Mart ayı bazen ılık, çoğu zaman ise insanın iliklerine işleyen bir ayazla geçtikten sonra Nisan ayında kayınvalidesinin bahçesindeki erik ağacı çiçek açtı. Çiçeklerin tomurcukları patladı. Sanki can sularına kavuşmuş gibi hangi yeşilliğe dönse çiğdemler, manolyalar, sümbüller ve en çok da papatyalar göz kırptı ona. Alt katta, bahçede, bir masal diyarından fırlamış gibi bembeyaz çiçek açtı koca kiraz ağacı.
Büşra, en çok sonbaharı ve kışı sevmesine rağmen bu görüntü onu mest etti. Yaşadıkları mahalle bol ağaçlı, bol çiçekli, bol renkliydi. Ve bunca göz alıcı 'bol'un yanında bakışlarını nereye çevirse önünde bir tefekkür ve hayret kapısı aralanıyordu.
Yatağın çarşafını ve yastık kılıflarını değiştirirken bir yandan da açık olan pencereden içeri dolan temiz havayı derin derin soludu. Fakat çehresini okşayan sabahın o serin havasını bugün tam mânâsıyla hissedemedi. Pencereye çıkıp canlanan tabiatın renklerini seyretmek dahi istemedi. Duruşma günü gelip çatmışken ve Hamza bile en az kendisi kadar gergin görünüyorken nasıl hissetmek gerektiğini kestiremiyordu.
Nedense çok fazla ümitli değildi. Eşi, her şeyi açık açık söylemese de ona sorduğu sorulardan aldığı yanıtlar ve ara ara adamın yüzüne yansıyan olumsuz duygu kırıntıları her şeyi ele veriyordu. Ve kendisi de hissediyordu; ne babası ne de diğer adam, içine su serpecek bir ceza alacaktı...
Yere bıraktığı çarşafı ve yastık kılıflarını kaldırırken Hamza, üzerine sinen sigara kokusunu sürükleye sürükleye odaya girdi. Sanki aralarında hiçbir kelimeye ve sese ihtiyaç duymadan sessiz bir anlaşma gerçekleşiyordu. Bu sessizliğin ne zaman kırılacağını bilemese de çok fazla önemsemeden elindekileriyle birlikte odadan çıktı. İç çekerek elindekileri kirli sepetine attı. Yeniden odaya girdiğinde eşini yatağın üzerinde bir bacağını diğerinin altına koymuş yarı uzanır hâlde buldu. Telefona gömülmüş, dikkatle bir şeyler okuyordu.
Varlığı fark edilene dek bu sessizliği büyütmeye devam etti. Yatağın kenarındaki bir sepet dolusu yıkanıp kurutulmuş kıyafetleri katlamak için yere oturdu. Ütülemesi gerekenleri bir kenara koyup diğerlerini yavaş yavaş katlamaya başladı.
Az sonra Hamza'nın iç çekiş sesini işitti. Başını kaldırıp onun dalgın yüzüne baktı.
"Gitmeden önce seni anneme bırakarım, hazırlan istersen."
Adamın sesindeki o durgun tını, o gize bulanan ümitsizlik ve çehresine gölgeler indiren o hüzün, yutkunmasına sebep oldu. Gözlerini o ela yangından çekip çıkardı. Yeniden ve yeniden yutkundu.
Allah'ım, dedi içinden. Sanki biri içime maddeye bürünen yakıcı bir his döküyor. Adını koyamıyorum, ona hiçbir mânâ giydiremiyorum. Oysa adaletinden şüphem yok. Burada olmasa da ötelerde. Ötelerde alacağım asıl hakkımı. Annem de alacak. Bu dünyada çileyle yıkanan elleri, o adamın yakasına yapışacak. Allah'ım... Bana güç ver...
Boğazına dizilen yumruları eliyle çözmek ister gibi parmakları boynunda gezindi bir süre.Lakin ağlamadı.Sabahın alacakaranlığı henüz aydınlığa evrilmediği bir zaman diliminde epey ağlamıştı çünkü. Sadece gözleri doldu. Katladığı son kıyafeti de sepetin kenarına koyup dudaklarını birbirine bastırdı. Hazırlanmak için ayağa kalktığında Hamza da ayağa kalktı. Önünde dimdik durdu.
"Büşra..."
Başını kaldırdı, adamın biçimli kalın kaşlarının altında bir çift karartıya dönüşen ela gözlerine baktı. Yüzünü çepeçevre saran hüzün bulutlarının arasından minik, minicik bir ışık hüzmesi belirdi sanki. Sebebini bilemedi.
"Mahkeme nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın değişmeyecek olan bir şey var."
