Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@birharfbekcisi

"Çocukların yaşlarına göre düzenlemek daha iyi oldu. Daha derli toplu..."

Nazan Abla, oluşturduğum listeye bakıp memnuniyetle gülümsedi. Sadece bir şeyler okurken taktığı yakın gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Dört sayfa kâğıdı iki eliyle masaya vurup kenarlarından düzelterek bana uzattı. Bir şey sormak için dudaklarımı araladım. Tam o esnada Fadime Abla, başını omzumun üzerinden uzatıp Nazan Abla'ya: "Allak bullak her yer!" Diye söylendi. "Ne yapacağız, nasıl toparlayacağız, bilmem."

Fadime Abla'nın on üç yaşlarında -çoğu zaman gergin bir hâlde gördüğüm- kızı Gülnaz, oflayınca başımı gayriihtiyari ona çevirdim. Elindeki telefonu koltuğa bırakıp sitem etti:

"Her yer her yerde, hiç başlayasım yok anne ya!"

Neyse ki Nazan Abla'dan sonra derneğin en olgun ablalarından biri olan Esra Abla duruma el koydu. Kucağında üst üste koyarak taşıdığı poşetleri sürgülü kapının dibindeki sandalyelerin üzerine bıraktı. Dudağının üstünde biriken terleri avcuyla silip biraz da sert bir sesle uyarıda bulundu:

"Söylenmek yerine hızlanırsak bitecek inşallah. Önce şu ortadaki dağınıklığı kenarlara koyalım, yürüyemiyoruz içeride."

Otoriter bir tını barındıran sesle birlikte herkes gönüllü veya gönülsüz kendi işine döndü. Nazan Abla, bu dağınıklığın nasıl biteceğini kestiremiyormuş gibi düşünceli bir hâlde yerlere baktı. En sonunda varlığımı hatırladı.

"Bir şey soracaktın sanki Betül?"

"Listedekileri aramaya başlayayım mı, diyecektim."

"Evet ama yarın başla, bugün değil. Daha hiçbir şey yapmadık sayılır."

Başımı sallayıp söylediklerini onayladım. Bu dağınıklık içinde kâğıtları kaybetmem olası olduğu için askılıktaki çantamın yanına gidip hızlıca fermuarını açtım. Kâğıtlar buruşmasın diye kitabımın arasına koyup çantamı tekrar kapatırken sürgülü kapı iki kez tıklatıldı.

"Nazan Abla!"

Derneğimizin babası konumunda olan Tarık Ağabey'in sesiydi bu. Kadınlar kısmıyla onların ofis gibi kullandıkları kısım bir paravanla kapalıydı. Paravanın ardındaki sürgülü kapı ise işte bu geniş odaya açılıyordu. Ufak bir pencereden içeri sızan ışık hüzmeleri dışında bu odaya güneş girmediği için -bizim çok fazla durmaktan dolayı artık aşina olduğumuz- bir rutubet kokusu vardı içeride. Karanlıkta göz gözü görmediğinden dolayı lamba sürekli açıktı.

Nazan Abla kırk altı yaşında, üç çocuk annesi ve yıllardır gönüllü olarak derneğimizin kadın kollarının başkanlığını yürüten tatlı, anaç bir kadındı. Dernekte her soru ona yöneltilir, her çıkmaz sokağın onunla aşılacağına dair büyük bir hüsnüzan beslenirdi. Zaten dediğim gibi çok anaç bir kadındı. Onunla özel hayatınıza dair birçok şeyi paylaşabilirdiniz. Bir hafta önce yaptığım evlilik görüşmesini biliyordu sözgelimi. Görüşmenin benim açımdan olumlu geçtiğini fakat karşı taraftan bir cevap almadan onlara dönüş yapmayacağımı da...

O, biriyle konuşurken muhatabıyla aralarındaki mesafe birden kısalır ve ona, uzaktan bakan birinin anne-kız sanacağı bir doğallık ve yakınlıkla davranırdı.

Sandalyesini geriye itip Tarık Ağabey'in yanına gittiğinde sesleri içeriden duyuluyordu.

"Yardım için başvuruda bulunan Suriyeli ailenin evini ziyarete gidebilir misiniz? Yanına Betül'ü de al istersen. Evin fotoğraflarını çeker."

"Çok da iş var Tarık. Ama..."

"Kaç gündür derneğin kapısını aşındırdıklarına göre gerçekten ihtiyaç sahibiler. Fakat işte... Her gelene direkt yardım edemiyoruz. Durumunu teyit etmemiz isteniyor, sonuçta resmî bir derneğiz. Her yaptığımız işi belgelerle yapmak zorundayız. Ama artık biz de mahcup olmaya başladık arkadaşlarla. Hemen gidip gelirsiniz inşallah. Osman sizi bırakıp getirecek arabayla."

Nazan Abla, konuşmaya şahit olduğum için sürgülü kapıya dayadığı ellerini çekip bana baktı. Başımı sallayıp: "Hemen gidip gelelim istersen" dedim. "Zaten ben, dernek kapanana kadar buradayım nasipse. Annemden izin aldım." Elimle içeride koşturan ablaları işaret ettim. "Gelince yardım ederiz herkese."

Söylediklerim onu biraz rahatlatmış olmalı ki: "Peki..." deyip tekrardan başını kapıdan ileriye uzattı. "Tamam, Tarık. Osman arabayı getirsin, hemen gidip gelelim. İşler çok yoğun bugün."

***

Bazen bir görüntü, bazen ise bir ses insanı acının eşiğine getirip bırakıyordu. Annesinin eteğine tutunmuş korkuyla bizi seyreden kara gözlere, halısı olmayan odanın bir köşesinde yere oturup kirli oyuncak ayılarıyla oynayan iki küçük kıza bakarken zorlukla yutkundum.

Yerde mermer yoktu, yaz olmasına rağmen dokunduğumda soğuk olduğunu fark ettiğim siyah taştandı zemin. Hatta -daha önce karşılaşmadığım bir biçimde- bastığımız bu taştan zemin, eğri büğrüydü. Hiçbir odada halı olmadığı gibi yere atılan birkaç minder dışında evde ne bir yatak ne de bir koltuk bulunuyordu. Yokluğun da ötesinde bir hâldi burada yaşanan. Mutfağın durumu ise içler acısıydı. Oldukça eski görünen buzdolabı, çiziklerle doluydu. Fotoğraf çekmek için içini açtığımda bir şise su, iki yumurta ve yarısı bitmiş bir margarinden başka bir yiyecek yoktu içinde. Çevrede onca orta hâlli ev olmasına rağmen burada yaşanan dram; bir ad konulacak olursa sadece "duyarsızlık"tı.

Kadın da bundan dolayı yakınıyordu. Benden iki yaş küçük olan Osman, okuduğu bölüm gereği Arapça bildiği için biz anneye çeşitli sorular yöneltiyor, sonra da onun çevirmesini bekliyorduk. Artık dernekte bizi bekleyen işleri bile unutmuştuk.

Nazan Abla'nın verdiği görev üzerine telefonu feracemin cebine koyup Osman'ın söylediklerini not etmeye başladım.

"34 yaşındaymış. Eşi inşaatta çalışmaya başlamış Suriye'den geldikten sonra. Ama bir yıl kadar önce beşinci kattan düşüp vefat etmiş. Altı çocuk da yetim kalmış öyle olunca. Burada yan komşulardan biri ondan pek hoşlanmıyor ve diğer komşuları da kışkırtıyormuş. Hatta bir ara ona iftira bile atmışlar... Eve bir... erkek girdiğine dair söylentiler çıkarmış..."

Osman, cümlenin bu noktasında hâyâ ederek sustu. Başını öne eğip sıkıntılı bir edâ ile yüzünü ovuşturdu. Kadının esmer, minik ve yorgun yüzüne baktım. Yılların, günlük telaşların, yokluğun, gurbetin ve vatansızlığın acısı oturmuştu yüzüne. Yaşına göre epey çökmüştü. Alnında ve göz altlarında derin çizgiler vardı. Konuşurken bazen zorlanıp başını yere eğiyor, kelimeler boğuk bir sesle dudaklarından dökülürken ara ara hıçkırır gibi sesler çıkarıyordu.

Osman, konuşmayı çevirmeye devam ederken kadının başına doladığı, yer yer yırtık olan şala baktım. Ardından çamaşır suyu lekeleri bulaşmış siyah feracesine. Dolabımdaki iki feraceden birini getirip önüne koymak istedim o an. Kalbimde dayanılmaz bir sızı gezinmeye başladı.

"O iftiralardan sonra kendilerine gelen yardımlar da kesilmeye başlamış. Sadece birkaç komşusu iftiralara inanmayıp yardıma devam ediyormuş ama onların da durumu çok iyi olmadığı için yaptıkları yardım yeterli gelmiyormuş. O yüzden son birkaç aydır çok zor durumdalarmış. Zamlanan kirayı ödeyemedikleri için ev sahibi çıkması için baskı yapıyormuş sürekli."

"Bu eve bir de kira mı alınıyor?" Diye hayretle sordu Nazan Abla. "Aklını mı kaçırdı bu ev sahibi?"

Ayakkabısıyla birkaç kez yere vurdu.

"Dışarıdaki yolun taşları bile buradan daha düz döşenmiştir. Şu eğikliğe bak, halı bile koyamazsın buraya. Ev demeye bin şahit ister."

Annesinin etrafında toplanan dört çocuktan ikisi sekiz-dokuz yaşlarında, diğer ikisi ise beş-altı yaşlarında görünüyordu. Biz konuşurken onlar dilimizi anlamadıkları için biraz ürkek biraz da şüpheli bir tavırla konuşanların yüzlerine dikkatle bakıyordu. Saçları dağınık, kıyafetleri ise epey eski ve yıpranmıştı.

Nazan Abla, Osman'a dönüp kadının yüreğine ümit tohumları atacak şeyler söyledi. Kendilerine en yakın zamanda yardımın çıkacağını ümit ettiğinden, kurban etlerinden kalan olduysa onlara getireceğinden, ayrıca yakın zamanda yetim çocuklar için kıyafet yardımı projemiz olduğundan bahsetti. Osman, tüm bunları Arapça'ya çevirirken kadının çehresi farklı şekillerde mutluluğu ve utancı taşıyordu.

Evden çıkmadan önce çocukların güneş yanığı yüzlerini öptüm, saçlarını okşayıp onlara gülümsedim. Bizden bir zarar gelmeyeceğini anlamış olmalılar ki gitmeden önce rahatlamış gibiydiler. Hatta artık bize gülümsüyorlardı. Evden uzaklaşmadan önce son duyduğumuz şey; kadının ağlayarak ettiği dualardı.

***

Çarşıların, ara sokakların ve yolların içinden geçtim. Aynı zamanda acının, hüznün ve çaresizliğin de... Dış seslere kapattığım kulaklarım o kadının ağlamaklı sesiyle uğulduyordu. Çocukların ürkek bakışları gözlerimin önünde belirip belirip sönüyor ve bu kesik kesik anımsayışlar mütemadiyen devam ediyordu.

Eve vardığımda tere batmıştım. Bu dernekte gönüllü olarak faaliyetlere katıldığımdan beri yüreğim nice ağır duyguyu ağırlamıştı. Ama bu sefer ki... Çok farklıydı. Yokluğun, kimsesizliğin, gurbetin, vatansızlığın ve çaresizliğin birleştiği bir acıya hangi ismi verebilirdim? Hangi isim onu tanımlamaya yeterdi? İftiraya uğramanın acısını ya da... Kimsesiz ve çaresiz bir kadın için bunun ne kadar büyük bir imtihan olduğunu tahmin edebiliyordum.

“Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan kovulmuş öyleleri vardır ki bu şöyle olacak diye yemin etseler, Allah onların dediğini yapar.”*

Bunaltıcı ve hastalıklı hislerimin üzerine bir teselli ve bir merhem diye sürdüğüm bu hadis üzerine uzun uzun düşündüm. Kadının yanık yüreğinden dökülen o dualar, kulağımda yankılanarak içimi ürperti.

Anahtarları vestiyere koyup içeri girdiğimde gözüm annemle kız kardeşimi aradı. Bu sıcakta ancak klimalı odada olabilecekleri aklıma gelince eşarbımı çıkarıp yanlarına gittim. Annem namaz kılıyor, kardeşim ise dizi seyrediyordu. Ekrana öyle bir dalmıştı ki içeri girdiğimi bile fark etmedi. Kucağında bulunan erik, kiraz ve kayısı dolu tabaktan meyve alıp hızlı hızlı yiyor, çekirdeklerini çıkarıp tekrar aynı tabağın içine atıyordu. Yakınına geldiğimde varlığımı ancak fark edebildi.

Yüzüme kısa bir bakış attıktan sonra tekrar ekrana kilitlenerek: "Aa sen ne ara geldin abla?"diye hayretle sordu.

"Selamun aleyküm Nisacım" dedim imalı bir sesle. Fakat onu dahi fark etmeden otomatik bir sesle: "Aleykümselam" deyip ağzına iki kiraz sıkıştırdı.

Ekrana döndüğümde yine o diziyi izlediğini fark edip yüzümü buruşturdum. Liseli iki gencin aşklarını anlatıyordu fakat pek meşru bir aşk sayılmazdı. Birkaç kez bazı sahnelerine denk gelmiştim. Ve bu gibi dizilerle bize neler yapmak istediklerini uzun uzun düşünerek kendimi diğer odaya atmıştım. Şimdi ise kaçmak yerine biraz nasihat etmek istedim.

"Nisa... Bu diziyi izleme demedim mi kaç kere ablacım... Ahlaksızlığı aşk diye pazarlamışlar, adına da 'dizi' demişler."

Omuz silkip: "Bir tek dizi keyfim var" dedi umursamazca. "Bari buna karışma abla."

Karışmamı istemediği şeyler arasında; gıybet, arkadaş ortamı, ara ara anneme sesini yükseltmesi sayılabilirdi. Elbette sadece bunlar değildi; ergenliğe adım attığından beridir tam bir özgürlük istiyordu.

"Betül, geç duş al. Çok kötü görünüyorsun."

Annem, seccadesini katlarken nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikrim olmayan çehreme bakıp bunu söylemişti. Ardından yanımıza gelip koltuktaki kumandayı almış ve televizyonu kapatmıştı.

"Nisa, sen de şu televizyondan biraz kaldır da başını, ders yap! Seneye sınava ben gireceğim sanki."

Meyve tabağını bir kenara bırakıp kaşlarını çatan kardeşim: "Abla ya, senin yüzünden bana çatıyor annem!" Diye bağırdı. "Her şeyime karışıyorsunuz, bıktım artık!"

"Zamanında ablana da karıştık Nisa. Hadi kalk, ders çalış biraz. Ne bileyim test çöz, kitap oku. Hem bir sürü test aldırmadın mı daha geçen gün babana?"

Annem ne kadar söylense de ona karşı algıları da şu an pek açık değildi. Tek düşündüğü şey kendini haklı çıkarmaktı ve tahmin ettiğim üzere bunu da benim üstüme gelerek yaptı:

"Ablama karışmanız pek ise yaramamış. O kadar okudu da ne oldu? Hâlâ evde. KPSS'yi de kazanamadı. Ancak derneğe gidip duruyor."

Çok sinirlendiğinde kendini kaybettiğini bildiğim için kızmadım. Bir şey diyecek olsam daha da celallenecekti. Derin bir iç çekerek ayaklandım. Onları tartışır hâlde bırakıp duş almaya gittim.

Duş alırken o aile için bireysel olarak neler yapabileceğimi düşünüp en sonunda birkaç karara vardım. Kurulanıp giyindikten sonra odama geçtiğimde ilk iş dolabımın karşısına geçmek oldu. Feracelerimden en iyi durumda olanını güzelce katlayıp yatağıma koydum. Dolabın en üstündeki raftan, yardım için para biriktirdiğim kavanozu çıkardım. Çok fazla para olmasa da marketten birkaç yiyecek almaya yetecek bir miktar vardı. Az, 'hiç'ten çoktu neticede. Hiçbir şey yapmamaktansa bu az şeyi yapmak daha mâkul bir seçenekti. En azından aileye yardım çıkana kadar...

Avcumdaki birkaç elliliği katladığım feracenin arasına koydum. Yatağımın altındaki öteberi kutusunu kendime doğru sürükleyip, köşedeki poşetlerden en düzgün olanını elime aldım ve iyice inceledim. Aileyi rencide etmekten korktuğum için en ufak bir hata bile yapmak istemiyordum. Bu ufak detaylara poşet seçmek de dahildi.

Feraceyi poşete koyup kimse görmesin diye kutunun içine yerleştirdim. Kutuyu yerine koyarken koridorda bir ses yankılandı:

"Betül!"

Ardından kapı açıldı. Annemi, elinde telefonla yüzü asık bir hâlde görünce kutuyu yatağın altına ittirip yerden kalktım.

"Bir şey mi oldu anne?"

"Aradılar da az önce..." dedi gözlerini benden kaçırırken. Dağınık zihnimi ancak o zaman toparlayabildim. O an bir hayal kırıklığı daha gelip kalbimin tam ortasına tahtını kurdu. Zorlukla yutkundum.

"Olumsuzmuş, değil mi?"

Kaşlarını çattı annem, Nisa'yla ortak kullandığımız çalışma masasına telefonunu bırakıp yanıma geldi.

"Sen üzülme kızım. Ben onlara: 'Zaten Betül de olumsuzdu' dedim. Benimle kibirli kibirli konuştu kadın, keşke ilk biz arasaydık!"

Yastığımın üzerindeki havluyu alıp ıslak saçlarımı kurutmaya başladım. Bundan önceki iki görüşmem de olumsuz sonuçlandığı için bugünkü haber beni biraz daha fazla etkilemişti. Yoksa Murat isimli o genç ile bir kere görüşmüştüm. Dini hassasiyetlerinden dolayı olumlu hissetmiştim. Kalbimin içinde deli atlar koşturacak kadar yoğun bir duygu yoktu içimde. Zaten duygularım, ilk görüşmede kalbimin bağlanacağı kadar hızlı ilerlemiyordu.

"Yalan söylemeye gerek yoktu anne... Keşke 'hayırlısı olsun' deyip kapatsaydın."

Annem, üzülüp üzülmediğimi anlamak ister gibi kara gözlerini çehremde gezdirdi. Umursamaz gibi davranmaya çalıştım ama becerebildim mi, bilemedim. Zihnimin içinde kıvranıp duran ve nihayet dayanamayıp dudaklarımın arasından firar eden o soruya karşı annem başını eğdi.

"Neden olumsuz olmuş peki? Söyledi mi annesi?"

Uzun bir süre cevap vermedi.

"Isınamamış, değil mi?"

Uzun saçlarımı son bir kez daha kurutup yatak başlığının hemen dibindeki komodinin ilk rafından aynamı ve tarağımı aldım. Aynayı almamın tek nedeni saçlarımı taramak değildi. Yaptığım üç evlilik görüşmesinde de karşı tarafın olumsuz olma sebebini kendimde bir kusur arayarak bulmaya çalışacaktım.

