@birharfbekcisi
|
Üsame, Gerilmiş ve neredeyse kopma noktasına gelen ince bir ipe benzetiyorum ömrümü. Sen, göğsünde taşıdığın o kavi imanını nasırlı ve kanlı ellerinle tutup şeytanın iğvalarından korurken sanki oradaydım. Yanık tenindeki çizgilerin belirginleştiğini, çehrene bulaşan (o hep aşinalık duyduğun) kara toprağı ve nihayet etrafına yayılan ve kalbindeki şehadet duygusunu perçinleyen o barut kokusunu; o ana dair her şeyi hiç görmemiş olmama rağmen anımsıyorum. Nasıl, deme. İnsan geçmişte hiç görmediği bir şeyi nasıl anımsayabilir, deme. Çünkü sen; ulvî bir hasretle sınanan yüreğini çokça serdin önüme. Yaralarını, özlemlerini ve yorgunluklarını seyrettim. Ve Üsâme; bir zamandan sonra saymayı bıraktığım şehadet haberlerini ince bir sızı olarak kalbime çokça akıttın. Başını koltuğa yasladığın ve çehrenin acı içinde buruştuğu o zaman dilimleri sanki hâlâ çok yakın. Sanki dün gibi Üsâme. Dosta güven, düşmana korku veren o heybetli duruşunla ve kameraya utangaç utangaç bakıp zoraki bir şekilde gülümseyen çehrenle karşımdasın. Artık bir uzvun hâline gelen o tüfeği havaya kaldırıp göğsüne bastırıyorsun. Sana dokunuyorum. İri gövdende bir teselli arar gibi; titreyen baş parmağımı usul usul sağa ve sola doğru oynatıyorum. Üzerine sıcak bir damla yaş damlıyor, yüzün bulanık bir acıyla yıkanıyor. Ve ben, görsen kaşlarını çatacağın, çatıp da o içinde gizli bir şefkat barındıran sert sesinle beni ikâz edeceğin bir ıstırap içinde ağlıyorum. "Ölüye ağlanır Betül. Ölüye. Ben gitsem de ölmem ki..." Gitmek, kavramı benim için yeniden bambaşka bir mânâ giyinmişti böyle dediğinde. O anı hâlâ anımsıyorum: Dolan gözlerimle yüzüne bakıyorum. Ardından beşikte uyuyan; beyaz kundaklar içindeki Mücahid'e. Onu alıp kucaklıyorsun, nasırlı iri ellerin yanaklarını incitir diye sadece kurumuş dudaklarınla başına minik bir öpücük konduruyorsun. Oysa onu bir aydır görmemiştin; şimdi canını yakmamak için yetindiğin bu minik öpücükle hasretini nasıl dindiriyorsun? Sana bakıyorum uzun uzun, dolan gözlerimle. Sanki çetin savaşlardan, kanla karılmış topraklardan ve bizzat şahit olduğun yarım kalan hikayelerden dönmüyormuş gibi; huzurla bebeğimize bakıyorsun. Ben ise eğer gidersen senden sonra bu dünyadaki sürgünüm ne kadar devam edecek diye düşünüp dehşete kapılıyorum. Göğsüme bir yumruk gibi inerse o haber, diyorum. Acınla karılırsa hasretin. Ve savrulursam hiç istemediğin ve razı olmadığın yerlere. İsyanın kara sularına. Boğulursam. Çırpınırsam. Ama kurtulamazsam... Üsâme... Gittin ve tuhaftır ki savrulmadım ben. O zaman anladım. Aslında gitmeden önce beni hep gidişine hazırlamıştın. Öyle çok doluyum ki kalemimden dökülen her bir kelâm bir başkasına gebe kalıyor. Sen, hep çok sessiz olduğumu, hiç konuşmadığımı söyleyip: "Konuş..." derdin bana. "Konuş da bunalan içim ferahlasın biraz." "Canımın acısı geçsin." Üsâme, Sen gittiğinden beridir ben susmak bilmiyorum. Çünkü önceleri onu dinlediğim için konuşmaya lüzum görmediğim çok güzel bir adam vardı. Bana ötelerin kokusunu taşıyan bir Üsâme vardı. Şimdi o gitti ve ben, kulak zarımı yırtabilecek kadar güçlü olan bu sessizliğin üstesinden gelebilmek için konuşup duruyorum. Üsâme... Yarım kaldı söylemek istediğim asıl şey. Sen, yarım kalan her şeyin en güzeliyle tamamlanacağı yeri anlatırdın bana hep. Buradaki her nimetin gölgelere benzediğini, asıllarının âhiret yurdunda olduğunu söylerdin. Üsâme, sen Rabbini ne çok özlerdin! Ve şimdi ben de içimi yakıp kavuran bir özlemle O'nu özlüyorum. Senin kadar sahici mi bilmiyorum. Ama özlediğimi, geceleri huzuruna çıkarken ürperen bedenimden, saatlerce semâdan indirmek istemediğim ellerimden anlıyorum. Üsâme... Gerilmiş ve neredeyse kopma noktasına gelen ince bir ipe benzetiyorum ömrümü. Evet... Kaç yıl olursa olsun, sonsuzluğun yanında koca bir hiç gibi artık ömrüm. Ve ben, sen gittikten sonra bu hiçe kaç güzellik sığdırabileceğimi inan bilmiyorum...
|
0% |