Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Bölüm 1: Benim Yazım

@birindilahayrani

FARİLYA

 

Bölüm Şarkısı: Mind Over Matter

 

Selamlar, minik bir uyarı. Aslında bu uyarıyı kitabı okudukça daha iyi anlayacaksınız. Şimdi karakterimiz Türkçe konuşmakta ve bazen de anlamakta yaşadığı yer dolayısıyla zorluk çekiyor. ‘Ama şimdi madem bu kadar Türkçe’si iyi değil bu satırları nasıl yazdı o zaman?’ diyeceksiniz siz de mantıken. Ama kitabın zaten sizin anlamanız için Türkçe olması gerekiyor. Hikayeyi zaten ana karakter anlattığı için sanki o hikayeyi Fransızca anlatıyormuş gibi düşünebilirsiniz ama ben Türkçe yazıyorum :) Keyifli okumalarrr…

 

 

Bölüm 1: Benim Yazım

 

 

‘’ Oui les enfants, vous pouvez sortir.’’ (Evet çocuklar çıkabilirsiniz.) Bu cümleyi duymamla ayağa kalkmam bir oldu. Belki de aylardır bu cümleyi bekliyordum. Her şey bitmişti, finaller, vizeler… Ve o uykusuz geceler. Yazı sevmemin bir başka nedeni ise kesinlikle bana sıkıcı gelen bu üniversite eğitimimime ara veriyor olmamdı.

 

‘’ Fanya, que dirais-tu de prende un verre quelque part?’’ (Fanya, bir yerlerde bir şeyler içmeye ne dersin?) dedi yakın arkadaşlarımdan olan Cholé. Kendisi de benim gibi iç mimarlık okuyordu. 22 yaşındaydı, resim yapmaya bayılırdı. Zaten bu yüzden mimarlık okumaya karar vermişti. Maddi durumları bizimki kadar iyi olmasa da ortaydı. Turuncu saçları omzunun azcık üzerinde duruyordu ve mavi gözlüydü. Kendisi Fransızdı. Burda bayağı bir arkadaşım vardı ama yakın olduklarımın sayısı azdı.

 

Cholé de onlardan biriydi. ‘’Je ne dirais jamais non à ça Cholé.’’ (Buna asla hayır demem Cholé.) diyerek yanıt verdim. Cholé bana sıcak bir gülümseme attı ve çok geçmeden yerlerimizden kalkıp koca salonun çıkış kapısına doğru yürüdük.

 

Kapıya doğru giderken çok da yakın olmayan ama sevdiğim arkadaşlarımdan biri olan Avery’inin bana selam verdiğini gördüm. Kumral saçları ve yemyeşil gözleriyle oldukça tatlı bir çocuktu. Genelde derslerle pek işi olmazdı, buraya öylesine takılmaya geliyor gibiydi ama sadece gibiydiyle kalırdı. Çünkü eğer buradaysanız dersleri boşlama gibi bir hakkınız yoktu.

 

Boşlarsanız sınıfı geçemezdiniz ve Avery hiç sınıfta kalmamıştı. ‘’Ça a été une longue année, hein?’’ (Koca bir yıl bitti, ha.) Dedi bana bakarak. Gülümsedim ve onu başımla onayladım: ‘’ C’ est facile à dire, ce fut l’année la plus difficile de ma vie universitaire et j’ai I’impression que cela va le devenir encore plus.’’ (Dile kolay, üniversite hayatımda geçirdiğim en zor yıldı ve gelecek yılın daha zor olacağını hissediyorum.) Diye karşılık verdim. Fransa’da mimarlık 5 sene okunuyordu ve seneye son senemi okuyacaktım. Kötü olan şu ki mimarlık fakültesinde her yıl gittikçe daha da zorlaşıyordu!

 

Bu cevabım onu eğlendirmiş olacak ki kahkaha attı: ‘’II y en toujors desplus difficiles. Amusons-nouns, du moins pour le moment.’’ ( Her zaman daha zorları vardır. En azından şimdilik keyfimize bakalım.) dedi.

 

‘’Tu es Jack.’’ (Haklısın.) dedim. ‘’Du moins pour l’instant.’’ (En azından şimdilik.) diyerek ona göz kırptım.

 

Tam ayrılmak için konuşacaktım ki onu da bizimle bir şeyler içmeye davet etmek istedim: ‘’Hé Avery, nouns allons prendre un verre. Allez.’’ ( Hey Avery, bir şeyler içeceğiz gelsene.) Bunu söylememle birlikte kolumda birinin beni dürttüğünü hissettim. Bu kişi ise Cholé’dü. Ona ‘’Neden?’’ bakışlarımı gönderirken o ise 2 kaşını ‘’Hayır.’’ Anlamında kaldırdı. Anlaşılan Avery’nin bizle gelmesini istemiyordu.

 

Avery ise tam cevap verecekti ki hemen ben atladım: ‘’Oh Avery, peut-être une autre fois. J’allais rendre visite à ma mère aujourd’hui. J’ai oublié.’’ ( Ah Avery, belki de başka zaman. Bugün annemi ziyaret edecektim. Unutmuşum.)

 

Lafa aniden atladığımdan olsa gerek, Avery’nin gözlerinde bana inanamayan bakışlar vardı. Ama bozuntuya vemedi. Her zamanki gülümsemesini takındı ve bana karşılık verdi: ‘’Peut-être à la prochaine fois, Fanya.’’ (Belki de başka zaman Fanya, görüşmek üzere.) Ona karşılık ben de gülümsedim ve ‘’À plus tard.’’ (Görüşmek üzere.) diyip ondan uzaklaştım.

 

Çıkış kapısına ilerlerken yanımda Cholé de vardı. Onu neden istemediğini az çok tahmin edebiliyordum. Bu çocuktan nedensizce hoşlanmadığını söylüyordu birkaç zamandır. Bunun nedenini sormamıştım ama onu yanımızda istemeyecek kadar hoşlanmadığını da bilmiyordum. Onunla burada konuşmamamaya gideceğimiz kafede konuşmaya karar verdim. Burada çok fazla kişi vardı ve Fransızların kulaklarıda gayet iyiydi. Bu yüzden bu konuşmayı erteledim.

 

Yürürken Antanya ile karşılaştık ve bize gülümseyerek ‘’Au revoir.’’ (Hoşça kal.) Dedi. Cholé cevap vermezken ben de Antanya’ya gülümseyip: ‘’Au revoir.’’ (Hoşça kal.) Dedim. Cholé genelde insanlarla konuşmakta güçlük çekerdi bense onun aksine bayağı sosyaldim. Hatta Cholé’nin nadir arkadaşlarından biriydim burada.

 

Birbirimize çoğu konu da zıttık ama bu zıtlığımız harika bir arkadaşlık kurmamızı sağlamıştı. Cholé iyi niyetliydi ve bu da onun benim arkadaşım olmasına yetiyordu ve gerçekten onu dostum olarak çok seviyordum.

 

Salonun kapısından nihayet çıkmıştık ama insanlar rahat bırakmıyordu. Beni gören Anais ‘’À plus tard.’’ (Görüşürüz.) dedi ben de ona karşılık olarak: ‘’A l’année prochaine.’’ (Seneye görüşüz.) diyip el salladım.

 

Yolda Jolie, Zoe, Liana, Pauline ve Andre’ye ve daha birkaç arkadaşa daha selam verdikten somra sonunda fakülteden çıkmayı başarmıştık.

 

Cholé bana dönüp: ‘’Vous ne vous ennuyez pas de ces amis?’’ (Bu arkadaşlardan sıkılmıyor musun?) dedi. Gülümsedim. Aslında sıkılıyordum ama bunu ona belli etmedim. ‘’ Je ne m’ennuie pas, je souriz simplement à leurs visages et je les passe comme un ami.’’ (Sıkılmıyorum, sadece yüzlerine gülümseyip geçiyorum. Adı üzerinde arkadaş. Zaten.’’ Dedim.

 

O ise bana anlamaz gözlerle bakarken onu daha fazla konuşmasına müsaade etmeyip onu karşımızda duran arabama doğru çekiştirdim. Gülerek ‘’Qu’est-ce que vous faitles?’’ (N’apıyorsun?) dedi. Ben de ona karşılık gülümsedim ve ‘’Je fais sorte qu’il soit moins probable que vous parliez, ma chére.’’ (Konuşma ihtimalini azaltıyorum, canım.’’ Dedim.

 

O ise konuşmayarak kahkaha attı ve Masmavi olan (Tabii ki anne ve babamın seçtiği) benim ise beyaz olmasını istediğim arabaya bindik. Arbayı fakülteye yakın olan ve her zaman gittiğimiz O’staff kafeye doğru sürdüm.

 

Oraya gideceğimizi Cholé’e söylemedim ama o zaten arabayı sürme yönümden oraya gideceğimizi anlamış gibi duruyordu bu yüzden nereye gideceğimizi sormamıştı. Nice gerçekten güzel bir şehirdi ve etrafı yeşillikle doluydu. Zaten annem ve babam bu şehrin bu kadar doğal olması yüzünden burada yaşamk istediklerini söylemişlerdi bana. Tabii tek neden. Bu değildi fakat bu da taşınmalarına neden olmuştu.

 

Fransa’da en sevdiğim şehir Nice değildi elbette çünkü ben size garip gelecek belki ama çok da doğal yaşamı sevmezdim. Daha çom binaların olduğu ve insanların daha çok hayata karıştığı yerleri severdim. Nice’yi sevdiğim tek yön burada deniz olmasıydı sanırım.

 

Deniz’e girmeyi çok severdim. Hatta bir keresinde sırf Nisan ayında girdiğim için bayağı hasta olmuş, 3 hafta yataktan kalkamamıştım. Ama bana sorsanız bir daha girerdim çünkü denize girmek her şeye değerdi.

 

Arabayı sürerken etrafıma tekrar baktım: Yemyeşil, çocukların oynarken mutlu olduğu parklar ve insanların piknik yapmaktan memnun olduğu doğal güzelliği bir daha inceledim. Burası gerçekten yaşamaya değil, bence gezilmeye değerdi.

 

Genelde gittiğim yerleri yaşamaya mı yoksa gezilmeye mi değer? Diye ayrım yapmaya çalışırdım. Bu, çoculuğumdan beri yaptığım, çok sevdiğim bir şeydi. Mesela Rouen’i çok severdim. Genelde tarih,i yerleri sevmezdim ama Roun’in o orta çağ tarihi havası beni aşırı içine çekerdi.

 

Evet, küçük bir şehirdi kabul ama gerçekten beni aşırı içine çekerdi. Yazın ya da ara tatil günlerinde falan hep oraya giderdim. Hatta bir ara annemle babama orada yaşayalım diye yalvarmıştım fakat bir anlamı olmamıştı. Çünkü onlar burada, Nice’de yaşamak istiyordu. Hatta ben Rouen’e bile tek başıma gidiyordum. Onlara gelmelerini istediğimi söylediğimde Babam ‘’Biz bir kere gittik kızım, o bize yeter. Hem bak işler çok yoğun.’’ Demişti. Ve ben yine oraya yalnız gitmiştim. Artık giderken hiç sormuyordum çünkü benimle bir yere gelmemelerine alışmıştım. Bu yüzden arkadaş çevrem çoktu galiba. Ailemde bulamadığım sıcaklığı arkadaşlarımda bulmaya çalışıyordum. Ve Cholé, bu sıcaklığı bulduğum nadir insanlaradn biriydi.

 

O’staff kafeye varmıştık. Arabayı kolayca park ettikten sonra Cholé inmeden hızlıca inip Cholé daha kapısını açmadan ona kapısını açtım. Bu hareketime Cholé çok güldü, ciddiyetle: ‘’Merci, Madame Fanya, pour votre aimable geste.’’ (Teşekkürler Fanya Hanım, bu nazik hareketiniz için.) Dedi ama ciddiyetini bozup gülümsemeye başladı.

 

Bense hala ciddiyetimi korumuştum ve bir ‘French maid’ (Fransız hizmetçi) edasıyla konuşmaya devam ettim: ‘’Monsieur, c’est mon devoir le plus personnel.’’ (Olur mu efendim bu benim en şahsi görevim.) dedim gözlerimi kırpıştırarak.

 

Cholé bu sefer kahkaha attı ve onun için açtığım kapıdan indi. Bunu onu neşelendirmek için yapmıştım. Fakülteden çıktığımızda çok mutlu değildi ama şimdi gayet keyfi yerinde gibi görünüyordu.

 

Arabadan indiğimizde kafeye doğru ilerledik. Kafe, çok büyük bir kafe değildi ama şu an öğle saatleri olduğu için kalabalık da değildi. Genelde burası akşamüzeri yani iş çıkışı daha kalabalık olurdu. Kafenin üzerinde siyah bir tente vardı ve girişti minik bir ayaklı kara tahta menüde neler olduğunu ve fiyatları yazıyordu.

 

Kafedeki sandalyelerden birine oturduğumuzda Cholé sadece bir americano isterken ben ise bir con panna ve bir kruvasan aldım. Cholé eskiden bu saatte kruvasan yememe şaşardı çünkü Fransızlar sanıldığı gibi kruvasanı her zaman yemezlerdi. Sadece sabah kahvaltısında yerler, daha sonra ise gün içinde yemeği tercih etmezlerdi.

 

Bunun nedenini Cholé’e sorduğumda ‘Hiç kahvaltıda yediğim gibi olmuyor, sadece kahvaltıda iyi gidiyor tatlım.’ Demişti. Bana göre çok saçma bir nedendi ama sorgulamamıştım. Aynı zamanda artık Cholé de bu saate kruvasan yememe şaşırmıyordu çünkü Türkler her saatte her şeyi gömebilirlerdi.

 

Siparişlerimizi beklerken hiç açmak istemesem de ama bir nevi de laf olsun diye Avery konusunu açtım: ‘’Pourqoi n’aimez-vous pas autant Avery? OK, je ne dis pas de le prendre et de I’accepter, mais pourquoi cette haine?’’ (Avery’den niye bu kadar hoşlanmıyorsun? Tamam ben de al bağrına bas demiyorum ama bu nefret niye?) diyerek konuyu açtım.

 

Cholé ilk başta ofladı ve daha sonra istemese de konuşmaya başladı: ‘’Je I’aimais bien, et vous voyez I’idée. Mais quand je I’ai vu avec d’autres filles, j’ai eu assez froid. Je ne veux pas voir cet idiot avec nous. C’est un snob cuquet.’’ (Eskiden ondan hoşlanıyordum, sen de anlamışsındır zaten. Ama sonra onu başka kızlarla görünce bayağı soğudum. O salağı da yanımızda görmek istemiyorum zaten. Çapkın zübbenin teki.)

 

Evet, Avery çapkın bir çocuktu bunu kimse inkar edemezdi fakat hiç Cholé’ün düşündüğü gibi bakmamıştım olaya. Zaten Cholé’ün Avery’den hoşlandığını sezmiştim fakat bunu o dile getirene kadar dile getirmemeye karar kılmıştım. Sonra tamamen aklımdan çıkmıştı.

 

‘’Chole, écoute, peut-être que tu as raison et qu’on a besoin de le baiser. Avery n’est pas un enfant à prendre trop au sérieux. Tout comme les filles qui traînent avec lui de toute façon. C’est pourquoi vous le mettez sur votre tête.’’ (Chole, bak belki de haklısın ve onu siktir etmemiz gerekiyor. Avery fazla ciddiye alınacak bir çocuk değil. Zaten onunla takılan kızlarda öyle. Bu yüzden takma kafana.) diyip onu cesaretlendirmek istedim. Yüzüne bakılırsa istediğimi elde etmişim gibi duruyordu. Bana doğru gülümsedi ve: ‘’Tu as raison, on an besoin de le baiser!’’ (Haklısın, onu siktir etmemiz gerekiyor!) Diyip bana çak yapmak için ellerini kaldırdı. Anında ona karşılık verip çak yaptık. Bu nedenini anlamadığım bir şekilde hoşuma gitmişti.

 

Daha sonra onun americanosu ve benim de kruvasanım ve con pannam geldi. Siparişler gelir gelmez kruvasana saldırdım. Çünkü sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi fark ettim. Kruvasan, bu sefer de benim kahvaltım olmuştu anlaşılan.

 

Kruvasana saldırdığımı gören Cholé ‘’Fille lente, tu vas te noyer.’’ (Yavaş kızım, boğulacaksın.) dedi şaşırmış bir şekilde. ‘’Que dois-je faire, j’ai tellement faim.’’ (Ne yapayım, çok açım.) dedim ağzım tıka basa kruvasanla doluyken.

 

Cholé bu halime gülerken ‘’D’accord, d’accord.’’ (Tamam, tamam.) dedi. Bense onun gülmesine o an sinir olmuştum ve kaşlarımı çatmıştım. O ise hala bana gülüyordu.

 

Cholé ile bir 5 dakika daha konuştuk ve daha sonra telefonum çaldı ve arayan kişinin annem olduğunu gördüm. Cholé meraklı gözlerle bana bakaraken ‘’Ma mère.’’ (Annem.) dedim. Ve telefonu açtım:

 

 

Canım nerdesin sen? Fakülteden sonra eve gel demedim mi ben sana?

J’ai perdu la tête, maman, désolé. (Aklımdan çıkmış anne, kusura bakma.)

Farilya, türkçe konuşur musun kızım?

 

Cholé’ün karşısında annemle tartışmak istemediğimden uzatmadım ve Türkçe konuşmaya başladım. Zaten Türkçe konuştuğumda Cholé ve etraftaki kimse anlamayacağı için istediğim gibi konuşabilirdim:

 

Aklımdan çıkmış dedim ya, ne istiyorsun anne?

Hemen eve gel. Boşuna gel demedik herhalde. Hem bak babanda burda.

Tamam anne, geliyorum.

 

 

 

Daha sonra telefonu kapattım. Babamın genelde bu saatlerde evde olduğu görülmezdi çünkü çok yoğun çalışıyordu. Babam bile evdeyse önemli bir şey olduğunu düşündüm ve açıkcası da merak ettiğim için direkt eve girmeye karar verdim. Cholé’e dönüp: ‘’Vous savez ma mère, c’est pourquoi elle parlait turc, et je suis désolée, mais je dois rentrer à la maison de toute urgence, ma chère.’’ (Annemi biliyorsun, o yüzden Türkçe konuştum ve kusura bakma ama benim acilen eve gitmem gerekiyor canım.) diyip gülümsedim.

