@blowbreeze
|
Babam haberi verdikten sonra günler nasıl geçmişti anlayamamıştım bile. Alışveriş, hazırlık ve tarif edemeyeceğim büyük bir heyecan... Hazırlanma evrem heyecana ev sahipliği yapsa da evimden, ailemden, sevdiklerimden ayrılma anında hüzün hakimdi, gözyaşı... Sonrası ise karmakarışık... Geride bıraktıklarım ve önümde beni bekleyen yeni hayatım... Birçok duygu depar atmış, kendi arasında bir yarışa girmişti adeta... İçimdeki hoyrat mücadeleye rağmen dışımda olağanüstü bir sükûnet... Sessizce önümde uzanan yolu seyrettim otobüsün camından. O yolun sadece İstanbul'a değil, geleceğime, hayallerime uzandığının bilinciyle izledim her bir kareyi itinayla... Saatler süren otobüs yolculuğunun ardından İstanbul sınırlarından içeri girdiğimiz an kalp atışlarım daha bir hız kazandı. Ben artık resmen, Necip Fazıl'ın dizelerinde "Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar. Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar..." diye tanımladığı şehirdeydim... Tüm yorgunluğuma rağmen bir çocuk gibi sevinç doluydum. İçim içime sığmıyor tabirinin şekil bulmuş haliydim desem yanlış olmaz sanırım. Bizi otogardan almak için Hakkı amca, eşi Seher yengeyle birlikte gelmişti. Çocukluktan hayal meyal hatırladığım simaları, onları görünce anılarımda da netlik kazandı. Araya yıllar girmemiş, zaman hiç geçmemiş gibi bir yakınlık göstererek karşıladılar bizi. Candan bir kucaklamayla sarıldılar... Hele Seher yengenin "Damla! Sen ne kadar büyümüşsün kızım" deyişi yok mu? Onları gördüğümde hissetmekten endişe duyduğum yabancılık hissini alıp götürmüştü. Kaldığımız yerden devam ediyormuşuz gibi bir duygu kapladı beni. Böylesine güzel, böylesine sıcak kanlı karşılanmak ziyadesiyle rahatlamamı sağladı. Ayak üstü ufak bir hoşbeşin ardından hep beraber, bundan sonra en az dört yıl boyunca kalacağım Mehpare teyzenin evine doğru yola koyulduk. Apartmanın önüne vardığımızda heyecanım kap be kat artmıştı. Kapının açılmasını beklerken evlilik programlarında paravanın açılmasını bekleyen adaylar kadar heyecanlıydım resmen. Hatta bir ara, kalp atışlarım dışarıdan duyuluyor mudur, diye düşünmedim değil. Yadırgamayın lütfen! Sonuçta yıllarca aynı evi paylaşacaktım onunla. Hatta daha net bir ifadeyle söyleyecek olursam, onun evine konuk olacaktım. Beni nasıl karşılayacağı, nasıl bir insan olduğu çok önem taşıyordu benim için. Heyecanım da ona paralel baş gösteren stresim de tam olarak bu yüzdendi. E, bir de gurbet var tabii işin içinde. İlk kez ailemden bu kadar uzak, bu kadar ayrı kalacağım. Buradaki ortam, buradakilerin bana olan muamelesi benim için çok büyük derecede önem teşkil ediyor. Kısa bir beklemenin ardından açılmıştı kapı. Yaşlılıktan büzüşmüş beyaz elleri, kırış kırış olmuş güzel yüzüyle çok tatlı bir ihtiyar duruyordu karşımda. Başında düz renk mavi bir tülbent, krem renk üzerine mavi çiçekli bir elbise, ayağında pembe terlikleriyle son derece kibar bir hanımefendi izlenimi veriyordu ilk bakışta. Görseline tam not vermiştim doğrusu. O an canım babaannem belirdi gözümün önünde. İki amca kızı birbirine bu kadar benzeyebilirdi. Açıkçası aralarındaki bu benzerliği hatırlıyor değildim. "Hoş geldiniz" diyerek bizi usulca içeri buyur etti. Ev tipik bir yaşlı eviydi bildiğiniz. Mobilyalarından halısına, hatta kokusuna kadar. Evin kapısından içeri adımınızı atar atmaz tarihin tozlu sayfalarında gezinen bir belgeseldeymişsiniz hissine kapılmamak neredeyse imkansızdı. Ama bu durum benim için bir eksi değildi zira ben yaşlıları ve yaşanmışlıkları severim. Seher yengenin yemeği hazırlamasını beklediğimiz zaman zarfında babam ve Hakkı amcanın görüşmediği senelerin hıncını alırcasına hararetle yaptığı konuşmayı sessizce dinlemesine bakılırsa, pek konuşmayı seven biri değil gibi görünüyordu. Bu iyi bir şey miydi, karar verememiştim doğrusu. Bense saatler süren yolculuğumuzun bitkinliği içerisinde, cansız bakışlarla anlamsızca başımı kim konuşuyorsa o tarafa çeviriyor ve bu esnada anlatılanları dinlemek yerine babamın bu enerjiyi nereden bulduğunu düşünüyordum. İkimiz de aynı zaman zarfında ve aynı şartlarda yolculuk yapmıştık ve ben bırakın konuşmayı, bıraksalar oturduğum koltukta yıllanacak bir uykuya geçebilecek kıvamdaydım... Sofra hazır olduğunda hep beraber mutfağa geçtik. Mehpare teyze bu kez konuşmaya dahil olmuş, hatta babaannemden konu açarak konuşmanın seyrine yön verip, Hakkı amca ve babamla güzel bir üçlü muhabbetin içerisine girmişti. Bana gelince, bir an evvel yemeğimi bitirip uyumanın peşindeydim. Gece heyecandan gözüne bir gram uyku girmemiş, valizlerine son dokunuşu yapmak için sabahın zil zurna vaktinde uyanmış ve saatler süren bir otobüs yolculuğu yapmış biri olarak taktir edersiniz ki ziyadesiyle bitkindim, lakin Seher yenge bir türlü yakamı bırakmıyordu. Ne okuyacak olduğumdan hangi üniversiteye gideceğime, bu yaşa kadar nelerle meşgul olduğuma kadar beni ince bir hesaba çekmişti. Hatta ben bi ara beni oğluna alacak da duruma çok tepki vermeyeyim diye okul bahanesiyle buraya getirildim diye düşünmedim değil hani. Neyse ki sonunda göz kapaklarımın yerçekimi ile giriştiği mücadelenin farkına vararak "Kızım sen bayağı yorgun görünüyorsun, gel sana odanı göstereyim" demişti. Beraber mutfaktan çıkıp koridorun sağındaki odaya girdik. Küçükçe bir odaydı. Zaten ev genel olarak çok da büyük sayılmazdı. İki oda bir salon... Kutu gibi bir ev... O küçüklüğe yaraşır küçük bir oda... Karşılıklı iki çekyat, ufak bir kitaplık, küçük iç içe geçmiş sehpalar... Bu kadar az eşyayla bile yeterince dolu görünüyordu. Eliyle çekyatları işaret ederek "Kızım hangisinde istersen onda uyu. Bu oda artık senin. Bu gece baban da bu odada kalır, malum içerisi müsait değil. Sen çekyatın altından yastık, yorgan ne lazımsa alıp aç yataklarınızı." diyerek arkasını dönüp tam giderken "Sen bu odaya dolap, çekmece, masa ne istersen alırsın artık. He! Çekyatta yatmak çok rahat olmaz, yatak isteyebilirsin belki ama onu Mehpare hanıma sormak lazım. Şimdi yatak alınca çekyatın birini çıkartmak gerek ya sorun edebilir, pek sevmez öyle şeyleri" dedi, bu duruma çok da bir anlam veremiyormuş gibi alt dudağını aşağı doğru sarkıtarak. O kadar yorgundum ki bu son kurduğu cümleler benim için hiçbir anlam ifade etmemişti. Ama bir yandan da acaba neden 'Mehpare Hanım' vurgusu yapmıştı diye düşünmedim değil hani. Yoksa bizim pamuk görünümlü ihtiyar biraz çetin ceviz miydi! Bu konuşma üzerinde çok da fazla düşünememiştim, yorgunluğun da etkisiyle beynim gözlerimin çağrısına yenik düşmüş ve derin bir uykuya geçiş yapmıştım... ~~~~~~~~~~~~~~~ Akşam erkenden yattığımdan mı yoksa yabancı bir yerde uyuduğumdan mıdır bilmem, sabah erkenden uyandım. Gözlerimi yabancısı olduğum bir