"Elini sallasan ellisi Betül. Ona kalmadın sen."

"Anne, olumsuz oldu diye çocuğu kötüleyecek hâlimiz yok ya... Hem... beğenmek zorunda değil. Onun da kendisine göre kriterleri vardır. Yolu açık olsun, ne diyeyim..."

Saçlarımı ikiye ayırıp omuzlarımdan sarkıtınca annem: "Otur, ben tararım" deyip yeri işaret etti. İtiraz etmeden aynayı elime alıp ayaklarının dibine oturdum. Kucağına havlumu koyup tarağı eline aldı. Aynadaki yansımasından gözlerinin dolduğunu gördüm. Dudakları hareket hâlindeydi. Bu hâdiseyi kafasına takıp bir gurur meselesi haline getirmiş olmalı ki kendi kendine söyleniyordu.

Aynayı annemin hüzün bulutlarıyla çevrelenen yüzünden çekip kendime yaklaştırdım. Buğday tenime, ne çok kalın ne de çok ince olan hafif kavisli siyah kaşlarıma, babamınkine benzeyen açık kahverengi gözlerime, sol yanağımın üstündeki minik bene ve son olarak pek dolgun sayılamayacak olan dudaklarıma baktım. Öyle ilgi çekici bir yanım yoktu. Yani biri baktığında dönüp tekrar bakacağı bir güzelliğe sahip değildim. Fakat kendimi çirkin bulduğum da söylenemezdi.

Görüştüğüm kişilerin, evlenecekleri kişide aradıkları başka şeyler olmuş olacak ki bana baktıklarında istediklerini bulamamışlardı. Bunun için onları suçlayamazdım. İnsan, evleneceği kişiye baktığında en azından içine sinmeliydi. Savunduğum şey buydu. Yine de belki üst üste aynı sonuçla karşı karşıya kaldığım için biraz afallamıştım.

Sıkıntıyla iç çekip aynayı kucağıma bıraktım. Bir başkasının gözünden kendime bakmaktan vazgeçmeliydim. Ne ben, onun gözündeki kişiydim ne de o, zihnimde kurguladığım kadar mükemmel biriydi. Kaderin tatlı esintileri başımın üzerinde eserken şükretmek bana kolay gelirdi. Fakat asıl yapmam gereken; hoşuma gitmeyen o fırtınalı zamanlarda dahi sabrı kuşanıp isyanı terk etmekti.

Hem daha birkaç saat önce; yokluğun da ötesinde bir hâli kucaklayan o ailenin evine gitmiştik. Hayatta benim dert ettiğim şeylerden daha büyük sıkıntıları olan insanlar vardı. Tutup da yaşadığım bu ufak imtihan için isyana düşüp şımarıklık edecek değildim. Üzülmekle sızlanmak arasındaki farkı neyse ki biliyordum. Bu yüzden gereksiz bir şekilde söylenmeyecektim. Yahut Allah'tan alacaklı gibi davranıp O'na küşmeyecektim. Verirken nasıl mülkünde söz sahibi değilsem alırken de değildim. Ve bu dünyaya gelirken yüreğime hep mutluluk tohumları atılacağına dair bir söz almış da değildim.

Sustum bu yüzden. Bir daha da aynaya bakıp kendimde kusur aramaya çalışmadım. O gün oturup dört sayfalık listeyi tekrar temize çektim. Kur'ân okuyup o aile için uzun uzun dua ettim. Bir şeylerle uğraşmak ve sürekli kendine yeni dertler üretip duran şu zihnimi dolu tutmak iyi geliyordu. En çok da insanların mutluluklarına vesile olmak için gayret sarf etmek... Bu gayret, yaşadığım en ufak bir acıda elem içinde kıvranmaktan kurtarıyordu beni.

