1. Bölüm “Yüzbaşı Kurt.”
'Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?' demiş Şems-i Tebriz’i...
Bende değişime teslim olmayı tercih ettim. Evdeki düzenim bozulalı 5 yıl olmuş bende o bozuk düzene dayanamayıp zorunlu görevim için önce Sivas'ta görev yaptım. Şimdi ise yolum Hakkari'ye düşmüştü. Eski sevgilim ve kuzenim Ayaz'la ayrılalı çok olmuş onu komple unutmak için gittiğim Sivas bana ilaç gibi gelmişti. Açıkçası hayatımda yaptığım en büyük saçmalık kuzenimle yaşadığım sözde ilişkiydi. Bu saçma ilişki en son aldatılmayla sonuçlanmıştı. Ne kadar şaşırtıcı değil mi? Sivas'taki görevimi bitirdiğimde eve dönmek için heyecanlıydım. Evime döndüm huzurlu yuvama.. ama burada da huzurum yine kısa sürmüştü. Aslında tam toparlandım derken babamı kaybetmek beni bir kez daha yıktı.
Küçüklüğümün hem aşkı hem de kabusuydu babam. Dengesizdi, genel olarak harika anılarımız vardı. Daha acım tazeyken evden gitmek istemesem de mecbur kalmıştım. Babamı düşündüğüm an gözlerime inen göz yaşlarımı hafiften silip güçlü görüntüme geri döndüm.
"Adınız?"
"Defne, Defne Mutlu."
Askeri lojmanların önünde valizimle bekliyordum. Taksiden yeni inmiştim. Asker önündeki listeye bakıp bana anahtarımı verdi.
"Hoş geldiniz doktor hanım. Hüseyin sana eşlik etsin."
Adının Hüseyin olduğunu öğrendiğim asker ben daha itiraz edemeden elimden valizi aldı ve benim eşlik etmem için eliyle önünü gösterdi. Birden "Başınız sağ olsun." diyen Hüseyin ile bakışlarımız buluştu. Babam burada daha önce görev yaptığı için askerler arasında biliniyordu. Ne diyeceğim belliydi, bu cümleyi her asker çocuğu bilirdi. Babamı ilk kez üniformayla gördüğümüz zaman babamın bize öğrettiği ilk cümle buydu. Biri bir gün ondan için başınız sağ olsun derlerse cevabınız bu olsun demişti. Vatan sağ olsun...
"Vatan sağ olsun."
Dairemin önüne geldiğimde Hüseyin valizimi kenara bırakıp başıyla selam verdi ve gitti. Evin içine girdim. Üstü kapalı koltukların üstünü dahi açamadan koltuğa oturdum. Yarından itibaren göreve başlayacak bir doktor olarak bugün hem evime yerleşmeli hem de dinlenmeliyim. Diğer türlü zor yetiştiririm. Valizimi açıp ilk olarak en üstte duran babamın fotoğrafını elime aldım.
"Çok yorgunum baba... Buraya seninle gelmek isterdim. Sivas'a beraber gittiğimiz gibi..." Etrafa bakıp bir çekiç buldum. İlk işim babamın fotoğrafını evime asmak oldu. İşte şimdi bu evi benimseyebilirim. Ne de olsa bu evde aile var. Diğer duvarın arkasına girdiğimde buranın mutfak olduğunu gördüm.
"Güzel çok büyük değil ama açık konsept... Uff bütün hamsi kokusu oturma odasına gider." Valizimi alıp yatak odasına ilerleyip, girdiğimde beyaz örtülü yatağı umursamadan dolabımı açıp yere oturdum. Kıyafetlerimi tek tek yerleştirdikten sonra yatağın örtüsünü kaldırıp yeni nevresimimi serdim.
Saat gece yarısını geçtiğinde yerleşme işlemim de bitmişti. Hızlı bir duş alıp odama geçtim. Sabah erkenden gideceğim karargahın konumunu kontrol edip uyudum. Sabah gözlerimin tekini aralayıp etrafa baktım. Güneş gözümü alıyor. Güneş gözümü alıyor?! Saat kaç? Siktir nasıl olur da geç kalırım off!
Yatağımı düzeltmeye dahi vaktim yoktu o yüzden yatağımı öyle bırakıp giyindim. İspanyol paça siyah pantolonumun üstüne kazağımı giydim. Hava her ne kadar güzel de olsa soğuktu. Boşu boşuna hastalanmak istemem. Mutfağa ilerlediğimde çantamın içine fırlattığım telefonum çalmaya başlamıştı. Bir yandan telefonum çalıyor bir yandan da tostumu hazırlıyordum. Bıçağımı bırakıp hızlıca mutfaktan çıktığım gibi çantamın içinden telefonumu alıp açtım.
"Nasıl geçti gecen? Dur tahmin edeyim hoparlördeyim ve sen geç kaldın." Telefondan gelen kardeşimin sesiyle onu haklı çıkardığım ana bir tur sövme isteğim kabarmıştı. Onun görmeyeceğini bilsem de göz devirmeden edemedim.
"Hızlı bir kahvaltıya dahi vaktim yok Defin. Karargahta hangi günler olacağımı öğrenmem lazım. Albay ile tanışacağım."
"Sakin ol ve şu tostunu ye. İki saattir sadece elinde tutuyorsundur kesin." Elimde tuttuğum tostuma baktığımda Defin’in yine haklı çıkmış olması sinir bozucuydu.
"Ya tamam da arabamı yollayabilecek misiniz siz onu söyleyin bana?" Hızlıca üste çıkmaya çalıştım. Defin bunu anlayacaktı elbette ama umrumda değil.
"Kızım tamam hafta sonu gelir işte." Ufak mırıltılarla mızırdandığımı Defin duyuyordu. Annemi sormadan kapatmak istemediğim için kapatmadan hemen önce annemi sordum. "Annem nasıl?" Defin sıkıntıyla iç çektiğinde durumların hala iyi olmadığını anlamıştım.
"Hepimiz nasılsak öyle. 6 ay oldu, alıştı biraz." Annemi bırakmak istememiştim aslında ama yapacak bir şeyim yoktu. Defin de yarın bir gün evden gidecekti zaten. Tekrardan Diyarbakır’a geri dönecekti. "Dikkat edin olur mu? Bak hastalanma potansiyelleri yüksek." Annemin babamdan sonra rahatsızlanması hepimizi onun yakınında durmamız konusunda tetiklemişti. Kalbi ağrıyordu, göğsüm sıkışıyor diyordu. Daha önce Nehir teyzemin kalp hastalığı da aklımıza geldiğinde annem için endişelenmemiz çok normaldi. "Merak etme, Güney amcam onu sıkı kontrol ediyor.” Neyse ki Defin haklı. Güney amcam kalp doktoruydu. Profesör Doktor Güney Mutlu… Karısını kurtarmak için kalp damar cerrahisinde uzmanlaşmayı seçen harika adam.. “Hadi kapat da git şu karargaha." Defin’in telefondan gelen sert sesi ile irkilip telefona baktım.
"Döv bir de?"
"Az kaldı yaptıracaksın."
"Tamam da gidiyrım. Ne riv riv ettın."
Evden çıktığımda karargaha gitmek için taksi çevirdim. Ah minik kızım burada olsaydı hızlıca giderdim. Tamam çok da minik bir aracım yoktu ama en azından rahat ederdim.
"Alay komutanlığına gidiyoruz amca."
"Asker yari misin? Pek aceleci gördüm seni de." Çantamın içinde görev kağıdımı arıyordum. Umarım bir salaklık yapıp evde unutmamışımdır. Zaten geç kaldım, bir de eve dönmek fazla vakit kaybı olacak.
"Ha yok amca ben iş için gidiyorum. Asker yareni mi tövbe, mümkün olduğunca uzak olsun."
Alay komutanlığının önünde indiğimde amcaya parayı uzatıp gitmesini umursamadan turnikeye döndüm. Çantamdaki belgeyi kapıdaki askere uzattığımda asker belgemi kontrol edip turnike sistemini açtığında içeri girdim. Asker güvenlik amacıyla çantamı ve üstümü aramış ardından da telsizle içerideki askerlere adımı ve görüşeceğimi belirtmişti. Albayın odasına kadar bana eşlik edecek olan asker bana içeriyi gösterip ardımdan gelmişti. Kapıya kadar eşlik edip benden önce kapıyı çalıp içeri girmiş, aralık kapıdan adımı söyleyip geldiğimi belirtmişti.
"Komutanım Doktor Defne Mutlu geldi."
"Al içeri." Asker tekrardan çıkıp bana izin verdiğinde güler yüz takınıp içeri girdim. Albay beni ayakta karşılamıştı, elimi sıktı ve oturmam için koltukları gösterdi. Koltuğa geçip oturdum. Kocaman oda babamın odasına benziyordu. Alıştığım odada koşturduğum anılarım saniyelik de olsa gözümün önüne gelmişti. Gözlerimi masanın üstünde gezdirirken sol tarafta duran bilgisayar, sağ tarafında ise dosyalar vardı. Masanın üstündeki isimlikte 'Albay Mevlüt Türkyılmaz' yazıyordu. Albayın “Ne içersin doktor hanım?” sorusuyla odasını incelemeyi bırakıp "Sade kahve olabilir." dedim. Albay telefonuna uzanıp bir yeri arayarak “İki sade kahve.” demişti. Ardından telefonunu yerine koyup bana döndü. "Nerelisin doktorum?" Albayın bu samimi tavrı ile gülümseyip sorusunu yanıtladım. Aslında dosyalardan öğrenebilirdi ama benimle sohbet etmek istiyordu.
"İzmirliyim albayım. Anne tarafım Trabzon ama."
"Bende Sivaslıyım.” Albayın Sivaslı olduğunu duyduğumda gülümsedim. İlk görev yerimin tadı, zevki bende farklıydı. “Bende Sivas’ta yapmıştım ilk görevimi. Çok güzel bir yer.” Albay bunu dememle gülümsemiş, geriye doğru yaslanıp sandalyenin koluna bir kolunu yaslamıştı. “Buralara alışabilecek misin? Zordur biraz."
"Zamanla alışırım elbet. Zor olduğunu yaşayarak göreceğim." Albay cevabımdan memnun kalmış olacaktı ki gülümsemesi yüzünden eksilmiyordu.
"Burası hakkında ne duydun anlat bakalım?"
"Babamdan öğrendiğim kadarıyla lakabınızı biliyorum albayım, yeterli mi?" Babamdan albay hakkında çok şey duymuştum. Babam görev için gidebileceğim şehirlerdeki tanıdığı bütün komutanları bana anlatmıştı. Karşımdaki heybetli kişi ise Deli Mevlüt ve Cehennem Binbaşıydı. Deli Mevlüt teröristlerin arasında gezinen lakabıydı, Cehennem Binbaşı ise babamın ilk tanıştığı zamanki rütbesiyle Binbaşı Mevlüt Türkyılmazdı. Lakabından bahsettiğimde iyice rahatlayıp masadaki kalemi sağ eliyle çevirmeye başlamıştı. Sıradaki soruyu tahmin edebiliyordum. "Asker çocuğu musun sen? Adı neydi babanın."
"Kuzey, Kuzey Mutlu. 2004 Şırnak, o dönem sanırım babam Üsteğmenmiş." Albay düşünüyordu. Babamı hatırlamaya çalışıyordu. En sonunda hatırlamış olacaktı ki bakışları bana dönmüştü. O sırada kapı çalmış asker içeriye kahvelerle girmişti. Asker birini benim önümdeki sehpaya, diğerini de albayın masasına bırakıp selam verip çıktı. "Aha bildim bildim. Kıdemli Üsteğmen Kuzey Mutlu, üçüzleri vardı onun. Tanıştığımızda daha siz yeni yürümeye başlamıştınız. Sen demek onun kızısın. Daha çok annene benziyorsun." Herkesten duyduğum gibi babamdan alabildiğim tek şey belki de gözlerimdi. Yüzüm daha çok anneme benziyordu. Kahvemden aldığım yudumla fincanımı tekrardan sehpaya koydum. "Öyle albayım, anneme benzediğimi çok duyuyorum. Cehennem binbaşıyla tanışmak benim için onur verici."
Anlık gelen "Baban nasıl?" sorusuyla duraksadım. Acaba nasıl? Üşüyor mudur o toprağın altında? Ben dışarı çıktığımda üşüdüm aslında, babamda üşümüştür herhalde. Fincanı tutan elim ister istemez titrediğinde fincanı hızlıca tekrardan tabağına koydum. Albayın sorusunu yanıtsız bıraktığımı fark ettiğimde daha da fazla ayıp olmasın diye sesimin titrememesi için yutkundum.
