tahmin etmemişti. Mutlu olma imkanını elde ettiğinde ve sunîlikten uzak birtakım kaçamaklarla çocukluğuna kanatlandığında bu denli değişebileceğini hiç mi hiç hayal etmemişti.
Öyle dikkatli bakıyordu ki az kalsın Büşra dahi fark ettiği şeyleri görecek ve irkilecekti. Fakat genç kızın, kıvrılan kızarmış dudakları tatlı bir düşten uyanır gibi düz bir çizgi hâlini aldığında ve gözlerini eskiden olduğu gibi gözlerinden kaçırdığında, Hamza, yutkunarak eşinin elini bıraktı. Az önce kesilen tüm sesler tekrar kulağında yankılandı, çocukların neşe dolu gülüşleri çarptı dört bir yanına.
Büşra ise, sanki bugün çocukluğuna hiç inmemiş gibi durgun bir sesle: "Gidelim mi?" Diye mırıldandı. Gözleri, bir suç işlemiş gibi botlarının ucundan ayrılmıyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |