@bloodcecilion
|
Ertesi Gece... Sahnenin son alkışları, Cecilion’un kulaklarında yankılanırken, devasa opera salonu hızla boşalmaya başladı. Seyircilerin coşkulu hayranlığı, yerini sessiz bir boşluğa bıraktı. İnsanlar, büyülenmiş bir şekilde salonu terk ederken, Cecilion sahnenin karanlık köşelerine doğru adım atarak gölgelerin onu yutmasına izin verdi. O an, gözlerinden ve yüzündeki maskeden süzülen sanatçı kimliği kayboldu; geriye sadece yorgun, karanlıkla özdeşleşmiş gerçek benliği kaldı. Yalnızlığı, onu bekleyen sadık bir dost gibiydi. Her gece bu gösterilerle insanları büyüledikten sonra, en büyük sahnesine, kendi içine, kendi karanlıklarına çekilirdi. Kalabalıkların alkışları ne kadar yüksek olsa da, Cecilion için asıl huzur, yalnızlığın derin sessizliğindeydi. Gölgelerle sarılmış dar bir koridordan geçip odasına vardığında, salonun büyülü atmosferi arkasında kalmıştı. Cecilion, ağır adımlarla geniş balkonuna çıktı. Aşağıda Avalor'un ışıkları, sanki uzak bir rüya gibi parlıyordu. Başını yukarı kaldırdı, ayın solgun ışığı onu selamlarken gözleri derin bir kedere gömüldü. Bu ışık, Cecilion’un karanlık ruhuna hiç erişemeyecekti. "Yalnızlık," diye fısıldadı kendi kendine, sesi rüzgarla birlikte kayboldu. Bu, onun kaçınılmaz kaderiydi. Kalabalıklar ona tapar, büyüsüne kapılırdı; ama hiçbiri onu gerçekten anlayamazdı. Çünkü Cecilion, sadece gölgelerin dilini konuşurdu. Cecilion, balkonda dururken, şehirden yükselen ince ışıklar ve uzaktan gelen boğuk sesler bir hayal perdesi gibi etrafını sarıyordu. Bu sesler, başka bir dünyanın yankısıydı; bir zamanlar kral olduğu, karanlığın egemen olduğu bu dünya artık onun için sadece bir hatıraydı. Karanlığın içinden doğmuş bir krallık, gölgelerle örülü bir taht ve her şeye hükmeden bir güç... Ancak o günler geride kalmış, Cecilion’u insanların dünyasına sürüklemişti. Şimdi burada, Avalor’un ışıkları altında, geçmişin hayaletleriyle baş başa kalmıştı. Yıllar önce kaybettiği her şey, karanlık bir sis gibi zihnini sarıyordu. Bir zamanlar hükmettiği gölgeler, şimdi onun zihninde yankılanan fısıltılar haline gelmişti. Her gece, bu yalnızlık anlarında geçmişi tekrar tekrar yaşamaktan kaçamıyordu. Cecilion, ay ışığının solgun ışıkları altında bir adım geri çekildi. Balkonun kenarına yaslandı, gözleri yarı kapalı bir halde derin bir nefes aldı. İçindeki huzursuzluk dinmek bilmiyordu. Gölgelerin ardında bir şey vardı—onun peşinden gelen bir boşluk, her geçen gün biraz daha büyüyen bir karanlık. Bir an için gözlerini kapattı ve o eski günlere geri döndü. Krallığının o görkemli saray salonlarında yankılanan zafer seslerini, gölgelerin içinde ona boyun eğen karanlık lordları düşündü. Fakat zaferin, iktidarın bedeli ağırdı. Ve bu bedel, onu yalnızlığa mahkum etmişti. Cecilion’un yalnızlığı, sadece fiziksel bir soyutlanma değildi; ruhunun derinliklerinde yankılanan bir ıssızlıktı. Ay ışığına tekrar baktığında, yüzüne