 

Cholé ailemle aramı biliyordu ve bu yüzden bunu sorun etmeden direkt gülümsedi: ‘’Ok, ma chère, ce n’est pas OK, tu y vas, mais on se retrouve.’’ (Tamam canım sorun yok, sen git ama mutlaka bir daha görüşelim.) dedi. ‘’Nécessarirement.’’ (Mutlaka.) diyip tam çıkacaktım ki Cholé’ün arabasız kalacağını düşünüp lafa atıldım: ‘’Ma chérie, je n’aurai pas de voiture, je te quitterai si tu veux.’’ (Canım benim araba da olmayacak seni de istiyorsan bırakayım.) dedim.

 

O ise hemen konuşmaya başladı: ‘’ Ce n’est pas grave, je vais monter dans un taxi. D’ailleurs, dépêchez-vous, regardez, votre mère vous attend.’’ (Mühim değil, ben bir taksiye atlarım. Hem sen acele et bak annen bekliyor.)

 

‘’Bon d’accord.’’ (Tamam o zaman.) diyip Cholé’e gülümsedim ve tam gitmeden önce ‘’Prends soin de toi.’’ (Kendine iyi bak.) demeyi ihmal etmedim. O da anlar bir şekilde başını salladı ve: ‘’Vous aussi.’’ (Sen de.) dedi.

Ondan ayrıldıktan sonra hızlıca arabama doğru koşturdum. Hatta koşarken birkaç insana çarptım ve birkaçının bana Fransızca bir küfür savurduğunu duydum ama umursamadım. Annem geç kalınmasını sevmezdi ve ben şimdi acayip geç kalmıştım. Bu sefer arbadayken etrafı incelemedim ve hızlıca arabayı bizim eve doğru sürdüm. Allah’tan çok da uzak değildi de bir 10 dakikaya falan varmıştım.

 

O kadar acele etmiştim ki yolda radyoyu bile açmayı unutmuştum. En sevdiğim şey… Arabayken radyodan müzik diinlemeyi çok severdim ve ne olursa olsun mutlaka radyoyu açardım fakat onu bile aceleden unutmuştum.

 

Evimiz apartmandı. Aslında bir villa almaya yetecek kadar paramız vardı ama annemle babam tasarruflu olmamız gerektiğini düşünüyorlardı. Ne tasarruf ama!

 

10 katlı binanın 4. Katında oturuyorduk. Ve bu binalardan 6 tane vardı. Evimiz bir site içerisindeydi. Hemen oturduğumuz apartmana girdim ve anahtarla kapısını açtım. Daha sonra hılıca içeri girip asansöre bindim. Genelde asasönlerlere binmeyi pek tercih etmezdim evimiz 4. Katta olduğu için ve genelde asansörleri sevmezdim.

 

Klostrofobim yoktu fakat asasörde kalma hissi beni yiyip bitiriyordu. Annem bu yüzden de bana çok kızardı. ‘Gelmişsin 22 yaşına hala çocuk gibi asansörlerden korkuyorsun Farilya!’ Diye azarlardı beni. Hatta sesi kulaklarımda yankılandı birden. Şaşıracaksınız ama şüphe edip hemen arkama baktım ve annemin olmadığını gördüm. Zaten olması imkansızdı ama neden böyle hissetmiştim onu da anlamamıştım.

 

Asasönsör beni 4. Kata getirdiğinde asansörden indim. Olduğumuz kat çok büyük değildi. Bayağı bir açık kahve duvarları vardı ve neredeyse ten rengi bile denebilirdi. Bu katta 3 tane daire vardı, bir tanesi yaşlı bir kadına aitti illaki şu lafı duymuşsunuzdur: ‘Ben yaşlanınca kimseyle evlenmeyeceğim, mahalledeki bir evde bekar bir şekilde kedilerimle yaşayacağım.’ İşte bu kadın, yani Veronica Teyze tam bu betimlemenin vucüt bulmuş haliydi.Ve bir süsü kedileri vardı. En son 10 taneydi ama geçen gün evine ekstradan 5 kedi daha girdiğimi gördüm Bu arada bu aramızda ama sizin de böyle bir hayaliniz varsa asla bu hayali gerçekleştirmeyin derim. Çünkü gerçekten dışardan hoş görünmüyor. En azından bana göre.

 

Nihayet eve vardım ve kapıyı çaldım. Normalde kapıyı açmak için anahtarım vardı fakat annem her zaman (eğer o evdeyse) kapının çalınmasını isterdi. Gerekçe olarak ise ‘Eve birisi giriyorsa haberim olacak.’ Diye söyleniyordu.

 

Yaklaşık bir 5 saniye sonra falan kapı açıldı ve karşımda annemi gördüm. Onu daha sinirli bekliyordum ama sinirli gözükmüyordu. ‘’Salut, maman.’’ (Merhaba anne.) dedim. Annem Farnsızca konuştuğumu duyunca tansiyonu 60 mmHg’den 90 mmHmg’ye çıkmış gibi bir ifade takındı suratına. ‘’Farilya! Daha kaç kere söyleyeceğim Türkçe konuş diye. Bak, arkadaşlarınla falan istediğin kadar konuş bu umrumda değil ama evde Türkçe konuşacaksın.’’

 

Annemin her kuralına sorun çıkmasın diye kolaylıkla boyun eğerdim fakat iş konuşma diline gelince onun bana laf geçirmesini geçin ben bile kendime söz geçiremiyordum. Annemle babam beni Fransa’da doğurdukları için ilk Fransızca’yı öğrenmiştim. Sonradan Türkçe’yi öğrenmiştim ve bu benim için çok zor olmuştu. Türkler çok şanslıydı çünkü kesinlikle Türkçe öğrenmesi ve konuşması çok zor bir dildi. Ne kadar Türk olsam da benim ana dilim Fransızcaydı çünkü ilk onu öğrenmiştim.

 

Annemse teleffauzumun bozuk olmaması için evdeyken benimle hep Türkçe konuşur, benim de Türkçe konuşmamı beklerdi. Ama istediğini de elde etmişti. Türkçe telaffuzum hiç bozuk değildi onu saysinde. Yani Meryem Uzerli gibi konuşmuyordum. Siz konuşmamı duysanız bana hiç yabancı demezdiniz. Telaffuzum o seviye iyiydi.

 

Ama yine de Türkçe konuşmak istemiyordum. Şimdi diyeceksiniz ki ‘Aman sen de Türkçe konuş kurtul canım.’ Ama o iş öyle olmuyor işte. Düşünün, kendinizi ifade edebilecek kadar İngilizce konuşabiliyorsunuz ve birden sizden full ingilizce konuşmanız bekleniyor. Ve Türkçe konuştuğunuz takdirde sizi okkalı bir azar bekliyor. Kendinizi yalnız hissetmez miydiniz? İşte ben de aynı yalnızlığı yaşıyordum. Türkçem iyiydi ama bazen bazı kelimeleri bilmiyordum. Ama günlük konuşma ifadelerini iyi bilirdim.

 

‘’Tamam anne.’’ Diyip içeri girdim. İçeri girdiğimde salona doğru ilerledim babamı salonda görünce gülümsedim. Onun burada olduğunu biliyordum ama yine de uzun zamandan sonra görmek iyi gelmişti. Babamı görür görmez yanına gittim ve ona sarıldım: ‘’Seni çok özledim baba.’’ Dedim ona sımsıkı sarılırken. ‘’Canım Fa’m ben de seni çok özledim kızım.’’ Dedim babam. Ardından içerden annemin sesi duyuldu: ‘’Fa ne ya? Özkan, şu çocuğun adını düzgün söyler misin?’’ Arkadaşlar şimdi adımla ilgili biraz kafanızın karıştığının farkındayım. Çünkü herkes bana başka bir isimle sesleniyor.

 

Benim gerçek adım Farilya. Evet, bu ismi daha önce başka birinde duymamış olabilirsiniz. Haklısınızda çünkü ben de hiç başka birinde duymadım. Hatta bu isme sahip olan bir kişiyle (tabii varsa) tanışmayı çok isterdim. Fransız arkadaşlarımın bana Farilya demelerini istemedim çünkü telaffuzu Fransızlar için zor bir kelimeydi. Bu yüzden yeni bir takma ad edindim kendime. İsmim ‘Fa’ ile başladığı için kendimi arkadaşlarıma Fransızca ad olan ‘Fanya’ adını taktım. Ama arkadaşlarım zaten benim ismimin Farilya olduğunu biliyor. En azından bir kısmı.

 

‘Fa’ olayı ise ben müziği, notaları falan çok severim. Gitar çalıp şarkı söylerdim. Aslında bu yoldan gitmeyi çok isterdim ama belirli bir akademik karayer başarım olduğu için mesleğimi hiç bu alanda düşünmemiştim. Ayrıca babamın da müziğe yeteneği vardı ama o ise bir holdingte çalışıyordu. Aynı benim kaderimi yaşamış bir kişi.

 

Bu yüzden de babam bana ‘Fa’ demeyi çok sever ama gördüğümüz gibi annem buna da çok kızar. Zaten arkadaşlarımın bana ‘Fanya’ demesini zor kabullenmişti. Bu ‘Fa’ olayını ise asla kabullenmiyordu.

 

‘Peki biz sana ne diyelim?’ dediğinizi duyar gibiyim. Siz mi? Siz bana istediğinizi diyebilirsiniz. İster Fanya, ister Farilya ya da ister Fa. Siz nasıl isterseniz bana fark etmez:)

 

 

Annem babama kızınca babam ise ona cevap vermedi. Babam da cevap vermediği için annem onu kazanmış edasıyla salona gelip yanımıza oturdu. Aslında annemin karşısında en iyi yaptığımız şey susmaktı. Çünkü eğer onunla laf dalaşına girersek oradan çıkamazdık.

 

Sonunda annem konuşmaya başladı: ‘’Canım, öncelikle seni başarılı fakülte yılından dolayı tebrik ederim. Aynı benim izimde yürüyorsun.’’ Diyerek gülümsedi. Ha bu arada bunu söylemeyi unutmuşum. Ben iç mimarlık okuyorum. Neden mi? Sırf annem iç mimar olduğu için ve bu iş Fransa’da çok kabul gördüğü içindi. Yani annem bu işten çok kazanıyordu ve sırf benim de çok kazanmam için bu işi yapmamı istiyordu. Benim için ise para boştu. Kendi geçimimi sağlayacak kadar para kazanayım, o bana yeterdi.

 

‘’Teşekkürler anne.’’ Dedim ifadesiz bir şekilde. Ve bu sefer başımı kaldırıp gözlerimi kısarak anneme baktım: ‘’Benden ne istiyorsunuz?’’ Benden bir şey isteyecekleri belliydi çünkü yoksa benimle böyle oturup konuşmazlardı. Hele babam falan evde hiç olmazdı.

 

Annem bu lafımın üzerine biraz duraksadı. Bu sefer ben de babama baktım. Ona baktığımı fark ettiği halde bana bir kere bile bakmadı ve o bana bakmadığı için mevzuyu annemin açacağını anladım. Bu yüzden bakışlarımı tekrar anneme çevirdim:

 

‘’Anne hadi.’’ Böyle sessiz sessiz durmaları beni acayip meraklandırmıştı. ‘’Farilya.’’ Dedi annem. Annem ilk defa benden çekiniyor gibiydi ve bunu hayli garipsemiştim. O kadar çekinmişti ki gözlerimin içine bile bakmıyordu. Vay be! Demekki böyle bir etkim olabiliyormuş anne ve babamın üzerinde.

 

‘’Evet.’’ Dedim ona bakarken. Annem son kez duraksadı ve söylemek istediği şeyi şak diye söyledi: ‘’Bu yaz Türkiye’ye gidiyorsun.’’ Bu söylediği cümle ben de şok etkisi yaratırken birden ne diyeceğimi bilemedim. Daha önce hiç Türkiye’ye gitmemiştim. Annemle babam Türkiye’de tanışmışlardı ve annem bana hamile kaldığında hemen gitmek yerine daha sağlıklı olsun diye doğumumu beklemişler ve ben doğduktan sonra Fransa’ya gelmişler. Tamam orda doğmuş olabilirdim fakat bu oaraya daha önce hiç gitmediğim gerçeğini değiştirmezdi. Ve ayrıca Fransa’yı o kadar çok seviyordum ki daha önce hiç yurt dışına çıkmamıştım. Eğer gidersem ilk yurt dışım orası olurdu. Hayır! Bu ilkimi Türkiye alsın istemiyordum. Hem de hiç…

 

Türkiye’ye istesem giderdim ama dilini bile konuşmak istemediğim bir dilin ülkesini gitmek istemiyordum açıkçası. Türkiye, Türk olmama rağmen hiçbir zaman ilgimi çekmemişti. Annemle babam Türkiye’ye çok gittiler ama ben hep gelmemek için direttim. Ve ayrıca ‘gidiyorsun’ demişti. Onlar gelmeyecek miydi? Ben yalnız bir yere. Bu fikir bana çok uzak geldi çünkü genelde değil hiçbir zaman annemle babam beni Fransa toprakları dışında yalnız bir yere yollamazdı. Çünkü Fransa’nın hemen hemen her şehrinde bir tanıdıkları olurdu ve beni onlara emanet ederlerdi. Ben yine istediğimi yapardım ama gözleri hep üstümde olurdu.

 

Ve şimsi beni Türkiye’ye yalnız göndermek istiyorlardı. Dostum, aslında bu çok iyi bir fikirdi! Onlar olmadan bir yaz… Hem de koca bir yaz… Bu fikir şimdiden beni cezbetmişti fakat yanımda hiç arkadaşlarımın olamayacağı gerçeği ve benim Türkiye’ye karşı olan sevgisizliğim daha ağır bastı ve ani bir tepkiyle: ‘’Hayır!’’ dedim. ‘’Oraya asla gitmem.’’

 

Benim böyle sinirlenmeme rağmen annem hiç istifini bozmadı ve konuşmaya devam etti: ‘’Tatlım, istemediğini biliyoruz ama elimizden başka bir şey gelmiyor. Bu yaz baban tamamen yok. Sürekli iş gezisinde olacak. Ben ise bu yazı başka bir ülkede çalışarak geçireceğim. Burada yalnızsın. Bu yüzden Tü-‘’ Annemin lafını kestim. Bu çok nadir olurdu ama bu sefer gerçekten sinirlenmiştim: ‘’Ben çocuk değilim anne. 22 yaşında bir kadınım. Kendi başımın çaresine bakabilirim. Bana çocukmuşum gibi davranmayı kesin artık!’’

 

Evet, ben 22 yaşında olmama rağmen annemle babam hep böyle davranırdı. Sanki ben 10 yaşındaki bir çocukmuşum gibi. Yok beni birine emanet etmeler, yok onlardan habersiz asla hareket edemeceğim şekilde bana davranmalar ve annemin saçma sapan kuralları… Şu ana kadar ne söyledilerse boyun eğmiştim fakat artık burama kadar gelmişti. Benim de bir şeyler söylemeye hakkım vardı.

 

Annem bu lafımın üzerinde tam da beklediğim gibi gerçek yüzünü gösterdi ve şu eski sakin halinden eser kalmadı: ‘’Farilya! Yeter artık. Ben oraya gideceksin diyorsam gideceksin. Sana güzellikle konuşalım dedik olmadı. Zaten ne yapsan da oraya gideceğini biliyorsun. Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek!’’

 

Anneme o an o kadar sinirlenmiştim ki. Ama yine de kendimi tuttum ona karşı çünkü sabırlı bir insandım. Beni bile çıldırtmışlardı, helal olsun! Anneme kızgın bakışlarımı gönderdim ve konuşmaya başladım: ‘’Normal aileler önce nereye gideceğimi söyler ondan sonra isteyip istemediğimi sorar.’’ ‘’Annenle tanıştığımız yere gidiyorsun kızım. Bodrum’a. Kötü bir yer değil, çok seveceksin. Millet orada tatil yapmak için ölüyor resmen. Sen ise Beleş gidiyorsun.’’

 

Babamın bu sözleri üzerine kaşlarımı çattım: ‘’Öncelikle.’’ Dedim. ‘’Millet ne demek?’’ Dediğim gibi Türkçe konuşabiliyordum ama bazen bazı kelimeleri bilmiyordum, bazen de öğrendiysem de unutuyordum. ‘’Halk demek.’’ Dedi annem. Daha sonra kendimi durduramayıp ‘’Beleş ne demek?’’ diye sordum. Belki bu yaptığıma siz şaşırabilirdiniz ama gerçekten bazı kelimeleri bilmakte zorlanıyordum. Bu sefer de babam cevap verdi: ‘’Bir şeye para ödememek.’’ ‘’Hımm.’’ Diyip söylediklerini bir daha düşünüp sindirdim.

 

Daha sonra önceden düşündüğüm şeyleri aklıma getirdim: Yalnız olacaktım, annem ve babam olmayacaktı ve istediğim şeyleri yapabilecektim. Bunlar tabii artı yanlardı. Eksi yan ise Türkiye’ye gitmemdi. Hadi ama bence bu bu kadar artı yanın ardından neredeyse hiçbir şeydi. Derin bir nefes aldım ve annemle babamı şaşırtacak bir cevap verdim: ‘’Tamam, gideceğim.’’

 

Bu cevabı verdiğim an annemle babamla şaşkınlıktan birbirlerine baktılar. Böyle şaşıracaklarını sezdiğim için o an buna çok da şaşırmamıştım. Annem tam bir şey diyecekti ki babam onu tek eliyle işaret yaparak susturdu ve lafı kendisi aldı: ‘’Tamam kızım, sen nasıl istiyorsan. Ama eksi bir yanı var ki yola yarın çıkman gerekiyor. Anında şaşırarak ve istemsiz bir şekilde ‘’Yarın mı?!’’ dedim. Sonrasında ise biraz daha insanca düşünüp: ‘’Neden?’’ diye sordum. ‘’Nedir bu acele acaba?’’ ‘’Alelacele olduğunun farkındayım.’’ Dedi annem. ‘’Ama hem babanın hem de benim işlerimiz yarın başlıyor. Hatta biz bu akşam 9 gibi evden ayrılacağız. Baban şimdilik iş için Japonya’ya gidecek, ben ise bütün bir yazımı geçireceğim Amerika’ya gideceğim. Yarından itibaren ikimiz de çalışmaya başlayacağız. Bu yüzden biz de seni erken yolluyoruz Farilya. Ama senin öyle geceden veya erken yola çıkmana gerek yok. Yarın uçak biletin 14.00’da önce İstanbul’a ineceksin daha sonra da başka bir uçakla Bodrum’a gideceksin.’’

 

‘’Ve, mutlu son.’’ Dedi babam. Babam ve annem bana gülümserken ben ise duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Bu dışardan biraz gerizekalı gibi durmama neden olabilirdi ama uzun zamandır Türkçe bu kadar uzun bir şey dinlemememiştim, algılamaya çalışıyordum. Ve annem zaten Türk olduğu için aşırı hızlı konuşmuştu, kafam karışmıştı.

 

‘’Şimdi.’’ Dedim karşılıklı annem ve babamla bakışırken. ‘’İstanbul başkent miydi?’’ Annem gülümsedi. Babam ise neredeyse kahkaha atacaktı ki kendini zor tuttuğunu gördüm. Ne yani? Ben Türk olabilirdim ama daha önce hiç Türkiye’yle ilgili doğru düzgün bilgim yoktu. Ayrıca girdiğimiz tarih derslerinden öyle hatırlıyordum.

 

Annemle babamın neden gülümsediğini anlıyordum aslında. Mesela şu an Fransız biri Fransa’nın başkentini bilemese ben ona dakikalarca gülebilirdim. Annem bu sefer beni yanıtladı: ‘’Hayır canım, orası Türkiye’nin en büyük şehri. Türkiye’nin başkenti Ankara.’’ ‘’Ama?’’ dedim: ‘’Bize derste İstanbul başkent demişlerdi?’’ İkisi de bana ‘Bu hocalar sana ne demiş böyle!’ bakışı vardı bu yüzden açıklık getirip: ‘’Tarih dersinde.’’ Dedim.

 

Annem tekrar konuştu: ‘’Eskiden başkentti canım. Yani Osmanlı zamanında. Aman canım her neyse.’’ Dedi. Ben ise konuşmaya devam ettim: ‘’Peki Bodrum ne? Türkiye’nin bir şehri falan mı? Daha önce hiç duymadım.’’ Annemle babam yine gülüşürken bu sefer babam yanıt verdi: ‘’Hayır güzel kızım, orası Muğla’nın ilçesi. Bir il değil. Ama neredeyse bir il kadar seviliyor. Yani şöyle söyleyeyim çok popüler bir ilçe.’’

 

‘’Tamam.’’ Dedim. ‘’Benim için uygun.’’ ‘’Şimdi.’’ Dedi annem. Anladıklarını bir tekrarla. Doğru anlaman çok önemli.’’ Anlattıklarını anlamıştım ama anlatmak yorucuydu. En iyiysi annem ne kadar kızarsa kızsın olayı Fransızca anlatıp kurtulmaktı. Tam Fransızca anlatmak için ağzımı açmıştı m ki annem ‘’Sakın.’’ Dedi. ‘’Sakın Fransızca konuşayım deme Farilya.’’

 

Annem beni çok iyi tanırdı bu yüzden böyle yapacağımı bilmesi beni şaşırtmamıştı. ‘’Tamam.’’ Dedim. ‘’Şimdi yarın 14’te. Öğlen yani. Ben İstanbul uçağına bineceğim, Sonra oradanda Bodrum uçağına daha sonra…’’ derken kaldım. ‘’Sahi, daha sonra ne olacak?’’ ‘’Daha sonra Bodrum tatlım.’’ Dedi annem ama bana istediğim cevabı vermemişti. Bu yüzden konuşmaya devam etti: ‘’Seni Anneannenlerin yazlığına gönderiyorum canım. Hani o hep bahsettiğimiz. Sen hiç ilgilenmediğin için yerini bile bilmiyorsun ama Anneannenle dedenin yazlığı Bodrum’daydı. Hem de Bodrum’un en güzel yerlerinden birinde. Şanslısın.’’ Ne şans ama! Diye geçirdim içimden. Ama onlara karşı bir şey söylemedim. ‘’Hem.’’ Dedi annem. ‘’Yalnız kalacağım diye korkma. Teyzen ve oğlu da orda. Kuzeninle iyi vakit geçireceğinizden eminim hem onun orada bayağı bir çevresi vardır.’’

 

Annem böyle söyleyince ona gülümsedim fakat ciddi değildim. Bu sefer de Canım kuzenim! Diye geçirdim içimden. Kuzenimin adı dışında hiçbir şeyini bilmiyordum. Teyzem ve anneannemle dedem mutlaka her yıl buraya gelirdi, onları biliyordum ama kuzenimi daha önce hiç görmemiştim. Sadece fotoğraflardan. Tabii küçükken geldiyse onu hatırlamıyorum.

 

Bir an kuzenimin de benim gibi olduğunu düşündüm. O da aslında Fransa’yı sevmiyormuş, aslında benim tam tersimmiş diye düşündüm. Sonra bu düşündüğüm saçma geldi. Ama böyle düşünmem normaldi çünkü ilk defa biriyle davranış tarzımız benziyordu. Ya da bana öyle geliyordu.

 

‘’Peki.’’ Dedim ve konuşmaya devam etmeden önce saate baktım akşamüzerine doğru geliyordu. Onların 21’de gideceğini düşünürsek bu akşam yalnızdım. Birden bu düşünce beni mutlu etti ve ister istemez gülümsedim. Birden bu hareketimi annemle babamın yanında yapmamam gerektiğini düşünmüştüm çünkü neden gülümsediğimi soracaklardı ve benim gülümseme nedenim de onların hoşuna gitmeyecekti.

 

Yavaşça annem ve babamın yüzüne baktım. Beni görmemiş gibi gözüküyorlardı. O sırada şükrettim. Daha sonra birden ayaklandım evin çıkış kapısına doğru yürümeye başladım. Annem arkamdan ‘’Nereye?’’ diye seslendi. Arkamı dönmeden ‘’Markete.’’ Dedim. Madem bu gece yalnızdım, bu yüzden kendime yiyecek bir şeyler almak istiyordum. Aslında ilk başta Chloé’le veya başka biriyle buluşabileceğimi düşündüm ama sonra bu fikirden vazgeçtim. Bu gece yalnız olmak istiyordum. Biraz evde durur, dışarı çıkardım belki.

 

Nice çok soğuk bir şehir olmadığı için ince bir ceket bile giymiyordum ama üzerimdeki tişört yarım kolluydu, bu beni yine de gelebilecek esintiden, soğuktan korumaya yeterdi. Altımda ise ispanyol paça bir kot pantolon vardı. Bu tarz şeyler giymeye bayılırdım. Zaten dünya kadar ispanyol paça üstlerim ve altlarım vardı.

 

Monoprix’e gitmeye karar verdim. Çok sevmesem de güzel bir marketti. Evimize çok yakın değildi, ben de biraz yolu uzatmak için Monoprix’i seçmiştim zaten. Buradan yürüme mesefasiyle 15 dakika falandı.

 

Yolda yürürken bayağı Bodrum’u düşündüm. Şaşıracaktınız belki ama sadece adını biliyordum Bodrum’un. Nasıl bir yer olduğu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Bodrum’un nasıl bir yer olduğundan ziyade, anlamını merak ettim. Normalde eve gidince bakmayı düşündüm ama merakımı yenik düşüp internete Que veut dire Bodrum? (Bodrum ne demek?) diye yazdım. Karşıma çıkan şey ise beni güldürmeye yetti: La partie d’un bâtiment qui se trouve au-dessous du niveau de la route. (Bir yapının yol düzeyinden aşağıda kalan bölümü.) Kim bir yerleşim yerinin adını böyle koyardı ki? Bana bayağı enteresan gelmişti açıkçası.

 

Markete girdiğimde içerde bayağı bir insan vardı. Zaten tenha olmasını beklemiyordum çünkü tam iş çıkışı saatiydi. Fransa’da yani aslında Nice’te iş çıkışı yollar olduğu gibi marketler de tıklım tıklım olurdu. Marketten 3 tane kruvasan, 1 tane patlamış mısır paketi, 5 tane erik, 2 tane çikolatalı bisküvi paketi ve biraz da kırmızı şarap aldım. Normalde bu tarz şeyleri arkadaşlarımla içerdim ama zaten nadiren içerdik. Bu gece annem ve babam da olmayacağına göre 1-2 kadehten bir şey olmaz diye düşünüyordum. Tabii bunu annemlere göstermeyecektim çünkü görürse beni asla dinlemez, kızının kötü yolda olduğunu düşünürdü.

 

Bir an, bir an olsun bu sahneyi gözümde canlandırdım, annemin tepkilerini, babamın ise hiçbir şey demeyip şok oluşunu. İlk başta bu bana komik gelmişti ama düşündükçe birden ürkmeye başladığımı fark ettim ve çabucak bu olayı düşünmeyi kestim.

