Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm

@birmiktardefne

Bölüm şarkısı; 4 Non Blondes – What’s Up?
Jenna Raine - see you later (ten years)
Hepsi – Gecelerce

“Beni bulamazsan üzülme,

Eşyalarımı bulacaksın.

Kestiğim taşları, açtığım yolları,

İşlediğim heykelleri bulacaksın.

Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden,

Parmak izlerimiz değecek birbirine… “

 

 

 

BÖLÜM 1

İnsan, hep geçmişi özlerdi. Mutlu olduğu zamanlara duyduğu özlem, onların artık sadece bir fotoğraf karesinde veyahut günlük sayfasında kısa bir paragrafta, en kötüsü de sadece hafızasının bir köşesinde kaldığının bilincinde olmasından kaynaklanırdı. Herkes geçmişte olduğu insanı, geçmişte beraber olduğu insanları özlerdi ve eğer o insan şanslıysa aralarında kopmayan bir bağ olurdu. Ama bazen yollar farklı bitişlere ayrılırdı, bağlar kopardı ve o an senin kafanda sadece bir anı olarak kalırdı.

Güzel bir çocukluk geçirmiştim, bu yüzden en çok da sahile açılan mahallenin denizi görmeyen sokaklarında sanki kapısı denize açılıyormuş gibi özgür ve mutlu hissettiğim o çocukluğumu ve o anları düşündüğümde aklımda yüzleri beliren o insanları özlüyordum. Çocukluğu geride bırakmak, takvim yapraklarıyla değil, o andan kalan son şeyi de arkanda bıraktığında oluyordu.

Ilık bir yaz akşamıydı, kalabalık şehrin merkezindeyken beni evimde hissettiren şey bu yaz akşamı kokusuydu. Kaç yıl geçerse geçsin ben bu kokuyla evime dönüyordum. Kolumdaki saatin metali bileğimi ağrıttığında yavaşça saati düzelttim. Alaz tam on yedi dakika önce geleceğini söylemişti. Derin bir nefes aldım, on dokuz dakikadır polis karakolunun önünde bekliyordum. İçeride bekleyebilirdim ama kendimi gergin hissedecektim, o yüzden dışarıda beklemeyi tercih etmiştim.

Alaz, benden üç yaş büyüktü, neredeyse birlikte büyümüş sayılırdık. Aynı mahallede yaşamıştık bir süre öncesine kadar. Küçüklüğümden kalan birkaç arkadaşımdan biriydi. Kaç kişi çocukken büyüdüğünde olmak istediğini söylediği mesleği yapıyordu bilmiyordum ama Alaz onlardan biriydi, polis olmuştu. Ona bir şey olacak korkusunun yanında onunla gurur duyuyordum. Kendimi çok yalnız hissettiğim o dönemde hiç sahip olmadığım, olmadığım için aileme içten içe kızdığım abim olmuştu.

Karakolun kapısı açıldığında başımı çevirip baktım. Nihayet çıkabilmişti. Aceleci adımlarla yanıma geldiğinde kafamı hafifçe kaldırıp yüzüne baktım. Benden yaklaşık on santim uzundu. Kahve kısa saçlarını düzgün taramıştı ama koşarak geldiği için bir tutam alnına düşmüştü. Saçlarıyla aynı renk gözler beni bulduğunda mahcup bir şekilde baktı. “Kusura bakma ya, son dakika imza işi çıktı. “ dedi nefes nefese. Merdivenleri koşarak mı inmişti bilmiyordum ama yüzü hafif kızarmıştı, çilleri belirginleşmişti. Beyaz tenliydi, en ufak bir şeyde hemen yüzü kızarır çilleri ortaya çıkardı. Küçükken hep kırmızı yüzüyle dalga geçerdim ama benim de ondan farkım yoktu.