***

Dört sayfalık kâğıtta tek bir eksik bırakmayarak herkesi aradıktan sonra sesim kısılacak noktaya gelmişti. Uyuşan ellerimin arasından telefonu bırakıp artık iyice karmaşık hâle gelen listeye çevirdim gözlerimi. Yüzümü ovuşturup kendime gelmeye çalıştım. Beynimde binlerce ses yankılanıp duruyordu. Belki yüz-yüz elli kadar aileyle görüşmüştüm bugün.

"Herkesi aradın mı Betül?"

Ellerimi yüzümden çekip başımı kaldırdığımda Nazan Abla'nın elindeki kısacık eteğe bakıp yüzünü buruşturduğunu gördüm.

"Aradım. Ulaşamadıklarım da oldu. Onlara mesaj attım."

"İyi iyi" deyip tekrardan eteğe baktı.

"Ya, tamam... Bu mağaza, derneğe bayağı yardım yaptı ama... içlerindeki bazı kıyafetleri koymamız uygun değil gibi. Ne yapacağız ya..."

O, söylene söylene Esra Abla'nın yanına giderken aklıma düşen bir soruyla birlikte telefonu yeniden elime aldım. Yetimlerin ailelerini arama işi dernekle alakalı bir mesele olduğundan dolayı Tarık Abi, derneğin bütçesinden para verip dakika yapmamı istemişti. Yapmıştım yapmasına ama bin dakikadan geriye üç yüz dakikaya yakın bir hakkım kalmıştı. O dakikaları kendi kişisel aramalarım için kullanamazdım.

Bir süre ne yapabileceğimi düşündükten sonra aklıma gelen tek fikirle birlikte ayağa kalktım. Çantamın yanındaki poşeti alıp içindeki feraceyi hızlıca çıkardım. Feracenin arasındaki paralardan, bugün Tarık Abi'nin bana verdiği miktar kadarını elime aldım. Bu sebeple Suriyeli aile için ayırdığım paranın yaklaşık dörtte biri eksilmiş oldu. Bu durum beni üzse de yapacak başka bir şey olmadığı için sürgülü kapıyı aralayıp spor ayakkabılarımı giydim. Paravanın ötesindeki iki masadan Tarık Ağabey'in masasına yaklaştım. Yüzüne bakmasam da bir an bana baktığını hissetmiştim.

"Tarık Ağabey..." derken bu işi hemen halledip tekrardan kadınların yanına dönmek istiyordum. Bir erkekle konuşmak zorunda kaldığımda sanki dünyanın en zor sınavına girecekmişim gibi stres yapar, terler ve sıkıntıya düşerdim. O erkek, Tarık Ağabey gibi iki kız babası, otuz yaşlarını geçkin ve karşı cinsle mesafesini koruyan biri olsa bile...

"Buyur Betül. Telefon numaralarından hatalı olanlar mı var?"

"Yok," deyip devam edeceğim sırada derneğin cam kapısının iteklenip açılması üzerine başımı gayriihtiyari o tarafa doğru çevirdim. Sadece bir anlık gözümün çarpmasıyla daha önce burada hiç görmediğim uzun boylu, genç bir adamın içeri girdiğini fark ettim. Başımı tekrar Tarık Ağabey'in masasına çevirdiğimde ayağa kalkmış, gelen kişiye bakıyordu.

"Ooo kimleri görüyorum. Üsâme, gel gel."

Masanın önündeki deri koltukların önünde ayakta dikildiğimi, adamın da tam olarak buraya davet edildiğini fark edince içimdeki sıkıntı büyüyerek tüm bedenimi kapladı. Her yer klimayla serinletilmesine rağmen parayı tutan elim bayağı terlemişti. Bir şey demeden arkamı dönüp gidecektim ki Tarık Ağabey: "Betül, dur" dedi. "Bir şey diyordun."