 

Marketten aldıklarımı bitiremeyeceğimi biliyordum. Çünkü ben her zaman çok alan ama aslında alırken doyanlardandım. Tek işim aslında gözümü boyamak değil, gözümü doyurmaktı. Bunları asla bitiremeyeceğime emindim ama yine de almıştım. Çok kilolu biri değil hatta zayıf biriydim. Zayıf olmamın nedeni buydu galiba. Ama yine de yemek yemeği çok severdim.

 

Artık akşam olmuştu ve saatin 9’a gelmesine bayağı az kalmıştı. Zaten annemle babam bir tık daha erken çıkacağından. Bu sefer yürümekten vazgeçip direkt taksiye atladım. E tabii taksiye binince benim için yürümelik 15 dakika olan yol taksiyle birlikte 5 dakikaya inmişti. İçimde nedenini bilmediğim bir heyecan vardı. Bu heyecan bütün gece tek başıma kalacağım için miydi yoksa Bodrum’a gideceğim için mi bilmiyordum? Ama tabii ki mantıken 1. Seçeneği seçtim.

 

Taksiden atladığımda neredeyse yürümüyordum, koşuyordum. Neredeyse taksiciye parasını vermeyi unutuyordum. Apartmana girdim ama bu sefer korkuma yenik düşüp asansöre binemedim ve elimde yüklerle merdivenleri çıkmaya başladım.

 

Bu bana biraz vakit kaybettirmişti ve ekstra yorulmuştum ama bu beni mental açıdan üzmedi. Merdivenle işim bittikten sonra bu sefer annemin kuralını çiğneyerek eve daldım. Yani kapıyı kendi anahtarımla açtım. Aldığım şarabı onlardan gizlemem gerekiyordu. Can havliyle içeri girdim ve hemen odama koşturdum. Annem tabiki fark etmişti ama kuralını çiğnediğine kızamamıştı çünkü 2’si de ummalı bir hazırlık içerisindeydiler. Annem bu yüzden sadece ‘’Farilya!’’ demekle yetindi. Annem beni bulamadan direkt kendi odama koştum, adım seslerinden annemin buraya geldiğini anlamıştım ve az vaktim vardı. Öncelikle aldığım şeyleri yatağımın yanına koydum. Aslında koymadım resmen aceleden fırlattım vedirekt şarabı hiç düşünmeden odamdaki yastığın altına koydum. Tam o sırada annem gelmişti ama şarabı yastığımın altına koyduğumu görmedi.

 

‘’Farilya!’’ diye bağırdı. ‘’N’apıyorsun sen orada?’’ Korkudan sadece ‘’Anne.’’ Diyebildim. Annem de bir şeylerin ters gittiğini anlayınca ‘’Çabuk bana doğruyu söyle!’’ dedi. ‘’Yalan söylersen anlarım.’’ Evet haklıydı, yalan söylersem anlardı ama ben o sırada aklıma gelen ilk yalanı söyledim: ‘’Anne.’’ Dedim tekrar ve ‘Ah!’ diye inledim. ‘’Öyle.’’ Dedim ‘’Şeyim geldi ki.’’ Annem telaşla ‘’Neyin, neyin geldi?!’’ diye sordu. Yalandan kıvranırken ‘’Siz Türkler ne dersiniz? Heh! Çişim geldi. Çok fena.’’ Deyip hızlıca banyoya doğru koşturdum.

 

Annem ise şaşırmış bir şekilde arkamdan bana bağırdı: ‘’O zaman neden tuvalete değil de odana gittin yavrucuğum?’’ ‘’Anne.’’ Dedim tuvaletten ona bağırarak ‘’Ne bileyim, heyecanla birden odama fırlamışım.’’ Diyerekten tekrar yalan söyledim. ‘’Kızım.’’dedi. ‘’Sen salak mısın?’’ ama sesinde alay vardı, ciddi değildi. Evet söylediğim yalan çok saçma ve bir yandan utanç vericiydi fakat elimde değildi, aklıma ilk bu gelmişti.

 

Ben tuvalette oyalanırken birden içerden annemin sesi geldi ‘’Farilya, bu ne!’’ Ve bu ses odamdan geliyordu. Annemin sesini duyar duymaz içimden ‘’Putain.’’ (Siktir) bu anlama gelen fransızca küfür savurdum.

 

Anında tuvaletten çıktım ve hızla odama doğru koştum. Ama annem düşündüğüm gibi yatağımın başında değil masamın başındaydı. Elinde ise bir defter tutuyordu. ‘’Kızım, kaç yaşındasın hala günlük mü yazıyorsun? Gerçi ben senin bu yaşına kadar günlük falan tuttuğunu görmedim. Bakayım ne var bunun içinde.’’ Derken tam kapağı açacaktı ki ‘’Anne sakın!’’ dedim can havliyle. ‘’Lütfen o kadar saygın olsun. Hem sizin aceleniz yok mu?’’ Bir de bana ‘Çocuk musun?’ diyor ama kendisi de bana çocukmuşum gibi davranıyor. Annemin ve babamın ama özellikle annemin bu tavırlarından çok sıkılmıştım hem de çok!

 

Annem gülümsedi: ‘’Haklısın, kızım. O kadar sana saygım var.’’ Dedi ve hızlıca odamdan çıktı. Arkasından baktığımda babama yardım ettiğini fark ettim. Bu kadın gerçekten iyi değildi! Yani tamam annemi seviyordum ama bu kadar korumacı davranması gerçekten çok fazla geliyordu bana artık. 22 yaşındaydım! 22. Bu daha ne kadar sürecekti?

 

Ha bu arada, merak edenlere söyleyeyim ben günlük falan tutmuyorum, o benim bazı şarkı sözlerini ve notalarını tuttuğum müzik defterim. Gitar ve keman çaldığım için oradan notalar bakar şarkı söylediğim içinse sözlere bakardım. O defter benim repertuvarım gibiydi. Ayrıca şunu da söyleyeyim günlük tutmak çocukça bir şey değil!

 

Ben bunları düşünürken içeriden babamın sesi geldi: ‘’Kızım, çıkıyoruz biz.’’ Babmın bu lafı üzerine çok istemesem de onların yanına gittim. Annemle babamın kapının önünde benimle vedalaşmayı bekliyorlardı. Önce anneme sarıldım. O da beni sıkı sıkı sarmaladı. ‘’Anne.’’ Dedim. ‘’Beni merak etme olur mu?’’ Beni merak etme, lütfen etme. Artık yeter diye geçirdim. O da ‘’Tamam kızım. Ama sen de karşılık olarak telefonlarımı aradığımda eksiksiz açacaksın, tamam mı?’’

 

Anneme karşılık olarak başımı salladım. Ondan ayrıldığımda babamın bana baktığını gördüm. Daha sonra ona da sarıldım. Babam annem kadar sıkı sarılmadı, sanki beni daha rahat bırakamk istiyor gibiydi.

 

Annemle babamla vedalaştıktan sonra 2’sini de kapıdan uğurladım. Annem çıkmadan önce ‘’Yarın uçağa binince beni ara tamam mı?’’ dedi. ‘’Tamam anne.’’ Dedim ben de karşılık olarak.

 

Onlar gittikten sonra kapıyı kapattım. Kapıya sırtımı yasladığımda eve şöyle bir baktım. Yalnızdım! Sonunda ve sonuda… Valla şu an annemi falan hiç dert edemeyecektim. Hızlıca odama doğru ilerledim. İlk başta, yastığımın altına tıkıştırdığım şarabı gün yüzüne çıkardım. Yastığımın altında durması gerçekten garipti.

 

Saat 9’a yaklaşıyordu. Hava çoktan kararmıştı. Yatağımın üzerine otururken bilgisayarımı da aldım. Ve birden ne yapacağımı bilemedim. Daha sonrasında aklıma ilk bodrum geldi ve bu sefer de internete direkt Bodrum Türkiye yazdım. Arattığım anda ekranda bir fotoğraf belirdi. Koskocaman, üztünde gemiler, daha doğrusu kayıklar olan masmavi bir deniz vardı. Allahım! İnanamıyorum. Deniz vardı. Deniz benim çok sevdiğim bir şeydi ve Bodrum’da hiç deniz olmadığını düşünmüştüm. Bir kez daha annemle babamın teklifini kabul ettiğim için çok mutlu oldum.

 

Deniz’in karşısında ise Bir sürü beyaz şemsiyeler ve pembe çiçekler vardı. Tabii birde beyaz sezlonglar. Sahilde kıyımım üzerinde kalan bir sürü ev vardı. Genellikle çoğu beyazdı. Bu dikkatimi çekmişti. Evler neden bemneyazdı ki? Bunu hiçbir Fransa ülkesinde ya da başka bir yerde görmemiştim.

