@bloodcecilion
|
Vladimir’in adımları, mermer zemin üzerinde yankılanarak girdiğinde salonda ani bir fısıltı dalgası yayıldı. Üzerindeki beyaz, kristal güllerle işlenmiş asil kıyafetleri, hem zarafeti hem de gücünü gözler önüne seriyordu. Yanındaki eski Camavor Kralı Viego, asil ve gözü kara bir duruşla kalabalığın içinde ilerlerken, derin gözleri geçmişin sırlarını gizleyen bir kasvet taşıyordu. Ve Noxus Generali Swain; bakışları keskin, bir şahin gibi etrafı tarıyordu, sanki en ufak bir tehditi dahi sezebilecek bir dikkatle, soğukkanlı bir hakimiyetle doluydu. Onların varlığı bile, aniden salonun havasını ağırlaştırmıştı. Fısıltılar kısa sürede dedikoduya dönüştü. Balo davetlileri, bu üç yabancı hakkında göz ucuyla bakarak kendi aralarında konuşmaya başladılar. Ardından, salonun kapısından Cecilion ve Carmilla göründü. Cecilion’un zarif, soylu kimliğiyle karanlık cazibesi, hemen dikkatleri üzerine çekti. Gözleri, içten içe o geceye farklı bir tehlike ve büyü katacak bir ihtirasla parıldıyordu. Carmilla ise ona eşlik ederken kendine güvenen, soylu bir yürüyüşle ilerliyor, altın sarısı elbisesinin ince detaylarıyla herkesin bakışını üstünde topluyordu. Yanlarında ilerleyen Raziel ve Lilith de, tıpkı onlara ayak uydurmuş gibi, insan kılığında ama dikkatlice çevreyi izliyorlardı. Fısıltılar, bu sefer daha da yoğunlaştı. Bazı gözler, Cecilion ve onun yanındakilerin bir şeyler gizlediğini fark etmiş gibi, kuşkuyla onları süzüyordu. Ancak şüphe, bu gecenin büyüsünü bozamıyordu. Balo salonunun kristal avizelerinden süzülen ışık altında, gözler dört bir yanda bu güçlü figürlere odaklanmıştı; her bir bakış, biraz daha merak, biraz daha hayranlık, ve az da olsa endişe taşıyordu. "Aziz Earl Ansaac..." Vladimir’in zarifçe selam verişi, ortamdaki gerilimi bir an için bile olsa törpülemişti. Duruşunda, soyluluğun incelikli dokunuşlarını barındıran bir ağırbaşlılık vardı. "Ben Lord Vladimir. Ve bu Noxus Generali Swain. Aynı zamanda dostum ve danışmanımdır. Ve bu da yeğenim Viego. Uzak diyar Noxus'tan, küçük bir hediye getirdik." Earl Ansaac, bu misafirlerin görkemli tanıtımı karşısında etrafındaki soyluları bir kenara bırakıp dikkatini tamamen Vladimir ve beraberindekilere verdi. Kaşları hafifçe çatılmış, içinde hem merak hem de ihtiyat barındırıyordu. Vladimir’in sesi, ona duyulan saygıyı neredeyse empoze eden bir asaletle salonun her köşesine yayıldı. Vladimir’in bakışları, hızlıca çaprazında duran Raziel’e kaydı. Raziel, Vladimir’in ima ettiği hareketi hemen kavrayarak elindeki değerli kasayı salonun ortasına yerleştirdi ve ardından Swain'in yanında sessizce beklemeye geçti. Kasaya herkesin gözü çevrilmişti, merak ve hafif bir tedirginlik içinde ne olduğuna bakıyorlardı. Swain, derin ve sakince konuşmaya başladı, sesi ortamın dinginliğini adeta bölüp geçen bir tonda yankılandı. “Kıymetli Noxus şarabı,” dedi Swain, sesi otoriter ancak kontrollüydü. “Bu şarap, tamamen Noxus topraklarında yetişen özel