55. Bölüm

48.Bölüm

BitterimKara RC
bitterimrjn

Merhabalar ben geldim.

Nasılsınız?

Okuyup yorumlarda buluşalım.

Oy vermeyi unutmayın.

Hatalarım var ise affola.

Keyifli okumalar.

Şarkı/Diyar / Keçe Dine

 

YAŞAMA SEBEPLERİM

 

Trabzon

 

Sabahın ilk ışıkları odaya vuruyor, gözlerimi kamaştırıyor demek çok isterdim. Ama gökyüzünü kara bulutlar kaplamış, dağların üzerinde bir sis bulutu olarak süzülüyordu.

 

Yatakta ikizlerle uyanmayı beklemiyordum. Kocamın sıcak kollarında uyanmayı, onun sıcak göğsünde gözlerimi açmayı çok isterdim. Ama kocam yerine baharın gözlerini fıldır fıldır açan Hazar ve Hazal bakıyordu.

 

Üç aylık olan bebeklerim artık ses çıkarıp etrafına neşe sanıyorlardı. Hazal, bütün cilveliği ile bana göz kırparken, Hazar’ın bakışları babası gibi ciddi bakıyor, bir elini ağzına almış, ayakları havada hareket ediyordu. İkisini yan yana koyup yatırmış, etraflarına da yastıktan barikat kurmuştu Siyam.

 

Ama kendileri burada yoktu. Hafifçe yataktan doğruldum. Ayaklarımı kalçamın altına koyarak ikizlerin üzerine eğildim. İkisini de öperek, koklayarak sevdim.

“Oh, cennet kokulum.”

Önce Hazar, ardından Hazal’ın boyun girintilerinden öptüm.

 

Cazgır olan Hazal, iki eliyle saçlarıma yapıştı. Çekiştirerek saçımı ağzına alma peşindeydi.

“Hazal, bırak saçımı annem.”

Kendince has sesler çıkaran kızımın saçlarımı güçlükle de olsa minik parmaklarından kurtardım.

 

Sert bakışlarımı, babasının aynı göz renginde olan gözlerine diktim. Minik göbeğini gıdıklayarak,

“Seni küçük cadı, anneye yapılır mı bu?”

deyip nenemin giydirdiği çiçekli şalvarlı poposuna vurarak sevdim.

 

“Biraz Hazar’dan feyz alsana küçük hanım. Ama yok, bütün cilve bir babasına.”

Minik ayaklarından öptüm. Nenemin giydirmiş olduğu el emeği patikler ve yelekle tam Karadeniz kızı olmuştu.

 

“Oğlum, yakışıklım benim, mavişim.”

diyerek onu da sevip topuklarından ısırdım. Onları öyle çok seviyordum ki bazen nazarım değecek diye korkuyordum.

“Babanız nerde bakim? Sizi yanıma yatırıp çıkmış.”

Yataktan doğruldum. Üzerime sabahlığımı aldım. Seyhan’ın istemesinden sonra Siyam’la çocukları alıp Trabzon’a gelmiştik ve hafta sonu dönecektik.

 

Burayı o kadar çok özlemiş olduğumu adım attığımda anladım. İki haftadır burada, Trabzon’da, nenem ve dedemin yanındaydık. Nisan ayına girmemize rağmen havalar bir hayli soğuktu.

 

İlk haftayı biz bize geçirmiştik. İkinci haftamızda Göktuğ ve Eleni aramıza katılmışlardı. Nenem ve dedem bu kalabalıktan pek memnunlardı. İkizlerle oynamak onlar için bir keyifti. Göktuğ ve Eleni, hiçbirimize haber vermeden kendi aralarında nikâh kıymış ve evlenmişlerdi.

 

Okulu aynı yerde okuyup son bitirmiş ve artık kesin dönüş yapmışlardı. Başta dönmek gibi bir planı olmayan Göktuğ, benim de burada olmam ve dedemle nenemin yalnız kalmalarına gönlü razı gelmediği için Kanada’da aldığı iş teklifini kabul etmeyip Trabzon’a dönme kararı almış. Eleni’den ayrı kalmak istemediğini kıza söyleyip yıldırım nikâhı kıymış ve kolundan tutup nenem ve dedemin karşısına çıkarmıştı.

 

Kız arkadaşından haberdar olan nenem ve dedem, ama evlendiklerini söylediklerinde az kalsın yüreklerine iniyordu. Nenemin tansiyonu, dedemin şekeri fırlamış; zor düşürüp sakinleştirmiştik.

“Poh yiyenun uşağı, ne halt ettun, kıza nikâh bastun? Irz düşmanı!”

diye bağırmıştı dedem.

 

“Dede…” diyen Göktuğ’a,

“Kapa o sıctuğumin ağzuni!”

diyense bu defa nenemdi.

“Ben saa düğün dernek kuracatum ama gel gör ki deyyus bizi takmadan evlenmuş. Yazuklar olsun saa, defol git, gözüm görmesun seni!”

diyerek resmen evden kovmuştu.

 

Yüzsüz olan kardeşim, Eleni’nin elinden tutup,

“Hadi öp nenem ve dedemin elini, sonra odamıza gidelim. Çok yorgunum.”

deyip ona söylenen hiçbir şeyi takmamış, hatta daha çok onları sinir eden kelimeler kullanmıştı.

 

Ta ki dedem gidip tüfeğini alıp gelene kadar.

“Seni vururum kocari, atmayasun sinurum. Sıcturtma ağzuna, babası kılıklı!”

deyip Göktuğ’un iki bacak arasındaki boşluğa sıkmıştı.

 

Bu hâllerine keyifle gülen kocama ters bakışlarımı sunmayı ihmal etmemiştim.

 

Göktuğ, Eleni’nin elini tuttuğu gibi koşar adımlarla merdivenlere koşmuş, kendilerini odalarına kilitlemişlerdi. Nenem ve dedemi sakinleştirmek bize kalmıştı.

 

Akşama kadar odalarında kalıp, yemek saatinde inmiş ve sakinleşen dedem ve nenemin ellerinden öpmüşlerdi. Sonra da ikisini bağrına basmışlardı. Duyduğum sesle pencere kenarına iliştim. Perdeyi kenara çekip bahçeden gelen sese baktım. Dedem, karşısına almış olduğu Göktuğ ve Siyam’a elindeki kürek ve baltayı uzatıyordu.

 

“Dede, ağa milleti be bilsin bahçe işinden, odun kırmaktan.”

diyen kardeşim, kocama kendince laf atıyordu. Pencereyi açıp başımı dışarı çıkardım ve onlara bakmadan başımı yatakta kendi hâllerinde olan Hazar ve Hazal’a çevirdim. Etrafları yastıklarla dizili olduğu için biraz olsun içim rahattı.

 

“Anamızın karnında ağa olarak doğmadık her hâlde.”

diyen kocamdı.

“Ya da doğmuş olabilirim.”

dedi tekrar. Dudaklarım kendiliğinden kıvrıldı.

“Bak, kendin diyorsun enişte.”

Kocamla uğraşmayı pek seviyordu canım kardeşim.

 

“Ağa doğduk diye bu işleri yapmadığımı nereden biliyorsun, Göktuğ?”

Göğsünü kısa kollu tişörtünün içinde kabartmış, bütün kasları belirgin hâle gelmişti. Altında aynı tişörtün renginde siyah eşofman altı vardı. Kol kasları, tuttuğu baltayla daha gerilmişti.

 

Göktuğ’un üzerinde ise gri bir eşofman ve üst vardı. Sağ olsun, Kanada’da kaldığı sürece bir vücut yapmış, kocamı geçecek duruma gelmişti.

 

“Pek o tip yok sende enişte.”

