Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@birharfbekcisi

Bir eliyle eşarbının üzerinden kendisine gölgelik yaparken diğer eliyle harabeden farksız olan tek katlı evin dibinde misket oynayan iki küçük kıza eliyle "gel" işareti yaptı. Esmer, iri gözlü, dağınık saçlı kız; burnunu koluyla silerken kardeşine kaş göz işareti yaparak aslında pek de yabancı sayılmayan, yine de hemen güvenemedikleri o ablanın yanına gidip gidemeyeceklerini sormaya çalıştı.

Kızlardan kumral saçlı, yanık tenli ve kara gözlü olanı az önce kaş göz işaretleriyle ilerideki kızı gösteren ufaklıktan daha büyük görünüyordu. Betül, sıcağın altında kavrulur gibi hissettiği başını tuttuğunda eşarbının epey ısınmış olduğunu fark ederek eve gidince ılık bir duş almanın gerekliliğini kendisine yeniden hatırlattı. Kızlara güven vermek istercesine tebessüm edip eliyle tekrardan "gelin" işareti yapınca nihayet ikisi el ele tutuşarak yanına geldiler.

Betül, konuştuğunda anlaşılamayacağını ama anlaşabilmek için sadece kelimelere ihtiyaç olmadığını biliyordu. Bu yüzden onlarla daha ziyade gönül diliyle konuşmaya karar verdi. İkisinin de saçlarını okşadı. Boylarının hizasına gelebilmek için yere çömeldi. Elindeki poşeti kızlardan yaşı daha büyük görünene uzatırken: "Bunu annene ver, olur mu?" Diye sordu bir ümit. Burada birkaç yıldır yaşadıklarına göre çocuklar az da olsa Türkçe biliyor olmalıydı. 'Annen' kelimesini anlamaları bile yeterliydi.

İkisinin de yanaklarından öptü, ellerini okşayıp ayağa kalktı ardından. El salladı onlara. İki kardeş, dünkü sıcak ellerin varlığını bugün de hissettikleri için perçinlenmiş bir güvenle el salladılar. Dudaklarına minnettar bir tebessüm oturmuştu.

Betül, gerisin geriye gidip babasının manav dükkanına gitmeye karar vererek kavurucu sıcakta yürümeye başladı. Dar sokaklardan, gecekondu mahallelerinden, sıra sıra dizilmiş yüksek binaların yanından, hiçbir esintinin olmadığı çıplak yollardan geçti. Yol boyu rast geldiği köpekler bile bunaltıcı sıcaktan kaçmak ister gibi ya bir araba tekerinin dibine ya da bir ağacın gölgesine sinmiş uyuyorlardı.

Çift yönlü yolun kaldırımına varana dek içinden çeşitli zikirler çeke çeke yürüdü. Uzun yolu ancak bu zikirler kısaltırdı, bilirdi. Sıcaktan dolayı üzeri dalgalanır gibi görünen asfalta daldı bir ara. Arabalar kâh korna çalıyor, kâh acı bir çığlık atarak yanıbaşından hızlıca geçiyordu. Küçükken bu yoldan annesinin ne kadar çok korktuğunu anımsadı. Vızır vızır arabaların geçtiği bu çift yönlü yolu çevreleyen apartmanların birinde oturuyorlardı. O günlerde yaşı küçük olsa da babasının buradan ev satın alma telaşını, annesinin ise: "Buradan vızır vızır araba geçiyor, çocuklar okula gidip gelecek, ne yaparız" deyişini tüm detaylarıyla hatırlıyordu. Babası ise kiraladığı dükkana çok yakın olan ve acil satılığa çıkarılan uygun fiyatlı bu evi bulduğunda kaçırmak istememişti.

Şimdi, yirmi üç yaşını iki ay sonra geride bırakacak bir genç kız olarak bu sokakta ve bu mahallede on dört yıldır bulunduğu gerçeği ona garip geliyordu. On dört yıl, diye geçirdi içinden. Zamanın, mekânın ve hatta bedenlerinin bu hızlı değişimi onu ürpertti. Üç sene önce vefat eden ninesinin, sanki yeni bir şey keşfeder gibi hayretle ve heyecanla yılların nasıl da hızlı geçtiğine dair söylediği o sözler, şimdi zihninde daha hakiki bir anlam kazanıyordu. Çünkü o da 'on dört yıl' derken içinden; tıpkı yıllar önce ninesinin -beyaz tülbentinin ucunu tuta tuta ve nice hayrete tutuna tutuna- zamanın hızını anlattığı o bulanık günü aynısıyla yaşıyor gibiydi. Ufak bir çocukken anlam veremediği ve oldukça klişe bulduğu o dehşetle söylenen sözün mânâsını, şimdi aynı sebeple birlikte, kendisi de hissediyordu.

