@bloodcecilion
|
Silahlar çarpıştı havada... Kılıçlar savruldu, yaylar gerildi, oklar delip geçti. Baltalar yarıp geçti... Kan, et, at kişnemeleri!.. Ve evini terk etmek zorunda kalan zavallılar için korku ve çaresizlik. Ares'in annesi, küçük bedenini sarmalarken her adımda artan tehlikenin farkındaydı. Minik Ares'in bir şeyden haberi yoktu; o, annesinin kollarında bir çocuğun masumiyetiyle dünyayı tanımaya çalışıyordu. Fakat etrafını saran savaşın sesi, çocukça gülüşlerine gölge düşürüyordu. Her patlama sesiyle, annesi Ares'i biraz daha sıkı kavrıyor, babası ise önlerinde açılan yolu gözleriyle delip geçiyordu. Ares'in babası, ailesini güvene ulaştırmak için var gücüyle çabalıyordu. Bir yandan düşmanlardan kaçarken bir yandan da oğlunun hayatını kurtarmak zorundaydı. Çığlıklar, metalin metalle buluştuğu o sert sesler, toprağa düşen bedenler... Her biri kaçmalarını daha da zorlaştırıyordu. Fakat bir an bile tereddüt etmeden ilerlemeye devam etti; her adımında sadece ailesini düşünüyordu. Tam bir koruluğun kenarına vardıklarında, kısa bir süre nefeslenmek için durdular. Ares'in annesi, oğlunun gözlerine baktı. O masum bakışlarda, tüm savaşın ve kaçışın anlamsızlığı vardı. O an, küçük oğlunun geleceği için bir umut taşıyabilmeyi diledi. Ne de olsa, bu savaş daha başlangıçtı, ve belki bir gün Ares bu savaşların ötesinde bir yaşam görebilecekti. "Acele etmeliyiz, bu hayvanlar masumlara bile saldıracak kadar açlar..." dedi, Ares'in babası, nefesi kesik kesikti, sesi öfkeyle kısılmıştı. Bu sözler, Ares'in annesinin içine bir hançer gibi saplandı. Gözleri endişeyle etrafı tararken, oğlunun minik bedenini göğsüne bastırdı. Ares, annesinin kollarında henüz korkunun ne olduğunu anlamıyordu, ama annesinin kalp atışlarının hızlandığını hissediyordu. Etraflarını çevreleyen gölgeler ve savaşın uğultusu arasında, annenin titreyen nefesi bile Ares’in huzurunu bozmuştu. “Beni bırak, sadece Ares’i götür,” diye fısıldadı annesi, gözleri yaşla dolu halde kocasına bakarken. Ama babası, ona döndüğünde gözlerinde kararlılıkla karışmış bir hüzün vardı. “Hayır,” dedi, sesinde sarsılmaz bir tınıyla. “Seni bırakmam. Ares’i ikimiz de birlikte çıkaracağız buradan.” Bu sözler, ikisinin arasındaki derin bağı ortaya koyuyordu. Savaş onları zayıflatmış, her adımlarında korku solutmuştu; ama aralarındaki sevgi, Ares’in umut dolu geleceği için bir kalkan olmuştu. Orpheus, aceleyle yerdeki yayı ve okları toplarken gözleri kararlı, hareketleri hızlıydı. Savaşın kaosunda bile ailesine olan sorumluluğu onu ayakta tutuyordu. Yayı omzuna asıp baltayı sıkıca kavradı; her an önlerine çıkacak tehlikeye karşı hazırlıklı olmak zorundaydı. Sadece birkaç adım ötede gölgelerin arasından hareketler seçilebiliyordu; düşman yaklaşmaktaydı. Orpheus, başını çevirip eşiyle göz göze geldi. "Buradan çıkacağız," dedi, sesindeki kararlılık, ailesini koruma arzusuyla doluydu. Eşi gözlerinde çaresizlikle ona baktıysa da Orpheus’un güven veren duruşu ona bir nebze güç verdi. Orpheus, her adımda düşmanın bir gölge gibi onları takip ettiğini hissediyordu, ancak Ares’in masum bakışları, ona asla vazgeçmeme gücü veriyordu. Orpheus, karısının bir elini sıkıca kavrayarak onları kaçış için hazırlanmış çukura doğru sürükledi. Selene çukurdan geçerken bir an dengesini kaybetti; yere değen dizleri hafifçe sürtünse de, bir çırpıda toparlandı. Küçük Ares, annesinin kucağında düşmenin etkisiyle biraz sarsılmıştı, ancak Selene onu sımsıkı tutuyordu. Bu kaçışta en ufak bir hata, onlara pahalıya mal olabilirdi. Tünelin içine adım attıklarında, Orpheus, elindeki meşaleyi yakarak loş bir ışık sağladı. Tünel, sarp taşlarla kaplı dar bir geçitti; sadece iki kişinin yan yana geçebileceği kadar dardı. Meşalenin aydınlattığı bu belirsizlik dolu yol, etraflarındaki karanlıktan bir parça daha güvenli görünüyordu, fakat aynı zamanda boğucu bir sessizlikle kuşatılmıştı. Selene, Orpheus’un arkasında dikkatle ilerlerken, küçük Ares’i her zamankinden daha sıkı kavradı. Orpheus, meşalenin aleviyle önlerindeki karanlık tünele meydan okurcasına ilerliyordu. Her bir adım, onları düşmanlardan biraz daha uzaklaştırsa da içindeki endişe dinmiyordu. Bu kaçış onlar için bir sınavdı; her nefes, savaşın dehşetinden biraz daha uzaklaştıkları anlamına gelse de tehlikenin gölgesi peşlerinden ayrılmıyordu. Tam tepelerinde, tünelin dışında vahşi bir savaş sürerken, her an başka bir tehlike belirebilirdi. Selene, Orpheus’un hemen arkasında dikkatle ilerlerken, küçük Ares’i sıkıca kucaklıyordu. Ansızın, karanlık tünelde yankılanan bir sesle irkildiler. "Orpheus! Tanrıya şükür buradasınız kardeşim. Sizi götürmeye geldim." Bu, sırtında kılıcı ve elinde meşalesiyle tünelin loş aydınlığında beliren Lazarus’tu; Orpheus’un kardeşiydi ve cesur bir savaşçıydı. Sesi, tünelin karanlık duvarlarına çarpıp yankılanırken Selene’nin gözlerinde bir an için umut ışığı parladı. Orpheus, kardeşini gördüğünde derin bir nefes aldı. "Lazarus," diye fısıldadı, sesi hem rahatlamış hem de endişeliydi. "Bizi buradan çıkarabilecek misin?" Lazarus, cesaret dolu bakışlarıyla karşılık verdi. “Bunun için buradayım. Hadi, acele etmeliyiz; savaş henüz bitmedi.” Lazarus, Selene’nin yorgunluktan bitap düştüğünü fark etti. Sessizce ona yaklaşıp, küçük Ares’i kollarından yavaşça aldı. Güçlü koluyla minik yeğenini sıkıca kavradı; Ares, Lazarus’un güçlü kollarında şaşkın ama güvende hissediyordu. Selene, kollarının birden boşaldığını hissedince olduğu yerde durakladı. Gözlerinde çaresizlikle karışık bir boşluk vardı. Oğlunu başkasına emanet etmek, yorgun bedenine rağmen taşıdığı en büyük sorumluluğu devretmek ona ağır gelmişti. Ancak Lazarus’un gözlerindeki güveni gördüğünde, bu anlık tereddüdü yenmeyi başardı. Bir an derin bir nefes aldı, ardından kendini toparlayıp yürümeye devam etti. “Devam etmeliyim,” diye fısıldadı kendi kendine, ayakta durması gerektiğini hatırlatarak. Her adımda, ailesine duyduğu sevgi onu ayakta tutuyor, ilerlemeye zorluyordu. Lazarus önde, Orpheus ise arkalarında ilerlerken, bu tünel onların karanlıktan kaçış umutlarını simgeliyordu. "Yolumuz uzun, bu tüneli iyi bilirim," dedi Lazarus, güven veren sakin bir tonla. “Tekrar dışarı çıktığımızda bir at arabası var. Arkadaşlarım sizi güvenli bir yere götürecekler. Bir süre evimde kalın, orası güvenlidir.” Selene, bu sözlerin ona sağladığı güvenle bir nebze olsun rahatladı. Zihnindeki karanlık düşünceler, Lazarus’un sesindeki sabır ve kararlılıkla yavaşça dağılmaya başladı. Evinin güvenli olduğunu duymak, kalbindeki kaygıları hafifletiyordu. Orpheus ise, kardeşinin sözlerine onay