Dedi Hazal’ın sesiyle pencereden uzaklaştım. Yatağa vardım.

“Bir dinletemedin kızım.”

diyerek ona baktım. Beni gördüğü an kollarını ve bacaklarını hareket ettirip çığlık attı. Hazar ise sessizce duruyordu.

 

“Çok fenasın küçük hanım.”

Bana cilveli bakış atmakla yetindi.

“Akıllı yakışıklı oğlum, ikizinden biraz öğrensen şu cilveyi. Ama yok, sadece benim göz renklerimle baba bakışı atıyorsun.”

dedim, ikisinin göbeklerine birer öpücük attım.

 

“Uslu uslu durun, bir banyoya girip elimi yüzümü yıkayayım, sonra aşağı babaya ineriz.”

Onlara arkamı dönüp hızlı bir şekilde banyoda işlerimi halledip odaya geldim. Hazar ve Hazal ses çıkarıp duruyorlardı.

 

Hızlı bir şekilde benim eski odamdaki dolaba yerleştirdiğim yüksek bel bir kot pantolon, üzerine mavi V yaka salaş bir kazak giyindim. Saçlarıma mavi bir taç taktım. Yüzüme nemlendirici ve bir ruj sürüp ikizlere ilerledim.

 

İkizlerin altını değiştirip Hazar’a, mavi, önünde ayıcık deseni olan tulumu giydirdim. Patiklerini de giydirip siyah kısa saçlarını düzelttim.

 

Nenemin ördüğü krem ceketi giydirince paşam hazırdı. Boynuna bir öpücük bıraktım. Ardından Hazal’a döndüm. Onun için hazırladığım buz mavi elbiseyi giydirdim. Eteğinde minik kelebekler vardı. Altına beyaz külotlu çorap giydirip beyaz patiklerini de üzerine geçirdim. Minik sarı tutamlarına benim taç bandanamı taktım.

 

Beyaz yün ceketini giydirince, oğlum da kızım da hazırdı. Hazal’ın boynundan da öptüm. Odanın kapısı çaldı.

“Gel.”

dedim. Eleni, tüm neşesiyle gülümseyerek kapıyı araladı, başını uzattı.

“Müsait misin, Açela abla?”

diye sordu. Türkçeyi yarım aksanla konuşuyordu.

 

Ailesi Batum’da yaşıyordu. Babasını erken yaşta kaybetmiş, annesi ve teyzesiyle yaşadığını söylemişti. Annesi, öncelikle evlendiklerine çok karşı çıkmış, öyle söylemişlerdi. Önce Göktuğ ile onlara bilgi vermiş ve onları kabul edene kadar orada kaldıklarını söylemişlerdi. Biz gittikten sonra annesi ve teyzesi bizimkilerle tanışmaya geleceklerdi.

 

“Gel canım.”

deyip içeri davet ettim. Sarı omuzlarındaki saçlarıyla sallana sallana yanıma geldi.

“Bebia (büyükanne) yardım etmemi söyledi.”

dedi. Neneme bebia, dedeme kendi dilinde babua diyordu.

 

 

“İyi ettin. Ben de nasıl ineceğim diye düşünüyordum. Sen Hazar’ı al, ben Hazal’ı alayım.” dedim. O, Hazar’ı dikkatlice kucağına aldı. Kendi dilinde bir şeyler söyledi.

“Magram sen dzalian simp’atiuri khar.” (Ama sen çok yakışıklısın.) dedi ve minik ellerine öpücük kondurdu.

 

Oğlum, güzel yengesinin kucağında olmaktan pek memnun bir şekilde dışarı çıktılar. Ben de Hazal’a uzanıp,

“Gel bakalım, Hazal Hanım.”

Kucağıma aldığım gibi dudakları kıvrıldı.

 

“Yerim seni, cilveli şey.”

Birlikte odadan çıktık. Eleni ve Hazar ortalıkta görünmüyordu. Hazal ile birlikte aşağıya, dikkatli bir şekilde merdivenlerden indik.