vuran ışık içindeki karanlığı ne kadar aydınlatmaya çalışsa da başaramıyordu. "Bir sonu var mı?" diye mırıldandı, sesi rüzgarın içinde kayboldu. Geçmişin gölgeleri, onu bırakmıyordu. Her gece, her yalnızlık anında aynı soruyla boğuşuyordu. Lilith’in uyarıları ve sahnedeki tehlike zihninin bir köşesinde yankılanırken, Cecilion gelecekte onu bekleyen bilinmezliklere bir an için dalıp gitti. Onu izleyen gölgeler, her zamanki gibi sessizdi. Ancak bu sessizlik, yaklaşan fırtınanın habercisiydi. #Carmilla Carmilla, odaya dolan ay ışığının solgun parıltısında derin bir nefes aldı. Yatak odasının geniş penceresi, Avalor’un sessiz gece manzarasına açılıyordu. Şehir, uzaklarda sakin ve huzurlu görünüyordu, ama onun içinde bu gece huzurdan eser yoktu. Oda sessizdi, sadece hafif bir rüzgarın perdeyi hışırdatması duyuluyordu. Yatağının kenarına oturmuş, dizlerine sarılmış bir halde pencereden gökyüzünü izliyordu. Gözleri, Cecilion’un sahnedeki o büyüleyici varlığını düşünürken dalıp gitmişti. Onun sesi, kalbinde tarifsiz bir yankı bırakmıştı. Sahnede bir sanatçıydı, evet, ama Carmilla için Cecilion, bir sanatçıdan fazlasıydı. Orada, sahnede onunla bir şeyler paylaşmış gibiydi; sanki şarkılarını sadece ona söylemiş, sadece onu etkilemişti. Ama o dokunaklı melodilerin ardında bir sır vardı, bir karanlık ve yalnızlık. Cecilion’un gözlerinde bir anlığına beliren o derin boşluğu fark etmişti. O anda, kendisi gibi yalnız bir ruh gördüğünü düşündü. "Bu yalnızlık... bu derin karanlık... Neden bu kadar tanıdık geliyor?" diye mırıldandı, odanın sessizliğinde kendi yankısını duyar gibi oldu. Carmilla, bu dünyanın sınırları içinde sıkışıp kalmış gibiydi. Ailesinin soylu kökenleri ve kendisine yüklenen tüm sorumluluklar, ruhunu sıkıştırıyordu. Onu anlamayan, gerçek benliğini asla göremeyecek insanlarla çevriliydi. Cecilion’un performansı sırasında hissettiği o büyüleyici çekim, belki de bu yalnız ruhların sessizce birbirini tanımasıydı. Pencereden yıldızlara baktı, gözleri dolmuştu. Cecilion'un sahnede hissettirdiği ağırlık kalbine yerleşmişti. Bir asilzade olarak, ailesinin ona biçtiği rolü oynamaktan bıkmıştı. İnsanlar onun zarafetine, güzelliğine hayran kalıyordu ama onu gerçekten gören kimse yoktu. Tıpkı Cecilion gibi… Onun da maskeler ardında sakladığı sırları olmalıydı. Ama nasıl? Bir adam bu kadar yoğun bir yalnızlığı nasıl taşıyabilirdi? Yattığı yerden yavaşça doğrulup pencereyi açtı. Rüzgarın serin esintisi yüzünü okşadı. Gökyüzündeki ay, Cecilion’un gece boyunca ona nasıl bakıyorsa öylece onu izliyordu. Bu gece, tıpkı Cecilion gibi, yalnızlığına teslim olmuştu. Ama içindeki bir ses, bu yalnızlığın daha büyük bir şeyin başlangıcı olduğunu söylüyordu. "Onu bir daha görebilecek miyim?" diye fısıldadı. Gözlerinde bir umut vardı, ama bu umut, karanlık bir arzuya dönüşüyordu. Cecilion’un dünyasında, o büyülü karanlıkta bir yer bulabilmek