"Babam 6 ay önce hain bir pusuda şehit düştü albayım."
"Vatan sağ olsun."
"Vatan sağ olsun." dedikten hemen sonra yutkundum. Boğazımdaki yumruyu yutmakta zorluk çektiğimden gelen kahvemden bir yudum aldım. Sade kahvenin acısı belki içimdeki acıyı bastırır. Bastırmadı. Gerçi bu acıyı ne bastırabilirdi bilmiyorum ama umut etmesi bile zor geliyordu insana. "Haftada 3 gün burada olsan yeter bize doktorum. Bazı haftalar 2 gün olur. Acil bir durumda ya seni yada diğer doktor Senem'i çağıracağız, uyar mı sana?"
"Uyar hiç problem yok."
Kapı çaldığında ikimizinde bakışları kapıya döndü. Albayın tok “Gir.” emri odada yankılanmıştı. Emri duyan asker odaya girip tam sağımda dimdik dikildi. Önce selam verdi, sonra da duyurması gereken telaşlı göründüğü habere geçti. "Komutanım poyraz timi hatta. Acil bir durum var." Albay acil durum kelimesinden hemen sonra ayaklanıp elindeki kalemi masaya bıraktı. "Geliyorum.” Bakışları bana döndüğünde “Doktor kız seni revire götürsünler. Bu gece nöbet yazalım sana. Sakin geçer sende alışırsın." demişti. Onu başımla onaylayıp bende ayaklandım. Biz beraber odadan çıktık. Bir askerin sırtına elini koyup bana göstermiş ve “Sana eşlik etsin. Doktor hanıma revire kadar eşlik et.” demişti. Asker başıyla emri onaylamış ve bana yolu gösterdi. Revire geldiğimizde kapıyı açıp geçmem için yol vermişti. Geniş revir rahat 4 askeri yatırmalı, 5-6 askeri ise oturarak tedavi etme imkanı sunacak kadar iyi durumdaydı. Ceketimi masamın yanındaki askılığa asıp masaya geçtim. İlk nöbet kaydımı deftere doldurmaya başladım. Önüme gelen sarı saçlarımı geriye ittim. "Eksik bir şey olursa siz listenizi oluşturun ben albaya iletirim doktor hanım. Senem hanım hastanede nöbetçi olduğu için birkaç gün teksiniz. Yardım ihtiyaç olması halinde size yardım edebilecek 3 askerimiz var." Askere bakıp onu onayladım. "Tamam öncelikle bana ilaç deponuzda bulunan ilaçların bir listesini getirebilir misin? Eksik ilaçları listeleyelim. Bu arada adın ne asker?"
"Efraim Karabıçak, manisa."
"Efraim yeterli, şimdiden teşekkür ederim."
Asker odadan çıktığında odanın düzenini iyice ezberlemeye çalıştım. Her şeyin yerini bilirsem daha hızlı hareket ederim. Neyse ki gün sakin geçiyordu. Çalan telefonumla başımı ilaçların yazılı olduğu listeden kaldırıp telefonumu açtım. Telefondan coşkuyla gelen "Teysee!" sesiyle ister istemez güldüm. Asya yine teyzelerini sırayla arıyordu belli ki. Asya benim dört yaşındaki yeğenimdi. Şimdiden özlemiştim onu…
"Teyzesinin stetoskobu, nasılmış bu prenses?" Asya ona açma sapan lakaplar takmamdan mutlu oluyordu.
"Seni ösledim teyse, ne saman geliceksin?" Keşke gelebilsem ama daha yeni oradan kaçmışken oraya dönmek istemiyorum. Asya’yı kırmadan konuşmak gerekir, sonuçta daha çok küçüktü ve doğup büyüdüğü ev kalabalık bir evdi. En azından bunca zamana kadar öyleydi. "Teyzem burada işim uzun gibi. Hem annen nerede? Sen yine kaçtın mı yoksa? Bak eğer kaçtıysan ve annen seni arıyorsa sonra Nehir teyzen sana ceza verir." Nehir teyzem etkileyici ceza sistemi hepimizi tedirgin eden bir sistemdi. Asla can yakmaz, üzmez ama bıktırırdı. En son Asya Trabzon’da ortalıktan haber vermeden kaybolduğunda ceza olarak Asya’ya pirinç ayıklatmıştı. Hemde yüklü bir miktar pirinç.. Aklıma gelen Asya’nın yüzüyle gülümsedim. "Annem yanımda, çok sıkıldık bisde salıncağa çıkalım dedik." Demek ki bahçedeki salıncakta oturuyorlardı. Biraz da Denef’le konuşabilmek için "İyi yapmışsınız prenses. Hadi bana anneni ver bakalım?" dedim. Telefondan gelen hışırtılarla Asya'nın telefonu Denef'e verdiğini anladım.
"Nasılsın? Yerleşebildin mi?" Kardeşimin sakin, dingin sesini duyduğumda küçüklüğümden alıştığım o huzur yeniden içime yerleşmişti. Aileden birinin sesini duymak insanı evine götürüyordu. Bir yandan masanın üstündeki dosyaları düzenlerken diğer yandan telefonum omzumla kulağımın arasında sıkıştırıp kardeşimle konuşmaya devam ettim.
"Geç kalktım, zar zor hazırlanıp yetişebildim. Sabah Defin söylemedi mi size?"
"Defin evde değildi ki. Gece senden sonra telefon geldi ve gitti." Demek ki çağırmışlar.
"Anladım. Bende alaydayım, ilaç listeleri ile cebelleşiyorum." Dolaplardaki ilaçları tek tek kontrol ederken elimdeki listeye ne kadar olduğunu, kaç kutu sipariş edileceğini kontrol edip listeyi dolduruyordum. "Hemen başladın mı göreve? Hızlı olmuş."
"Aslında sanırım başlamayacaktım ama sanırım bir tim dışarıda. Ne olur ne olmaz diye albay beni tutmak istedi herhalde."
"Deli Mevlüt değil mi? Nasıl biri? Babamın hep anlattığı kadar var mıymış?" Dosyayı göz hizamdan indirip göz delirdiğinde bunun alışkanlık haline gelmeye başladığını fark ettim. Bu ara fazla yapmaya başlamıştım bunu.
"Babam askerleri en iyi dağda tanıyabileceğimizi söylerdi Denef. Maalesef albayı henüz dağda görmedim."