Manavın cam kapısını iteleyip içeri geçerken babasının yaşlı bir müşteriyle sohbet ettiğini gördü. Yaşlı amca, iri başının üzerindeki sekiz köşeli kasketini çıkarıp arkasını döndüğünde Betül, adamın tanıdık biri olmasının verdiği rahatlıkla babasına biraz daha yaklaştı.

"Selamun aleyküm Hacı Dede."

Yıllar önce hacdan döndüğü günden beri kendisine 'Hacı Dede' diye hitap edilen ve asıl ismi 'Yusuf' olan amcaydı bu. Ara ara manava gelir, emekli maaşıyla -aynı apartmanda oturdukları- oğlunun evine, torunlarını sevindirmek isteyerek manavdan birkaç kilo meyve alırdı. Kırışık yüzü, Betül'ü görünce aydınlandı, çakır gözleri kısıldı.

"Aleykümselam kızım, biz de babanla muhabbete daldık."

Betül, babasının yanındaki taburelerden birini çekip klimanın vurduğu yere oturdu. Ceviz renkli masaya kollarını dayayarak babasının esmer yüzüne ve epey yorgun görünen gözlerine baktı.

"Ben de yardım edilecek bir iş var mı diye bir geleyim demiştim."

Babası, birkaç teli ağarmış olan uzunca sakallarını ovuşturup: "Oo" dedi gülerek. "Dün sallana sallana eve giderken bir selam bile vermemiştin."

Betül, dünkü dalgınlığını ve sıcaktan pestili çıkmış hâlini düşününce açıklama yapmak için dudaklarını araladı. O esnada Hacı Dede: "Neyse, ben gideyim Hamit" dedi yaşlılığına rağmen hâlâ dinç gelen sesiyle. "Torunlara götüreyim şu erikle çileği, sevinsinler."

"Tamam Hacı Amca, hadi Allah'a emanet ol."

Hacı Dede manavdan çıkınca Betül, klimanın verdiği serinliğin altında epey rahatlamış hissederek ayağa kalktı. Masanın üzerindeki; sadece tanıdıklar için açılan veresiye defterine, sabahtan beri yük taşımaktan yamuk duran teraziye ve dibinde çok az çay kalmış olan iki bardağa bakıp burayı biraz düzeltmeye karar verdi. Islak mendil aldı masanın altındaki ilk raftan. Bir yandan da tezgahta dağılan domateslerin üzerini kuru bir bezle silen ve sildiklerini düzenli bir şekilde yan yana dizen babasına açıklama yapmaya çalıştı:

"Dün biraz dalgındım baba, ondan hiç uğrayamadım. Bir de çok terlemiştim, eve gidip dinlenmek istedim."

Babası, göz ucuyla kızına bakıp imalı bir sesle: "Hayrola, neden dalgındın?" Diye sordu. O seste en son görüşme yaptığı adamın kendisine olumsuz dönmesine üzülüp üzülmediğini anlamaya çalışan bir tını gizliydi. Betül: 'Onu eve gidince öğrenmiştim, dalgınlığımın bu konuyla bir bağlantısı yoktu' demedi. Zaten babasıyla bu meseleleri açık açık konuşmaya her zaman hâyâ ederdi. Fakat bu mesele dışındaki diğer konularda tıpkı bir arkadaş gibiydiler.

Derin bir iç çekip çay bardaklarını kenara itti. Veresiye defterini masanın ikinci rafına yerleştirip terazinin konumunu düzeltti.

"Dün, dernekteki birkaç kişiyle Suriyeli bir ablanın evine gittik. Durumunu teyit etmek için. Ona göre yardım çıkıyor ya hani... Ben, ilk defa bu kadar yokluk içinde bir aileye rastladım. Babaları vefat etmiş, küçük yaşta yetim kalmış altı çocuk... Genç yaşta dul kalan o kadın... Ne bileyim. Biraz o etkiledi beni işte. Bir de Suriyelilere hakaret edip onların nefes almasını bile fazla gören insanlar geldi aklıma. Vatansız kalmak ne zor baba... Böyle insanların varlığı yüzünden iyiliğe ve iyilere olan inancını kaybeden mazlumlar var bu dünyada."