“Sorun değil, “ diye mırıldandım. “Bir haber yok değil mi yine? “

Alaz başını iki yana salladı. “Bugün işler çok yoğundu, fazla araştırma yapamadım. “ dedi. “Birkaç telefon numarası ve adres bulmuştuk en son, onlardan bir şey çıkmadı mı? “

Başımı olumsuz anlamda salladım. “Numaraları aradım ama ya başkası çıktı ya da açan olmadı. Adreslere gidecek cesaretim de yok. “ dedim. “Ya bizi unuttuysa? Geçmişinden herkesle bağlantısını kesip yeni bir hayat kurduysa ve biz birden ortaya çıkıp da onu zor durumda bırakırsak diye korkuyorum. “

“Saçmalama, Leyla, “ diye homurdandı. “İkimiz de biliyoruz ki her şeyi unutsa seni unutmaz, “

“Çok emin konuşuyorsun, öyle olsa bir şekilde bulurdu bizi. “ diye mırıldandım. “Her neyse, karnım acıktı benim. Hadi bize gidelim, annemler yemeğe çağırdı seni. “ Alaz konuyu birden değiştirmeme güldü. “Mine teyze her gün çağırıyor zaten, “ diye mırıldandı. “Hadi, beklemeyelim o zaman. “

İnsan bazen değer verdiği insanların geçmişinde kalmaktan korkardı. Öyle güzel vakit geçirmişken birdenbire uzakta kalmak kalbini kırardı. Arhan… O, benim bütün çocukluğumdu. Aynı mahallede, aynı sokakta ve hatta aynı bahçenin birleştirdiği komşu evlerde oturuyorduk. Odamın penceresinden baktığımda odasını görürdüm, masası pencerenin önündeydi. Bazen ders çalışırdı, uzaktan görürdüm. Annesi saatlerce bir konuyu anlatırken nasıl bunaldığını görür, içten içe gülerdim. Sinirlendiğinde çok komik olurdu, kaşlarının ortasındaki çizgi belirginleşir, kalemin ucundaki silgiyi dişlemeye başlardı. Saatler geçer, ödevleri biter bitmez bahçeye inerdi, ben de peşinden. Babamın ikimize yaptığı ağaç eve çıkar, saatlerce oyun oynardık. Saatleri pek bilmezdim, ayın ışığı içeri sızdığında yüzümde bir üzüntüyle annelerimizin sesini duyardık.

Ve bir gün hayallerimizle kurduğumuz o dünya birden tepetaklak oldu. Annesi ve babası bir trafik kazası geçirmişti, hastaneye gidemeden hayatlarını kaybetmişlerdi. İkinci ailemin parçalandığına şahit olmak beni ne kadar yaralamıştı, bunun ölçütü neydi bilemiyordum ama onu alıp bir yetiştirme yurduna götürdüklerinde beni kurtar diye bağıran bakışlarını unutamıyordum. Ailesi dağılmıştı, evini kaybetmişti ve onu bir daha hiç görememiştim. İnsan bazen değer verdiği insanların geçmişinde kalmaktan korkardı. Öyle güzel vakit geçirmişken birdenbire uzakta kalmak kalbini kırardı.

Onu hiç göremesem de aklımdan hiç çıkmamıştı. İlk zamanlar annemlerle birlikte civardaki tüm yurtlara bakmıştık, hiçbirinde yoktu. Sokak sokak aradığım zamanlar olmuştu, hiçbir sokak ona çıkmamıştı. Bir süre sonra sadece düşlerim ve düşüncelerimde yer almıştı sadece. Okulumu ve derslerimi ihmal etmeye başladığımda kendimi frenlemiştim, çünkü Arhan böyle yapmamı isterdi. Yine de onu bulmaya ihtiyacım vardı, o çocukluğumun kayıp parçasıydı.

Yaklaşık bir yıldır Alaz’la birlikte ona ulaşmaya çalışıyorduk. Alaz bazen mesleğinin verdiği yetkileri kullanıyordu ama bunun onun başına bela olacağını bildiğimden en çaresiz hissettiğim ana kadar ondan bunu istemiyordum. En son onaait olabileceğini düşündüğümüz telefon numaraları ve adresler bulmuştuk. Hiçbiri ona ait değildi, en azından ulaşabildiklerimizin hiçbiri ona ait değildi.

Alaz’ın arabasına bindikten sonra “Yarın cumartesi, eski mahalleye gidiyoruz değil mi? “ diye sordum.

“Tabii ki gidiyoruz, “ dedi. “Bizim sümüklü Figen’in doğum günü zaten, “

Güldüm. “Kıza hâlâ sümüklü diyorsun, geçenlerde gördüm ben, taş gibi olmuş. “ dedim. “Hem Figen küçükken ona âşıktı, belki bir yerlerden bulup onu da çağırmıştır. “

Alaz göz ucuyla bana baktı. “O da sümüklü Figen çağırsın diye bekliyordu, “ dedi gülerek. “Hem birinin çağırmasını bekleseydi ilk sana gelirdi. “ Yarın için plan yaparken bir yandan da evin yolunu tutmuştuk.