üzümlerden yapılmıştır; her bir damlası, diyarımızın ruhunu taşır.” Earl Ansaac, bakışlarını kısa bir an şaraba çevirdi, ardından misafirlerine döndü. Dudaklarının kenarındaki belirsiz bir gülümseme, hem memnuniyeti hem de temkinini gizlemeye çalışıyordu. Bu şarabın sıradan bir hediye olmadığı her halinden belliydi. Etraftaki soylular, ürkek ve meraklı bakışlarla fısıldaşmaya başlamıştı. Vladimir’in ve Swain’in sessiz duruşları, tüm dikkatleri üzerinde toplamıştı. "Endişe etmeyin, zehirlenmezsiniz," dedi Vladimir, kulağa dostça ama nükteli gelen bir tonla. Earl Ansaac’a yönelik bu sözler, onu yatıştırmak amacı taşıyordu, ama aynı zamanda Vladimir'in, Noxus’tan getirdikleriyle gurur duyduğunu da belirginleştiriyordu. "Şaraplarımız gayet kalitelidir ve hiçbir şekilde bozulmaz. Uzun yoldan getirmemize rağmen," diye ekledi, zarif bir tebessümle, bu tebessümün ardında gizli bir meydan okuma izlenimi vardı. Earl Ansaac, Vladimir'in sözleriyle kendini toparlayarak gerginliğini belli etmemeye çalıştı, ancak etrafındaki soyluların bakışları bu ilginç açıklama karşısında daha da meraklı hale gelmişti. Vladimir’in hafif şakacı tavrı, salondaki atmosferin biraz daha rahatlamasına sebep oldu, ancak sözlerinin altındaki keskin ima da kimsenin gözünden kaçmamıştı. “Yalnız,” diye devam etti, bir an duraksayarak, “sizinkilere göre biraz daha serttir.” Bu söz, salonda kısa bir süre yankılandı, davetliler arasında gergin bir kahkaha dalgası yayıldı. Bazıları Vladimir’in cesur ve kendinden emin tavrına hayran kalırken, diğerleri onun bu yabancı şarabın sertliğinden bahsedişindeki meydan okumanın farkındaydı. Earl Ansaac ise tebessümünü kaybetmeden Vladimir'in bakışlarına karşılık verdi. "Elbette, Lord Vladimir," dedi Earl Ansaac, yüzünde nazik bir tebessüm belirse de gözlerinde ihtiyatın izleri vardı. "Sizin diyarlardan gelen her türlü değeri takdir ederiz." Sözlerinin ardında diplomatik bir dikkat ve merak vardı. Ansaac, misafirlerin altında yatan niyetleri sezmeye çalışıyordu. Swain’in duruşu, hem ihtişamı hem de ürkütücülüğüyle dikkatleri üzerine topluyordu. Earl Ansaac’ın işaretiyle hizmetçi, kıymetli kasayı dikkatlice alıp götürürken Swain, göz ucuyla serinkanlı bir şekilde onların arkasından baktı. Gözlerinin derinlerinde saklı olan hafif bir kıpırtı, sadece keskin zekâya sahip gözlerin görebileceği türdendi, sanki her ayrıntıyı ölçüp biçiyordu. Bu sırada salondaki soylulardan biri, farkında olmadan Swain’i dikkatle incelemeye başlamıştı. Swain’in uzun boyu ve geniş omuzları, kürklü uzun paltosuyla daha da görkemli görünüyordu. Her adımında güçlü bir güven yayılan bu adamın iri yapılı vücudu, Noxus’un kudretini simgeliyordu. Omzundaki beyaz kuş, sessiz bir bekçi gibi duruyordu, Swain’in karanlık asaletiyle örtüşen bir sadakat sembolü gibiydi. Daha yakından bakanlar, Swain’in göğsündeki kristal gülün, parlak yeşil kolu ve kıyafetinin ayrıntılarıyla kusursuz bir uyum içinde olduğunu fark ediyordu. O, yalnızca