 

“Bebia, bırak da biraz seveyim.”

Duyduğumuz sese doğru salona geçtik. Nenem, Hazar’ı Eleni’nin kucağından almış, dizlerine oturtup seviyordu. Ters bakışlarını Eleni’ye çevirmişti.

“Çok istey san, get kenduna yap bir uşak.”

diye kıza kızdı.

 

“Bebia, çok ayıp.”

dedi utanarak.

“He ayıp, herkesten gizli evlenunce ayıp değil, uşak yap deyince mi ayıp?”

dedi nenem. Gülerek onlara yaklaştım.

“Nene, demesene öyle, utanıyor kız.”

Hazal’ı Eleni’nin kucağına bıraktım.

 

“Sen sus, git çağır deden olacak adamı ve kocan kardeşini. Kahvaltı öğleni buldu.”

diye beni de araya kaynattı.

“Nene, nedur ha bu sinur?”

dedim gülerek. Hâlbuki daha saat sekiz bile olmamıştı.

 

“Sıçturtma sinirune, git çağur onları.”

Hızlıca odadan çıktım.

“Fuşki yiyenun uşağı, yesun nenen seni.”

diye seviyordu Hazar’ı. Onları ardımda bırakıp dış kapıya ilerledim.

 

Kapıyı açıp balkondan bizimkilere baktım. Siyam, kaslı kolları ile odun kırıyor; Göktuğ toprağı çapalıyordu. Dedem ise bir oduna oturmuş, onları izliyordu.

 

“Güzel yap, Göktuğ.”

dedi dedem.

“Daha nasıl yapayım, dede?”

diye yakındı Göktuğ.

“Ağa adama laf atacağına kendun yaptuğuna bak.”

Siyam bu sözlerle dudaklarını kıvırdı.

“Ne oldu? Az önce laf atıyordun. Ne oldu, uşağım, beceremedun mi?”

Şive katarak konuşan kocama kahkaha attım.

 

Sesimle üçünün bakışı bana döndü. Kocam olacak herife aşırı yükseldim.

“Şiveni yerum senun.”

dedim gülüşümün arasında.

 

“Efulim, gülme böyle da.”

Dedemden de gram çekinmiyordu sevdiğim.

 

“Hadi gelin kahvaltıya, yoksa nenem bizi baltalayacak.”

dememle Siyam baltayı, Göktuğ küreği fırlatıp eve doğru koştular.

“Poh yiyenlerin uşakları nasul da kaçayiler.”

diyerek ayaklanıp peşlerinden geliyordu.

 

Göktuğ içeri koşarken sevgili kocam bana doğru geldi. Arkasına baktı, dedemin ağır adımlarla geldiğini görünce hızlı bir şekilde dudaklarımdan bir öpücük alıp,

“Şimdi günüm aydın. Yaşadığımı anladım.”

Bir gözünü kırpıp geri çekildiği gibi o da içeri geçti.

 

Şaşkın ve alık bir hâlde beni ardımda bırakarak,

“Neye sırıtıyorsun?”

diyen, yanı başımdaki dedemle kendime geldim.

“Hiç.”

dedim ve onun yanağına uzanıp sulu bir öpücük bıraktım.

“Yakışıklı dedem.”

Elini belime attı.

“Yürü, deli kız.”

Gülerek ikimizi de içeri doğru ilerletti.

 

Çok seviyordum. Ailemle burada olmaktan çok mutluydum. Huzurdu burası.

 

 

---

 

Mardin

 

“Leyla, Mecnun oldum. Neredesin?”

diyordu kapısında bekleyen Robar. Tam yarım saattir evlerinin kapısında bekliyordu. Düğün tarihleri yaklaştıkça heyecan ve stres basıyordu Robar’ı.