-

Araba taş yolda ilerlerken çıkardığı sesi yüzümde belli belirsiz bir gülümsemeyle dinliyordum. Eskiden tüm mahalle böyleyken sadece ara sokaklar eskiden olduğu gibi kalmıştı. Asfaltın soğuğundan taş yola geçtiğimizde sanki zamanda yolculuk yapıyormuşuz gibi hissediyordum. Alaz arabayı park ettikten sonra hızlıca arabadan indim. Bizim evin önünde durmuştuk, taşındığımızdan beri doğum günleri boş bahçemizde yapılıyordu. Taşınmış olmamıza ve kalmak için buraya hiç gelmiyor olsak da burayı satamamıştık. Aynı zamanda Arhanların evi de kimsesiz bir şekilde duruyordu. Kimsesiz diye tasvir etmek beni üzüyordu ama o ev sahibini bekliyordu ve inanıyordum ki bir gün gelecekti.

Bahçe kapısını açtığımda bizimkilerin sesini duymuştum. Koşarak bahçeye girdiğimde Alaz da arkamdan geliyordu. Doğum günü kızı Figen, kardeşi Fidan, Begüm, Mustafa ve Ali hepsi buradaydı. Figen beni gördüğünde koşarak yanıma gelip sarıldı. Gülerek kollarımı boynuna sardım, “İyi ki doğdun, doğum günü kızı, “ diye mırıldandım. Bütün arkadaşlarıma selam verdikten sonra sohbet etmeye başladık. Her ne kadar kendimizi bir hissediyor olsak da bir eksiğimiz vardı ve herkesin aklında tek bir soru olduğunu biliyordum.

Diğerleri Alaz’ın polislik maceralarını dinlerken Fidan bana yaklaştı. “Leyla, hiç Arhan’dan haber aldın mı? Sorsam mı diye çok gerildim ama merak ediyorum, nerede iyi mi diye. “ dediğinde derin bir nefes aldım.

Omzumu kaldırıp indirdim bilmiyorum dercesine. “Bilmiyorum ama arıyoruz, “ diye mırıldandım. “Ama iyidir yani, kötü olsa bir şekilde haber alırdık, değil mi? “

Bir an için bu ihtimali düşündüm. Kalbim korkuyla kasılırken yutkundum ve yüzüme her şey yolunda gülümsemesi takındım. Biraz sonra zaten zihnimi meşgul eden kötü düşünceler köşelerine çekilmişti. Begüm ve Ali bir ara gözden kaybolmuş, sonra ellerinde pastayla geri dönmüşlerdi. Hepimiz ayağa kalkıp doğum günü şarkısına eşlik etmeye başladık. Figen pastasını üflediğinde alkış tutmuştuk.

Tam o sırada gözlerim Arhan’ın çocukluğunun geçtiği o eve kaymıştı. İçimden bir ses oraya gitmem gerektiğini söylüyordu. Genelde filmlerde başroldeki kız böyle düşündüğünde izleyen herkes kızı durdurup gitmesini engellemek isterdi. Havada kötü bir koku olurdu. Ama bu öyle bir şey değildi. Aksine içimde iyi bir his vardı, içeri girmem gerekiyordu.

Yaklaşık yarım saat sonra herkes dağılmaya başlamıştı. Figen iki yaşındaki çocuğunu annesine bırakmıştı ve geç kalmaması gerekiyordu. Fidan da onunla birlikte gidecekti. Begüm ve Ali’nin arasında bir şeyler olduğunu ilk başta fark etmiştim. Tahminlerim doğruydu, muhtemelen bir sonraki buluşmamızda ellerinde davetiyelerle geleceklerdi. Küçüklükleri gözümün önüne gelince gülmeden edememiştim. Begüm çok sessiz bir kızdı, Ali ise tam tersi aşırı yaramazdı. Sürekli Begüm’le uğraşır, gün sonunda ağlayarak evine gitmesine neden olurdu. Büyüdükçe durulmuştu tabii ki ama Begüm’e karşı davranışları aynıydı, kaba değildi, sadece çok uğraşır, sürekli şakalar yapardı. Mustafa ise tek tabancaydı, gitmesi gereken özel bir yer yoktu.