asil bir general değil, aynı zamanda savaş meydanlarının yıpratıcı izlerini taşıyan bir bilgeydi. Swain'in soğuk ama içten içe hesaplayıcı bakışları, salonun ortasında süzülen bu soylunun üzerinde bir gölge gibi geziniyordu. Salonun diğer köşelerinde ise, davetlilerin incelemeleri ve fısıldaşmaları sürüyordu. Kimi Swain’in göz alıcı görünüşünden etkilenmiş, kimi ise bu tuhaf misafirler hakkında bir şeyler sezmiş gibi temkinli duruyordu. Gece, sıradan bir balo olmaktan çok uzaktı; her bakış, her kelime gizli anlamlar taşıyor, arka planda farklı oyunlar ve hesaplar dönüyordu. Vladimir, salonun etrafında dönüp dolaşan bakışları ve fısıldanan sözleri fark etmişti. Bu dikkatli gözler, Swain’in karanlık, ağırbaşlı görüntüsünü dikkatle inceleyen soyluların gizli çekingenliğini taşıyordu. Vladimir, Swain’in üzerindeki bu yoğun bakışları sezmişti ve her bir fısıldanan söz, ortamın gerginliğini biraz daha belirginleştiriyordu. Swain’in soğukkanlılığına rağmen, bu fısıltıların ardında bir şeyler oluyordu. Swain’in ihtişamı, salonda gergin bir huzursuzluk yaratıyordu; ancak Vladimir’in alaycı, ama yine de zarif tavrı devreye girdi. Zarif pençeli elini, Swain’in koluna nazikçe koyarak ona yaklaşan Vladimir, Swain’in kulağına fısıldadı. "Eğlenmene bak aziz dostum," dedi, gülümsemesinin ardında biraz eğlenceli bir zeka ve hafifçe yavaşlatılmış bir tonda. "Şu asil kızların bakışlarına bir bak, sanki seninle dans etmek için sıraya girecek gibiler." Vladimir’in sesi, bir an için tüm salonun gerginliğini dağıtan bir tür rahatlama gibi yayıldı. Swain’in karanlık duruşu, Vladimir’in şakasına karşı daha da belirgin bir şekilde keskinleşti, ancak bu sefer Swain’in gözlerinde belirgin bir hafiflik belirdi. Belki de Vladimir’in bu alaycı çıkışı, o an için gerekli olan hafif bir rahatlamaydı. Vladimir, Swain’in yüzüne zarifçe yerleşen bir gülümseme eşliğinde, ortamın gerilimini azaltmaya çalışıyordu. Swain, her ne kadar sert bir maskeyle duruyor olsa da, Vladimir’in sözleri ona bu geceki etkileşimlerin, her ne kadar dikkatli olunsa da, bir tür eğlenceye dönüşebileceğini hatırlatıyordu. Salondaki bakışlar, yeni bir dinamiği tartışmaya başlamıştı; bu yabancı misafirlerin gelişinin arkasında hangi sırların ve tehlikelerin gizli olduğunu sorgulayan, ama bir yandan da bu gizemli varlıkların çekiciliğine kapılan gözler vardı. Viego, salondaki gerginliği pek hissetmiyor gibi görünüyordu. Etrafındaki her şeyin farkında, ama onlara karışmıyor; etrafı sessizce izliyordu. Elinde, kristallerle zarifçe süslenmiş uzun kılıcı, ona hem asil bir hava katıyor hem de bir tür tehditkar bir duruş sergiliyordu. Kılıcının sapı, gece ışıkları altında parlıyor, her bir detay, onun güçlü ve soylu kimliğini yansıtıyordu. Bir yanda aristokrat zarafeti, diğer yanda savaşçının sertliğini taşıyan bir karışım vardı. Viego'nun başındaki üç dişli taç, ona tanrısal bir hava katıyor, kimliğini yalnızca soyluluğu değil, aynı zamanda geçmişindeki