İnsanlar eğlenebildikleriyle arkadaş, anlatabildikleriyle dost, ağlayabildikleri ile kardeş olurlar...
Dostluk, arkadaşlık, kardeşlik...Her kişiye göre farklı kavramlardı.
Bu yaşıma kadar, eksikliklerini hiç bir zaman hissetmediğim, dört tane mükemmel insana sahiptim ben.
Çağtay ve Ali, zamanı geldiğinde bana, abilik yaparak korudukları çok olmuştur. Kızlar derseniz, onlar zaten başka...İnsanlara bir şekilde, elimden geldiğince yardımcı olmayı seviyordum.
Elif e baktığımda karşımda yaşı ne kadar on dokuz olsa da, daha tam büyümemiş, kırılgan ama bir o kadar da ayağa kalkmaya çalışan bir kişilikti. Ayakları üstünde durmaya çalışması hoşuma gidiyordu.
Okulun çıkışına doğru ilerlerken, ''Bugün için her hangi bir işin var mı çisem?’’ diye sordu. Bir süre düşündüm, unuttuğum bir şey var mıydı acaba diye.
''Derslerin üzerinden geçmekten başka işim yok sanırım. Bir şey mi diyecektin?''
''Şu karşıdaki kafelerden birinde oturalım mı azıcık, canım çok sıkılıyor ve hemen yurda da kapanmak istemiyorum.'' Olumlu anlamda başımı salladım. Küçük bir farklılık bana da iyi gelebilirdi.
'' Sanırımm.. Sana ayırabileceğim fazladan bir, iki saatim var güzellik.'' Küçük bir kız çocuğu gibi kıkırdamaya başladı bir anda.
Fakülteden biraz ileride, çokta büyük olmayan ama şirin bir kafe ve pastane arası bir yer gözüme çarpınca, oraya girmeyi teklif ettim. Diğerlerine nazaran daha az kalabalık ve gürültülüydü.
Gelen garsona iki sade kahve istediğimizi ilettikten sonra, kafeyi ve içindekileri inceleme altına aldım.
Kimileri üçerli, beşerli gruplar halinde oturup sohbet ederken. Kimileri de oturmuş ders notları ile ilgileniyordu. Aklımda değerlendirilebilir bir yer olarak not aldıktan sonra, garsonun getirmiş olduğu kahvemden bir yudum aldım. Gözlerim dalgın bir şekilde fincanını izleyen Elif’e kaydı.
Elimdeki fincanı sessiz olmaya çalışarak tabağının üstüne bıraktım. Niyetim dalmış olduğu yerden korkutmadan çıkarmaktı ama bunun da pek oluru yoktu.
‘’Elif…’’ diye seslendim sessizce. Ancak daldığı yerden çıkarak sesimi duymadı bile. Biraz daha yükselttim bu defa sesimi. Neyse ki bu defa en azından ‘’HIMM’’ diye bir ses çıkarmıştı.
‘’Bana bakar mısın güzelim?’’ Gözlerini fincanından ayırıp yavaş yavaş benim gözlerime doğru çıkardı.
‘’Kusura bakma lütfen! Dalmışım sanırım.’’
‘’Onu fark ettim zaten ama önemli olan seni bu kadar uzaklara daldıran şeyin ne olduğu. Anlatmak istemediğine emin misin hala? Bak… Zorlamak istemiyorum özeldir, anlatmak istemezsin diye ama canını sıkacak konuların döndüğü ortada. Anlat ki, yapabileceğimiz bir şey varsa elimden ne geliyorsa yapalım.''
Derin bir nefes aldığı an çözülmeye başlayacağını anladım.
''Üvey babam ve annem...Amcama baskı yapıyorlarmış...Okulu bırakmam gerektiğini söylemesi için...Amcam şu an için taviz vermiyormuş ama...'' Son kelimesinden sonra, tekrar derin bir nefes aldı ve devam etti.
''Ama, amcam üç gün önce bir trafik kazası geçirmiş. Durumu genel olarak iyi olsa da bir kolu ve bir bacağı alçıdaymış ve bacağından bir ameliyat olmak zorunda kaldığı için de toparlanması biraz zaman alacakmış. Doktor uzun bir süre ameliyat olduğu ayağının üstünde çok durmaması gerektiğini söylemiş. Yani şu an için önümüzdeki bir kaç ay çalışamayacakmış.'' Telefonunu bana uzattı ve okumamı istedi.
Mesaj da aynen şöyle yazıyordu:
''Ne kadar onlara pabuç bırakmak istemesem de, sanırım okulu bırakman gerekecek güzel kızım. Senin için konuştuğum bir kaç kişiden henüz burs için bir haber gelmedi. Ancak hala ümidimi de kesmiş değilim. Kaza olayı beni mahvetti, bu olanlardan dolayı sözümü tutamadığım için çok özür diliyorum senden.''
Okuduklarımdan sonra, telefonun ekranına baka kaldım. Nasıl bir şansı vardı bu kızın? Arkasında durup, ona destek olan tek kişiyi de kaybetmişti elinden...
Telefonu masanın üzerinde ona doğru uzatırken bir yandan da düşünüyordum ne yapabiliriz diye. Tabi ki okulu bırakıp gitmesine izin verecek değildim.
''Kaldığın şu yurt için kaç aylık peşinat yatırmıştınız.''
''Üç ay.''
O zaman dilimi şuan için işimizi bir süre görmeye yeterdi.
''Tamam, işte süper!!! Demek ki yaklaşık iki küsür ay, daha bir yere gitmene gerek yok. Çıkış zamanın gelene kadar da bir şeyler buluruz elbet, sıkma canını.'' Gözlerinde beliren ışık o kadar hoşuma gitmişti ki. Bu umudun ışığıydı. Benim ki şuan için sunduğum geçici bir seçenek olsa bile, bunu bir umut olarak görmüştü.
''Yapabilir miyiz, gerçekten Çisem? Olur mu? Ben tekrar, yani en azından şu an için onların yanına dönmek istemiyorum!!''
Masanın üzerinde olan eline uzandım ve güven verircesine sıktım.
‘’Kötüyü düşünmeyelim şimdilik olur mu? Daha fazla bu konuyu uzatıp canını da sıkmayalım. Bakalım zaman ne gösterecek bize. Şimdi… Ben sanırım bugünkü notlarda bir iki yanlış yaptım. Onları bana göstermeye ne dersin?’’
Ben önümdeki notları incelemeye dalmışken Elif'in bir anda yükselen sesiyle kafamı kaldırdım. Ne olduğunu anlamaya çalışır bir şekilde göz kırptım.
''Sinir, Uyuz, kütük…’’ Arkamdaki bir noktaya tabiri caiz ise şeytan görmüş gibi bakıyordu. Tam kafamı çevirip baktığı yere bakacaktım ki!!!
''Sakın... Kafanı çevirip bakma. Ondan hoşlandığımı, benim baktırdığımı falan zanneder dikkat çekmeyelim şimdi.''
Sadece şaşırmıştım ne yapmam ya da ne demem gerektiğini bile anlamadım ki. ''Kimden ve neyden bahsediyorsun Elif? Sen iyi misin canım?''
Ağzını sanki ekşi bir şey yemiş gibi buruşturdu.
''Neredeyse, okulun ilk gününden beri, nereye baksam arkada oturan çocuğu görüyorum. Kılığı kıyafeti falan düzgün olmasa sapık diyeceğim. Denk geldiğimiz zamanlarda beni görünce dik dik bakmaya başlıyor ve bu benim sinirimi fazlasıyla bozuyor. Şimdi de burada karşıma çıktı. Şeytan diyor ki...Sen beni mi takip ediyorsun mal insan diyerek kafasını gözünü kır.''
Duyduklarım karşısında kendimi tutamayarak gülmeye başladım ve Elifin henüz nasıl çıkardığını anlayamadığım tıslama şeklindeki bir sesle ''gülmeeeee'' dediğinde daha çok gülmeye başladım.
Elif avına atlayacak bir panter gibi, arkama doğru bakarken, daha fazla kendime ve merakıma engel olamadım ve kafamı çevirdim arkadaşımı adeta patlayacak bir bombaya çeviren kişiye baktım.
Maalesef ki çocuğun yüzünü görememiştim. Arkası bize dönük bir şekilde telefonla konuşuyordu. Bizden bir kaç yaş büyük olduğu belliydi.
''Allah sahibine bağışlasın ne diyeyim... Ama baya iyi yani...''
Lafım üzerin bizim pimi çekilmiş bomba, gözlerini kısarak masaya biraz daha eğildi birden. Bak işte şimdi bir tırsmadım desem yalan olur!
''Başlarım ona da sahibine de, sende arkadaş mısın akrep misin belli değil. Destek olsana bana.''
O kadar hoşuma gitti ki onun bu hali. En azından kafasındaki sorunları kısa süreliğine de olsa bu çocuk sayesinde unutmuştu.
''Doğruyu söylemek suç mu tatlımmmm...'' Zaten masaya doğru eğilmiş olduğu için, yüzüne uzandım ve yanağından bir makas aldım. Hemen suratını buruşturdu.
''Acıdı amaaaa Çisem.''
‘’Acımaz! Arkadaşın sıktığı yerde gül biter tatlım’’ dedim ve bir makas daha aldım boşluğundan faydalanıp.
‘’ O bir kere arkadaş değil anne olması lazım! Gerçi bende o da varla yok arası ya neyse!’’
Hesabı ödeyip, kalkarken, bilerek diğer kapıdan çıkmamızı istemişti. Ne kadar azıcık yüzünü görseydim diyerek sinir etmeye çalışsam da koluma yapışmış ve deyim yerindeyse sürükleyerek çıkarmıştı dışarı.
İşte hayat böyle bir şeydi. Ne umardınız, ne bulurdunuz. Mesela biz bugün ne konuşmak için oturmuştuk ama neler yaşamıştık.
O yüzden günümüzü olabildiğince iyi yaşamak için çalışıp çabalamaya değerdi sanırım...