Dost dediğin; Gidecek hiç bir yeri yokken sana sığınan değil, gidecek çok yeri olmasına rağmen senin yanında olandır...
Son sınava da girmiş olmanın rahatlığıyla, hayaller kurarak eve gelmiştim. Bütün bir öğleden sonrası ve tabi ki akşamı yatarak değerlendirmeyi düşünürken, çalan kapını sesi bana hiç ama hiç yardımcı olmuyordu. Benim kapımı Aynur teyze den başkasının çalmayacağını düşünerek açmış olduğum kapıda Poyraz'ı görmeyi hiç beklemiyordum.
''Selam'' diye seslendiği sırada, yüzünü şöyle bir gelişi güzel taradım. Suratında yorgun bir ifade arıyordum ama yoktu. Bildiğin cıvıl cıvıl bir ifadesi vardı. Bu ne enerjiydi arkadaş.
''Ne o ölmüş balık gibi bakıyorsun?''
''Hani sınav haftasındaydık ya, yorulmuşumdur belki biraz ne dersin?''
''Oooo daha dur bakalım, yolun başındasın, daha şimdi den böyle salarsan ileride ne yapacaksın. Canlan, kıpırdan bakalım.'' Elleri ile omuzlarımdan tutmuş, bir o tarafa, bir bu tarafa sallayıp duruyordu. Üzerimde uyguladığı hareketten sonra da, ona baygın, baygın bakmaya devam ettim.
''Poyraz, iyi misin? Ne bu enerji, ya da şöyle söyleyeyim, bu enerjinin kaynağı her ne ise söyle de bende alayım, çünkü yorgunluktan ölüyorum.''
Güldü!!!! Evet....Evet bildiğiniz kahkaha atarak güldü!
''Ölmezsin!'' dedi uzatarak. ''Hazırlan, akşama borcunu ödemeye gidiyoruz.''
Şöyle bir düşündüm de! Benim ona hatırlamadığım bir borcum mu vardı? Aklıma bir türlü gelmiyordu. Sanırım Poyraz da hatırlamadığımı anlamış olacak ki !
''Ayıp, ayıp unuttun değil mi? Ama bak ben unutmadım. O zaman da demiştim sana, kimsenin bana olan borcunu unutmam. Hani çeşmeni tamir etmiştim yaa!!''
Kafamın içerisin de kocaman bir aydınlanma yaşadı. ''Haaaa...Ooo... Ama ben onu evde bir kahve ikram etmek olarak şey etmiştim.''
Güldü... yine ve yine daha çok güldü. Ne kadar çok gülüyordu bu böyle be!!
''Sen onu evde bir kahve ikram etmek olarak şey etmiştin ama ben onu dışarıda biraz kafa dağıtmak olarak şey ediyorum ve canım çok sıkıldı, akşam sekiz de bu kapının önünde ol küçük katil!’’
Benim bu konuşmada en iyi yaptığım şey, şuan da olduğu gibi bön bön bakmaktı sanırım. O merdivenleri her çıkışında, kafamı biraz daha dışarı çıkararak arkasından bakmakla yetiniyorken, yine duyuldu o sinir bozucu cümleleri.
''Ağzını kapat… Sinek kaçar, birde senin sineklerinle hiç uğraşamam. Buna da alışsan iyi edersin, ben böyleyim, bundan sonra da seni en yakın arkadaşım seçtim bürütüs..''
‘’Hönk!‘’ Ne demişti o! En yakın arkadaş mı?
Kapıyı kapatarak içeri girerken ilk önce şaşkınlıktan havaya kalkmış kaşlarımı, ikinci olarak ta yıkılmış olan hayallerimi bir köşeye yolladım. Bana yine dinlenmek haramdı anlaşılan.
Poyraz la konuşmamızın üzerinden yaklaşık iki saat geçmesine rağmen hala ne giymem gerektiği konusunda bir şey bulamamıştım. Kıyafetlerle olan bakışmam büyük bir aşk ile devam ediyordu. Nereye gideceğimi bilmeden hazırlanmaya çalışıyordum resmen. Bu akşam numarasını da almam gerektiğini aklıma not ederek en sonun da karar verdiğim kıyafetleri alarak hazırlanmaya başladım.
Sanırım beyaz bir bluz ve pantolon yeterli olurdu!
Akşam olup ta saat sekize beş kala, hazır bir şekilde Poyraz bey'in kapıyı çalmasını bekliyordum. Çantamı son kez kontrol edip, kapıyı açtığım da, kapıyı çalmak için elini yumruk yapmış bir Poyraz karşımdaydı.
Baştan aşağı beni süzdükten sonra, ''Hazırlanmışsın!'' dedi.
