26. Bölüm

25. Bölüm

Azize Nur
birharfbekcisi

Elindeki davetiyeyi sallayıp mânâlı bir sırıtışı ağırlayan dudaklarını ağır ağır hareket ettirerek konuştu:

"Senin de evleneceğini görüyorum ya Oktay, artık ümidimi hiç yitirmem."

Hamza, Oktay'ın uzattığı davetiyeyi incelerken bir yandan da kulağı komiser Ramazan'daydı. Pek suç ihbarının gelmediği nadir günlerden birinde oldukları için sohbet epey koyuydu. Ve kendisi dışında herkesin keyfi yerindeydi.

"Senden geçti artık abi, kırkına merdiven dayadın. Saçın sakalın şimdiden ağarmaya başladı. Zor o işler artık senin için. Ben daha otuz ikimde gencecik adamım."

Ramazan, ayağını dizinin üstünden kaldırıp sandalyeden hafifçe doğruldu. Elini sahte bir öfkeyle ileri doğru sallayıp: "Şuna bak lan," diye söylendi. "sanki aramızda yirmi yaş var. Hem daha geçen gün yetmişinde evlenen Tuncel Amca'yı ne çabuk unuttun. Ben ümidimi yetmişimde olsam yine yitirmem."

Elindeki dosyayı polis memuruna veren Zehra Komiser gülerek araya girdi:

"Yitirme tamam abi de... Yine de bir otuz yıl geciktirme bence sen."

Hamza, içi iyice sıkılarak davetiyeyi masanın üzerindeki çay bardağının yanına bıraktı. Gülüşme seslerine, çay kaşığının bardağa vururken çıkardığı sesler karışıyordu. Alelade zaman olsa birbirine ulanıp nihayet büyüyen ve tüm şubeyi kaplayan bu neşenin asıl kaynaklarından biri olabilirdi. Fakat her dem daha da artan o kanıksanmış huzursuzluğu bir kambur gibi sırtında taşımaya devam ediyordu. Bu yükü ondan çekip alacak olan tek şey ise; Büşra'nın varlığını bir nebze olsun hissetmekti. Katmerleşen vicdan azabını dindirmenin başka bir yolu yok gibiydi.

Sıkıntısını söküp atmak ister gibi hırçın bir hareketle başını tutup sıktı. Muhabbete dahil olmadan arkadaşlarını dinlemeye devam etti.

"Tuncel Amca kim lan?"

"Sen izinliydin değil mi geçen hafta? Dur anlatayım. Bu adam zengindi; birkaç dairesi, arsası, arabaları falan vardı. Biri buna kancayı takıyor. Evleniyorlar. Evlendikleri günün gecesinde adamın içkisine zehir katıyor karısı. Sevgilisiyle birlikte kurmuşlar tuzağı. Parasını yemek için... Yakayı ele vermeyeceklerini sanmışlar herhalde."

Sanki bir mengene durmadan kalbini sıkıyormuş gibi hisseden Hamza, bu darlık hissine daha fazla dayanamadı. Bardağındaki çayı yarım bıraktı, arkadaşlarını ise konuşur bir hâlde bırakıp telefonunu hızlıca eline aldı. Serin koridoru aşarak dışarı çıktı.

Biraz nefes, çokça nefesti istediği. Allak bullak olan zihnini toparlayabilmek ve en çok da şu dağınık kalbini... İşgale uğramış, talan edilmiş, virân hâlde öylece bırakılmış kalbini... Bir türlü ikna edemediği, ikna edemedikçe bir başka kalbi virân ettiği kalbini...

Oysa onu unuttuğunu, Büşra'ya yüreğinde yer açabildiğini zannetmişti. Fakat Sevgi bir daha yazmadıkça, hiçbir surette aramadıkça ve herhangi bir yolla karşısına çıkmayınca mânâ giydiremediği bir ıstırap çekmişti. Onun acı çekmesini, yaşattıklarını yaşadığını görmeyi mi arzuluyordu? Yoksa Büşra ile evli olduklarını iyice benimsedikçe bu gerçek ona ağır mı gelmişti? Sebep neydi, bilmiyordu. Bildiği tek şey dört gündür odadan pek çıkmayan, normalde arkadaş gibi olup şimdi ise iki yabancıya dönüştükleri Büşra'nın gönlünü alması gerektiğiydi.

Merdivenin yanındaki demir trabzanı sıkıp bir müddet düşündü. Onun karşısında ilk defa böylesine güçlü bir suçluluk duygusu taşıyordu. Hatta galiba ilk defa ondan bu denli utanıyordu. Telefonu kaldırıp ekrana bomboş gözlerle baktı. Uzun süren kararsızlığın ardından -daha fazla düşüneceği takdirde vazgeçeceğini anlayarak- rehbere girdi ve "Büşra" ismine gelir gelmez hızlıca üzerine dokunup ekranı sağa kaydırdı.

Telefonu kulağına götürdüğünde acemi ve daha da ötesi afallamış hissetti. Bu rahatsız edici hissin tesiriyle elini trabzandan çekip "Asayiş Şube Müdürlüğü" yazan tabelanın altına geçti.

Ümidini kestiği bir anda araması cevaplandığında "Ne diyeceğim şimdi" düşüncesiyle strese kapıldı. Uzayan saçlarını boşta kalan eliyle karıştırıp yüzünü ovuşturdu.

"Efendim?"

Genç kızın sesi öyle soğuk ve öyle histen yoksundu ki Hamza bir an hiçbir şeyin düzelmeyeceği zannıyla tuhaf bir korkuya kapıldı. Oysa önceleri onun ne hissettiğini bu kadar çok önemsememişti. Annesi olsa: "Aklın başına şimdi mi geldi" diye azarlar, Büşra'nın değerini bilmediğine dair birtakım acıtan nasihatler eşliğinde sağlam bir nutuk çekerdi.

"Nasılsın?.."

Sesine de yansıyan o derin kaygıyla söze girdiğinde karşı taraftan bir iç çekiş sesi geldi. Ardından kırık dökük bir sesle: "Elhamdulillah" mırıltısı döküldü genç kızın dudaklarından.

"Nasılsın," diye mukâbilde bulunmak şöyle dursun bir an önce kapatmak ister gibi bir hâli vardı. Kelimeler sanki zorlukla diline tutunuyor, her bir harf geri içeri girmek ister gibi isteksizce yan yana diziliyordu. Bir emri yerine getirmek zorunda olup buna hiç gönüllü olmamak gibi...

Nedense bu durum Hamza'yı daha fazla strese soktu. "Gelince... bir yere gitmek ister misin?" diye kararsızca sordu.

Reddedilmekten korkuyordu. Sanki genç kız 'hayır' dese tüm günü kahır içinde geçecekti. Ve fakat: "Hayır" dedi."İstemiyorum Hamza."

Böylelikle gününün nasıl geçeceğine dair sezgisine mühür basılmış oldu.

Kapıdan içeri giren ve dışarı çıkanlardan dolayı dikkati dağılan Hamza, konuşmanın bu evresinden itibaren beş basamaklı merdiveni hızlıca inip bahçede, tenleri kavuran sıcağın altında yürümeye başladı.

"Özür dilemek kabahatimi daha da artıracağı için özür bile dileyemiyorum... Ne yapayım, sen söyle Büşra? Yemin ederim, düşünmekten kafayı yiyeceğim sonunda!"

Öfkesi bu sefer yalnızca kendineydi. Anlaşıldı mı fark etmedi. Düşünmedi bile. Bir dakika kadar sonra Büşra, titreyen kırgın bir sesle cevap verdi:

"Kapatmam lazım... Allah'a emanet ol."

"Büşra-"

Artan sıcağın ve içinde biriken stresin bunaltıcı etkisinden iyice sıcaklayan genç adam, yüzüne kapanan telefona boş gözlerle bakıp derin bir nefes aldı. Şakaklarında biriken terleri elinin tersiyle sildi. Önünü ardını pek düşünmeden verdiği hızlı bir karar neticesinde mesaj uygulamasını açıp yazmaya başladı.

"Niye konuşmaktan kaçıyorsun? Daha ne yapayım, sen söyle Büşra. Sadece kaçıyorsun ve bu hiçbir sorunu çözmüyor."

Mesajı gönderdikten sonra ekranı kilitleyip telefonu hızlıca cebine koydu. Arkadaşlarının yanına gitmeden önce lavaboya girip elini yüzünü yıkadı. Aynaya yansıyan yorgun çehresine uzun uzun baktı. Mororan göz altlarına, çatıp durmaktan ortasında bir çizgi oluşan kaşlarına ve hafiften kendini göstermeye başlayan sakallarına...

Cebinde bir titreşim hissetmemiş olsaydı telefonu akşama dek eline bile almayacaktı fakat beklemediği bir şekilde telefonu titredi. Islak ellerini hızlıca kurulayıp elini cebine attığı gibi telefonunu aldı. Gelen mesajı hem şaşkınlık hem de endişeyle okumaya koyuldu:

"Düşündüm de Hamza... Eğer sevdiğim birinin kalbini kırmış olsaydım ne yapmam gerektiğini ona sormazdım. Kendimi affettirecek yollar düşünmekten yorulmazdım. Ama sanırım birini sevememek, kabahatten sayılmıyor. Emin ol, sen mazursun Hamza. Mazur olmayan benim... Başrolü olamayacağım bir hikâyede sadece adımın bulunmasıyla yetinemedim. Kıyıda köşede kalmak ağır geldi bana. Oysa yetinseydim belki sen de daha mutlu olurdun. Ama yapamadım... Seni değil, kendimi affedemiyorum ben... Düşünmeye zahmet edip yorma kendini."

***

Kapattığı telefonu elinde sıkarak diğer elini yumruk hâline getirdi ve alnına bastırdı. Son sözünden sonra hiçbir şey söyleyemeyen Hamza'nın yüzüne telefonu kapatmıştı. Ardından şu mesaj... Hamza çoktan okuduğu için geri alma imkanı olamadığı şu mesaj... Ne çok gizleniyor ve ne çok aşikar ediyordu! Bunun bir orta yolu yok muydu?

Verdiği her tepkiye dair yüreğinde büyük bir sıkıntı ve pişmanlık hissetti. Genç adamın susuşu, mahcubiyeti ve hatta hüznü bile yüreğini elem denizinde yıkamaya yetiyordu. Sevmek böyle bir şey miydi? Yoğun bir ağlama arzusunu bastırarak dudaklarını ısırdı.

"Bu duygudan korkuyorum..." diye fısıldarken iki iri damla yaş yanağına süzülerek göğsüne damladı. "Keşke elimde olsaydı... Ama değil... Allah'ım, ben ne yapacağım?"

Bir el gelip sırtını sıvazlasın istedi, bir dua gelip yüreğini serinletsin... Biri: "Geçecek, korkma" desin. Yaralarına biraz teselli merhemi sürsün. Gözyaşlarını akıtma mahalli olarak omzunu göstersin. Biri bir yol göstersin istedi. Kimseye anlatamayacağı bir dert olduğunu fark ettiğinde ise çaresiz hissederek kendine sarıldı.

Gitmeme izin versen, diye geçirdi içinden. Dağılırım, biliyorum. Ama toparlarım biiznillah. Gelişigüzel de olsa hayata tutunacak kadar. İnsan unutur, unuturum ben de belki. Unutana kadar da çekerim acını. Kefaretini bulup kurtulurum bu yükten. Oysa şimdi buradayım ve sen başka birini severken ben her gün dağılıyorum. Toparlamama izin vermiyorsun Hamza. Bazen geliyorsun... ama öyle çok gidiyorsun ki... Gitmenin bu kadar çok çeşidi olduğunu senden önce bilmezdim... Her gidişte kaç farklı acıyla baş etmem gerektiğini bilmezdim... Neden bana bunu yaptın?

*

Gün boyu evde temizlik yapıp durdu. Bir kaçış yöntemi olarak temizlik... Kaçabiliyor muydu tartışılırdı ancak bir nebze olsun rahatladığını söyleyebilirdi.

Hamza eve geldiğinde ondan kaçmak yerine hiçbir şey olmamış gibi önüne yemeğini koydu. Fakat yüzünde aynı hissizlik vardı, gözleri koca bir boşluğu ağırlıyordu. Suyunu doldururken az önce olduğu gibi adamın bakışlarını yüzüne batıyorcasına net hissetti. Yine de kendini zorladı ve ona bakmayarak suyunu önüne koydu. Arkasını dönüp gitmek için bir hamle yaptığında ise Hamza izin vermeyerek hızlı ama yumuşak bir hareketle kolundan kavradı.

"Bir yere gitmek yok Büşra."

"Hamza-"

"Oturup konuşmadan, bu meseleyi çözmeden ikimiz de buradan ayrılmayacağız."

Genç adam, masanın önündeki sandalyelerden birini çekip oturması için işaret edince Büşra aynı şeyleri konuşmaktan bıktığını imâ edercesine derin bir nefes alıp seslice dışarı verdi. Fakat itiraz etmeye mecâl bulamadan sessizce oturdu. Uzun bir müddet de bu ağır ve hantal sessizliği bozmadı. Ta ki genç adam konuşana kadar.

"İçine dökmeni bekliyorum. Sana ağır şeyler söyledim, biliyorum. O an içine atıp da söylemediğin ne varsa şimdi söyle. Söyleyene kadar buradan kalkmana izin vermeyeceğim."

Eşinin kararlı ses tonu karşısında kendisi de kararlı durmak istedi. Ne kadar becerebileceğini kestiremese de denedi:

"Konuştukça birbirimizi kırıyoruz. O yüzden hiç konuşmayalım."

"Başka türlü çözemeyiz Büşra. Bekliyorum, hadi dök içini. İstediğini söyle. Konuşmadan kalkmayacağız buradan."

Adamın ses tonundaki netliğin yanısıra gözleri de oldukça kararlı bir duygunun parıltısını taşıyordu. Büşra, elini masanın kenarına götürüp gayriihtiyari sıktı. Aylardır zehirli bir çiçeği sular gibi yüreğindeki o gizi büyütmüştü. Fakat şimdi o zehir sanki her zerresine yayılmış; gecelerini ve gündüzlerini alt üst etmişti.

Boğazında oluşan o tanıdık yumruya ve o ekşi tada aldırmadan güçlükle: "Yoruldum" diye fısıldadı. Elini boğazına götürüp, şimdi olmaz, dercesine o yumruya dokundu. Artık onun önünde ağlamaktan dahi utanıyordu. Şimdi olmaz, diye geçirdi içinden. Neden bu kadar zayıfım?

Biraz olsun konuşmaya takat bulabildiğinde kelimeleri birbirine zar zor kenetleyerek sakladığı şeylerin küçük bir kısmını Hamza'nın önüne serdi:

"Kendimi kullanılmış hissetmekten yoruldum, ben..."

Genç adam, kaşlarını kaldırarak şaşkın bir yüz ifadesiyle yüzüne baktığında nedense içinde bir cesaret kıvılcımı belirdi. Avuçlarını diz kapaklarına bastırıp mutfağın her köşesinde anlamsızca gözlerini gezdirdi.

"Kendimi... birilerine göstermek için yanında taşıdığın bir eşya gibi hissediyorum. Eski nişanlın... Seninle iletişim kurduğu zamanlar..."

Kararsız bir edâyla genç adama baktı. Gözlerini kaçırıp yutkunması, elini çehresine götürüp belirgin bir utançla ovuşturması; devam etmesi için ona güç veren sâiklerden sadece birkaçıydı. Bir de artık içinin derinliklerinden çağıldaya çağıldaya gelip de dudaklarının ucuna dayanan cümleler vardı ki onları geri çevirmedi. Sanki bundan sonra geri çevirmenin imkanı da yoktu. Büyük bir su kütlesinin cılız bir kapıya dayanıp da onu paramparça etmesi gibi her şey birden döküldü patır patır. Kırık dökük, kimi zaman alçak kimi zaman yüksek bir ritimle, acı bir şarkıyı mırıldanır gibi genç adamın yüreğine elem işleye işleye...

"O zamanlara ben de şahit oldum... Sanki daha mutluydun, Hamza. Ben, bunu fark ettiğim gün dehşete uğradım. Bana daha iyi davranıyordun o zamanlar... Ama şimdi daha gerginsin. Daha öfkeli. Adını telaffuz etmeye bile korkuyorum bazen. Sanki Sevgi yeniden gelse ya da sana bir şekilde ulaşsa ancak o zaman mutlu olacak gibisin. Ancak o zaman bana katlanacaksın. Ben, allak bullak oldum... Boşanalım deyince öfkeleniyorsun, yanındayken öfkeleniyorsun. Varlığımdan utanıyorum artık... Sanki sadece ihtiyacın olduğunda beni yanında taşıdığın bir eşyayım... Hissettiğim acıyı sana tarif edemem, Hamza. Beni düşünmeni bile istemiyorum artık. Sadece gitmek istiyorum. Aranızdan çekilmek istiyorum Hamza. Ezilip duruyorum ben bu kargaşanın ortasında."

Hamza, bir kabustan uyanır gibi büyüyen göz bebeklerini kaldırıp da kendisine baktığında genç kız, boğazındaki düğümün çözüldüğünü hissetti. Göz pınarlarına kadar dayanan yaşları hızlıca silip utançla başını eğdi. Genç adamla birlikte mütemadiyen derinleşen bir sessizlik çukuruna düştü. Açık olan pencereden cırcır böceklerinin ve çekirgelerin sesi geliyor ve tuhaf bir şekilde bu sükûtu katmerleştiriyordu. Nemli, ağır ve bunaltıcı sıcak, bugün ikisinin de umrunda değildi.

***

Bir sorunun üzerini örtmüş olmak, o sorunu ortadan kaldırmıyordu. Büşra, bir daha o konuyu hiç açmamalarına ve hatta günlük rutinlerine dönmüş olmalarına rağmen içindeki kırgın hisle başa çıkmakta güçlük çekiyordu. Hamza yine özür dilenmiş, o ise daha fazla direnemeyip özrünü kabul etmişti. Daha doğrusu kabul etmiş görünmüştü.

Heybesine topladığı tüm yarım yamalak cümleleri, konuşulmamış gerçekleri ve akıtılmamış gözyaşlarını el yordamıyla çıkarıp şöyle bir baktı sabah vakti. Ardından alelacele tekrar heybesine doldurup kalbinin ücra bir köşesine fırlattı.

Son kez aynadan kendine bakınca eşarbının önünün düzgün görünmediğini fark etti. Toplu iğneyi çıkarıp ağır hareketlerle örtüsünü düzeltti. Şifonyerin üzerine bıraktığı iğneyi tekrar aldı, el çabukluğuyla takıp eşarbın bir ucunu da omzuna iğneledi. Artık nasıl göründüğüne pek aldırmadan çantasını yerden çekti.

Evden çıktığında aşağı kattaki komşusunu bahçede ailecek kahvaltı ederken görmeyi beklemiyordu. Sofrada bulunan genç çocuğun artık kendisiyle en ufak bir ilgilenme belirtisi olmadığını anlamasına rağmen annesine bile selam vermekten çekinerek yürüdü.

"Günaydın kızım" diyen neşeli sesi işitmese yoluna devam edecek ve hiçbir karşılık vermeyecekti. Mecburen durup kadına baktı. Kısa kollu tişörtü sıcaktan bunalmış gibi kendini salmıştı. Kavruk teninde güneş lekeleri vardı. Büşra, bu neşeli kadına tebessüm dahi edemeden: "Günaydın abla" dedi zorlukla. "Afiyet olsun."

"Gel, birlikte olsun! Hiç uğraşıyorsun yanıma ya... Ara ara gel, kocanla da gel hatta, uzak durmayın yahu."

Büşra, rahatsız edici bir his duyarak ağır ağır başını salladı. "Teşekkür ederim." Deyip zorlukla gülümsedikten sonra: "İyi günler" hitâmıyla hızlıca bahçeden çıktı.

Epey yol kat ettikten sonra o bunaltıcı histen sıyrılarak biraz olsun rahatladı. Hamza, o komşusuna gitmesine izin vermiyordu. Önceleri birkaç defa davet aldığında oraya gitmek için eşinden izin almış fakat net bir red ile karşılaşmıştı.

Büşra, evin genç çocuğu şehir dışındayken bile Hamza'dan izin alamamıştı. Komşusu ise hâlâ gelmesinde diretiyor, birlikte kahvaltı etmeyi teklif ediyordu. Bu durumu yadırgamaktan kendini alıkoyamadı. Geçmiş ve şimdi arasına merdiven koyup kâh aylar öncesine kâh şimdiye gelip giderken bir el onu bu yolculuktan çekip çıkardı.

"Biraz konuşalım mı canım?"

Müthiş bir ürküntü duyarak sağ yanına döndüğünde Sevgi'yi, gizil bir alay barındıran yarı öfkeli gözlerle karşısında dikilmiş hâlde bulmayı beklemiyordu. Bir an konuşamadı. Kolundan kavrayan el, baskısını hissettirmek ister gibi daha çok sıkınca acı duyarak yüzünü buruşturdu.

Sesini bulabildiğinde ise: "Bırak kolumu!" Diye karşılık verip hırçın bir edâyla kolunu Sevgi'nin elinden hızlıca kurtardı.

"Sen Hamza'yı bırakmadığın müddetçe ben sana kabus olmaya devam edeceğim. Ya güzellikle ya zorla..."

Göğüs kafesinin içinde, sol yanındaki o et parçası sanki can havliyle dışarı çıkmak istiyordu. Öyle korkuyordu ki bu korkusunu gizleyemedi bile. Zorlukla yutkunup onu görmemiş gibi yapmaya çabaladı. Yanından geçip gitmek istedi. Fakat sanki Sevgi, canını kasıtlı bir şekilde yakmak isteyerek: "Bana sarıldığı gibi sana sarılıyor mu?" Diye mırıltıyla sordu. Ara ara etrafına bakınıyor, yoldan gelip geçenlerin durumuna göre sesini yükseltip alçaltıyordu.

"Anlatsana biraz... En son ne zaman sana deli gibi âşık olduğunu söyledi?"

"..."

"Bana her gün söylüyordu. Her gün... Yüzümde onun ellerinin izi var. Hâlâ hissediyorum, biliyor musun? Her gün bıkmadan beni izlerdi. Seni en son ne zaman hayranlıkla seyretti?"

"..."

"Utanma, söyle. Dışarıda görüyorum sizi, elini bile tutmuyor çoğu zaman. Mutsuz da üstelik... Ona hiçbir şey vadetmediğinin farkına varamadın mı hâlâ? Git sor annesine. O neşeli adamın seninle evlendikten sonra nasıl çöktüğünü sor."

Belki gider umuduyla sadece yürüdü. Fakat Sevgi, kayınvalidesinin evine yaklaşana kadar bir gölge gibi kendisini takip etti. Geçmişe dair sayfalar açıp sayfalar yırtan bu kadına katlanmaya çalışmak öyle güçtü ki... Isırmaktan kanattığı dudağının hâlini ancak Sevgi omzundan iterek yanından uzaklaştığında fark etti.

Yüzü gözyaşlarıyla yıkanmıştı. Sanki bir kabus görmüş de yeni uyanmış gibi dehşete uğrayarak dudağından akan kana dokundu. Kan bulanan eliyle kızaran beyaz yüzündeki ıslaklığı sildi. Yolun kenarına geçip çantasını açtı. İçindeki suyu çıkarıp titreyen elleriyle kapağını kavradı.

Eline su döküp yüzünü beceriksizce yıkadı. Ardından kaldırıma oturup bir türlü sakinleştiremediği kendine telkinler vermeye çalıştı.

Seni üzmek için yaptı.

Seni üzmek için yaptı Büşra.

Ona istediğini verme.

Elindeki ekmek poşetiyle kaldırımdan gelip geçenler, işe gidenler, sabah yürüyüşüne çıkanlar... Hiçbirine bakmadan ve tanıdık olup olmadıklarına aldırmadan ayağa kalktı. Suyu çantasına koyup koşar adımlarla yürüdü.

Kayınvalidesine vardığında az önceki kadar berbat görünmediğini düşündü. Bahçe kapısını açıp içeri girdi. Papatyaların, güllerin ve zambakların kokusu sabahın sıcak esintisine karışıp yüzüne çarptığında istemsizce iç çekti.

Eve giden taşlı yolu az öncekinin aksine ağır ağır yürüdü. Kapıyı çalıp güçlü görünmeye çalışarak bekledi. Yüzüne maske takıp durmaktan bitkin düşmüştü. Mutluluk maskesi, her şey yolunda maskesi, iyiyim maskesi...

Her seferinde farklı bir yüz takındığı bu hayat, neresinden tutsa elinde kalıyordu. Zaman zaman isyanın eşiğine gelip dayanacak oluyor, ardından dehşete uğruyordu. Evvel zamanlarda daha büyük acılardan geçmiş, buna rağmen isyan etmemişti. Oysa şimdi bu dert karşısında öylesine tecrübesizdi ki sanki daha önce bundan daha büyük bir acı yaşamadığını ona vehmettiriyordu.

Kayınvalidesi kapıyı açtığında gülümsemeye çalışarak: "Selamun aleyküm" dedi. İmkanı olsa yüzünü ondan saklar, söz vermemiş olduğu takdirde bugün buraya gelmezdi.

"Aleykümselam kızım. Geç geç, hava çok sıcak, yüzün kıpkırmızı olmuş."

Ayakkabılarını çıkarıp içeri geçerken zihni hâlâ az önce yaşadıklarıyla doluydu. Bir el dokunsa ve dağıtsa şu kara bulutları... Sanki sakinleşmek ancak böyle mümkündü.

İçeri geçtiğinde mantı hamurunun açılmış, kıymanın da kavrulup yer sofrasının üstüne koyulmuş olduğunu gördü.

"Hazırlamışsın her şeyi..." diye yarı sitemli bir sesle söylenip: "bekleseydin keşke, anne" diye ekledi.

"Daha çok işimiz var, bunlarla uğraşıp durmayalım diye namazdan sonra uyumadım, hazırladım şipşak."

"Tahmin etmiştim gerçi."

"Zor kısım bundan sonrası, kızım. Daha otuz kilo domatesi soy, kaynat, konservele derken akşama kadar sürer işimiz. Herhalde patlıcanları kurutma işini ertelememiz gerekecek."

Büşra, eşarbını çıkarırken başını usulca salladı. Çıkardığı iğneyi masanın üzerine bıraktı.

"Ellerimi yıkayıp geliyorum."

Her yıl kışlık hazırlığını muntazaman yapan bu yaşlı kadına -en azından bugün bir nebze olsun kafasını dağıtmak için- yardımcı olacaktı. Belki bunu fark etmeden yapacaktı fakat durmadan bir işle meşgul olmak onu nebze rahatlatıyor, hareket hâlinde olduğu müddetçe yaşadıklarını hayalinde canlandırıp durmaya vakti olmuyordu.

Yer sofrasının başına geçtiklerinde yaşlı kadın mantı yapımına dair birkaç püf nokta vermeye başladı. Hamur çok kalın veya çok ince olmamalıydı; çok kalın olursa pişerken sert olur, çok ince olursa yırtılabilirdi. Hamuru eşit parçalarda kesilmeliydi, böylelikle aynı sürede pişerlerdi. Mantıyı kapatırken içinde hava kalmamalıydı, yoksa pişerken açılabilirdi.

"Yapması uğraştırıcı... Ama valla zor zamanlarda kurtarıcı oluyor şu hazırlıklar. Bol bol yeriz kışın. Sen de yemek yapamadığın zamanlar çıkarır hemen pişirirsin."

"İnşallah anne."

 

Bazen araya bir sessizlik hâkim oluyor; yaşlı kadın, belli etmediğini zannederek Büşra'yı süzüyordu. Bir şey söylemek isteyip tereddüt eden birinin hâlini taşıyor gibiydi. Zaman zaman derin bir nefes alıp seslice veriyor, hamuru hızlı hızlı kapattığı zamanların ortasında birden yavaşlıyordu. Yine böyle hızını yavaşlattığı anların birinde durup: "Kızım" deyiverdi. "Beni annen gibi görüyorsan bir şey diyeceğim."

Büşra, başını belli belirsiz sallayarak gözlerini yaşlı kadından kaçırdı. Hoşuna gitmeyen bir şey işiteceğinden neredeyse emindi. Fakat bekledi. Kayınvalidesi elindeki kaşığı kıyma dolu büyük kaseye bırakıp: "İyisiniz değil mi?" Diye sordu.

"Maksadım sorguya çekmek değil, yanlış anlama sakın. Ama sen de, Hamza da... Hep üzgünsünüz sanki..."

"İyiyiz anne. Bir sorun yok."

Buz gibi bir sesle konuşmayı kendisi dahi beklemiyordu. Sürekli olarak kurcalanan bu mesele öylesine canını sıkıyordu ki saygısızlık olacağından endişe etmese başka bir tepki de gösterebilirdi. Fakat böyle yapmaya hakkı olduğunu düşünmüyor, bu insanlara sürekli olarak borçlu hissediyordu. Sanki ancak bir yere kadar gidebilir, o muayyen sınırı aşmadan ve rahatsızlığını aşikar etmeden cevap verebilirdi. Böyle de yapıyordu. Yorulsa da, yüreğinde acı bir his kaynayıp dursa da fazlasına hakkı yoktu. Bu tercih iyisiyle kötüsüyle ona aitti. Sonuçlarına katlanacaktı.

Karamsar hisleri öylesine yoğunlaştı ve beyaz yüzüne öylesine belirgin gölgeler düşürdü ki kayınvalidesi bir daha bu konuyu açamadı. Başka şeyler de söylemek ister gibiydi fakat söyleyemedi. Büşra ise yalnızlık hissini onunla üleşti. Hamza gelene kadar iki kişilik bir yalnızlığın ortasında sessizce kışlık hazırlıklarını tamamladılar.

***

"Bunları nereye koyayım?"

Büşra, çelik kapıyı örtüp koridorun ışığını açarken kısa bir kararsızlığın ardından: "Mutfağa koyabilirsin" dedi. "Ben sonra ayarlarım."

Hamza, elinde tuttuğu kışlık dolu plastik kasayla birlikte mutfağa doğru ilerlerken Büşra yatak odasına geçip üzerini değiştirdi. Duş almak için kıyafetlerini hazırladı ve yatağın üzerine bıraktı. Hazır kayınvalidesinde abdest almışken, duş almadan önce namaz kılmak istedi. Zaten içindeki büyük sıkıntı başka türlü geçecek gibi değildi. Elbisesini giyip eşarbını taktı. Seccadeyi odanın bir kenarına serip namaza durdu.

Henüz sünnetin son rekatını yeni tamamlamışken Hamza'nın bağırışını işitti.

"Ne! Neredesiniz siz şimdi?"

"İyi mi o? Doğruyu söyle Gülizar Teyze..."

Kötü bir his gelip de kalbine hücum edince dayanamayıp seccadeden kalktı. Hızlıca sesin geldiği yere, salona gittiğinde Hamza'nın stresle saçlarını karıştırdığını ve sayıkladığını gördü.

"Az önce hiçbir şeyi yoktu... Az önce oradaydık!"

Varlığını hissettirmek isteyerek yanına yaklaşıp omzuna dokunduğunda genç adam irkilir gibi başını kaldırdı. Gözleri kötü bir haberin dehşetiyle iri iri açılmış ve kızarmıştı.

"Ne oldu Hamza?"

Genç adam sadece: "Annem..." diye mırıldandı ve alelacele yanından geçip gitti. Büşra, üzerinden kaynar su dökülmüş gibi hissederek bir süre kıpırdayamadı. Sırtından aşağı bir ürperti akıp gitti. Üzerindeki şoku atlatabildiğinde hızlıca pencereye koştu. Hamza, arabaya binip gözden uzaklaşana dek ellerini sıkarak ardından öylece baktı. Sanki zaman bir anlığına durmuş, idraki zayıflamıştı.

 

Bölüm : 27.02.2025 09:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...