 

Bugün de düğün alışverişine gideceklerdi. Leyla’yı almak için gelmişti. Annesini, Dicle ve Zelal’i de alarak çarşıya bırakacaktı Demir. Robar da Leyla ve annesini bekliyordu. Onları alıp çarşıda buluşacaklardı, tabii nişanlısı ve annesi gelebilirse.

 

Arabadaki radyoyu açıp, sevdiğini çalan şarkıyla beklemeye başladı.

 

Hozan Diyar / Keçe Dine

 

Keçê ji bona te ez dîn im – (Kız, senin için deliyim)

Kilama li ser te datînim – (Adına şarkılar bestelerim)

Çavên xwe li te digerînim – (Gözlerim hep seni arar)

Bawernakim te bibînim – (Seni bulacağıma dair ümitsizim)

 

Sibê nîvro ber êvarê – (Sabah, öğlen, akşama doğru)

Hêviya te me binê darê – (Ağacın altında seni beklerim)

Gava tu hatî bibînim – (Geldiğini gördüğümde)

Dil û nav têne xarê – (Kalbim ve içim erir)

 

Dibêm were çima nayê – (Gel diyorum, neden gelmezsin)

Tu kevoka vê dinyayê – (Bu dünyanın kekliğisin)

Ser te ewr e nabe sayê – (Üstünde kara bulutlar, gölgen yoktur)

Tu ji hêlîna xwe dernayê – (Sen yuvandan çıkmazsın)

 

Şarkı son sözlerini bulurken arabanın kapısı birden açıldı. İrkilen Robar, açılan kapıya ve kendisinden önce gelen sevdiğinin kokusuna döndü; koku arabayı doldurdu. Annesi arka kapıyı açıp girdi. Leyla da Robar’ın yanına oturdu.

 

“Kusura bakma, çok beklettik mi?”

dedi Leyla. Derin bir iç çekip Leyla’nın güzelliğinde kısa da olsa kayboldu.

“Sen yeter ki bana gel, ben bir ömür beklerim.”

diyen Robar’a baktı Leyla.

 

Arkadaki kayınvalidesini bir an unutan Robar, Leyla’ya uzanıp dudaklarını öpecekken duyduğu öksürük sesiyle kendine gelip hızlıca geri çekildi. Leyla, bakışlarını kaçırıp alt dudağını dişleri arasına alarak gülmemek için ısırdı.

 

“Hoş geldin, Behiye anne.”

diyerek kayınvalidesine baktı.

“Hoş buldum oğlum. Geç kaldık, kusura bakma. Hemen çıkalım, annenlere ayıp olmasın.”

dedi Behiye Hanım. Telaştan koşuştururken elinde tuttuğu un kovası kayıp tüm mutfağı una bulamış ve temizlerken gecikmişlerdi.

 

“Önemli değil, Behiye anne. Birkaç dakikaya orada oluruz.”

deyip arabayı çalıştırdı. Dediği gibi on dakika sonra annesigilin olduğu mağazanın önüne varmışlardı.

 

Demir, annesigili bırakıp gitmişti. Onlara eşlik edecek olan Robar kalmıştı. Durduğu arabadan önce kaynanası indi.

“Robar, çok heyecanlıyım.”

dedi Leyla.

“Gel de bana sor. Her an kafayı yiyebilirim. İki hafta sonra seninle aynı evi, aynı yatağı paylaşacağım ve bu fikirle kendimi kaybediyorum.”

dedi.

 

Leyla’nın yüzünü kocaman bir gülümseme kapladı. Arabadan inen annesine baktı. Mağazaya girdiğini görünce Robar’a dönüp dudaklarına bir buse bıraktı.

 

“Seninle olan her detayı çok seviyorum.”

dedi ve geri çekilip arabadan indi. Peşinden Robar da inip arabayı kilitledi, Leyla’nın yanına vardı. Eline uzanıp parmaklarını kendi parmakları arasına alarak birlikte alışveriş yapacakları mağazaya girdiler.