evde, yeni hayatımın ilk sabahına açmak, içimde tarifsiz bir duygu yoğunluğu oluşturuyordu. Başımı çevirip karşımdaki çekyatta yatmakta olan babamın uyuyuşunu seyrettim kısa bir süre. Doğrusu onun yanımda oluşu yeni hayatıma atacağım ilk adımlarımda bana güç veriyordu. İyi ki gitmemiş, bu geceyi benimle burada geçirmişti. Bu süreçte tüm yaptıkları için ona minnettarım. Ama artık bu duygusal moda son vermeli ve bir an evvel buradaki hayatıma adapte olmalıyım. Bu sebeple yataktan hızlıca çıkıp, hazırlandım, ardından kaldığım odanın karşısındaki banyoya geçerek, elimi yüzümü yıkadım. Koridora çıktığımda ise tıkırtıları takip ederek mutfağa yöneldim. Kartonpiyer bir kemerle koridora bağlı olan salonda televizyon izlemekte olan Mehpare teyzeyi görünce "Günaydın" dedim ama kendim söyleyip kendim işittim. Acaba sesim duyulmadı mı diye düşündüysem de duymuş olma ihtimalini göz önünde bulundurarak tekrarlamaya çekindiğim için sessizce mutfağa geçtim. Seher yenge erkenden gelip kahvaltı hazırlığına başlamıştı. İçeri girdiğimde "Kolay gelsin" diyerek ona yardım etmeye koyuldum. Tatlı bir sohbet eşliğinde hazır ettik kahvaltıyı. Her şey tam olarak hazır olduğunda Seher yengenin direktifiyle babamı uyandırmak için içeri doğru yol alacaktım ki tam o sırada kapı çaldı. Seher yenge "Ben bakarım, bizimkilerdir" diyerek kapıyı açmak için koridora yöneldiğinde ben de gelenleri karşılamak için ardından gittim. Gelenler, Hakkı amca ve çocukları Yaprak abla ile Toprak'tı. Sanırım pazar sabahı olduğu için uyumayı tercih etmiş olacaklar ki Seher yenge gelirken onunla beraber gelmek yerine şimdi gelmişlerdi. Onlar içeri girer girmez ufak bir tanışma, daha doğrusu hatırlatma faslı gerçekleşti. Sonuçta birbirimizi tanıyorduk. Fakat araya nereden bakarsanız on bir yıl kadar bir zaman zarfı girmişti. Yani en son birbirimizi gördüğümüzde ben sekiz yaşımdaydım. Yanlış hatırlamıyorsam Mehpare teyzenin abisi Mehmet dayının cenazesiydi. Memlekete hep beraber onu ziyarete gelir, bir müddet de kalırlardı, vefatının ardından bir daha da gelmediler. Bu, onları en son görüşümdü zira kısa bir süre sonra Mehpare teyzenin eşi Hasan enişte de vefat edince Mehpare teyze Konya'dan İstanbul'a, Hakkı amcaların yakınına taşınmış, bir daha da iletişimimiz olmamıştı. Hakkı amca beni onlara takdim eder etmez Yaprak abla yüzünde kocaman bir gülümseme eşliğinde "Hoş geldin" diyerek bana sarıldı. "Canım benim! Ne kadar büyümüşsün ne güzel bir genç kız olmuşsun" derken o kadar samimiydi ki anlatamam. E tabi bende ego tavan... O bana böyle yakın, böyle güzel davranınca, küçükken ona dair hislerimi hatırladım. Ben ona bayağı bayağı hayrandım. Küçük bir kız çocuğuyken ablalara duyulan hayranlığı bilirsiniz. İşte öyle bir hayranlık... İstanbul gibi gözümüzde büyüttüğümüz bir şehirden gelmiş, güzel ve sempatik bir abla... Konya'ya her geldiğinde kuzenlerimle beraber etrafında adeta pervane olurduk. Fakat o ne kadar samimi ve cana yakınsa Toprak bir o kadar soğuk ve ilgisizdi. Ellerini cebinden çıkartmaya bile tenezzül etmeden yarım ağız bir "Hoş geldin" demekle yetindi doğru dürüst yüzüme bile bakmaksızın... Hatırladığım kadarıyla küçükken de böyleydi. Kendi halinde, konuşmayı sevmeyen, soğuk, havalı tuhaf bir çocuktu. Ama yine de bu tavrını üzerime alınmadım değil hani. Ne yalan söyleyeyim, az biraz bozuldum yani. |
0% |