verircesine başını salladı. “Bir adım daha atabilirsek, bu kâbus sona erecek,” diye mırıldandı. Tünelin karanlığı, onları kuşatmaya devam etse de, ailenin dayanışması ve Lazarus’un liderliğiyle bir umut doğuyordu. Ares, amcasının kucağında uykuya dalmıştı, masum bir bebek gibi tüm bu olanlardan habersizdi. Onun huzurlu uykusu, ailenin varoluş mücadelesinde bir sembol gibiydi; savaştan uzak, umut dolu bir geleceğin temsiliydi. Tünelin içi, her adımda yankılanan sessizliğin altında, bir zamanlar huzur dolu bir dünyanın yankılarıyla doluydu. Lazarus önde ilerlerken, Orpheus ve Selene, aralarındaki bağlılıkla birbirlerine destek olmaya çalışıyordu. “Çocuk, bu gece geçirdiğimiz korkuların ardından sabah güneşini görecek mi?” diye düşündü Selene, Ares’in huzurla uyuyuşunu izleyerek. Kollarındaki ağırlık, onun için hem bir yük hem de bir teselli kaynağıydı. Ares’in savunmasız ve masum hali, Selene’nin kalbinde bir sızı yaratırken, ona savaşın acımasız yüzünü unutturuyordu. “Hızlanmalıyız,” dedi Lazarus, tünelin karanlığında bir gölge gibi hareket ederek. “Etrafta düşman olabilir. Gözlerimizi dört açmalıyız.” Orpheus, yüreğinin derinliklerinden gelen bir korkuyla dolmuştu. “Çocuklar, eğer düşman bulursa...” diye düşünürken, bu düşünceler aklını kemiriyordu. Ancak, Ares’in uyku hali ve Selene’nin cesareti onu yeniden kendine getirdi. “Hayır, vazgeçmemeliyiz,” diye kendi kendine fısıldadı. Tünelin sonunda, meşalenin alevi hafifçe titreyerek, çıkışın siluetini aydınlatmaya başladı. Lazarus, aydınlık görünmeye başladığında adımlarını hızlandırdı. “Orada! İşte çıkış!” diye haykırdı. Selene, Ares’in yüzünü görmek için kollarını bir an bile bırakmaya niyetli değildi. “Bütün bu yaşananlardan sonra, ona bir dünya sunabilmek için her şeyi göze alırım,” diye düşündü. Kalbindeki sevgi, bir annelik içgüdüsüyle birleşince onu daha da güçlendirdi. Gözleri tünelin sonunda beliren gün ışığına odaklandı. “Kurtuluyoruz!” dedi Selene, sesindeki umutla. Lazarus, ona doğru dönerken gülümseyerek, “Evet, ama henüz güvende değiliz. Dikkatli olun.” Tünelin dışına adım attıklarında, onları bekleyen soğuk hava ve savaşın gürültüsü sel gibi üzerlerine aktı. Ateşin hışırtısı, çeliklerin çarpışması ve insan çığlıkları, henüz her şeyin sona ermediğini hatırlatıyordu. Lazarus, hemen çevresine göz attı. “At arabası burada olmalı. Hızlanmalıyız!” diyerek, Selene’ye doğru yöneldi. Orpheus, Ares’i kucaklayan Lazarus’un ardından hızla yürüyerek karısını takip etti. Bir an sonra, arka planda bir atın kişnemesi duyuldu. “İşte burada!” diye haykırdı Lazarus, tünelin biraz ilerinde bekleyen at arabasını göstererek. “Hızlanın, atlar güçlü, ama onları fazla zorlamamalıyız.” Selene, derin bir nefes alarak Ares’i dikkatle bırakmadan arabaya yöneldi. Lazarus, Ares’i kucaklayarak Selene’nin yanına geldi ve hemen arabanın içine yerleştirdi. “Beni bırakın, önümüze bakalım!” dedi Orpheus, karısının yanında durarak. “Bu geceyi atlatmalıyız.” Lazarus, başıyla onayladı ve hemen at arabasını harekete geçirdi. “Savaşın ortasında daha fazla zaman harcayamayız,” dedi. Selene, Ares’in uyuduğu yumuşak örtüyü nazikçe üzerine çekerek, çocuğunu koruma içgüdüsüyle doldu. Ve bir daha geriye bakmadan, tünelden çıkan bu aile, karanlık bir gecenin içine doğru yol alıyordu. |
0% |