Eskiden hep bir arada olduğumuz grubumuz, Arhan’ın gidişiyle parçalanmıştı. Hep onu beklemiş, her konuda birbirimizin yanında olmaya devam etmiştik ama birbirimizden uzaklaşmamıza engel olamamıştık. Figen doğum yaptığında birlikte hastane kapısında beklemiştik ama Mustafa’nın bacağını kırdığı için Alaz’ın doğum gününe gelemediğini çok sonra öğrenmiştik. Bir arada ama ayrı ayrıydık.

Herkes gittiğinde bahçede sadece Alaz’la ikimiz kalmıştık. Alaz bana baktı. “Akşam oluyor, biz de gidelim mi artık? “ diye sordu.

Bakışlarım tekrar o evi buldu. “Önce bir şey yapmam gerekiyor, “ diye mırıldandım. “Benimle gelir misin? “ Çimlerin üstünde oturduğum yerden kalkıp eve doğru ilerlediğimde Alaz ne yapacağımı anlamış gibi hiçbir şey söylemeden peşimden geliyordu. Kapının önüne gelip durduğumda “Nasıl gireceğiz? “ diye sordu.

Gülümsedim. “Sadece bana bırak ve bunun neden bende olduğunu sorma, “ dedim. Omzuma taktığım küçük çantamdan bir anahtar çıkardım ve deliğe soktum. Anahtar kilitle uyumlu bir şekilde yerleşip dönünce kapı açıldı. İçeri bir adım attığımda etrafın neredeyse tozdan görünmeyecek kadar havasız olduğunu fark etmiştim. Genzime kaçan tozla birlikte hafifçe öksürdüm. Her şey 13 yıl önce bıraktıkları gibiydi. Eşyalar tozdan biraz eskimişti ama her şey olduğu gibiydi. Üç sene önce sağanak yağmurda buradaki çoğu müstakil evi su bastığını söylemişti babam. Haberi alır almaz kontrol etmeye gelmişti, parkelerin ve duvarların kabardığını, sağlam bir tadilat gerektiğini söylediğini hatırlıyordum.

Kapının hemen karşısında Arhan’ın annesi Sevil teyzenin büyük bir saksıda difenbahya çiçeği olurdu. Bazen ondan bahsederken ağlayan çiçek de derdi. Küçükken merak edip yapraklarıyla oynamaya çalıştığımızda “Yapraklarıyla oynarsanız canı yanar, ağlar. O yüzden adı ağlayan çiçek, “ derdi. Dokunmamızı istememesinin asıl nedeninin yapraklarında zararlı bir şey olması olduğunu çok sonra öğrenmiştim. Ama aklımda hep o bitkinin ağladığı kalmıştı. Şimdi ise o büyük saksı olduğu yerde duruyordu ama bitki yoktu. Saksının içindeki toprak ise kupkuruydu. Sevil teyze o toprağın bu kadar kurumasına asla izin vermezdi.

Yürümeye devam ettim. Salona geldiğimde Yaşar amcanın televizyonun tam karşısındaki tekli koltukta oturduğunu hayal ettim. Kumanda o koltuğun üstünde duruyordu hâlâ. Duvardaki fotoğrafların bazıları yerinde değildi. Kaşlarımı çattım. Arhan’ın almış olabileceğini düşündüm. Buraya kadar geldiyse ve benim karşıma çıkmadıysa belki de beni gerçekten hayatının çok gerisinde bırakmıştı.

Yutkundum. Adımlarım merdivenlere yöneldi. Basamakları ağır ağır çıktıktan sonra karşıma onun odası çıktı. Kapısı aralıktı. O okuldayken sürekli odasına girer, kitaplarını karıştırırdım. Karıştırdığımı anlardı, çünkü yerlerini unutur farklı farklı raflara koyardım. Ama hiç kızmaz, kapısını da kapatmazdı. Kitaplarını şimdi karıştırsam gelir miydi acaba?

