@blowbreeze
|
Her zamanki rutinimizde mutfağı toplayıp kahveleri hazırladık. Ben elimde kahve tepsisiyle içeri geçerken Yaprak abla da ikimiz için üçü bir arada kahvelerden hazırlıyordu. Biz genelde Türk kahvesi yerine onları tercih ediyorduk. Normalde Toprak bizim kahve keyfi faslımıza katılmaz, ya balkonda takılır ya da evden ayrılırdı. Kahvaltıda ona eşlik eden tuhaflık hala onunlaydı ve bu yüzden olsa gerek televizyonun solundaki ikili kanepede ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmış, omuzları düşmüş öylece ekrana bakıyordu. Tıpkı korkup, tırsmış bir çocuğun kendine sığınması gibi bir görüntüsü vardı. Onu salonda görmeyi bile beklemezken böyle bir halde görmek beni oldukça şaşırtmıştı doğrusu. Kahveleri ikram edip mutfağa döndüğümde Yaprak ablaya "Toprak hala içeride acaba o da kahve ister mi?" diye sordum. Tek kaşını hafiften yukarı kaldırarak biraz muzip bir ifadeyle "Sence de bunu ona sorman gerekmiyor muydu?" dedikten sonra "Canım ya! Kardeşimle konuşmak seni bu kadar mı korkutuyor." diyerek gözlerini kıstı ve "Korkma ısırmıyor" dedi. Yaptığı espriye karşılık vermeyip donuk bakışlar atınca da ekledi "Evet biliyorum, o biraz soğuk duruyor ve sert bir tip gibi görünüyor ama gerçekten kötü biri değil. Tanısan sen de anlarsın. Yani ondan çekinmene gerek yok." dedikten sonra içeri doğru "Toprak! Kahve ister misin?" diye seslendi. Aldığımız olumlu tepkiden sonra onun için de bir kupa kahve hazırladık. Yaprak abla bir eline kendi kupasını aldı ve boşta kalan elini daha doğrusu kolunu boynuma dolayıp yanağıma ufak bir öpücük kondurdu. Ona bu da neyin nesi demek istercesine attığım bakışıma "Bugün için sağ ol şekerlik! Uzun zaman üstüne babaannemin elinden bir şeyler yemek çok güzeldi. Hem o da çok mutlu gözüküyordu. Yani hepimize iyi geldi senin bu memleket özlemin" diye karşılık vererek yüzüne o her zamanki kocaman gülüşünü yerleştirdi. Gülmek bir insana bu kadar yakışırdı! Bir elinde kendi kahvesi diğer eli benim boynumdayken doğal olarak Toprak için hazırladığımız kahveyi almak bana düşmüştü. Bulunduğumuz hali hiç bozmadan salona geçtikten sonra o, annesinin yanına otururken ben de elimdeki kupayı Toprak’a uzattım. Öylesine dalmıştı ki ekranın bulunduğu tarafa doğru, bir an olsun neredeyse izliyor zannedecektim. Biraz ürkek bir sesle "Kahve!" dedim. Dalgın bakışlarını ekrandan çevirip yüzüme kilitledi, kaşları Ümit Karan ya da Küçük Emrah style diye isimlendirebileceğimiz bir açıyla yanlardan aşağı doğru süzülerek, gözlerinde anlamlandıramadığım bir bakış ve birkaç kez yoklamasına rağmen tonuna ayar veremediği, önce cılız sonra yersiz bir tokluğun takip edegeldi bir ses eşliğinde "Teşekkür ederim" diyerek kupayı elimden aldı. Onun bu altı üstü bir kahve almak ve teşekkür etmekten ibaret olan basit olayı çetrefillendirmiş olmasının üzerinde duramayacak kadar şaşkındım. Az önceki teşekkür faslı olmasa neredeyse sesini unutacağım kadar az diyalog kuran Zat-ı Muhterem'in sesini duymakla kalmamış ayrıyeten iltifatına mazhar olmakla şereflenmiştim. Bu durum ben de ufak bir ego yapmıştı tabi. Yok canım! O şereflenmek kısmı falan şaka. Bendeki narsizmin sebebi BlueDream'daki Toprak'a inanmış olmamdan kaynaklıydı. Onun iç dünyasında naif bir insan gizliydi, artık emindim gerçi yine de bu aşırı çekimsermiş gibi algılanan tavrının naiflikle çok da alakası olduğunu zannetmiyorum ama o daha sonra irdeleyeceğim bir konu olarak birazcık bekleyebilir. Şuan kendimle duyduğum gururun dışa vuruşu olan koca bir sırıtış yerleşmişti istemsizce yüzüme. Eminim dışardan bakılınca komik gözüküyorumdur. Bu yüzden kulaklarıma kavuşma arzusuyla hareketlenen dudaklarımı büyük bir hızla geri toplayıp, kahvemden havalı bir yudum almakla yetindim. Zihnimde geleceğin uzman doktoru olarak masamda kurulmuş oturduğum halim canlandıkça hakim olamayarak bıyık