karanlık gücü de simgeliyordu. Taç, salondaki loş ışıkların altında parlıyor ve başındaki yeşil kristallerle süslenmiş kıyafetiyle uyum içinde dans ediyordu. Bu parlak yeşil tonları, ona hem asil bir görünüm kazandırıyor hem de gizemli bir çekicilik katıyordu. Duruşu karizmatikti, gözleri ise bir şeyleri arar gibi, derin bir içsel arayışla etrafı süzüyor, her adımda güç ve sakinlik arasında ince bir dengeyi koruyordu. Viego’nun bakışları, yalnızca şık ve zarif görünümüyle değil, aynı zamanda ona adeta görünmeyen bir alanda hâkimiyet kurma isteğiyle de dikkat çekiyordu. Bir yanda davetliler, onu ve yanında duran misafirleri farklı derecelerde inceleyerek birer bilinmeyen açıyı çözmeye çalışıyorlardı. Ancak Viego, kimseye ait olmayan bir dünyada gibiydi; tüm bu gösterişin ve alaycılığın içinde, sadece içsel bir odakla var olan bir karakterdi. Salondaki herkes, sadece dış görünüşüyle değil, aynı zamanda taşıdığı karanlık tarih ve büyük güçle de büyüleniyordu. Onun bakışları, sanki her an bir şeyleri anlamak için sabırlı bir bekleyişteydi, fakat aynı zamanda bir adım daha attığında ne olacağına dair kimse emin olamıyordu. Vladimir, Viego'nun bakışlarının derinliklerine inerken, yeğeninin içsel dünyasında bir şeylerin saklandığını hissediyordu. Viego’nun soğuk ve sakin yanıtı, duygularının üzerine örttüğü katmanları daha da belirginleştiriyordu. "Bir şey mi arıyorsun, Evlat?" diye fısıldadı Vladimir, gözleriyle sessiz bir sorgulama yaparak. Onun içsel karanlığını, bu geceki baloda da görmek istiyordu; çünkü Viego’nun soğuk görünümü altında, bir yığın duygusal fırtına gizliydi. "Hayır..." diye yanıtladı Viego, kelimeler soğuk, titremeyen bir sesle döküldü dudaklarından. Ancak tam o anda, çalan vals müziğiyle birlikte vücuduna ani bir titreme çökmüş gibiydi. İçindeki hüzün, soğuk dış görünüşünü yavaşça terk ettiğinde, Viego'nun bakışları daha da derinleşti. Kimse fark etmese de, o an için bir duygusal dalga, onun kayıtsız dış görünümünü sarmaya başlamıştı. Viego'nun, balonun kalabalığından uzak duruşu, içindeki boşlukla baş başa kalmak istediğini anlatıyordu. Konuklardan bazıları eşleriyle dans etmeye başlamıştı, müzik ise hızla salona yayılıyor, neşeyi ve ihtişamı her köşeye taşıyordu. Ancak Viego, tüm bu canlılığı hissediyor ama ona katılmıyordu. O, salondaki diğerleri gibi kaybolmak yerine, sanki dışarıda bir yerde hapsolmuş gibiydi, o anın her sesini, her hareketini içsel bir mesafeyle izliyordu. Cecilion ve Carmilla, salonun kenarında, valsin zarif melodisiyle dans eden konukları hafif bir tebessümle izlerken birbirlerine daha da yakın duruyorlardı. O an, aralarındaki ince gerilim ve çekim, tüm etrafındaki karmaşadan tamamen farklı bir şekilde var oluyordu. Carmilla’nın bakışları, Viego’nun içine gömüldüğü yalnızlıkla zıt bir şekilde, Cecilion’a doğru dönüp, ona yakınlaşmanın gizli mutluluğuyla parlıyordu. Cecilion ise, gözlerinde bir tür merak ve dikkatle, Carmilla’nın bakışlarının ne kadar derin