'’Sanırım, Sekizde hazır olmam gerektiğini söyleyen sendin Poyraz! Yanlış mıyım?''
Kapımı kilitleyip, anahtarlarımı çantama atmaya kalktığım sırada, gördüğüm telefonumla numarasını alacağım aklıma gelmişti.
''Senin için de sorun olmayacaksa, numaranı verir misin?'' dediğimde önüme doğru uzanan bir el planlarım arasın da yoktu sanırım!!
''Ver telefonunu'' Bu çocuk beni hep şoka uğratacak hareketler yapmak zorunda mıydı?
Çantamdan çıkardığım telefonu ona uzattığım da, suratıma dik dik baktı. ''Tamam, kabul ediyorum yakışıklıyım ama şu güzel yeşil gözlerimden çıkan ışınlarla, telefonların ekran kilitlerini açamıyorum henüz.''
Ne demek istediğini anlamaya çalıştığım bir kaç saniyenin ardından,
''Ahh.. Pardon, ben onu tamamen unutmuşum!''
''Yakışıklılığım seni de etkisi altına aldı farkındayım ama üzgünüm benim aklım başkasında şu an!'' Bu çocuğun bir kullanma klavuzu var mıydı? Çünkü onun ne demek istediğini anlamaya çalışana kadar, ömrümün yarısı gidecekti sanırım.
*****
Poyrazın arabasına bindiğimiz de, merakıma yenik düşerek, sorma gereği duydum. ''Nereye gidiyoruz acaba bana da söyleyecek misin?'' Tamam! Kabul! Bazen, gereğinden fazla samimi ve eğlenceliyken. Bazen de gereğinden fazla ketum biriydi.
''Gidince görürsün'' sormuş olduğum sorunun cevabı kesinlikle bu değildi! Vücudumu cama doğru çevirdim ve dışarıyı izlemeye başladım. En azından çevredekileri görür ve ona soru sormak zorunda kalmazdım!
''Tamam… Asma hemen suratını küçük musluk katili. Seni sevdiğim bir yere götürüyorum. Sessiz, sakin, nezih bir yer. Pastalar benden ama kahveler senden'' dedi. Sadece başımı sallayarak cevap verdim. İlerlediğimiz yol, okula giderken kullandığım yol olduğu için caddeler tanıdık gelmişti. Araba durduğunda, bulunduğumuz yeri görmemle, nedense mutlu olmuştum.
Birkaç gün önce Elif'le geldiğimiz kafeydi burası. Demek ki Poyraz efendi göründüğünün aksine, kasıntı yerleri sevmiyormuş. Sanki beynimden geçenleri duymuş gibi:
''Burasının sakinliği de, ortamı da hoşuma gidiyor. Çok gürültülü yerleri sevdiğim pek söylenemez. Umarım hayallerini yıkmamışımdır?''
''Aslında…’’Hem konuşuyor, hem de önünde durduğumuz kafeye doğru ilerliyorduk. ‘’Burayı biliyorum! Geçenlerde sınıftan bir arkadaşımla gelmiştik, benimde çok hoşuma gitmişti.'' Elleri, pantolonunun cebinde, benden bir tık önde ilerliyordu ama bu konuşurken birbirimizin sesini duyamayacağımız kadar bir uzaklık değildi. Anladığına dair başını salladı.
''O zaman bir de pastalarını denemelisin, işte o zaman hayranlığın daha da artacak emin olabilirsin!''
İlerlerken son konuşmamızda bu olmuştu zaten. İçeriye girdiğimizde, köşede kalan ve seslerin en az geldiği noktada bir masaya oturmuştuk. Poyrazın istediği pastalar ve benim söylediğim kahveler eşliğinde....
Evet...Doğru duydunuz! Beyefendi, masamızla ilgilenen garsondan rica etti ve aynı masaya iki ayrı adisyon kestirtti. Benim önümde kahvelerin, onun önünde ise pastaların yazılı olduğu adisyon duruyordu. Garson her ne kadar bu olayı garipsemiş olsa da, çokta üzerinde durmadan dediğini yaptı.
Bu çocuk gerçekten farklı bir yapıttı.
Hemen hemen her şeyi konuşup, kimi zaman gülüp, kimi zaman ise '' gerçekten mi?'' diye tepkiler verdiğimiz sırada aklımda takılan soruyu sorup sormamak arasında takılıp kaldım.
''Amma kıvrandın yaaa! Sor ne soracaksan, sende kurtul bende ''
Bu kadar belli mi ediyordum gerçekten diye kendi kendime düşünürken;
''Evet çok belli ediyorsun… Birincisi parmaklarınla oynuyorsun, ikincisi bir bana, bir masaya bakıp duruyorsun ki bu çok fena dikkatimi dağıtıyor. Şunu da bil! Ben dikkatimi dağıtan şeyleri hiç sevmem!''