Bunu dedikten sonra adamın elleri tereddütlü bir tavırla ve çekimser, yanaklarına doğru tırmandı usulca. Aralarındaki mesafe bir adım daha küçüldü. Sanki binlerce alaca at, toynaklarını genç kızın kalbine vura vura koşmaya başladı.
Onun merhametinden haberdardı. Ne zaman üzülse adamın bunu hissettiğinden, sert mizâcının altından göz kırpan babacan tavırdan... Fakat bu... Bu da öyle bir şey miydi? Yanaklarında alevden iki top, elleri nereye kavuşacağını şaşırmış, dili ise kelimelerini yitirip lâl olmuştu. Bu neydi Allah'ım, bu neydi? Sanki aynı anda hem ayazda kalmış gibi üşüyor hem de ağustos sıcağının altında yanıyordu.
"Yanındayım... Yanında olacağım."
Elmacık kemiklerindeki çillerin üzerinde gezinen pürüzlü parmaklardan sanki bir şefkat pınarı akıyordu. Biraz sonra o pınar, saçlarını dahi yıkadı. Boynundan göğsüne uzanan gece karası saçlarına ilk kez dokunuyor gibi dokundu genç adam. O saç tutamlarını usulca, sanki ürkek bir kuşu tutar gibi nazikçe genç kızın sırtına bıraktı.
Büşra, elinde olsa yüzünü ondan uzaklara gömecek, saklanacak, yitip gidecekti. Fakat bu sefer elinde değildi. Hamza, her zamanki Hamza değildi sanki. Yahut Hamza aynı Hamza'ydı da onun Hamza'ya yüklediği mânâ değişmişti. Ya da yüklediği mânâ yanlıştı fakat o bunun farkında değildi.
Peki ya gözleri? Neden sanki ilk defa görür gibi yahut daha önce görmüş fakat şimdi yeni bir şey keşfetmiş gibi dikkatli ve keskin bakıyordu? Ve neden, bir şey söylemek istiyor ama zorlanıyor gibi sık sık yutkunuyordu?
Saçlarından inip tekrar yanaklarıyla kavuşan o elleri neredeyse tutacak ve: "Dur" diyecekti. Seni anlamıyorum Hamza. Anlamak istiyorum ama anlayamıyorum.
Fakat sadece titreyen sesiyle: "Hamza..." diyebildi. Başka da bir şey demeye takat yetiremedi. Zaten adam da izin vermedi. Sanki yarım kalmış bir yolu tamamlamak ister gibi aceleci bir hâli kuşanmıştı.
"Yanında olmak istiyorum Büşra."
Aralarındaki görünür ve görünmeyen mesafeler bir bir kaybolmadan önce Hamza, alnını alnına dayadı ve tereddütsüz bir sesle mırıldandı:
"Yıllar sonra ilk defa bir kadının yanında olmak istiyorum. Tuhaf ama... Korkmuyorum Büşra... Korkmak istemiyorum."
***
Sağ elini yanağının altına koymuş, bacaklarını ise karnına kadar çekmiş düşünürken garip bir şekilde zihnini en çok meşgul eden kişinin Hamza olduğunu fark etti. Ne babası ne babasının zamanında başına sardığı o bela ne de mahkeme...
Sol elinin parmakları elmacık kemiklerinin üzerinde gezinirken bir çift ela gözün yangınında yitip gitmiş gibiydi. Onunla yaşadığı irili ufaklı her anı hem çok eski hem de bir o kadar yeniydi. Onu acısından tanımıştı. Bir adamı acısından tanımak nedir; onun hayatına girdiğinde bilmişti. Ve o acının kaynağını henüz kayınvalidesinden işitmeden önce yüreğine kor bir ateş düşmüştü.
Hamza, o kadına gittiğinde -evet, sonuç ne olursa olsun sadece gittiğinde bile- öfkesinin ardına gizlenen o yakıcı özlemi görmüştü. Ve o zaman, gurbetteki garip bir yolcunun yalnızlığı çivi gibi çakılmıştı üzerine. Bu adam, bir başkasını sevmeyi çoktan terk etmişti. Bu adam, gönlünü birine teslim etmeye asla razı değildi. İşte bunu anladığı ilk gün kendisini; "neden evlenmeyi kabul ettim" sorusuna zorunlu olarak muhatap kılmıştı.
Elinde olsa avuçlarını adamın göğsüne bastırır, bastırıp yüreğine ulaşır ve orada gizli olan duyguları çekip çıkarmak isterdi. Çünkü emin değildi. Bir deneme-yanılma arzusunun kurbanı olmaktan korkuyor, o kadının hayali adamın kalbinden tam silinmeden Büşra gidip de otağını o kalbe kurmak istemiyordu.