Elim kapı koluna gitti, kapıyı biraz daha açacak ve içeri girecektim ama yapamadım. Elimi çekip Sevil teyze ve Yaşar amcanın yatak odasına ilerledim. Sevil teyzenin pijamalarının yatağın üstünde olduğunu gördüğümde gözlerim dolmuştu. Tozlu makyaj masasının yanına ilerledim. Çekmecelerden biri açık kalmıştı, içinde birkaç tane zarf vardı. Birinin üstünde Abime yazıyordu. Merakıma yenik düşerek zarfı elime aldım.

İçime bir şüphe düşmüştü. Alaz’a seslendiğimde birkaç dakika içinde yanıma gelmişti. Elimdeki zarfı gösterdim. “Yaşar amcanın kardeşi mi vardı? “ diye sordum. “Sevil teyzenin abisi yoktu, onu hatırlıyorum. Hatta dayım bir kere bize geldiğinde Arhan dayıma dayı dedi diye kavga etmiştik. “Gülümsediğimde kirpiklerimin arasında kalan gözyaşım gözümü buğulandırmıştı. “Ben senin annene anne diyor muyum, sen de dayıma dayı diyemezsin diye kızmıştım. “

Alaz zarfı eline aldı. “Bildiğim kadarıyla yoktu, “ diye mırıldandı. “Zarf kazanın olduğu gün gelmiş ama içi boş, “

“Kazanın olduğu gün mü? “ diye sordum.

Başını salladı. “14 Kasım 2009, “

Kaşlarımı kaldırdım. “Sence bunun kazayla bir ilgisi olabilir mi? “ diye sordum. “Çok film izliyorsun diye kızacaksın ama içimden bir ses bundan bir şey çıkacak diyor, “

Alaz tam olarak öyle yapacağım der gibi baktı. “Seni tek başına bırakırsam bunun üstüne gidersin, “ dedi. “O yüzden bunu bana bırak, ben araştıracağım ve mektup kimden gelmiş, içeriği neymiş öğrendikten sonra ne yapacağımızı düşünürüz anlaşıldı mı? “ Gözlerimi kaçırdım. “Anlaşıldı mı, Leyla? “ diye sordu tekrar.

“Öf tamam, anlaşıldı, “ diye kabul ettim.

-

Aradan dört gün geçmişti, bu dört gün içinde iş ve ev arasında mekik dokumuştum. Bu bir nebze de olsa kafamı dağıtmama yardımcı olmuştu. Alaz'a söz verdiğim için herhangi bir şey yapmamaya çalışmak beni düşündüğümden daha fazla zorlamıştı.

Kurumun küçük öğretmenler odasında oturmuş ders materyallerini inceliyordum. Bir özel eğitim merkezinde, özel eğitim öğretmeniydim. Mezun olduktan sonra kısa bir süre içinde iş bulmuş olmam mucize gibi bir şeydi günümüzde. Tabii çalıştığım yer özel bir kurum olduğu için beklediğim verimi alamıyordum, yönetim çoğunlukla küçük şeylerden bile sorun çıkarabiliyordu.

Birinin yanıma oturduğunu fark ettiğimde başımı kaldırıp baktım. Yan sınıfımda ders veren Barış’tı. Başımla selam verdikten sonra önümdeki dosyaları toparladım. “Bu aralar denk gelemiyoruz, her şey yolunda mı? “ diye sordu.

Başımı salladım. “İşlerim oluyor genelde, ondan olabilir. “ dedim. “Programda Kerem vardı değil mi sende? Zor bir ders olmuştur senin için. "

"Sorma, yeni ilaç kullanmaya başladığından beri derse odaklanamıyor, sürekli ağlıyor. " dedi sıkıntıyla. "Ailesiyle konuştum, evde de böyleymiş. İlaç kaynaklı olduğu için bir şey de yapamıyorlar. Alışmasını bekleyeceğiz mecbur. " Kerem dört yaşındaydı, otizmli öğrencilerimizdendi. Dünya tatlısı bir çocuktu ama bizi biraz zorluyordu, dikkati çok çabuk dağılıyordu. Dikkat eksikliği için kullandığı ilacı değiştirdikleri için yeni ilacına adaptasyonu kolay olmamıştı. Son derslerde sürekli ağlıyor, sinirleniyordu. Benim programımdayken bir şekilde başa çıkabiliyordum,benimle ders yapmayı seviyordu ama aynısı diğer öğretmenler için geçerli değildi. Bazı öğretmenler bazen çok zorlandıklarını söylüyordu.