Babası domatesleri silmeye devam ederken başını salladı.

"O gördüğün sadece bir aile" dedi tezgahı düzeltmeye ara verip.

"Suriye'den buraya hicret etmek zorunda kalıp çok kötü şartlarda yaşayan daha nice kişi var. Tabi bazıları, içlerinden kötü olanları örnek göstererek olmadık şeyler söylüyor. İftiralara varan sözler..."

Eline, çürümeye yüz tutan bir domates aldı babası ve kızına doğru uzattı.

"İki kasa kadar domates var burada. Bak, bir çürük çıktı içinden. Şimdi sen, bir çürük çıktı diye bütün tezgahı çöpe atar mısın?"

Betül, çürük domatesi alıp çöpe atarken başını iki yana salladı. Babasının söylemek istediğini anlayarak eline bulaşan kiri ıslak mendille sildi.

"Bazılarının yaptığı da tıpkı buna benziyor. Bir kişinin hatasını hepsine mâl ediyorlar."

"Dünya bu kızım. Ne biz güllük gülistanlık bir hayata açtık gözümüzü ne de onlar. Üzülmeye, kırılmaya, kaybetmeye geldik. Onlar ayrı bir imtihanda bizler ayrı bir imtihanda... Bak şimdi; sen sorumlusun çünkü gördün o aileyi. Kayıtsız mı kalacaksın yoksa elinden gelen ne ise yapacak mısın? Senin imtihanın bu. Paran eksilecek mesela. Mal canın yongasıdır, der dururdu dedem. Canının yongasını verebilecek misin kardeşin için? Kolay imtihan değil bu da. Şimdi beni de haberdar ettin. Birikimim yok, biliyorsun. Kazandığımızı yiyiyoruz, o da ancak yetiyor bize elhamdulillah. Ama elimizden geleni de esirgemeyiz Allah'ın izniyle. Esirgersek Allah da bizden esirger."

Tezgahların üstündeki rulo hâlindeki poşetlerden üç dört tane çekip kopardı babası. Sebzelerden ve meyvelerden doldurup masanın yanıbaşına koydu.

"Bu malların sahibi biz değiliz. Esas sahibi de yetimleri, yoksulları ve dul kadınları gözetmemizi emrediyor. Akşam birlikte gider, teslim ederiz bunları inşallah. Yolu biliyorsun, değil mi?"

Betül, ağzına kadar dolu olan poşetlere bakıp gülümsedi. Ardından babasına çevirdi gözlerini. Küçüklüğünden beri pelerinsiz kahramanı olarak gördüğü o adama minnetle bakarak: "Evet, biliyorum" dedi. "Gideriz inşallah, baba."

***

Elindeki elbiseyi çakmak çakmak gözleriyle kendisine bakan kızın üzerine tuttu.

"Olur ya" dedi tekrar katlayıp hızlıca poşete koyarken. Ara ara yaşından küçük ya da büyük gösteren kızlara kıyafet vermeden önce üzerlerine tutup olur mu diye kontrol ediyordu. Ayağa kalkarken kızın sarı saçlarını okşadı. Çok önceleri okuduğu bir hadis, onu tam yüreğinden yakaladığı için yapıyordu bunu:

“Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.”*

Uzun uzun okşuyordu ki daha çok sevap kazansın. Uzun uzun okşuyordu ki kalbindeki merhamet çağıldasın. Vakit ikindiye dayanırken ancak bitti işleri. Sabahtan beri koşturmaktan hepsinin de sırtı ve bacakları ağrıyordu. Oda epey boşalmış, kıyafetlerden oluşan o tepecik şimdi sadece bir ya da iki sıra hâlinde, dağınık bir şekilde yerlerde duruyordu.

Ekipteki kadınlardan yalnızca kendisi, Esra Abla ve Nazan Abla kalmıştı dernekte. Biraz soluklanıp gideceklerdi. Betül, elindeki listeye baktı. Üzeri karalanmış isimlere, kenara köşeye o an hatırlamak için alınmış mühim notlara... Sayfayı çevirdi. Sonra tekrar, sonra tekrar çevirdi.