 

İçeri girince Ayfer Hanım, Behiye Hanım, Dicle ve Zelal oturmuş, gelin hanımı bekliyorlardı. Gelinlik alışverişini Açela ile Trabzon’a gitmeden önce halletmişlerdi.

 

Açela Mardin’de olmadığı için geri kalan alışverişe katılmamıştı. Leyla, Ayfer Hanım’ın elini öpüp sarıldı. Bu sarılmayı ve çoğu şeyi başlarda Açela’dan esirgemişti; bunun pişmanlığını en çok bu anlarda yaşıyordu. Ona da böyle davranmayı çok isterdi ama Ayfer Hanım’ı o zamanlar içini kabullenemeyen bir öfke ve nefret doldurmuştu.

 

Leyla’ya ve Dicle’ye o yönünü göstermemiş, kendini Açela’ya affettirmişti. Açela, gelinin çok güzel ve kocaman sevgi dolu bir kalbi vardı. Sevgisiyle, saygısıyla Ayfer Hanım’ın kin ve öfkesini yenmiş, yerine sevgiyi ekmişti.

 

Leyla, Ayfer Hanım’dan sonra Zelal ve Dicle’ye sarıldı ve ardından askıda duran kıyafetler arasında kendine yakışan birkaç parça seçip denedi. Her biri ayrı ayrı güzeldi. Leyla’nın giydiği her elbisenin içinde tutku ve aşkla eriyordu.

 

Denediği kıyafetleri kasaya götürüp hesabı ödedi Robar. Ardından iç giyim ve altın alışverişini yaptılar.

 

Yorgunluktan bitap düşen alışveriş ekibini Robar restorana götürdü. Önce yemek yediler, ardından Jehat’ı arayıp annesi ve küçük yengesini eve götürmesini istedi.

 

Demir gelip Zelal’i almıştı.

 

Robar ise Leyla ile annesini eve bırakmak için yola koyuldu. On beş dakika sonra yeniden Leyla’nın kapısının önünde durmuştu.

 

“Sağ ol, oğlum.”

deyip Behiye Hanım inmişti.

“Anne, sen geç. Benim Robar’la birkaç işim var.”

dedi. Annesi onaylayarak eve geçti.

 

“Hadi bakalım, Robar Bey, nereye gidiyoruz?”

Robar’a dönmüştü.

“Sürpriz, bebeğim.”

Bir gözünü kırpıp arabayı çalıştırdı.

 

“Ya Robar, ama ben meraktan ölürüm.”

dedi nazlı nazlı.

“Az sabret, Leylam.”

Arabanın gazını kökledi ve yirmi dakika sonra merkezden çok uzak olmayan, iki katlı, küçük ama çok güzel bir evin önünde durdular.

 

Konak kalabalıktı ve Robar orada kalmak istemiyor, karısıyla birlikte kendi yuvalarında, kendi çatıları altında olmak istiyordu.

 

“Burası neresi, Robar?”

dedi meraklı gözlerle bakarak önünde durduğu eve. Arabadan inen Robar’a Leyla da eşlik etti; onunla birlikte inip yanına vardı.

 

Cebindeki anahtarı çıkaran Robar, Leyla’nın elini tutup avucuna bıraktı.

“Burası bizim, seninle yaşayacağımız evimiz.”

dedi. Ona şaşkın bakan ela gözlerin içine tebessümle baktı.

 

“Robar… Bu gerçek mi? Biz… biz konakta kalmayacak mıyız?”

diye sordu titreyen sesiyle.

“Hayır, güzelim. Orada yaşamayacağız. Babamla konuştum ve tercihi bana bıraktı. ‘Siz nerede, nasıl oturmak istiyorsanız; size nasıl uygunsa öyle yapın.’ dedi. Bu evi de bizim için aldım.”

demesiyle Leyla kollarını boynuna doladı.

“Teşekkür ederim. Konağı ve konaktakileri seviyorum ama bize ait bir evde oturmak daha güzel.”

dedi Leyla.