olduğunu seziyordu. İkisi de salondaki dansı izlerken, kendi iç dünyalarında farklı bir dansa, başka bir çekime kapılmışlardı. Carmilla'nın hafif tebessümündeki anlamı daha da derinleştirerek, Cecilion bir adım daha yaklaşmak istiyordu, ancak içindeki bilinçsiz çekim, bu adımı atmak için biraz daha beklemesini söylüyordu. Swain, salonun bir köşesine doğru ilerlerken, etrafındaki bakışların farkına varmıştı. Her adımında zarafeti ve gücüyle dikkat çekiyor, karizmasıyla da izleyenleri büyülüyordu. Etrafında imrenen bakışlar toplanmaya başlamıştı; bazıları ona hayranlıkla bakıyor, kimisi de gizlice arzusunu dile getirememiş olsa da onun cazibesine kapılmıştı. Swain, bu ilgiden çok etkilenmiş gibi görünmüyordu, ama zarif ve soğukkanlı duruşuyla dikkatleri üzerine çekmeye devam ediyordu. O sırada, Swain’in yanında bir hanımefendi, zarif bir şekilde gülümsüyordu. Swain’in etkileyici karizmasından ne kadar etkilendiği belliydi. Hanımefendi, başını eğmiş ve dikkatle Swain’in söylediklerini dinliyordu, ancak gözlerinde bir tür hayranlık ve gizli bir arzu vardı. Swain, ona nazik bir şekilde bir şeyler fısıldarken, kadının bakışlarındaki yoğunluğu fark etti ve bir an için gözlerini tavsiyeli bir şekilde ona yöneltti. "Her zaman böyle mi büyülüyorsunuz?" diye sordu kadın, sesinde bir yumuşaklık ve sanki bir sır paylaşılıyormuş gibi bir ton vardı. Swain hafifçe gülümsedi, ama cevabı daha çok bir soru gibiydi: "Büyülemek mi? Yoksa sadece kendiliğinden mi oluyor?" Kadın, ona bakarken dudaklarının kenarlarında hafif bir gülümseme belirdi. Swain, içinde yansıyan cazibesinin farkında olmadan, tüm salonu etkilemeye devam ediyordu. Çevresindeki soyluların bakışları, kendisini her an takip eden gözler, bu gece onun için bir tür güç gösterisi gibiydi. Bunu görmek, Swain için alışıldık bir durumdu; ama yine de, her zaman aynı çekim gücünün etkisini hissediyordu. O an için, tavladığı hanımefendiyle sohbeti, gecenin tanıdık, ama bir o kadar da yeni ve çekici bir yönüydü. Salondaki bütün gözler, bir şekilde ona odaklanıyor, çevresindeki atmosferdeki cazibeyi daha da yoğunlaştırıyordu. "Bu dansı bana bahşeder misiniz?" dedi Swain, en nihayetinde sohbete biraz hareket ve heyecan katmak için. Eldivenli elini zarifçe genç kadına doğru uzattı. Swain'in sözleri, salondaki diğer konuşmaları ve dansları aniden bir an için kesmiş gibiydi. Genç kadın, şaşkınlık ve heyecan karışımı bir ifadeyle Swain’in zarifçe uzattığı elini fark etti. O an, bir büyü gibi, etrafındaki tüm sesler ve hareketler sanki biraz daha uzaklaşmıştı. Kadının kalbi hızla çarpmaya başladı, ama dışarıya yansıyan hiçbir şey yoktu. Sadece Swain’in gözlerinde, zarif ama derin bir çağrı vardı. Kadın, kısa bir sessizlikten sonra, dudaklarında hafif bir gülümseme ile elini Swain’in eline yerleştirdi. "Bu geceyi unutulmaz kılmak isterim," dedi. Sesindeki titreme, o anki çekiciliğin ve gücün etkisinden kaynaklanıyordu, ama Swain’in tavrı, neşesini ve ilgisini