altı diye tabir edebileceğimiz müstehzi bir tebessüm ve son derece cool bir şekilde yudumlanan kahve ambiyansım, babamın Hakkı amcayı görüntülü aramasıyla bir anda son buldu. Zirveden yere çakılmak gibi bir şeydi bu zira babamın henüz görüntüsünü görmeden sesini duymamla beraber gözlerimden anime karakterlerini aratmayacak şekilde fışkıran gözyaşlarımla beraber tüm havam da akıp gitmişti. Tamam, uzun zamandır görüntülü görüşmemiştik ve tamam, yaklaşık iki buçuk aydır onlardan uzaktayım ve yine tamam, duygulandım ama Allah aşkınıza ya, bu nasıl bir ağlamadır! İnsan gibi ağlasam ya! Şöyle kibar kibar bir kaç damla süzülse yanaklarımdan, ben o damlaları parmak uçlarımla silerek akmalarına engel olsam falan... Artık nasıl ağladıysam "Ekrem valla az önce kızın mutluydu, bakma sen ağladığına, duygulandı herhalde" diye açıklama yapma ihtiyacı hissetmişti Hakkı amca. Ve bu izahla artık tüy dikme aşaması da gerçekleşmiş bulunmaktaydı. Kendimi gerçekten çok rezil olmuş hissediyordum. Dakikalar içerisinde ne halden ne hale gelmiştim. Fakat sonra görüntüye babaannemin de girmesiyle ben de temelli kopan kayışlar artık rezillik duygusunu hissetmeme engel oldu. Resmen babaannemi buraya geleli ilk kez görüyordum. Hele o buğulu sesiyle "Kuzum!" demesi yok mu... Allaaah! Ben göz yaşları eşliğinde Hakkı amcanın elinden almak için telefona uzanmıştım ki "Kadriye mi o?" Mehpare teyzenin ağlamaklı sesiyle kalakaldım. Bu kez Hakkı amca ekranı Mehpare teyzeye çevirdi ve artık ortamdaki tek ağlayan kişi olmamanın verdiği rahatlığı hissediyordum tüm bedenimde. İki amca kızının yıllar sonra karşılaşıp birbirleriyle bakışmaları ve kalplerinin ta en derinlerinden gelen bir sesle birbirinin isimlerini söylemeleri salondaki herkesin içine dokunmuş, göz pınarlarının dolmasına sebep olmuştu. Ağlamanın verdiği etkiyle çatallaşan sesleriyle hal hatır sordukları esnada kalbim sökülüyormuş gibi hissettim. Onların birbirlerine olan özleminde kendi bencilliğimizi gördüm. Onların dünyası sadece bizmişiz gibi bizim mutlu olduğumuz hayata hapsetmişiz onları. Ne istediklerini, neyi özlediklerini hiç sormamışız. Biz mutlu olunca onlar da bizim mutluluğumuza mutlu olsun istemişiz. Halbuki onların bizden önce de bir hayatları vardı ve eminin o hayat, onların kendilerini şimdikinden daha çok ait hissettikleri bir hayattı... Kendi jenerasyonlarından birini görmenin onlara ne kadar iyi hissettireceği gerçeğine ne kadar da kapamıştık gözlerimizi... Belki babaannemin etrafında hala yaşayan birkaç tanıdık, eş, dost olması sebebiyle hiç bu kadar hissetmemiştim yıllar geçtikçe kaybettikleri sevdiklerinin bıraktığı boşlukta yalnızlaştıklarını. Birbirlerine olan ihtiyaçlarını... Ama şimdi anlamıştım Mehpare teyzenin hayata, ailesine ve kendisine küsmesinin sebebini. O, ait olduğu dünyadan kopartılmıştı... Belki onu İstanbul'a getirmek onun iyiliği içindi, yalnız kalmasın diyeydi. Belki burada ona sunulan şartlar görünüşte daha iyiydi... Ama o, ait olduğu dünyadan kopartılmıştı ve mutlu değildi. Kendi mutlu olmadığı için de etrafındakileri sürekli mutsuz ediyor ve ortaya işte böyle bir arada olmaktan keyif almayan bir aile tablosu çıkıyordu. Ben o an karar verdim, ne pahasına olursa olsun Mehpare teyzeyi bu yaz Konya'ya götürecektim. Gerçi ben memleketin bahsini açınca bile konuyu kapatmıştı ama ben bir yol düşünüp halledecektim. Sahi belki de memleket denilince içinde oluşan özlemi bastırmak için öyle geçiştirmişti beni, kim bilir... Biz tüm bu duygu karmaşası içerisinde görüşmemizi sürdürürken Toprak sessiz sedasız evden ayrılmıştı. Her gün bir adım daha Mehpare sultanın kilitlerini kırıyordum ama onun aksine sanki her geçen gün Toprak bir kilit daha ekliyordu kendine... Usulca kapattığı dış kapının ardından boş bakışlarla bakıp iç çekmekten başka elimden gelen hiçbir şey yoktu maalesef...
|
0% |