istiyordu. Gölgelerde gizlenen sırların onu beklediğini hissetti. Ama bu sırlar ne kadar tehlikeliydi, bunu henüz bilmiyordu. Carmilla, gecenin serin havasını içine çekip gözlerini yıldızlara dikmişti. Gökyüzü, sonsuzmuş gibi görünüyordu; sanki yıldızların ötesinde onu bekleyen başka bir dünya vardı. Cecilion’un karanlık melodileri, hala zihninde yankılanıyordu. O an, sanki sahnede onunla yalnızca kendisinin arasında geçen gizli bir bağ vardı. Bu bağ, açıklanamayan bir çekim, bir fısıltı gibi zihninde dolaşıyordu. Ama bu çekim aynı zamanda korkutucuydu. Cecilion’da onu korkutan bir şey vardı—gizemli, ulaşılmaz, ama bir o kadar büyüleyici. O an, Carmilla pencereden bakarken, kendisini tanımadığı bir dünyanın eşiğinde hissetti. Ailesinin aristokrat kuralları, yüksek beklentileri onun ruhunu bastırıyor, içindeki özgürlüğe kavuşma isteğini zayıflatıyordu. Ancak Cecilion’un varlığı ona bir çıkış yolu sunuyor gibiydi. Bir an için, o sahnede gördüğü adamın gerçekte kim olduğunu merak etti. Neden sahnedeki yalnızlığını ve karanlığını bu kadar derin hissetmişti? Cecilion bir sır gibiydi—çözülmeyi bekleyen bir sır. Carmilla’nın düşünceleri karanlığın derinlerine sürüklenirken, içeriye bir rüzgar doldu. Rüzgar, tıpkı Cecilion’un fısıldayan melodileri gibi odanın içini doldurdu. Gözleri hafifçe kısıldı, kalbindeki bu açıklanamayan boşluk büyümeye başladı. Ona görünmeyen bir güç, bir çağrı gibi yaklaşıyordu. Sanki karanlığın içinden bir el ona uzanıyordu, onu daha derine, bilinmezliğe çekiyordu. Ama bu çekim onu korkutmaktan ziyade cezbediyordu. İçinde uyanan bir merak, bir arzu, Cecilion’un kim olduğunu, sahne arkasındaki sırları öğrenme isteği büyüdü. Onu sadece sahnede izlemek yetmezdi. Cecilion’un karanlığını daha yakından tanımalıydı. Yavaşça yerinden kalktı, pencereden dışarı baktı. Şehir uykudaydı, ama o uyuyamıyordu. O gece içinde bir şeyler değişmişti. Kalbi daha hızlı atıyordu, damarlarındaki kanın hızını hissedebiliyordu. Gözlerini kapatıp Cecilion’u düşünmeye devam etti. Gölgelerin içinde kaybolan bu adam, belki de onun kaderiydi. Carmilla, hafifçe gülümseyerek kendini yatağa bıraktı. Gözlerini kapatmadan önce, içinden bir ses, onu tekrar göreceğini söylüyordu. Ama bir sonraki buluşmaları sadece bir performanstan ibaret olmayacaktı. Bu sefer, karanlık gerçeklerin açığa çıktığı bir yüzleşme olacaktı. Belki de Cecilion’un yalnızlığına dokunabilirdi. Belki de onun karanlığı, kendi ruhunun özgürlüğüne giden yoldu. Belki de Cecilion’un yalnızlığına dokunabilirdi. Belki de onun karanlığı, kendi ruhunun özgürlüğüne giden yoldu. Carmilla'nın zihni, Cecilion'la ilgili düşüncelerle dolu bir halde yatağa uzandığında, gözlerini kapatmaya çalıştı. Ancak zihninin derinliklerinde yankılanan şarkılar, onu uyumaktan alıkoyuyordu. Sahnede Cecilion’un bakışlarında gördüğü karanlık, onun içindeki özlemi alevlendirmişti. Bu özlem sadece birine duyulan basit bir çekim