'' Peki… Soruyorum o zaman? Öğrendiğim kadarıyla benim ev sahibim abin!!'' Kafa sallayarak beni onayladığında, devam ettim.
''Evi tuttuğumuz da eşyalar hiç kullanılmamış, hatta kimisi ambalajlı bir şekildeydi. Çok özel değilse sebebini öğrenebilir miyim?''
Az önce benim verdiğim tepkilerin birebir aynısını şuan o veriyordu ama farkında değildi. Etrafta bir göz gezdirip, düşündü… Düşündü… Düşündü.
'' O evde’’ Dedi ve derin bir nefes aldı.’’ Çok fazla yarım kalmışlık var Çisem. Abim zor zamanlar geçirdi. Nişanlısını başka biriyle gördü. Fazlaca detayları olan bir konu ve sanırım bunları benim anlatmam çokta doğru olmaz. Olur da bir gün denk gelirseniz, kim bilir belki de abimden dinlersin hikayesini.'’
''Bilmem farkında mısın Poyraz ama abin yurtdışında ve biz tanışmıyoruz bile.''
Yaramaz çocuklar gibi iki elini yumruk yaptı ve çenesinin altında birleştirdi. Çenesindeki baskıdan dolayı, dudakları öne doğru büzülmüş bir durumdayken konuşmaya başladı.
''Sana şimdi bir şeyler söylememi bekliyorsun ama sadece şunu bil ki kısmet diye bir şey var Çisem. Sadece zaman ve kısmet...'' dedi göz kırparak. Benim aklımı karıştırarak yapmış olduğu konuşmasına devam etti bir süre sonra,
''Bak aklıma ne geldi… Gel sana biraz deniz havası aldıralım. Özlemişsindir sen denizi! İstanbul’u seninle tanıştıralım ne dersin?''
Neredeyse sevinçten bağıracaktım. ‘Bana bunlarla gel işte’. Diye. Ne kafa karışıklılığı ne de yorgunluk kalmıştı duyduklarımdan sonra.
''İşte ‘’ dedim. ‘’Buna asla ama asla hayır diyemem. O kadar ihtiyacım var ki biliyor musun? Özellikle de denizin o kendine has kokusunu içime çekmeyi o kadar özledim ki.'' Burnumun direkleri sızlamıştı resmen. Bu öyle bir özlemdi ki. Asla tarif edemezdim.
''Kalk, bakalım o zaman küçük katil!''
''Poyrazzzz!''
''Ne! Katil değil misin? Eee… Küçüksün de'' Göz kırparak uzaklaştığın da arkasında patlamak üzere bir ben bıraktığının farkında mıydı acaba? Sandalyenin üzerinde ki ceketimi ve çantamı alarak ödeme yapacağım kasaya doğru ilerledim. Tam cüzdanımı açmış, gerekli parayı çıkarırken;
''Boşuna çantanın içini karıştırma. Hesabı ödedim ben!’' dedi Poyraz.
''Ne demek ben ödedim ya… Kahveleri ben ödeyecektim ama!'' Ne olduğunu dahi anlamadan, yanağımdan makas aldı bir anda.
''O işin şakasıydı Çisem... Sana insanların bana borçlu olmalarını sevdiğimden bahsetmiştim hatırlarsan, bana bir kere borçlandıysan, o borcu ödemene izin vermem ve sen bana hep borçlu kalırsın! Ben bu işe bayılıyorum ama yaa…'' dedi ve çıkışa doğru hızla ilerledi. Arkasında garip garip bakan bir ben bırakarak.
Size bu çocuğun hem uyuz hem de gıcık olduğunu söylemiş miydim?
Beni sinir ediyorsun Poyraz Şahin! Hem de gereğinden fazla…
****
Bay ego yığınının arabasına bindiğimde, artık her nereye götürüyorsa, sadece etrafımı izliyordum. Bu şehir, benim için çok karmaşık ama bir o kadar da büyüleyiciydi. Her yer ışıl ışıldı mesela. Saatin bir o kadar ilerlemesine rağmen caddeler, sokaklar hala kalabalık ve cıvıl cıvıldı. Bizim oralarla kıyasladığım da, Muğla'nın gündüz olan hareketli halini, bu saatlerde çoktan dinginliğe, huzura bıraktığını görürdünüz.
''Daldın sanırım?''
''Ahh...Kusura bakma, etrafımı izliyor ve tabi birde düşünüyordum.''
''Pekiii... Neyi diye sorsam, özel mi olur?'' Hayır anlamında kafamı salladım sadece. ''Muğla ve İstanbul arasında ki farkı.''