"Doğru aman görme zaten. Sakin sakin git gel işine." Beladan uzak durma ihtimalimiz hep az olmuştu. Hoş biz uzak durmayı denesek de içine düşüyoruz şerefsiz durumun..
"Denef ben kapatayım da şu işleri bitireyim. Bir sürü eksik var. Onları halletmem lazım."
"Tamam tamam Asya'yı senin için öperim. Evet hediyeni de yollayabilirsin teyzesi." diyerek telefonu kapattı. Asya'nın benden hediye beklediğini biliyorum ama buradan ona güzel bir hediye seçmekle uğraşamam.
Alaydaki ilk günümde revirde oturuyorum ve çok sıkıldım. Askerler için nöbette duruyordum. Telefonu çıkarıp dizi izlesem ne olabilir? En azından uyumuyorum.
Diziye dalmıştım ki odaya dalan askerlerle hızla kalktım. Odaya giren üç asker sadece “Doktor!” diye bağırıyorlardı. Ağır yaralı bir asker getirdiklerinde hızla başlarına geçtim. “Açılın!” diyerek askerleri itip yaralı askerin başına geçtim. Saçlarımı bileğimdeki tokayla toplayıp askere odaklandım.
"Doktor yardım et. Durumu kötü 4 kurşun yedi çok kan kaybetti."
“Şuraya yatırın ve bana alan açın."
Askerler dediğimi yaparken askere göz gezdirdim. Eldivenlerimi giyerken kurşunların girdiği yerleri gözlerimle incelemeye başladım.
"Yardıma ihtiyacım var. Efraim'e söyleyin sağlık konusunda bilgisi olan askerlerden bir kişiyi bulsun bana."
"Ben varım doktor hanım." Diğer askerlere göre silahsız olan askere baktığımda gayet genç biriydi. Daha fazla vakit kaybetmemiz gerekiyordu. "Adın ne asker?"
"Can."
"Can taze kana ihtiyacımız olacak kan grubu?" Tim komutan yardımcısı olduğu belli olan asker anında "0rh negatif." diyerek yaralı askerin kan grubunu söylemişti. Sıra bendeydi. Önce kanı askerler arasında aramalıydılar. "Askerler arasında arayın. Sonra bende veririm benim kanım da uyuyor."
İki asker hızlıca çıkmıştı. Komutanın başında dikilen askerin biraz geriye çekilmesini söylemiş ve komutanın üniformasının parkasını açtım. Makası elime alıp önce kamuflaj gömleğini sonra da asker yeşili tişörtünü kestim. “Yardım edin.” dememle askerlerden biri yardım etmişti. Yatan askeri tutup biraz çevirdiğimizde sırtından kurşun çıkışı var mı diye baktım. “Dört kurşun demiştiniz değil mi? Üçü içeride biri çıkmış.” Tekrardan yatırdığımızda elimden geleni yapmaya başladım. Neyse ki revirin temizliğini baştan sonra ben yapmıştım.
Askeri zar zor tek tarafa yan çevirdiğimde kurşunların çıkış İzi var mı diye baktım. “İki kurşun çıkmış, ikisi içeride ama bence riskli yerde.” Askerlerden biri anında çaresiz bir ses tonuyla “Yapma doktor hanım.. Komutanımızı iyi et.
Dört kurşun yarası olan komutanın kanamasını kontrol altına almak zor olmuştu. Tek tek yaralarını açıp kurşunları çıkarmış ardından da dikişini yaptım. Tamı tamına 4 saat boyunca askerin yaraları ile ilgilenmiş en sonunda da üstünü örttüm.
"Şu köşedeki ısıtıcıyı getirin buraya. Üşümesin fazla."
Askerler dediğimi yaparken bende kanlı eldivenlerimi çıkarıp çöpe attım. Üstümdeki önlüğü düzletip kullandığım aletleri alıp temizlemeye başladım. Revirin kapısı açıldığında askerlerin hepsi hazır ola geçmişti. Arkamı dönüp baktım, albay gözlerini yatan askerin üstünde gezdiriyordu. "Durumu nasıl?" Ellerimi önlüğümün cebine koyup askere baktım. "Durumu ciddi albayım. Bir süre izinli olsa iyi olur. Uyandıktan sonra kalkmaması onun yararına olacaktır. Çok değil sadece 3 yada 4 gün bile yeter." Askerlerden biri “Komutanımı tutamayız ki. Anında kalkacak.” Albay konuşan askere döndüğünde asker anında “Özür dilerim komutanım.” demişti. Albay konuşan askerden bakışlarını çekmeden “Gerekirse yatağa bağlayacaksınız Taner. Emir komuta sende doktor hanım. Bu komutanı bir an önce iyileştirmek için her şeyi yapabilirsin.” Başımla albayı onayladım. Emir komutanın bende olması demek inat bir askeri daha üst rütbeli bir komutanının emriyle durdurmak demekti ve bunun bana verilmesi bu yatan askerin ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Onu iyileştirmek için daha fazla uğraşmam ve dikkatli olmam gerekiyordu.
"Doktor komutan sana emanet." Albayı başım ile onaylayıp onu rahatlatacak bir gülümseme yerleştirdim yüzüme. "Merak etmeyin başından ayrılmam." Albay zaten istediğim de bu der gibi beni onaylayıp odadan çıktı. Askerlerden ikisi yatağın ucunda beklerken ben komutanın başının ucundaki sandalyeye oturmuştum. Bir süre sadece komutana odaklandım. Demek komutandı. Biçimli yüzü dağdaki toz topraktan kapanmıştı. Kirli sakalları dikkst çekiciydi. Donuk bir yüzü vardı. İnsanlar uyurken rahat olur diye düşünmüştüm hep. Şahsen kendimi uyandığımda saçlarım dağılmış, ağzım yüzüm bir yana kaymış bulurdum. Komutan ise uyurken bile ciddi görünüyordu.