"Bazı eksikler var Nazan Abla. Kimilerine hiç ulaşamadık, kimileri ise gelmedi."

Nazan Abla, listeye şöyle bir göz ucuyla baktıktan sonra: "Ara ara onlara tekrar ulaşmaya çalışırız" dedi. "Baktık hiç ulaşamadık, yapacak bir şey yok. Koyarız bir kenara. Başka yetim ailelere veririz ilerleyen zamanlarda."

"Geçen gittiğimiz Suriyeli Abla'ya yardım çıkmıştı ya, ona da ayırdım. Osman'a söyler misin bir ara kurban etini götürürken kıyafetleri de götürsün."

"Söylerim söylerim."

Betül, içi serinleyerek sırtını koltuğa yasladığında Esra Abla'nın kuru öksürüğünü işitip başını yan tarafa çevirdi. Onun, dirseğiyle Nazan Abla'nın kolunu dürtükleyip kendisini işaretlemesine bir anlam yükleyemedi. Nazan Abla: "Tamam tamam" deyip kendisine dönünce konunun odak noktası olduğunu anladı.

"Betül" dedi tereddütlü bir sesle ablası. Gözleri gözleriyle buluşmuyorsa ve sesi bu denli tereddütlü çıkıyorsa konuşmaya çekiniyor demekti.

"Efendim Nazan Abla?"

"Senin şu görüştüğün kişi vardı ya, ismi neydi?"

"Murat."

"Hah işte o... N'oldu o iş?"

Betül, sebebini söylemeksizin: "Olumsuz" dedi. "Nasip değilmiş. Hayırlısı olsun."

"Aynen aynen, hayırlısı olsun kızım, daha kimler çıkar karşına, takma kafana."

Konuyu hatırlamak, kalbine geçen günkü gibi üzüntü verdiğinden dolayı yüzü istemsizce düştü. Murat Bey'e karşı bir şeyler hissettiğinden değil, üçüncü görüşmesinin bitiş sebebi de karşı tarafın kalbinin ısınamaması sebebiyle olumsuz sonuçlandığından...

"Söylesene artık Nazan!"

Esra Abla'nın sabırsız sesini işitince başını tekrar onlara çevirdi. İkisi de fısıldaşıp el kol hareketleri yaparak konu her ne ise onu açamamanın sancısını çekiyorlardı.

"Of tamam be!"

Sonunda Nazan Abla kendisine dönüp: "Betül!" Deyince artık bir şeyleri sezer gibi oldu. Utanarak yutkundu, gözlerini Nazan Abla'dan çekip etrafına bakındı.

"Biri var... Seninle görüşmek isteyen."

Terlemeye başlayan avcunu feracesinin eteğine sildi Betül. İçindeki hayreti dışarıya vurmamaya çalıştı. Daha önceki üç görüşmesi, 'tam senin istediğin gibi biri' diye başlayan cümlelerle kendisine takdim edilirdi. Ve aracı olan kişinin yönlendirmeleriyle o beyefendiyle görüşürdü. Şimdi ise bir beyefendinin kendisiyle görüşmek istediğini söylüyorlardı. Eğer yanlış anlamadıysa; onu gören veya tanıyan biri, bunun neticesinde görüşmek istiyordu.

Son üç görüşmesinin kalbinin etrafına sardığı o katmerli zanlar, bu teklifle birlikte çatlayıverdi. Kendisine dair taşıdığı olumsuz düşüncelerin içine düşürdüğü o sıkıntı dağılır gibi oldu. Fakat henüz yeni sayılabilecek bir zamanda görüşme yapmış, o da olumsuz sonuçlanmışken şimdi bir başka görüşme yapmak ne kadar doğruydu, kestiremiyordu.

"Askermiş" dedi heyecanla Esra Abla. "Uzman çavuş... Aynı zamanda da hâfız."

Betül, onun heyecanına pek şaşırmadı çünkü Esra Abla, bekarları evlendirme konusunda epey istekli biriydi. Zaten ilk görüşmesini de onun aracılığı ile yapmıştı. İçinde bir cesaret kırıntısı belirdiğinde başını kaldırıp deminden beri yüzlerine bakamadığı iki ablasına sırasıyla baktı. İkisindeki ortak nokta, heyecandı. Nedense kendisinden daha heyecanlı görünmeleri karşısında gülmesini tutamadı. Fakat çok geçmeden yeniden ciddiyete büründü. İki ablası da ara ara bu genci övüyor, kabul etmesi yönünde kendisini teşvik ediyordu. Fakat anne ve babasına danışmadan acele bir karar vermek istemedi.