Başımı salladım. "İlaca alıştıkça iyi olur, " diye mırıldandım. Duvardaki saate baktım. "Ders başlayacak birazdan, sınıfa geçeyim ben, " Sandalyeden kalktığımda Barış'ın bakışları bendeydi. "Ders arası bir kahve içer miyiz? " diye sordu.

Odadan çıkmadan önce "Bakarız, " diye mırıldandım.

Kalan son dört dersim de hızlıca geçip bitmişti. Öğretmenler odasından eşyalarımı alıp çıktığımda güneş hâlâ gökyüzündeki yerinde duruyordu ama gök kızıllaşmıştı çoktan. Arabaya bindiğimde telefonuma bir mesaj gelmişti. Emniyet kemerimi taktım, arabayı çalıştırmadan hemen önce telefonumu çantamdan çıkarıp mesajı açtım, Alaz’dan gelmişti.

“Mektubu getiren kargo şirketine ulaştım. O zamanlar arşivi dijitale yeni yeni taşımaya başladıkları için bazı bilgilerin kaybolduğunu söylediler.

Telefon numaramı bıraktım, bir şey bulurlarsa haber verecekler.”

 

 

 

“Gönderen bilgilerine ulaşsak bile mektubun sahibi içeriğini hatırlamıyor olabilir.

 

 

Ya da işe yarar bir şey bulamayabiliriz. O zaman ne yapacağız? “

“Araştırdığım birkaç şey var, istediğimiz şeye ulaşacağız merak etme. “

Derin bir nefes alarak telefonu vitesin yanındaki göze bırakıp arabayı çalıştırdım. Yollar akarken eve doğru ilerliyordum. Mektubun sahibini merak ediyordum, Arhan’la ilgili bir şey biliyor muydu ya da kazayla bir ilgisi var mıydı bilmek istiyordum. Bazen bazı şeyleri akışına bırakmak gerekirdi, Beklediğin şey sana gelmiyorsa belki de şansını zorlamamak en doğrusuydu. Teoride tabii ki… İş pratiğe gelince maalesef konuşmak kadar kolay olmuyordu bırakmak. Özellikle de kalbini adadıysan o şeye sahip olmak için elinden geleni yapmak istiyordun.

Arhan benim bütün çocukluğum demiştim, değil mi? Abim, kardeşim, en yakın arkadaşım, ilk aşkım… Birçok sıfata sahip olan birini kaybettiğinizde birden fazla kişiyi kaybetmiş gibi hissetmeniz normaldi sanırım. Ona duygularımı hiç açmamıştım, küçüktüm ve korkmuştum. Sinirlenmesinden, alay etmesinden, kalbimi kırmasından korkmuştum, oysa o korktuğum gibi biri değildi, böyle davranmazdı bana. Sakinlikle beni dinler, kalbimi kırmadan kendi duygularından bahseder ve kaldığı yerden devam ederdi. Ama dedim ya, küçüktüm ve korkmuştum. Yokluğu omuzlarımda yük olmuştu.

Hâlâ âşık olup olmadığımı bilmiyordum, seviyordum o kadardı. Bir de biz iflah olmayan insanlara ulaşılamayanlar hep daha çekici gelir, o yüzden ne hissettiğim konusunda soru işaretlerim vardı. Öyle ya da böyle bunlar umurumda değildi, sadece onu bulmak ve istiyordum.

Eve geldiğimde saat 19.00'a geliyordu. Babam işten çoktan gelmiş, yemek yemek için beni beklemişlerdi. Çalışmaya başladığımdan beri rutinimiz böyleydi. Üstümü değiştirdikten sonra hep birlikte masaya oturmuştuk. Babam çok uzun süredir bir itfaiye merkezinde çalışıyordu. Mesai saatlerinde olan olaylar genelde konuştuğumuz şeyler oluyordu. Zaman zaman garip ihbarlar aldıkları için aynı konuyu tekrar konuştuğumız hiç olmuyordu.