"İyi olur mu doktor hanım?" Başındaki askerin sorusuyla bakışlarımı ona çevirdim. "Umudumuz o yönde. İyi olsun diye uğraşıyoruz." Asker beni başıyla onaylayıp elini uzattı. "Fatih ben. Kerem komutanımın sağ kolu." Adının Fatih olduğunu öğrendiğim asker cümlesini bitirdiği anda diğer taraftaki asker ve Can gülmeye başladı. "Komik mi amına koduklarım?" Diğer asker uyarı dolu bir şekilde öksürdüğünde Fatih'n bakışları beni bulmuştu. "Özür dilerim doktor hanım." Başımla onun özürünü kabul ettiğimi belli edince Fatih tekrardan diğerlerine dönmüştü. Adını bilmediğin asker de dimdik durarak "Bende Hamza." diyerek kendini tanıtmıştı. Kendimi tanıtma zorunluluğu hissederek kendimi gösterip " Defne." dedim. Oturduğum sandalyede Can'a dönüp "Can gel de kan alalım. Komutanın sıcak kana ihtiyacı var." dedim.
Anında gerekli her şeyi alıp yanıma geldiğinde kazağımın kolunu sıyırıp onun elinden tamponu aldım. Damarın üstünü temizledikten sonra turnikeyi alıp direkt olması gereken yere bağladım. Gerisini Can'a bıraktığımda Can damarımı bulup iğneyi damarıma doğru yerleştirmişti.
"Askerlerde bulduk ama gelmeleri uzun sürecek." Hamza'ya bakıp "Sorun yok benim kanım uyuyor." dedim. Kan alınmaya başladıktan bir süre sonra gözlerim kapanmıştı. Yorgunluk üstüme bir karabasan gibi çökmüş, uykum beni esir almıştı.
O sandalyede ne kadar uyudum bilmiyorum ama uyandığımda komutanın terlemiş olduğunu gördüm. Isıtıcıyı kapatıp bir bez yardımıyla komutanın yüzünü ve kollarımı sildim ve değerlerini kontrol ettim, yaralarına dikkatle baktım. Yüzünü sildiğimde yüzündeki çamurlar gitmişti. Yüzü daha net ortaya çıkmıştı. Gerçekten kemikli, sert bir yüz yapısına sahipti. Büyük ihtimalle ailecek böyle yüz hatlarına sahiplerdi. Odaya giren askerler durum sormak için gelmişti. "Doktor?" üniformasından anladığım kadarıyla üsteğmendi. "Değerleri iyi geceye doğru uyandırırız. Tabii o önce kendiliğinden uyanmazsa." Asker bana bakarken yatan askerin durumunu kontrol ettim. Değerleri tahmin ettiğimden daha hızlı düzeliyordu. "Güzel haber." diyerek odadan çıkan askeri umursamadan tekrar sandalyeye oturdum. İlk gecemde gece boyunca nöbet tutmuş üstüne bir de komutan ağır yaralı geldiği için uyuyamamıştım. O uyurken bende biraz daha uyuyabilirim bence oturduğum yerde başımı eğip gözlerimi kapattım.
🩺
"Komutan uyandı! İyi misiniz komutanım?"
Seslere uyandığımda ilk olarak komutanın başında dikilen askerlere baktım. Adının Hamza olduğunu hatırladığım asker hızlıca odadan çıkıp Albay Mevlüt'e haber vermeye gitmişti. Komutana baktığımda bana baktığını gördüm. Mavi gözlerine aldırış etmemeye çalıştım. Hızlıca kalkıp değerlerini kontrol etmeye başladım.
"Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?"
"İyiyim."
Önlüğümün cebinden ışığı çıkarıp komutanın göz bebeklerini kontrol edecektim ama komutan elimi itmişti. "İyiyim dedim ya." Onun bu asabi tavrına göz devirip dilimi yanağıma yerleştirdim. "Kontrol etmek zorundayım. Ayrıca dinlenmelisiniz ve 4 gün raporunuz var."
Askerler yatağın başına üşüştüğünde onlara ve beni hiç takmadan askerlerden son durumu alan komutana baktım. "Komutanım bölge temizlendi. Barut timi de bu sabah itibariyle döndü."
"Beyler dağılın. Komutan yeni uyandı dinlenmek zorunda. Beni sizi rapor ettirmek zorunda bırakmayın." Komutan ters bir bakışla bana baktığında ona kararlı olduğumu belli etmek için kaşlarımı çattım. "İyiyim dedim. Rahat bırak beni." Komutanın kalkmaya çalıştığını gördüğümde hızlıca geri yatırdım. Öfkeli gözleri beni bulduğunda bende ona ciddiyetle bakmaya başlamıştım. "Doktorunuz olarak kalkamayacağınızı söyledim, değil mi? Yaralarınız gelişigüzel bir yerde değil. Yatmak zorundasınız."
Komutan beni inatla itip kalktığında benden bir tık uzun olduğu için başımı kaldırmak zorunda kalmıştım. Mavi gözleri sinirli sinirli bakıyordu. Kumral bir adam olmasına rağmen renkli gözleri parıl parıl parlıyordu. Mavi gözler ona yakışmış gibiydi. Sahi bu adamın boyu kaçtı? En son Bulut'a da böyle bakıyordum değil mi? Yani bu komutan da 190 üstüydü. Yani sanırım...
"Ben bir doktoru dinlemem." Bu saçma argümanını destekleyecek bir açıklaması vardır umarım. Ellerimi önlüğümün ceplerine yerleştirip başımı ona doğru kaldırdım. Alaylı bir sesle "Öyle mi? Neden otoriteniz mi sarsılır? Komutan beni dinlemek zorundasın yaraların açılır bu sefer daha uzun süre yatarsın. Ayrıca emir komuta yetkim var. Beni dinlemezsen seni albaya rapor ederim." Komutan onunla resmi konuşmamama dikkat etmişti ki alayla gülüp dibime kadar girmiş ve hafifçe eğilmişti. Mavi gözleri benim gözlerime dikkatle bakıyordu. Sesindeki alaycı tınıya rağmen gözleri oldukça ciddi ve derin bakıyordu.
"Otoritemi sen mi sarsmış olacaksın doktor? Yaralarım açılırsa görüşürüz doktor ama emin ol beni yine yatıramazsın." Komutan parkasını alıp giymiş ardından da revirden çıkmıştı. Arkasından bağırmaktan çekinmedim. Duyduğunu adım gibi biliyordum. "Yaraların açıldığında geleceksin ama ben bakmayacağım komutan!"
Can beni skainleştirmeye çalışırken timinin de hala burada durduklarını yeni fark etmiştim. "Doktor sakin ol. Komutan Kurt hep böyledir." Ne olursa olsun böyle çekip gidemezdi. Bir yerde bayılırsa, dikişleri patlarsa sorumluluğu bana aitti. Ben sorumsuz oluyorum. "Can bak sende gördün ne kadar uğraştım? Böyle çekip gidemez dikişlerini patlatır, daha yeni uyandı dinlenmesi lazım."