 

Saçına bir öpücük konduran Robar,

“Hadi gel, evimizi gezelim. Bakalım beğenecek misin?”

diyerek Leyla’nın elini tuttu, eve doğru ilerlediler.

 

Leyla, kapının önünde durup anahtarı yuvasına yerleştirdi, kilitli kapıyı besmele çekerek açtı. İçeri girmeden dua okuyup öyle el ele girdiler.

“Rabbim, huzurla, sağlıkla yaşamayı nasip etsin.”

dedi.

“Amin, bebeğim.”

dedi Robar.

 

Bahçeden içeri girince ilk onları karşılayan, Mardin taşlarından yapılmış süs havuzu oldu ve içinde bir aslan figürü vardı. Çok güzel ve özel tasarım bir heykel olduğu belliydi.

 

“Tuttuğum takımın sembolü evimizin girişinde olsun istedim. Hayallerimin arasındaydı.”

Robar, sevdiği kadının yüzüne tebessümle bakıyordu.

“Çok beğendim. Başka ne hayallerin vardı, Robar Bey?”

 

Elini bırakmadan evin içine girdiler.

“En büyük hayalim sendin. Şimdi hayali gerçekleştiriyoruz; aynı evde.”

dedi. Evin girişi büyük bir alana açılıyordu. Kocaman bir portmanto vardı; rengi taş duvarları aratmayan krem rengindeydi. Yerler taş döşemeydi, Mardin’i buram buram yaşatıyordu. Mutfak ahşap renkli dolaplar ve ortada kocaman bir ada tezgâhla donatılmıştı. Salon ise şık, ahşap ve oyma desenli dolaplar ile krem koltuklardan oluşuyordu. Üst katta ise bir yatak odası, iki çocuk odası ve bir de misafir odası vardı.

 

“Robar, bayıldım bu eve. Burada sadece bize ait olan bir alan olacak. Sen, ben ve çocuklarımızın sesleriyle dolacak bir ev, yuva.”

dedi ve sıkıca sarıldı Robar’a.

 

“Şükrüm ve duamsın, Leyla. Kabul olan duam.”

deyip kollarını ince beline doladı. Boynuna gömülüp aldığı lavanta kokusunu içine çekti.

“Seni çok seviyorum, kabul duam.”

dedi Leyla.

 

“Rabbimin güzel armağanı… Çok seviyorum seni.”

dedi Robar.

 

Hayatlarına attıkları yeni adımda umutları, mutlulukları ve gelecekleri vardı.

 

 

***

 

 

--

 

Trabzon

 

Ve o gün gelmişti. Ayrılık vakti. Hiç istemesem de artık evim bildiğim Mardin’e, evime gitmenin vakti gelmişti.

 

Göktuğ ve Siyam valizleri arabaya yerleştirmiş, bizi bekliyorlardı. Çocukları pusetleriyle araba çocuk koltuğuna yerleştirmişlerdi. Yolculuğumuzu yine arabayla yapacaktık. Geldiğimiz gibi araba yolculuğuyla dönecektik.

 

Nenemin elinden öpüp sıkıca sarıldım.

“Kendine ve dedeme dikkat et, olur mu?”

dedim ve yanaklarından öptüm.

“Sen de kendine ve çocuklarına dikkat et.”

dedi, saçlarımı okşayıp iki yanağımdan öptü.

 

Geri çekilip dedeme yöneldim.

“Nenemin sözünü dinle dede, üzme kadını ve kendine çok dikkat et, olur mu?”

dedim. Onun da elini öpüp sarıldım.

“Açela’m, güzel kızım, ballı torunum… Allah’a emanet olun.”

dedi, alnımdan öptü. Gözlerim dolu dolu onlara baktım. Kıymetlilerimdi kendileri. Ailemden geriye kalan tek onlardı.

 

Eleni’ye de sıkıca sarıldım.

“Senin dediğin gibi bebia ve babua sen ve Göktuğ’a emanet. Onlara iyi bakın, olur mu?”

dedim.

 

“Aklın burada kalmasın. Gözüm gibi bakarım onlara.”

dedi yeni gelin.

“Teşekkür ederim.”

dedim.

 

Göktuğ, en değerli varlığım…

“Küçük şempanzem büyüdü, evlendi. Koca adam oldun. Annem ve babam yaşasaydı seninle gurur duyarlardı. İyi ki benim kardeşimsin, kıymetlisin. Seni çok seviyorum. Nenem ve dedem size emanet.”

deyip sıkıca sarıldım.

 

Babam kokuyordu. Babamın kokusunu sürüyordu ve ne zaman sarılsam babam gibi kokardı. Saçlarıma derin bir öpücük kondurdu.

“Yaşama sebebim, ablaların gülü, canımın içisin. İyi ki varsın.”

dedi, bir kez daha saçlarımdan öptü.

 

Kollarından ayrılıp dördüne baktım. Ailemin dört parçasına,

“Allah’a emanet olun. Kendinize dikkat edin.”

deyip arabaya dolu gözlerle bindim. Siyam da vedalaşıp şoför koltuğuna bindi ve arabayı çalıştırdı.

 

Arabanın arkasında kalan ahşap eve, gözden kaybolana kadar baktım. Araba yola çıkana kadar gözyaşlarım durmamıştı.

“Kurban olduğum, ardımızda bir okyanus gözyaşı bıraktın. Ağlama, içim acıyor sen ağlayınca.”

Bana üzgün bakışlarla bakıyordu.

 

“Birazdan geçer, ağlamam.”

dedim, küçük bir çocuk gibi daha çok ağlamaya başladım. Benimle birlikte Hazar ve Hazal da ağlayınca Siyam ne yapacağını bilemedi.

 

“Birdiniz, oldunuz üç.”

diyerek arabanın dörtlüsünü yakıp kenarda durdurdu. Kemerini açıp benimkini de açtığı gibi göğsüne çekti. Saçıma, yüzümün her bir yerine sayısız öpücük bıraktı.

“Kurban olurum döktüğün her gözyaşına. Ağlama benim güzelim, canımın içi, canımın canı.”

deyip belimi okşadı, saçlarımı özenle okşadı, öptü. Ta ki sakinleşene kadar benimle ilgilendi.

 

Kendimi iyi hissedince kucağından ayrılıp arkada ağlayan ikizlere baktım. Hazal susmuştu ama Hazar ağlıyordu. Onu kucağıma alıp,

“Ağlama oğlum. Ağlama paşam.”

dedim. Az önceki ağlamadan dolayı sesim kısık ve boğuk çıkmıştı.

 

Siyam bize bakarak dudaklarını kıvırdı.

“Nasıl güzel bir mucizesiniz? Ölürüm size. En büyük hediyem, armağanımsınız.”

deyip önce benim dudaklarımdan öptü.

“Yaşama sebebimsin kadın.”

dedi.

“Nefesim oldunuz.”

deyip Hazar’ın başından ve Hazal’ın alnından öptü.

 

Derin bir iç çekti ve arabayı yeniden çalıştırdı. Mardin’e yolculuğumuz böylelikle başladı. Sağ göğsümü çıkarıp Hazar’ın yemek arayan dudaklarına götürdüğüm gibi yapıştı.

 

Ailem, yaşama sebebim onlardı. Kocam ve evlatlarım… Onların varlığı paha biçilmez birer mücevherdi yaşamda.

 

 

 

Evettt bir bölümün daha sonuna geldik.

Finale son iki bölüm.

onlardan ayrılmak çok zor geliyor.

buruk bir şekilde yazıyorum.

bölüm hakkında düşüncelerinizi alayım.

Yeni bölümde görüşmek dileğiyle kalın sağlıcakla.

Bölüm : 14.12.2025 00:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...