gizlemeyi çok iyi biliyordu. Swain, kadını nazikçe yanına çekerken, vücut dili, her hareketinde bir dengeyi, bir uyumu yansıtıyordu. Dans etmek için adımlarını hafifçe yerleştirirken, kadının gözlerine bakarak, "Sadece unutulmaz bir gece değil," dedi, "Aynı zamanda kendini kaybedebileceğin bir an olmalı." Müzik yükseldi ve valsin zarif melodisi salonun içindeki havayı sarhoş edici bir şekilde değiştirdi. Swain ve kadın, salondaki dans pistine adım attılar. Swain’in adımları, etkileyici bir güven ve zarafetle atılıyordu. Kadın, her hareketinde Swain'in vücuduyla uyum içinde, ona adeta teslim olur gibi hareket ediyordu. O an, ikisi de birbirinin adımlarına uygun şekilde dans ederken, etraflarındaki tüm bakışlar onlara odaklanmıştı. Gözlerinde hala bir tür gizem, fakat aynı zamanda bir güven hissi vardı. Swain’in vücudu, dansın her hareketinde bir güç ve kudret taşırken, kadın sadece bu zarafeti ve baskın gücü içselleştiriyor, kendini onun büyüsüne bırakıyordu. Salondaki diğer misafirler, çiftin içindeki derin çekim ve dengeyi izlerken, kendilerinin bir parçası olamamanın geriliminde kalıyorlardı. O anda, Swain ve kadının dansı sadece bir gösteri değil, aynı zamanda bir anlam taşıyor, her adım bir sözcük, her dönüş bir sır gibi etrafındaki gözlere sunuluyordu. Swain kadını adeta cazibesiyle esir etmişken diğer kadınların bakışlarını yakalıyor sahte ama tatmin edici bir çapkınlıkla göz kırpıyordu. Karşısındaki bu zayıf ve ihtiraslı bakışlar onu istemsizce tatmin etmiş gibi görünüyordu. Viego’nun aniden yaşadığı şaşkınlık, salondaki atmosferi kısa bir süreliğine dondurmuş gibiydi. Genç bir kadının ona bakmasıyla, gözlerinde bir tanıdıklık arayışına yerleşen boşluk, ruhunda bir kayıptan fısıldayan yankılar gibi yankılandı. "Isolde..." diye mırıldanarak, sessizce, belki de bir an için kaybolan bir anıyı tekrar bulma çabasıyla adını ağzından çıkardı. Genç kadın, bu yabancı adı işitince bir an için duraksadı. Bakışları derinleşmiş, ama bir şeyler eksikmiş gibi görünen bu adamı tanıyamayacak kadar yabancıydı. Viego’nun buruk gülümsemesi, kadının karşısında bir anlık bir anlaşmazlık yaratmış gibi göründü. Ama, o gülümseme hemen kayboldu ve yerine biraz daha soluk bir ifadeyle, derin bir iç çekiş geldi. "Rahatsız ettiğim için bağışlayın," dedi Viego, sesi hafifçe titrerken, derin bir özür içeriyordu. Ama bu özür, daha çok geçmişin yansıması gibiydi. Bir şeyleri karıştırmış olmalıydı. Bu kadının, unutulmuş bir yüzle değil, gerçek bir kişiyle hiçbir ilgisi yoktu, ama yine de onun varlığı Viego’yu bir an için geçmişin karanlık koridorlarına sürüklemişti. Başını hafifçe eğip, kadına doğru nazik bir selam verdi. Bu basit hareket, içinde sıkışıp kalan duyguları biraz daha dışarı atmaya çalışıyordu. Ardından, ağır adımlarla salonun gürültüsünden ve parlak ışıklarından uzaklaşmaya başladı. Her adımı, salondan ne kadar uzaklaştığını hissettiriyordu. Gecenin neşesi, içinde hapsolmuş bir boşluk gibi büyüdü.
|
0% |