Bugün bir çocuk ağaçta kalmış ve dallar ince olduğu için kimse ağaca çıkmaya cesaret edememiş ve itfaiyeyi çağırmışlar. Bu olay babama benim küçüklüğümü hatırlattığı için gülerek anlatmıştı. Dört beş yaşlarındayken bahçemizdeki ağaç eve tek başıma çıkmaya kalkmıştım. Çok yaramaz ve sakar olduğumu göz önünde bulunduran ailem tek başıma çıkmama izin vermiyorlardı, birinin gözetiminde olmam gerekiyordu. Bir gün Arhan okuldayken gizlice evden çıkıp ağaca tırmanmıştım. Çıkarken hiç sorun yaşamamıştım, saatlerce ağacın tepesinde oyun oynamıştım. Annem beni aramaya başladığı için artık inmem gerektiğini düşünmüştüm. Ama nasıl olduysa ip merdiveni ağaca bağlayan halatlar sökülmüş, ağaçta mahsur kalmıştım. Annemin kızacağını düşündüğüm için sesimi çıkaramamıştım. Annem ve Sevil teyze her yerde beni ararken sonunda Arhan okuldan gelmişti. Nasıl olduğunu anlayamamıştım, birden ağacın gövdesine tırmanıp beni kurtarmaya gelmişti. Burada olduğumu nereden bilmişti sorduğumda cevap vermemişti ama beni çok iyi tanıdığını çok sonradan bu anım aklıma geldiğinde anlamıştım. Sonuç olarak korktuğum olmuş annem habersiz ortadan kaybolmama çok kızmıştı ama kurtarılmış olmam beni o kadar mutlu etmişti ki akşam sahile gitmeme cezama o kadar üzülmemiştim.

-

Haftanın en sevdiğim günüydü, tüm hafta sonu izinliydim ve aklımda bir şeyler vardı. Öğretmenler odasından çıkıp sınıfa doğru ilerlerken kapıda tek başına bekleyen öğrencimi gördüğümde adımlarım hızlanmıştı. Öğrencim Ece, Down Sendromluydu ve aynı zamanda fiziksel engeli de vardı. Buraya haftada iki gün, dört ders geliyordu. İki dersini benimle alıyordu, diğer iki dersinde de fizyoterapi görüyordu. Altı yaşındaydı ve dünyalar tatlısı bir çocuktu. Genelde annesiyle birlikte geliyordu ama bugün tek başına olduğunu görünce meraklanmıştım.

Ona doğru geldiğimi fark edince yüzünde bir gülümseme belirdi. Koşmaya çalışan hızlı ama bozuk adımlarla bana doğru geldi ve sımsıkı sarıldı. “Hoş geldin, güzellik, “ dedim gülümseyerek. “Tek mi geldin sen bakalım? “

Başını iki yana salladı. “Dayım getirdi beni bugün ama telefonla konuşmak için dışarı çıktı. “ dedi.

“Öyle mi? Tamam, o zaman biz sınıfımıza geçelim, dersimiz bittiğinde dayınla konuşuruz. “ dedim. Ece oldukça uyumlu bir öğrenci olduğu için lafımı ikiletmeden birlikte sınıfa girmiştik. Bugün geçirdiğim en verimli derslerden biriydi ki Ece için de aynısının olduğunu söyleyebilirdim. Bir sürü şey yapmıştık, hasta olduğu için gelmediği iki haftayı güzel bir şekilde telafi etmiştik. İki dersin sonunda birlikte sınıftan çıkıp veli bekleme odasına gitmiştik.

Ece elimi bırakıp bir adama doğru koşunca elim boşluğa düşmüştü. Sarıldığı adama baktım. Uzun boyluydu, kumral saçları orta boydaydı, rüzgardan olsa gerek dağılmıştı. Yeşil gözleri doğrudan bana bakıyordu, bu gözleri tanıyormuşum gibi hissetmiştim. Çenesinde bir dikiş izi vardı, bu pürüzsüz yüzündeki tek pürüzdü. Gözlerinin içine baktım. “Merhaba, “ diye mırıldandım. “Ece’nin dayısı, değil mi? “

Sakince başını salladı. “Arhan, “ diyerek elini uzattığında nefesimi tuttum. Tesadüf müydü yoksa evren bir şeyler mi söylemeye çalışıyordu?

Yutkundum. “Leyla, “ diye mırıldandım. Dudakları kıvrıldığında bu gülüşü tanımıştım. Bu gözleri, bu yüzü, bu adamı tanıyordum. Çok aramıştım, çok beklemiştim ve sonunda karşımdaydı.

-

Oluşturulma tarihi: 05.02.2024

Loading...
0%