Koltukların arkasında benim gibi ayakta dikilmeyi tercih eden adama bakmadan elimdeki parayı Tarık Ağabey'in masasına bıraktım.

"Bu ne?" Dedi anlamayarak.

Sol tarafımda genç bir adam, karşımda Tarık Ağabey ve sağ yanımdaki masada Osman ile Sinan varken bir anda kendimi kapana kısılmış gibi hissederek: "Şey..." deyiverdim.

Ertelemekten korkmasaydım şu an bu parayı vermekle uğraşmazdım. Çünkü bana makbuz verecekti ve mecburen biraz daha fazla ayakta dikilmek zorunda kalacaktım. Fakat şu imtihan dünyasında eve giderken başıma bir şey gelme ihtimali pek de uzak sayılmazdı. Allah'ın huzuruna ağır bir veballe çıkmak istemiyordum.

"Bugün, dakika yapmam için dernek bütçesinden bana para vermiştin ya Tarık Ağabey. Ben, bütün yetim ailelerini aradım ama yine de bayağı dakika kaldı. İçime sinmedi böyle. Lütfen bu parayı dernek bütçesine katar mısın?"

Tarık Ağabey, masanın üzerine bıraktığım buruşmuş parayı eline aldı. Ne yapacağına karar verememiş gibi evirip çevirdi. Sonra tekrar masaya bırakıp derin bir nefes aldı.

"Dernek işleri için olan mevzularda kendi paranızı kullanmanıza razı olamam Betül. Burada tam da benim sana verdiğim miktar kadar para var."

Kabul etmeyeceğinden korkarak: "Lütfen Tarık Ağabey" dedim. "İçim rahat etmez böyle."

"Tamam ama hepsini almam" dedi. "Kaç dakika harcadın?"

Harcadığım dakikayı söyledikten sonra masasının alt rafından bir miktar para çıkarıp bana uzattı.

"Böyle daha adil olur, al bunu."

Uzattığı paraya bakınca alasım gelmedi. Beni korkutan o ihtimal üzerine: "Eksik olmasından korkuyorum." Diye açıklama yaptım. "Hak geçer. Hepsini alsan, olmaz mı?"

"Betül, seni anlıyorum kardeşim ama... Biraz fazla abartmıyor musun? Derneğin suyunu, elektriğini keyfine kullanmıyorsun. Burada faaliyetler yapıyorsunuz. Yani kullanmak zorundasınız. Ama sen bir damla su bile kullansan onun parasını ödüyorsun. Böyle biz de kendimizi kötü hissediyoruz."

Hiçbir şey demedim. Bu konuda tek istediğim şey bir an önce olası bir vebalden kurtulmaktı.

"Neyse... şimdilik hepsini alıyorum ama bir daha kabul etmem. Ne kadar harcadıysan o kadarını alırım."

O kabul edince kalbimden ferah bir his akıp geçti. Doldurduğu makbuza gizli bir sevinçle baktım. Burada en ufak bir para mevzusunda bile her şey kayıt altına alınıyordu. Derneğimizin en sevdiğim yönü de buydu. Makbuzu doldurduktan sonra kâğıda imza atıp mühür vurdu ve bana uzattı.

"Al bakalım."

Kâğıdı kurtuluş fermânımı alır gibi hızlı bir şekilde almama gerek yoktu belki ama gelen kişinin daha fazla beklememesi için böyle yapmıştım. Ya da beni avuçları arasında sıkıp duran şu stresten kurtulmak için...

"Teşekkür ederim."

Kâğıdı alıp kadınların olduğu tarafa doğru giderken hayattaki birçok hâdisenin iç içe geçmiş halkalar gibi olduğunu ve her bir halkanın bir diğerinin varlığı için zorunlu olduğunu bilmiyordum. Yaşadığım bu kısacık anın, o adamın hayatıyla kendi hayatımın kesişmesi için bir sebep teşkil edeceğini de...

Loading...
0%