"Aileme söyleyeyim inşallah, sonra size haber veririm."

***

Salata için gerekli olan son malzemeyi; mor lahanayı rendelerken annesinin pilavı karıştırıp tadına bakışını, ardından da eşarbının iki ucunu başının üstünde düğüm yapıp buzdolabından karpuz çıkarışını seyretti.

Yeterli miktarda lahana rendeledikten sonra elinde kalan yarım lahanayı poşete sarıp küçük bir tabağın içine koydu. Annesi gelip tabağı aldı, buzdolabına yerleştirdi hızlıca. Sonra tekrar gelip karpuz doğramaya başladı. Yaz akşamlarında yemek sofralarında mutlaka karpuz bulunurdu.

"Anne..." dedi iki elini tezgaha dayayıp derin bir nefes aldıktan sonra.

Uzaklara dalıp gitmiş olan annesi: "Hı?" Diye tepki verdi. Cevap vermesine rağmen çok dalgın görününce sanki kendisini duymamış gibi izlenim almıştı. Fakat: "Sana bir şey söyleyeceğim" dediği an, annesi bıçağı bırakıp irileşen gözleriyle kızına baktı. Betül, onun dikkatini çektikten sonra heyecanlanarak: "Daha doğrusu sana bir şey danışacağım." Deyip az önceki cümlesini düzeltti.

"Merak ettim bak şimdi..."

Stres yapınca veya kaygılanınca çoğu kez yaptığı gibi yine ayaklarını birbirine sürtüp durdu. Annesiyle bu konuları konuşmaya pek çekinmezdi ama konuyu ilk açacağı zamanlar elinde olmadan utanıp sıkılırdı.

"Bugün dernekte işlerimiz bittikten sonra ablalarla oturuyorduk; Nazan Abla ile Esra Abla bana bir şey söyledi."

Annesi, iyice merak ederek konuya daha bir dikkat kesildi.

"Ne söylediler?"

Betül, gözlerini annesinden ayırıp beyaz tezgahın üzerindeki karpuz dilimlerine baktı.

"Biri varmış. Benimle görüşmek isteyen..."

Bunu söyler söylemez annesinin sevinç dolu çığlığı doldurdu mutfağı.

"Nee! Sen ciddi misin Betül? Allah'ım, dualarım kabul oldu, çok şükür."

Annesinin abartılı heyecanına yapay bir sitemde bulundu:

"Benden kurtulmak için çok içten dua etmişsin galiba anne. Sağ ol yani..."

"Saçmalama be... Yaşıtların hep evlendi. Kuzenlerin Aslı, Zeynep, Yeşim... Hatta Zeynep'le Aslı hamile bile. Sen hep böyle bekar mı kalacaksın. Ben de bir anne olarak mürüvvetini görmek istiyorum kızım. Biz de torun sevsek fena mı? Babanın sakalına ak düştü, ak."

Betül, annesinin uzun açıklamalarını dinledikten sonra gülerek: "Biliyorum biliyorum, bıkmadın" dedi. "Şaka yaptım ben de zaten."

Karpuz kabuklarına bakmayı bırakıp tekrar annesine döndü.

"Ama kafam çok karışık. Daha yeni görüşme yaptım sayılır. Hem-"

Annesi, istememesinden korkar gibi sözünü kesti:

"Gören de yıllardır sevdin de öyle ayrıldın sanacak. Bir kere görüştün. Onu da ne tanıyordun ne de çok vakit geçirdin. Karşına çıkan talipler bunun için reddedilir mi kızım? Ya bu seferki nasibinse... Hele anlat; kaç yaşında, ismi ne, mesleği ne, askerliğini yapmış mı, ahlâkı nasıl?"

***

 

 

*(Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V, 250).

~~~~

Bir mü’minin merhamet, şefkat, rikkat ve hassasiyetle techîz olabbilmesinin en kısa yolu, mal ve can ile yapılan fedâkârlıklardan geçmektedir. Nitekim kalbinin kasvetinden şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakire yedir, yetimin başını okşa!” buyurmuştur. (Ahmed, II, 263, 387)

(islamveihsan.com)

 

 

Loading...
0%