değildi; Cecilion'un taşıdığı gizemler, bilinmeyen karanlıklar onu daha da içine çekiyordu. Gece ilerledikçe Carmilla yatakta dönüp durdu. Yatağının sıcaklığı, içindeki huzursuzluğu hafifletmek için yeterli değildi. Kalbi hızla çarparken, yatağından doğruldu ve pencereden şehre doğru baktı. Ay, hala sanki ona rehberlik ediyormuş gibi gökyüzünde asılı duruyordu. O an, Carmilla'nın içinde bir kıvılcım çaktı—Cecilion'u tekrar görmeliydi. Sadece sahnede değil, sahnenin ötesinde, maskesinin ardındaki adamı tanımak zorundaydı. Bu düşünce, onun ruhunda giderek büyüyen bir istek haline geldi. Yavaşça dolabına doğru yürüdü, ince bir pelerin seçip omuzlarına attı. Şehir gece boyunca sessiz ve uykudaydı, ama o uykusuzdu. Sessizce odasından çıktı, büyük malikânenin taş duvarları yankısızdı. Hizmetçilerin hepsi uykuya dalmış, koridorlar karanlık ve boştu. Carmilla, adımlarını dikkatlice atarak girişe yöneldi. Birkaç dakika içinde dışarı çıkmayı başardı. Şehir meydanına vardığında, opera binasının heybetli yapısı ona uzaklardan görünmeye başlamıştı. Cecilion'un gösterisinin yapıldığı o büyüleyici yer, şimdi karanlık ve boştu. Ama Carmilla, burada olmaktan korkmuyordu. Aksine, kendisini daha da cesur hissediyordu. Gecenin serin esintisi, yüzünü okşarken adımları hızlandı. Opera binasına yaklaştıkça, içindeki merak ve heyecan daha da büyüdü. Sonunda, büyük kapının önünde durdu. Opera salonunun girişinde hafif bir ışık süzülüyordu. Bu ışık, içeride hala birinin olduğunu işaret ediyordu. Carmilla'nın kalbi bir an için hızlandı. Belki de Cecilion hâlâ içerideydi. Onu sahnenin ötesinde görebileceği, gerçeğe daha yakın bir an gelmişti. Cesur bir adım atarak kapıya yaklaştı ve elleriyle kapıyı hafifçe itti. Kapı, beklediğinden daha kolay açıldı ve hafif bir gıcırtı eşliğinde önünde aralandı. İçeri girdiğinde loş ışıklar, devasa salonun karanlık köşelerini aydınlatıyordu. Sahne, o görkemli atmosferini yitirmişti, fakat gölgeler arasında hala Cecilion’un varlığını hissediyordu. Gözleri sahneyi ararken, kalbindeki bu tuhaf çekim daha da derinleşti. O an bir fısıltı duydu; bir rüzgarın taşıdığı gizemli bir çağrı gibiydi. "Cecilion?" diye fısıldadı, sesi yankılanarak salonda kayboldu. Kendi sesinin bu kadar yankılandığını fark edince hafifçe ürperdi. Ancak bir yanıt yoktu, sadece sessizlik. Ama bu sessizlikte bile onun varlığı hissediliyordu. Carmilla adımlarını hızlandırarak sahneye doğru ilerledi. Sahnenin kenarına geldiğinde ellerini tahta zemine koyup yukarı çekti. Sahneye adım atmak, ona bir güç veriyordu, sanki Cecilion’un karanlık dünyasına biraz daha yaklaşıyordu. Gölgeler arasında kaybolmuş sahnede dururken, Carmilla’nın içindeki heyecanla korku arasında ince bir çizgide yürüdüğünü hissetti. Ama bu bilinmeyenin cazibesi onu durdurmaktan çok, daha da cesur yapıyordu. Cecilion’u bulmalı, ona dokunmalı ve onunla aynı karanlık dünyada var olmalıydı. |
0% |