"Komutana rest çekti. Tam komutanıma layık doktor." Fatih'in sesiyle bütün tim ve ben bakışlarımızı Fatih'e çevirmiştik. Fatih sesli konuştuğunun yeni farkına varmış olacaktı ki sesini kesmiş, ağzına hayali bir fermuar çekmişti.
"Albay Mevlüt halleder onu." Timindeki askerlerden biri konuştuğunda bu sefer bakışlarım onu buldu. Önünde yazan Küçükarslan ile adını bilmediğim ama soy adını öğrendiğim askerin dediği ile sinirimi yatıştırmaya başladım. Ben başa çıkamıyorsam Deli Mevlüt hallederdi. "Eh anca hakkından Deli Mevlüt gelir sende haklısın asker." Sakince sandalyeme oturup saçımdaki tokamı çıkardım ve saçlarımı savurdum.
"Deli Mevlüt?"
"Mevlüt albayınız." Askerler meraklı bakışlarını üzerimde tutarken onlara daha fazlasını söylemeden sessizce kapıyı gösterdim. Hepsi teker teker çıkarken bende sinirimi bozan komutan yüzünden başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım.
Birkaç saat sonra Can revire girip Mevlüt albayın beni çağırdığını söylemişti. Anlaşılan komutanı hakkında bilgi vereceğim. Kalkıp önlüğümü düzelttim, masanın üstündeki liste dosyasını aldım ve albayın odasına ilerledim. Kapıyı çalıp gir komutunun ardından odaya girdim. "Geç otur doktor hanım." Başım ile hafifçe onaylayıp masanın tam karşısında sağdaki koltuğa oturdum. "Revirdeki hastan..."
"Hiç bir şey söyleyemiyorum. Dİkişleri fazla, dinlenmesi gerekiyor ama o keçi komutan beni dinlemedi Mevlüt bey." Albay bana gülmeye başladığında bunda gülünecek bir şey olmadığını düşündüğüm için tek bir tepki vermeden beklemeye başladım. Sanırım o daha sormadan söylememe gülüyordu. Albay benim sinirlerimin baya bozulduğunu görmüş olacaktı ki kahkahasını kesip yerini gülümsemeye bıraktı.
"Kurt öyledir. En iyi askerlerimden biri, kolay kolay dinlenmez, yemeği bile önce timi yer onlardan sonra o yer. Dinlememesi normal ama ben sana onu gerekirse bağlayabilirsin demiştim." Bağlamak? Ufak bir gülümsemeyle albaya baktığımda bana baktığını görebiliyordum. "Mevlüt amca o bir deli bence. Ayrca baya kuvvetli bir tipi var. Ben o deliyi nasıl bağlayayım?" Kapı çaldığında albay geriye doğru yaslanıp "Gir!" diye seslenmişti. Arkama doğru yaslanırken giren kişiye dönüp bakmamıştım. Beni ilgilendirmiyordu sonuçta. "Yüzbaşı Kurt. Beni çağırmışsınız komutanım." duyduğum derin ses ile arkamı dönüp bakmak istesem de dönüp bakmadım.
"Geç otur." Karşıma oturmasını beklerken o tam masanın karşısında ayakta dikilmeyi tercih etmişti. Yanımda dikilirken göz ucuyla ona doğru baktım. Kamuflaj gömlek giymişti, üstündeki parkasının önü açıktı. Belinde silahı, başındaki bordo beresi ile tam bir türk askeri gibi duruyordu.
"Doktoru dinlememişsin." Albayın lafı ile bakışları bir an bana dönmüştü. Sanırım onu şikayet ettiğimi düşündü. Önüme gelen saçlarımı geriye itip bende oyalanan bakışlarını kesmesini sağladım. Tekrardan albaya döndüğünde "Komutanım ben iyiyim." Yalan söylüyordu. Yüzü soluktu, büyük ihtimalle revirden çıkıtktan sonra odasında uyumuştu. Gece ateşi çıkabilirdi ama bu yüzbaşı olacak olan komutan beni dinlemiyordu. Albayın bakışları bana döndüğünde büyük ihtimalle benden onay bekleyecekti ama ben yalaln söylemeycek ve askerin dinlenmesi gerektiğini söyleyecektim.
"Siz sormadan söyleyeyim Mevlüt bey, dört gün olmasa bile en az iki gün yatması gerek. Dikişleri açılabilir, iltihap kapabilir." Askerin bulunduğu taraftan gelen derin nefes, sanırım ilk günden bir düşman edindiğimi gösteriyordu. Ona baktığımda çenesinin kasıldığını fark etmiştim. Saklamıyordu da zaten net bir şekilde dik dik karşısına bakıyordu. "Duydun Kurt. Dinlenmen gerekiyorsa dinleneceksin. Dört gün raporlusun. Bu konu burada kapandı, çıkabilirsin." O selam verip çıktığında bende bir süre sonra ayağa kalkıp elimdeki listeyi albayın önüne uzattım. "İlaç listesi. Bir partı burada, diğer partı da kontrol ettikten sonra imzalayıp getireceğim." Albay beni onayladığında bende odadan çıktım.
Koridorda revire doğru ilerlerken sağa döndüğüm gibi ağzımı kapatan elle bileğimden tutulup çekilmiştim. Bir odaya girdiğimde odanın arşivler olduğunu anlamam çok uzun sürmemişti. Toz yığınlarından çok net anlaşılıyordu. Başımı ağzımı kapatan elin sahibine çevirdiğimde bu iki günde beni sinir hastası eden mavi gözleri görmemle kaşlarım çatılmıştı. Onun elini çevik bir hareketle ittiğimde bunu beklemediğini anlamıştım. Belli etmemeye çalışsa da renkli gözler belli ediyordu. "Manyak mısın sen? Ruh hastası herif."
Bileğimi tutuşu daha da sıkılaşmıştı. Sinirli olduğunu biliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum. Ne yalan söyleyeyim o yaralara rağmen bileğimi sıkıcak kadar gücü kalmıştı. "Beni albaya şikayet mi ettin?" Keskin, sert bir ifade vardı yüzünde. Ona karşı yenilecekmiş gibi duruyordum. Aramızda bir savaş yoktu belki ama askerliğine engel olduğumu düşünmüş olmalı. "Bak ruh hastası, kimsin nesin bilmem. Tek bildiğim senin yaralı olduğun ve dinlenmen gerektiği. Eğer dinlenmezsen daha uzun süre yatmak zorunda kalacaksın."
"Bana bak doktor, ben iyiyim diyorsam iyiyimdir. Beni öyle şikayet etmene gerek falan yok. Zaten işe yaramaz da bir daha böyle bir şey olursa diye söylüyorum." Onu alaycı bir ifadeyle izliyordum. Yüzünün solukluğunu fark etmeyen bir aptal duruyordu karşımda. Sinirlenmemesi gerektiği halde sinirlenen bir salak. "Bu halinle beni hiç bir şeye inandıramazsın komutan bozuntusu. Haberin yok ama yüzün solmuş, bu öfke ve sinirle daha çok güç kaybediyorsun. Biraz daha böyle dinlenmezsen yığılıp kalacaksın." Elimi onun alnına yasladığımda ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi suratıma çatık kaşlarıyla bakıyordu. "Ateşin çıkmaya başlamış ve bunca saydığım şeye rağmen hala ben iyiyim ayakları çekiyorsun. Üstelik dediğim en azından iki gün olan dinlenme süresini yapmazsan sonunda bir hafta zorunlu yatış vermek zorunda kalırım ve bu hastanede olur." Kolumu ondan kurtardığımda onu arkamda bırakıp arşiv odasından çıktım.
Gece yarısı nöbetimin bitmesine bir saat kala alayda koridorlarda dolanıyordum. Yüzbaşının odasının önüne geldiğimde ateşinin ne durumda olduğunu merak edip sessizce odasının kapısını araladım. Ben içeri girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey açık cam olmuştu.
Odanın içine ilerlediğimde hemen girişin solundaki odanın banyo olduğuna emindim. Duvarın hemen bitiminde demir yatak ve üstünde yatan komutan vardı. Üstünde sadece örtü vardı, sıkıca sokulmuş uyuyordu. Terlediğini anında fark edebildim. Yaklaştığımda elimi yavaşça alnına yasladım. Ateşi çok yoktu ama yüzü daha da solmuştu. "Bu böyle olmaz ki.." Hızlıca odadan çıkıp revire koştum. Revirden gerekli ne var ne yoksa toparlayıp hepsini kucağıma aldım ve tekrardan onun odasına döndüm. O hissetmeden serumu takabilir miyim acaba..
Kolu hemen yastığın yanında boylu boyunca uzanıyordu. Tam takmalık konumda olsa da ani hareketiyle canı acır hatta dikişlerini açabilirdi. Bir avazda halledersem benim için daha kolay olurdu. Hızlıca serumu koluna taktığımda uyanıp uyanmadığını kontrol etmek için komutana baktım. Başımı kaldırdığım gibi göz göze geldiğim mavi gözlerle derin bir nefes aldım. Komutan oldukça sakin bir biçimde bana bakıyordu, sanki yeni uyanmış gibi değilde en başından beri uyanıkmış gibi... Tabii ya salak! Allah'ım bordo bereli askerin odasına böyle sessiz girebileceğimi sandım! Aptal..
Ayaklandığım gibi saçlarımı geriye itip hiç panik olmamışım gibi serumu asmaya başladım. Bu taktiğin adı görmezden gel, umursama. Başarılı olduğun an sayısı beş falan ama olsun. Komutanın bakışlarını üstümde hissetsem de umursamadan serumunu ayarlayıp malzemeleri çöpe attım. "Bu serumu bitmeden çıkarma komutan. Albayın emri." Arkama bakmadan odadan çıktığımda sinirle kendi ağzıma vurdum. "Salak ne demek albayın emri? Aptal ya gidip sorarsa? Off ben niye böyle salak salak işler yapıyorum?! Saçımı başımı yolacağım yemin ediyorum.
Beş gün sonra revirde nöbetimin bitmesini bekliyordum. Eve gidip uyumam lazım, önce hastanede sonra da alayda nöbet tutmak zorunda kalmıştım ve bedenim aşırı yorulmuştu. Diğer doktor Senem'in gelmesini bekliyordum. Sıkıntıdan başımı geriye yasladığımda açık camdan gelen asker seslerine bakmak için kalkıp dışarıdan gelen seslere kayıtsız kalamadan cama yaslandım ve koşu yapan time baktım. Başlarında dinlenmeyi kabul etmeyen sadece soyadının Kurt olduğunu bildiğim ardından da adını duyduğum time.
"Bağır! Sesiniz gelmiyor! Biz dağlara atarız pusu!" Komutanın emri ile askerler koşarken bir anda bağırmaya başladı. "Biz dağlara atarız pusu!" Babamdan duymaya alışık olduğum sözleri bende istemsiz mırıldanmaya başlamıştım. Komutan Kurt'un sesi bütün karargahı inletecek şekilde çıkmaya başladı. Kurt söylüyor tim arkasından tekrar söylüyordu.
"Komandonun bir bakışı!" Terlemişlerdi. Hepsinin yeşil tişörtleri sırılsıklam olmuştu ve hala spora devam ediyorlardı. Ağır bir spor eğitimi yaptıklarını biliyordum. Arkasından aynı tempoyla koşan tim ise önde bağıran komutanlarına eşlik ediyordu. "Komandonun bir bakışı!"
"Yetmedi sana konya kızı!" dedikten hemen sonra başını kaldırıp bakışlarını cama çeviren komutanla göz göze geldiğim anda, anlık gerilip kendimi hemen camın dibindeki duvara yasladım. Acaba benim gözlerime bakanlar da böyle geriliyor muydu? Ayaz gerilmezdi hatta gözlerime bakmaktan aşırı zevk alırdı. Ya da ben kendimi kandırıyordum. Eğer Ayaz gerçekten beni sevseydi aldatmazdı değil mi?
"Poyraz timiyle tanıştın demek?" Odada duran Senem'i fark etmem de biraz geç olmuştu. Ona bakıp elimi uzattım "Defne ben."
"Senem bende. Yüzbaşı Kurt'u tedavi eden doktor senmişsin tebrik ederim burada olman büyük şans."
"Öyle oldu. Böyle olduğunu bilseydim kurtarmazdım ama."
"Anlaşılan kötü tanıştınız? Gerçi ben öyle duymadım ama..."
"Leş gibi biri, ,nat gıcık. Bir de komutan olduğu senin ne duyduğunu bilemem."