"Seni anlamak ne güç" diye geçirdi içinden. "Öfkeni, sevgini, nefretini ve hatta sevincini bile... Yaklaşsam iteceksin diye, uzaklaşsam inciteceksin diye korkuyorum. Oysa merhametini de gördüm. İncitmemek için harcadığın gayreti, ellerinin sıcaklığını hissettim bana sarılırken. Ama öfkeni de gördüm; sebepli sebepsiz, bazen küçük meselelerde bile harlanabilen ve ne zaman geleceğini kestiremediğim öfkeni... Seni okumak çok zor Hamza. Dilini çözmek, hislerini anlamak, bakışlarına bir mânâ yüklemek... Sen söyle, ben ne yapayım? Yurduma varmış gibi şen mi olayım? Yoksa temkinli davranıp o gurbet hissinde, o yolda olma hâlinde kalmaya devam mı edeyim? Gerçi bazı hesaplar tutmuyor. Gelip elimde patlıyor yaptığım tüm planlar... Yeni bir derdi taşımak bile çok ani olacak sanki. Yeni bir sevinci belki de; kimbilir... Keşke bilsem. Bilsem de bu acemi, bu toy kalbimi hazırlayabilsem. Keşke seni biraz anlayabilsem Hamza..."
Araba sesi işitine kadar aynı hâlde bekledi öylece. Kimi iyi kimi kötü bir sürü zan kurup yıktı. Biraz sonra, duyduğu sese rağmen, bundan önceki yanlış tahminlerini anımsayıp 'o değildir' diye düşündü. Fakat yine de dayanamayıp ayağa kalktı. Pencereye yaklaşıp perdeyi araladı. Tam ümitsiz bir hâlde geri dönmek üzereyken ve geciktiği için endişelenmeye başlayacakken onu gördü. Eşi, demir kapıyı açıp bahçeye girdiğinde karanlığın yarı yarıya örttüğü çehresinde her şeyi apaçık ortaya seren bir ifade vardı.
Büşra, perdeyi örtüp gerisin geri dönerken kayınvalidesinin heyecanlı bir sesle: "Hamza geldi Büşra!" diye bağırışını işitti. Kapı sesini duyup koştuğuna göre o da henüz uyumamıştı.
Salondan çıkıp yaşlı kadınla birlikte kapının önünde bekledi. İç çekip daralan göğsüne elini bastırdı. Ardına kadar açık olan kapının önünde, bir muştuyu karşılar gibi değil de bir acıyı kucaklamaya hazır gibi bekledi.
Hamza, yakınlarına gelip durgun bir sesle: "Uyumadınız mı?" Diye sorarken onun son derece yorgun görünen ela gözleri kendi yüzünde geziniyordu. Bu soruda 'keşke uyusaydınız' diye bir temenni yattığının farkında olarak sadece yutkundu.
"Uyuyamadık oğlum. Yine sırra kadem bastın. Aradım aradım ulaşamadım da... Merak ettim..."
Ayakkabılarını çıkarıp içeri geçtiğinde annesinin alnından öpüp: "Arkadaşla birkaç yere gittik" diye açıklama yaptı. Derin bir nefes alıp kuvvetlice dışarı üfledi. Artık mahkeme sonucunu söylemesine bile gerek yoktu. Büşra, az çok tahmin ediyor ve fakat sessizliğine gölge düşürmeden adamdan gelecek olan haberi beklemeye devam ediyordu.
Salona geçtiklerinde uzun ve rahatsız edici boyuta varan bir sessizlik peydâ oldu. Öyle ki annesi araya girip mahkeme sonucunu sormasa adam susmaya devam edecekti.
"Oğlum, çatlatmasana adamı! Nasıl geçti? Ceza aldılar mı, aldılarsa ne cezası; söylesene... Uyuyamadım vallahi düşünmekten!"
İki elini tıraşlı yüzüne götürüp sertçe ovuşturan adamdan gözlerini ayırabildiğinde, Büşra, üzerine bir sükûnetin indiğini hissetti. Eşi, yeterli delil bulunamadığını ve denetimli serbestlik gibi komik bir ceza -ki bu ceza bile sayılmazdı- aldıklarını söylediğinde pek de şaşırmadı. Neticede Hamza'nın tahmin ettiği ve ara ara da dillendirdiği o şeyi yaşıyordu.