''Anladım... Peki, Bir fark bulabildin mi?''
''Burası çok hareketli ve nasıl desem... Farklı!... İnsanlar sürekli hareket halinde, bizim oralar bu saatlerde huzuru temsil eder bir nevi, ama burası gece olunca daha bir hareketli, bu hem güzel hem de korkutucu sanırım. Bu tempo bana çok yorucu geliyor.'' Olumlu anlamda kafasını salladı.
''Şu an böyle hissetmen çok normal. Burası büyük şehir, her türden insan var, ve sen küçük cadı, bu tarz ortamlardan ve insanlardan uzak duruyorsun.''
Yüzüne bakakaldım bir anda. Ciddi ciddi bana abilik yapamaya karar vermişti sanırım.
''Sen nasıl istersen öyle olsun Poyraz abiciğim.'' Alaycı bir şekilde verdiğim cevap hoşuna gitmemiş olacak ki, hemen savunmaya geçti.
''Bana gözlerini devirme küçük cadı. Ayrıca in arabadan çünkü geldik.''
Söyledikleri ile kendime gelip etrafıma bakındığımda, arabanın çoktan durmuş olduğunu yeni fark ettim.
Arabadan indiğimde burnuma dolan deniz kokusuyla kendime gelmeye başladım. Rüzgarı bile güzeldi, içime doya doya çekerken rahatladığımı hissediyordum.
Poyraz'ı ileride boş bir banka doğru gidip oturduğunu görünce, hızlıca ilerleyerek yanına oturdum. Akşam olsa da denizin üzerinde uçuşan martılar, karşı tarafta insanı adeta içine çeken ama gecenin karanlığında ne olduğunu anlayamadığınız ışıklı yapılar… Gözlerimi kapatarak sadece etrafımda ki sesleri dinlediğim bir kaç dakika... Tek kelimeyle huzurdu bu işte…
''Biliyor musun? Buraya ben küçük bir çocukken, babamla gelirdik. Babam da çok severdi deniz havasını, bazen sadece dertleşmeye geldiğini söylerdi. Küçüktüm ama o cümlelerini hatırlarım.''
Yüzünün aldığı şekilden acı çektiği anlaşılıyordu.
''O kadar uzun zaman oldu ki Çisem. Biliyor musun, fotoğrafları olmasa yüzünü unuturdum sanırım! Sesi gideli çok oldu mesela...'' Başını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes çekti içine. Kendini toplamaya çalıştığını anlamak zor değildi.
''Abimi de beni de çok severdi. Hemen her hafta sonu, balık tutmaya getirirdi buraya bizi. O gidince sanki hayatımızda ki renklerde gitti ve biliyor musun Çisem, biz büyüdük. Belki de büyümek zorunda kaldık… Canım ne zaman sıkılsa buraya gelirim...Her neyse! Kim sorarsa seni gezdirmeye geldik ama anlatan ben oldum yine her niyeyse. Sen anlat bakalım, seni, Sizi, Muğla'yı orada ki Çisemi.''
Ne güzel söylemişti, orada ki Çisem diye. O an arkadaşlarım geldi aklıma, çok özlemiştim hepsini. Ne kadar telefonda görüşsek te yan yana olmaya benzemiyordu ki.
Poyraz'a daha önce arkadaşlarımdan bahsettiğim için, ayrıntıya çok fazla girmeden anlatmaya devam ettim.
''Bizimkilerle ya parktayızdır ya da sahilde. Kayaların olduğu bir yer var, orası bizim yerimizdir. Ateş yakar oturur konuşuruz, bir derdimiz yada sıkıntımız varsa onu çözmeye çalışırız. Çokta fazla bir değişikliği yok ama bizim için yetiyor da, artıyor bile.’’
Uzun bir süreyi de deniz kenarında, dalga sesleriyle hasret giderip konuşarak geçirdikten sonra eve döndük.
Şu an oturduğum koltukta bu akşamı, konuştuklarımızı düşündüm ister istemez. Tek bir gerçek vardı ki o da, yaşanılan bu akşamın bana gerçekten çok iyi geldiğiydi… Poyraz'ın en çok babasını anlatırken gerçek karakterinin ortaya çıktığını fark etmiştim mesela. Hayat böyleydi işte, kimi insanlar yaş alarak yaşlanarak büyür, kimi insanlarda, Poyrazda olduğu gibi yaşadığı olaylarla büyürdü. İnsanın tam kalbinin olduğu yerde bir boşluk oluşur ve o boşluk bir daha hiç kapanmazdı. Acısa da, acıtsa da çabalamanın bir anlamı yoktu. Önemli olan elimizdeyken, kaybetmeden değerini bilmekti...