"Yeter ama ben sana anlatayım biraz. Yüzbaşı Kurt, poyraz timinin komutanı." derken beraber cama yaslanmıştık. Timi bana anlatıyordu.
"Baştan başlayalım, Yüzbaşı Elbruz Kerem Kurt. Timin komutası onda. Yeni yüzbaşı oldu hatta bu hafta sonu töreni var. Arkasında duran Teğmen Hakan."
"Kız kim?"
"O mu? Ayda üsteğmen. Harika bir kadındır. Cesur, mert, dayanıklı."
"Hakan'ı görmüştüm. Komutanın başında duruyordu. Bir de şu askeri gördüm. Can'ı biliyorum."
"O gösterdiğin Hamza."
"Anladım." Masaya dönüp çantamı ve kabanımı aldım. Uykusuzluktan bayılmadan evime gidip uyumak istiyorum. "Ben artık çıkayım. Görüşürüz."
"Görüşürüz."
Karargahtan çıktığımda tekrardan eğitim alanındaki poyraz timine baktım. Komutanın dikişlerini bu kadar zorlaması hoşuma gitmiyordu ama dinlemeyeceğini bizzat yaşayıp görmüştüm. Dediğimde haklıydım, ya bugün yada yarın dikişleri yüzünden revire gitmek zorunda kalacaktı.
Komutanla göz göze geldiğimde o bakışlarını çekmediği için bende çekmedim. Mavi gözlerini benim mavi gözlerimden çekmiyordu. Onda olan bakışlarımı kaçırmadan askerlerden birine taksi çağırmasını söylemiştim. Taksi gelene kadar komutandan bakışlarımı kaçırmadım. Ben değil o çekecekti gözlerini. O inatsa ben daha inadım ve o benim inadımı daha bilmiyor.
En son dikişlerinden dolayı bakışlarını karnına indirdiğinde kendime yüklediğim 'haklıydım' başlıklı gülüşümle bakışının bana dönmesini bekledim. Tekrar bana baktığında sanki canım acımış gibi karnımı tutup yüzümü buruşturdum. Sonra da onu umursamadan taksiye bindim.
Akşam yemekten sonra annemlerle konuşuyordum. Saatlerce koltuğumda pinekleyerek uyumuş kendimi yenilemiştim. "Defne zil çaldı. Kim gelir ki bu saatte?" Annem ve Denef meraklı bakışları eşliğinde kalkıp kapıya ilerledim. Nehir teyzemin bu saçma sayılabilecek bu sorusuna "Ay tamam hepiniz bir sakin olun. Lojmanda kalıyorum aklınız kalmasın diye sadece kapım çaldı diye geldiğiniz hale bak." dedim. Annem telefondan "Ukala ukala konuşma teyzenle Defne." diye bana laf yetiştiren annemle beraber kapıya gidip delikten baktım. Kapıda gördüğüm komutanla otomatik olarak sırıttım. Demek ki dikişleri kötü açılmıştı ama neden revire gitmek yerine bana geldi? Anlayamadım sonuçta revirde Senem vardı.
"Anne askerlerden arkadaşlarım geldi, ben seni onlar gittiğinde arayacağım. Sizi seviyorum." deyip telefonu kapatıp kapıyı açtım. Komutanın halsiz suratıyla gülen yüzüm bir anda soldu. Dikişleri açılmıştı. Kan artık tişörtünden belli oluyordu. Onun soluk yüzünü gördüğümde ona göz devirip "Komutan, ağız tadıyla alay bile edemedim. Şu haline bak." Onu kendime yaslayıp içeri götürdüm. Amma ağır, kaç kilo bu adam ya. Onu koltuğa yatırıp hızlıca evde bulunan malzemeleri getirdim.
"Tişörtünü çıkarabilir misin?" deyip hafifçe dikleşmesine yardımcı oldum. Tişörtünü çıkarıp tekrar yatırdım. "Aslında sana söyledim deyip bakmamam lazım ama kapıma kadar gelen birisin ve hipokrat yeminim var. Dua et yeminim var komutan." Yaraları ve dikişleriyle ilgilenirken konuşmaya devam ediyordum. "İnadından kendini getirdiğin hale bak. Tamam yatma ama o antrenmanların dikişini patlatacağı belliydi." Ona baktığımda uykulu gözlerle beni izliyordu. Gözlerimin içine doğru baktığını hissediyordum ama ona dönüp bakmadım. Dikişlerini tekrar kapatıp ağrıları için ağrı kesici iğne yaptım. Dönüp baktığımda çoktan uyuya kalan komutanı gördüm. Şaka gibi karargahtan buraya kadar gelmiş olamazdı. Direkt revire gitmek varken hem de... Odamdaki dolaptan aldığım örtüyü onun üstüne örtüp odama geçtim. Yatağa kendimi atıp projektörümden bir dizi açtım. İzlerken kesin uyuyakalacağım.
Sabah kalktığımda tam tahmin ettiğim gibi dizi izlerken uyuyakaldığımdan emindim. Yataktan kalkıp saçlarımı geriye itip komutana bakmak için oturma odasına girdim. Dün gece yattığı koltukta toplu ve düzgünce katlanılmış bir örtü vardı. Odama geri dönüp giyindim. Bugün aracım geleceği için Sarp amcamı arayıp adresi detaylı verdim. Lojmanın dışına bırakacaklarını söylemişti. Adamlar aradığında aşağı inip aracımı karşılamaya çıktım.
Karşıda lojman girişini izleyen bir kadın vardı. Babamdan alışık olduğum için direkt dikkatimi çekmişti. Kısa boylu, kısa saçlı ve baya uzakta olmasına rağmen gözlerinden fışkıran alevi görebileceğim kadar kararlılıktaki bakışları...
Kimdi bu kadın? Neden askeri lojmanı bu kadar dikkatli izliyordu?
Bölüm sonu.
Arkadaşlar ilk bölümü düzenlediğim için tekrar atıyorum. Bölümlerle ilgili birkaç şeyi düzenleyeceğim. Bölümler pazartesi günleri geliyor. Bu arada sosyal medya hesabımız açıldı. İnstagram adresimiz; elbruz_blackpearln
Takip ederseniz sevinirim. Hesabımızı aktif kullanmaya çalışıyorum. Destekleriniz hem buradan hem de sosyal medya hesaplarımızda benim için çok önemli. Lütfen bırakmayınız. Hepinize iyi okumalar.