Kayınvalidesinin yanına gelip de kendisini teselli edişini buruk bir tebessümle karşıladı. İçi rahatlasın diye birkaç cümle kurdu fakat hepsi kırık dökük savruldu dudaklarından. Uzun süren bir teselli ve öfkeli bir sesle haksızlığa karşı kurulan yakıcı birkaç cümlenin ardından yaşlı kadın da yorulmuş gibi sustu. Hamza ise zaten uzun süredir susuyor ve bakışlarını yerden bir an olsun ayırmıyordu.
Yaşlı kadın: "Üzülmeyin Allah büyük" diyerek ayağa kalktı. "Bugün burada kalırsınız, yorgunsunuz zaten... Yatıp dinlenin bir an önce. Ben size yastık ve çarşaf getireyim."
Kayınvalidesine hiçbir mânâ barındırmayan bomboş gözlerle baktı. Yaşlı kadın, az sonra elinde iki yastık, çarşaf ve ince bir battaniye bulunduğu hâlde tekrar içeriye girdiğinde ayağa kalkıp elindekileri aldı.
"Sağ ol anne."
"Hadi uyuyup dinlenin biraz. Yarın da hazır Hamza evdeyken size güzel bir kahvaltı hazırlarım. Hiç takmayın kafanıza bunları. Allah'ından bulurlar elbet onlar bir gün."
Belli belirsiz tebessüm edip başını salladı. Hamza'yla baş başa kaldıklarında onun yüzüne bakmaktan özellikle çekinip karşıdaki koltuğa yöneldi. Üzerindeki kırlent ve minderleri bir kenara koyup ağır bir hareketle açtı koltuğu. Bahar çiçekleri kokan çarşafı serip yastıkları da aynı yavaş hareketlerle yan yana koydu.
"Bir şey demedin..."
Hamza'nın durgun sesi, aralarındaki o gergin havayı dağıtan bir tınıyı taşıyordu. Kendini koltuğa bırakıp avuçlarını dizlerinin iki yanına bastırdı. Başını kaldırıp eşinin yüzüne baktı. Duygularını anlamaya çalışır gibi soru işaretleriyle gölgelenen o çehrede hüzün öylesine aşikardı ki Büşra nedense onu teselli etme ihtiyacı ile doldu. "Tahmin etmiştin..." diye mırıldandıktan sonra zorlukla gülümsemeye çalıştı bu yüzden.
"Ben de zaten kendimi hazırlamıştım... Bu dünyada her zaman adalet sağlanmıyor. Galiba buna da alıştım. Neyse ki ahiret var."
Adam, sanki onu hiç işitmemiş gibi veya hüznünü gizlediğini düşünür gibi: "Dışarı çıkalım istersen" diye mırıldandı. "Hava alırsın sen de biraz."
Büşra, gün boyu evde derin düşünceler içinde kıvrandığı için bu teklife 'hayır' diyemeyerek kıyafetlerini koltuktan alıp banyoya geçti. Hızlıca hazırlanıp tekrar salona geçtiğinde Hamza'yı, ellerini dizlerinin arasına alıp derin düşüncelere dalmış bir hâlde buldu.
"Gidebiliriz, hazırım ben..."
***
Dışarı çıktıklarında hırkasına daha çok sarındı. Hamza'nın bir adım gerisinde durarak yürüdü. Nereye gittiğini bilmeden, yalnızca önündeki adamı takip ediyor; ara ara başını kaldırıp sessizce iç çekiyordu. Kendini bu sessiz, durgun ve ağır yürüyüşe o denli kaptırdı ki sanki ağzını açıp konuşmaya takati kalmamıştı. Fakat Hamza, bu sükûtu derinleştirmeye pek niyetli görünmüyordu. Kaldırımın ortasında bir an duraksayıp beklemediği bir soru sorduğunda anladı.
"Artık korkmuyorsun değil mi? Eskisi kadar en azından..."
Bu sorunun mahiyetini anladığı için "niçin" diye bile sormadan: "Hayır..." diye cevap verdi. "Uzun bir süredir güvende hissediyorum."
Bu cevabı işittiği için memnuniyet hissedip burukça tebessüm etti genç adam. Ardından ellerini cebinden çıkarıp Büşra'ya biraz daha yaklaştı. Sağ elini uzatıp bekledi öylece. Sanki bugün, aralarındaki duvarı kendi elleriyle yıkmaya çalışıyor ve yeni bir hikâye inşâ etmeye hazırlanıyordu.
Büşra, kararsız ve çekingen bir tavırla ısınan ellerini cebinden çektiğinde hâlâ bu adamı çözmeye çalışmaktaydı. Sol elini utanarak onun eline bıraktı. Eşinin pürüzlü ve iri ellerinde kaybolan ellerine yeni bir iz sindi o an.