 

Daha sonra Tümü kısmından çıkıp Görseller kısmına tıkladım. Hangi fotoğrafa baksam hep deniz vardı ve bu beni daha da çok mutlu etmişti. Yine gemiler ve beyaz evler. ‘Acaba benim de kalacağım ev yani anneannemlerin yazlığı da beyaz renk miydi?’ Diye düşünmeden edemedim. Daha sonrasında Görseller kısmını biraz daha aşağı kaydırdım ama gördüğüm şey hep aynıydı. Gemiler, beyaz evler ve deniz…

 

Tekrardan Tümü kısmına girdim ama orada kayda değer bir şey bulamadım. Sadece Bodrum’un Muğla’nın ilçesi olduğunu ve görünüşünü biliyordum. Bir süre sonra Bodrum’u araştırmayı bıraktım. Aslında Bodrum beni bayağı etkilemişti çünkü Türkiye’de ki bir yerin bu kadar güzel olmasını beklemiyordum. Bu yüzden bu sefer arama motoruna Türkiye Şehirleri yazdım. Türkiye’nin bayağı bir şehri vardı ama buna şaşırmamıştım zaten çünkü haritası gayet büyüktü. Şehirlere teker teker baktığımda aslında Türkiye’nin yani her yerinin olmasa da şehirleri güzel bir ülke olduğunu fark ettim. Acaba Bodrum’a gittiğimde başka yerleri de gezer miyim? Diye de düşünmeden edemedim.

 

Bir süre sonra ise Bu kadar Türkiye yeter. Diye içimden geçirdim ve Türkiye ilgili aratmalarımı sildim. Yanımdan duran kırmızı şarabı açtım ve bir yudum aldım. Uzun zamandır içmediğim için bir an tadını unutmuşum gibi geldi ama daha sonrasında tadını hemen anımsadım. Şarabımı bir kadehe koyma gereksinimi duymamıştım. Sanırım bu bir şeyleri çiğneme iç güdüsüyle oluyordu.

 

Şarabımı yudumlarken müzik açma kararı vedim ve Youtube’dan Amy Winehouse – Back To Black açtım. Bu şarkı bende hep bir burukluk hissi yaratıyordu. Sanki böyle Madem olmayacaktı neden oluyormuş gibi oldu? Lafının karşılığıydı bu şarkı. Bir yandan yalnızlık duygusunu da barındırıyordu. Sevdiği adam onu terk etmiş. Ama Amy bunu kaldıramamış, uyuşturucuya başlamış. Ve sonra da yüksek dozdan ölmüş. Şarkıda sürekli Karanlık ya da Karanlığa dönüyorum demesi ise sevgilisi onu terk ettiğinde her tarafın onsuz karanlık ve ıssız olmasıymış.

 

Bir aşk insanın gözünü bu kadar kör etmemeli diye düşündüm ama sonrasında Amy’nin sadece aşk yüzünden bu kadar depresyona girmediği ihtimalini de düşündüm. Kim bilir hayatında neler kötü gitmişti de bir de bu sevgili olayı bunun tuzu biberi olmuştu?

 

Şarkı bittiğinde ben de resmen bir şarap şişesini yarılamıştım. Aniden başım döndü. Annem bana bunu yasakladı diye ve ben şu an özgürce içiyorum diye biraz fazla içmiştim. İçkiyi bir kenara bıraktım ve daha da fazla içmemeye karar verdim. Saate baktığımda 10’a yaklaştığını gördüm. Ve Cholé ile buluşmaya karar verdim.

 

Telefonumu açıp direkt Cholé’ü aradım. Yaklaşık bir 5 saniye sonra falan telefon hemen açıldı:

 

Salut Cholé ! Qu’est-ce que vous faites? (Selam Cholé ne yapıyorsun?)

Que dois-je faire, chérie ? Je lisais un livre à la maison. Qu’est-ce que vous faites? On se voit demain ? (Ne yapayım balım? Kitap okuyordum evde. Sen ne yapıyorsun? Yarın buluşalım mı?)

Alors me voilà asis à la maision, inactif. Est-il possible pour nouns de reconter Cholé? (Öyle işte evde oturuyorum boş boş. Cholé, buluşmamız mümkün mü?)

Est-ce maintenant? (Şimdi mi?)

Oui, à vous. J’ai quelque chose à raconter. Peut-on venir au Jardin Albert Ier ? (Evet, sana. anlatacaklarım var. le jardin albert ier'e gelebilir misin?) -Le jardin albert ier bir park-

D’accord. J’y serai dans 10 minutes.(Tamam. 10 dakikaya oradayım.)

 

 

 

Cholé böyle söyleyince telefon konuşmamızı sonlandırdım. Gitmeden önce Cholé görmem gerekiyordu. Yarın göremezdim çünkü hem yolculuğum. Ardı ve öncesinde de eşyalarımı toplamam gerekiyordu.

 

Hemen yatağımın üzerinden kalktım ve giyecek bir şeyler aradım. Annem onlar gideceği için evi toparlamıştı ve eşyalarım yerli yerindeydi bu yüzden işim daha kolaydı. İstediklerimi tak diye bulmuştum. Üstüme kırmızı omzu açık ve ispanyol kol bir bluz giydim. Altıma ise koyu mavi bir kot pantolon geçirdim. Kumral saçlarımı toplamayı düşünmüştüm ama sonra ani karar değişikliğiyle onları özgür bıraktım.

 

Üstüme zaten hava sıcak olduğu için ceket almadım ve direkt evden çıktım. Asansörü yine kullanmadım ve apartmandan daha sonra da siteden çıktıktan sonra arabama doğru yürümeye başladım. Cholé ile evlerimiz çok uzak değildi ama yine de hatrı sayılır bir mesafe vardı. Onun arabası yoktu ben de bu yüzden onun evine yakın olan bir park seçmiştim.

 

Mavi olan mat arabama bindim ve sürmeye başladım. Arabayı kullanırken trafik kurallarına aşırı dikkat ediyordum. Türkiye’yi bilmem ama burda yapabileceğiniz en ufak hata cebinize çok büyük bir zarardı. Yaklaşık bir 20 dakika sonra falan gözüş mesafeme parkın araba park yeri kısmı geldi. Hızlıca arabamı park ettim. Genelde insanlar park etmeyi sevmezdi. Özellikle yeni ehliyet alan insanlar gerçi ben ehliyeti alalı 5 yıl oldu ama araba kullanmayı çok severdim. Park işinde de bayağı iyiydim. Bu arada biz burada ehliyeti 17 yaşımızda alabiliyoruz. Bu yüzden ‘Nasıl 5 yıl? Bu kızın kafası mı iyi?’ demeyin.

 

Arabamı park ettikten sonra parka doğru yürürken Cholé’ü aradım. Kısa olan telefon konuşmamızda bana nerede olduğunu söyledi ve ben de koşar adım onun tarif ettiği şekilde yürüdüm.

 

Sonunda birkaç dakika sonra onu görünce hemen yanına doğru gittim. O da beni fark edince gülümsedi ve birbirimize sarıldık. ‘’Bienvenue, Fanya. Dites-moi ce qui se passe ?’’ (Hoş geldin Fanya. Anlat bakalım neler oluyor?) diye lafa atladı hemen. Benim gibi aşırı meraklı bir yapısı vardı. Onu daha fazla meraklandırmadan konuşmaya başladım: ‘’Je pars en Turquie demain.’’ (Ben yarın Türkiye’ye gidiyorum.)

 

Cholé bu söylediğimi duyunca çok şaşırdı ve hemen bana karşılık verdi: ‘’Quoi! Turquie? Vous n’aimez pas cet endroit.’’ (Ne! Türkiye mi? Sen orayı sevmezsin ki.)

 

Cholé’ün bu tepkisinden sonra olanları kısaca ona anlattım. İlk başta şaşırmıştı ama ona detayları anlattıkça ilk baştaki merakı kuş oldu uçtu.

 

Daha sonra laf başka yerlere atladı ve bambaşka konulardan konuşmaya başladık. Bir süre daha havadan sudan muhabbet ettikten sonra Cholé ile vedalaştık. Ona sıkı sıkı sarıldım. Çünkü en iyi arkadaşımı bir yaz boyunca göremeyecektim ama birbirimizi sık sık görüntülü arayacağımıza dair sözleştik.

 

Cholé zaten evi yakın olduğu için evine doğru yürümeye başlarken ben ise ters yönde arabama doğru yürüdüm. Saate baktığımda Cholé’le bayağı sohbete daldığımızı fark ettim. Çünkü buluşmamız üzerinde 3 saat falan geçmişti.

 

Arabama bindim ve eve doğru gaza bastım. Gece şehrin ışıkları çok güzeldi. Saat geç olmasına rağman insanlar yeşillik alanlarda oturuyor, birbirleriyle sohbet edip bir şeyler içiyorlardı ve yiyorlardı. Nice çok güzeldi… Gerek insanlarıyla gerek bu hayran olunası doğal güzelliğiyle. Aslında eve gidiyordum ama bir an ben de şurada otursam mı diye düşündüm. Evet, çevresi olan ve sosyal bir kadındım ama bir o kadar da yalnız kalmaya bayılırdım. Yalnız kalmaya ve kendi kendime şarkı söylemeye.

 

Ama sonra bu düşüncemden vazgeçtim çünkü bayağı bir uykumun olduğunu hissettim. Şurada biraz daha oturayım diye uykumdan ödün veremezdim. Zaten uyumayı çok seven biriydim. Siteye geldiğimde arabayı güzelce park ettim ve apartmana girdim. Eve vardığımda kendimi artık çok yorgun hissediyordum. O an tek istediğim şeyin dişlerimi fırçalayıp yatmak olduğunu fark ettim.

 

Bir süre sonra dişlerimi fırçaladım ve pijamalarımı giydim. Nice’nin sıcaklığı artık çekilmezdi bu yüzden Bodrum’un bu kadar sıcak olmamasını diledim. Yatmadan önce alarmımı kurmayı da ihmal etmedim çünkü yarın erken kalkmam gerekiyordu eşyalarımı toparlayabilmem için.

 

 

 

 

--------------- Sabah ------------------

 

Sabah uyandığımda saat 9 falandı ve alarmın beni uyandırdığı saate uyanabilmeme çok mutlu oldum çünkü bazen o kadar derin uyuyordum ki alarmın beni uyandırmamasından korkmuştum.

 

Genelde sabah kalkınca dan diye suyu yüzüme çarpanlardan değildim fakat mutlaka bir yudum dahi olsa su içerdim. Genelde sabah kahvaltılarını sevmezdim. Genelde değil aslında hiç sevmezdim kahvaltıları. Bu yüzden bol bol su içtim beni tutması için.

 

Hiç vakit kaybetmeden eşyalarımı toplamaya başladım. Aklım hiçbir şeyde kalmasın diye yazlık olan neyim var neyim yoksa hepsini bavuluma tıkıştırdı. Bavulumu tekrar açtığımdan katlamadan ve bütün eşyalarımı aldığımı için kendime lanet edecğimi biliyordum ama yine de bunu umursamadım. Böyle 2 satıra sığdırdım fakat eşyalarımı toplamak benim neredeyse 1 buçuk saatimi falan almıştı. Yani saat 11’e yaklaşıyordu.

 

Havaalanı evime uzak olduğu için saat 12.30’ da falan evden çıkmayı düşünüyordum. Ne kadar erken orada olursam faydası olacaktı. Yolculuğa çıkacağım için rahat bir şeyler giymek istedim ve bu yüzden altıma bir eşofman ve üstüme bol bir yarım kollu tişört giydim. Saçlarımı arkamı yaslandığımda beni rahatsız etmeyecek bir şekilde tepeden dağınık bir topuz yaptım.

 

Ben hazırlanırken artık yavaş yavaş çıkma vaktim gelmişti. Bu yüzden eve son kez bir baktım eksik gedik var mı diye. Annem zaten buzdolabını boşaltmıştı. Çöpleri de bugün sabah halletmiştim. Odam dahil her yer topluydu ve diğer gerekli her şey tamamdı.

 

Her şeyden tekrar emin olduktan sonra odama doğru ilerledim. Yanıma yarım kalan Fransızca kitabımı, gözlüğümü ve ne olur ne olmaz diye şapkamı ve çantamı aldım. Hazırdım! Artık Nice’e veda ediyordum…

 

Evin kapısını çektim ve kilitledim. Merdivenleri indikten sonra şöyle bir kıştan önce son kez evime baktım. Eee, ne de olsa bütün bir yaz burda olmayacaktım. Bu beni birden hüzünlendirdi. Ama zaten istediğim an buraya dönebileceğimi bildiğimden bunu sonradan o kadar da sorun etmedim. Havaalanına arabamla gidemezdim. Bu yüzden taksiyle gidecektim. Arabama da baktım uzun uzun. Mavi arabamı beyaz olarak hayal etmeye başladım. Aslında bunu hep yapmıştım. Daha sonra ise bunun saçma olduğunu fark edip arabama bakmayı sonlandırıp sitenin çıkışına doğru yürüdüm.

 

Siteden çıktığımda yolun yanında olan ‘Taksi çağırma düğmesi’ ne bastım ve taksinin gelmesi bekelmeye başladım. Saate baktığımda ise bir 20 falan vardı bu yüzden daha rahat bir nefes verdim. Geç kalmak istemiyordum.

 

Taksiyi beklerken bir daha özlemle etrafıma baktım. Ne oluyordu bana böyle! Daha önce özellikle yazın çok gez Nice’i terk etmiştim ama bu sefer bu kadar kendimi boşlukta hissetme sebebim neydi?

 

Kendimle bu şekilde çelişirken sanırım cevabı bulmuştum. Bunun 2 sebebi vardı: 1.’si ilk defa yurt dışına çıkacak olmam ve bütün yazı orada geçirecek olmam. 2.’si ise ilk defa memleketime gidecek olmam. Acaba? Diye düşündüm. Türkiye’nin hangi şehrinde doğmuştum? Allah’ım bir insan bu kadar meraksız olur. Ya da doğrusu bu kadar mı ilgisiz olur? Türkiye’ye karşı o kadar ilgisizdim ki annem ve babama bile nerede doğduğumu sormamıştım. Karar verdim. Annemle gözrüştüğümde ilk işim ona nerede doğduğumu sormak olacaktı.

 

Ben bunları düşünürken taksinin geldiğini fark ettim. Cafcaflı taksinin sarısı gözlerimi alırken tekrar etrafıma baktım. Yaşadığım yere, yıllarca nefes aldığım eve. Ve daha sonra bunu fazla duygusallaştırdığımı düşünüp birden etrafı incelemeyi kestim ve kendimi arabanın arka koltuğuna attım.

 

Taksideki kadın bana dönüp gözlüklerinin üstünden baktı ve konuşmaya başladı: ‘’Où allez-vous, madame ?’’ (Nereye gidiyorsunuz hanımefendi?). Hızla yanıtladım: ‘’Nous nous rendons à l’aéroport de Nice Côte d’Azur. Je serai heureux si nous nous dépêchons.’’ (Nice Côte d'Azur Havaalanına gidiyoruz. Acele edersek sevinirim.) kadın ise: ‘’Très bien, monsieur.’’ (Tamamdır efendim.) diyip arkasını döndü ve arabanın motorunu çalıştırmaya başladı. Ben ona gülümserken o da bana gülümsemeyi ihmal etmedi.

 

Takside giderken etrafıma bolca baktım. Bir yanım bunu neden yaptığıma anlam veremezken bir yanımda beni çok içten anladığını söylüyordu. Deli miydim ne!

 

Taksiyle işim tam olarak 30 dakika falan sürdü. Uçağın kalkmasına 1 saatten az kalmıştı. Bu yüzden kadına parasını ödedim ve hızlıca havaalanına doğru ilerledim.

 

Buraya daha önce defalarca gelmiştim bu yüzden bana yabancı gelmiyordu. Bu havaalanı ile ilgili en sevdiğim şey denizin içerisinde olmasıydı. Yanlış söyledim, içinde değil aslında üstünde. Ama öyle bir his uyandırıyordu ki içimde sanki denizin içinden uçakla havaya kalkıyormuş gibi geliyordu bana.

 

Havaalanından içeri girdiğimde her zaman ki kontrollerden geçtikten sonra sadece bana beklemek kalmıştı. Uçağın kalkmasına yarım saat var gibi görünüyordu ve bana sadece beklemek kalmıştı. Etrafıma şöyle bir göz gezdirdikten sonra başta istemesem de karnım çok aç olduğu için marketlerden birinden bir kahve ve 7 tane de kruvasan aldım. Vallahi Türkiye’yi bilmiyordum ama Fransa’da ki kruvasanlar çok küçük oluyordu bu yüzden yolda da yerim diye bol bol almıştım. Belki de hepsini bitiremezdim. Bilmiyorum ama yine de işimi garantiye alıp çok kruvasan aldım. Artanları Bodrum’da Fransa’yı özlediğim zaman yerim diye düşündüm. Bu düşünce bile beni gülümsetmeye yetti.

 

Kahvemi kruvasanımı aldığım an hemen yemeye başladım. 2 tane kruvasanı yedikten sonra kendimi az da olsa doymuş gibi hissediyordum. Kahvemden ise çok az içmiştim. Genelde kahve sevmezdim ama şimdi burdan çay da almak istemiyordum.

 

Kahvemden yudumlarken bir yandan da yanıma aldığım kitabımı okumaya başlamıştım. Ama bu zevkim kısa sürdü çünkü bir süre sonra anons sesi duldu. Bu anons bizim uçağın olmalıydı. Ama yine de anonsun bu kadar çabuk gelmesine şaşmadım çünkü buraya geldiğimde uçağın saatinin gelmesine az vardı.

 

Derin bir nefes aldım ve gitmemiz gereken yere doğru ilerledim. Yine gerekli kontroller yapıldıktan sonra bu sefer teker teker bizi uçağa almaya başladılar. Tam uçağın hani o uçağa kadar olan kısa yolu olur ya işte tam oraya adımımı atacaktım ki gözüm yandaki pencereye takıldı.

 

Pencerede neredeyse bütün Nice’i gösteriyordu ve sanki ‘Ne kaybettiğini gör.’ Der gibiydi. Hayır, bu sadece benim uydurmamdı ama yine de o içimdeki boşluk hissi kendini tekrar hissettirmeden edemedi. Bir daha baktım Nice’e. Bu sefer gerçekten onu terk ediyordum anlaşılan. Aslında bu terk de değilde bu sadece ona ara vermek gibi bir şeydi.

 

Bakışlarımı pencereden birden kestim ve uçağın önündeki yoldan içeriye doğru yürüdüm. İçimde umut, biraz heyecan, yoğun bir özlem ve azcık da olsa korku vardı.

Hayatımda hiç yapmam dediğim şeyi yapıp, Nice’i terk edip memleketime gitmek için ilk adımlarımı atmıştım...

Loading...
0%