Adam, sıkıca kavradığı elini hiç bırakmadan uzun bir müddet yürüdü. O ise gizledi, gizlendi; sakladı, saklandı. Zihninin bir köşesine asılı kalan soruları soramadı. Sorsa belki, alacağı cevaba göre kalbini ya sakınır ya da bu adamın ellerine teslim ederdi. Fakat o soruyu sormak, hiç olmadığı kadar zor geliyordu.
Mahalleyi aşıp sık ağaçların bulunduğu bir parka geldiklerinde Hamza yavaşladı. İki ağacın arasındaki bir çardağa yaklaştı. Büşra'nın elini usulca bırakıp bir şey demeksizin oturdu. Bu karanlık ve tenha gecede adamın oturduğu yerden yükselen gıcırtı sesi rüzgârın uğultusuna karışıp giderken Büşra ürperdiğini hissetti. Fakat yalnız olmadığı için oldukça kısa sürdü korkusu.
Hamza'nın karşısına oturup ellerini yıpranmış ahşap masanın üzerinde birleştirdi. Genç adamın, cebinden çakmağını ve sigara paketini çıkarışını, ardından uzaklarda bir yere dalarak düşünceli bir şekilde bir dal sigarayı ağır ağır içişini sadece seyretti. Zehirli duman, karanlığın içine karışıp kayboldukça ve sessizlik gittikçe katmerleşen bir hâl aldıkça rahatsız olduğunu hissetti. Normalde kendi yanında pek fazla sigara içmeyen eşi, şimdi hiç sormadan veya ricada bulunmadan içiyordu. Bugün bu adamın çok tuhaf davrandığı fikri yeniden gelip zihnini işgal ettiğinde rahatsız olduğunu belli edercesine kıpırdandı. Lakin fark edilmedi bile.
Anın kasvetinden kurtulmak ister gibi derin bir nefes alıp seslice dışarı verdikten sonra pek düşünmeden, aniden gelen bir hissin baskısı altında: "Her şey için teşekkür ederim" diye mırıldandı. Bunu yaparken sadece içinde bulunduğu gergin zaman dilimini kolay aşılır kılmak istiyordu.
Hamza, parktaki lambaların aydınlattığı tıraşlı yüzünü ovuşturup farklı bir renge bürünen gözlerini yüzüne çevirdiğinde duyguları hâlâ anlaşılır değildi. "Teşekküre layık bir şey yapmadım." Deyip parmakları arasındaki sigara izmaritini atmak için bir yer arar gibi sağına ve soluna döndü. En son çardağın arkasındaki çöp kovasını fark edip izmariti içine fırlattı.
Büşra, adamın, yaptığı fedakarlıkları basit bir şeyden bahseder gibi küçümsemesine alışmıştı. Fakat ona hissettiği minnet duygusu öyle güçlüydü ki içini dökmeden edemedi:
"Sonucu tahmin etmene rağmen mahkeme için çok uğraştın... Beni temsilen avukat tuttun. Kamera kayıtlarına ulaştın. Mahalledeki komşularla bile görüştün... Yaptıkların basit şeyler değil. Ve tüm bunlara karşın benim elimden gelen tek şey teşekkür etmek..."
Hamza ise tüm bunları duymamış gibi dudağının kenarıyla gülerek: "Fark ettin mi?" Deyiverdi. "Hâlâ yabancı biri senin için uğraşıyor gibi konuşuyorsun... Ama biz evliyiz. Yapmak zorunda olduğum şeyler için senden teşekkür beklemiyorum."
Büşra, eşi bu cümleleri ardı ardına sıralarken ne kastettiğini anlayamadı. Sadece ufak bir iğneleme, hatta hafif bir alay sezdi o ses tonunda. Ama asıl sebebini bilemedi. Böyle yaparak aralarındaki o mesafeyi yok etmek için bir adım atıyor olabilir miydi? Yahut fark etmeden bu adama karşı fazlaca duvar örmüş ve onu rahatsız mı etmişti?
Tüm bu ihtimaller, gözlerini ondan kaçırması için yetti. Terlemeye başlayan avuçlarını masanın üzerinden çekip kucağına bastırdı. Gözleri masada olsa bile adamın bakışlarını çehresinde hissediyor ve ağır bir yükün altında kalmışçasına sıkılıp bunalıyordu.
Hamza, sanki yüzüne değil de kalbinin içine bakıyormuş gibi: "Benden korkma Büşra" dediğinde afallayarak başını kaldırdı. Adam, içine su serpmek ister gibi müşfik bir sesle devam etti:
"Seni bile isteye incitmem..."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |