@bluna
|
Güneş ışığı yakıcı hissiyatıyla yüzüne çarparken rahatsız bir şekilde yüzünü buruşturdu Anka. Güneşi hiç sevmiyordu. Beyaz bir teni vardı fakat hassastı bu yüzden vücudu beyaz bile olsa yüzü her zaman daha koyu ve yanakları kızarmış bir şekilde dururdu. Uzun ince işaret parmağını burnundan aşağıya kaymış gözlüğünün kemer kısmına dokunarak gözlüğü yerine yerleştirdi. Sıkıntıyla oflayarak vücudunu ağacın gövdesine yasladı ve gelecek olan kız arkadaşını beklemeye devam etti. Sağ elini kumaş pantolonunun cebine attı ve telefonunu eline alarak ekranı aydınlattı.
13.52
Gördüğü sayılarla sinirle gözlerini devirdi. Yirmi iki dakika önce çoktan buluşmuş olmaları gerekiyordu. Ama zaten böyle olacağını bildiği için neden tam zamanında gittiğine dair kendine kızmaya başladı. Hiçbir buluşmada tam zamanında zaten buluşamamışlardı, arkadaşı hep bir şekilde geç geliyordu. Nasıl yaptığını hala çözebilmiş değildi ama bir şekilde yapıyordu. Sağ elini kaldırarak gözünün önüne düşmüş kısa saç tutamını kulağının arkasına doğru attı. Saçları çenesinin biraz altına geliyordu bu yüzden pek de yerinde durmuyorlardı. Kollarını göğsünde bağlayarak sıkıntıyla sağ ayağını yere vurarak ritim tutmaya başladı. Tam elindeki telefonu açıp arkadaşını arayacakken karşıdan gelen arkadaşını gördü. Beline kadar uzanan sarı saçları güneşte parıl parıl parlıyordu. O kadar uyuşuk bir şekilde yürüyordu ki Anka’ya doğru, Anka sinirle arkadaşına baktı. Kafasını, bundan adam olmaz, dercesine iki yana salladı ve arkadaşının yanına ulaşmasını bekledi. Arkadaşı ona yaklaştıkça yüzünde ki minik tebessüm daha da büyüyordu. Kız Anka’nın yanına geldiğinde kısa boyundan dolayı kafasını Anka’nın yüzüne kaldırarak şirince şakıdı.
“Günaydın aşkım!” Anka sağ elini hızla alnına vurup sinirle arkadaşına bağırdı. “Doğa!” Doğa, gelecek olan tepkiyi anlamış olmalı ki birkaç adım gerileyip hafifçe öne eğildi ve gözlerini kırpıştırarak şirin olduğunu düşündüğü bir bakışla Anka’ya baktı. “Efendim!” diye mırıldandı, m’leri uzatarak. Anka, daha fazla dayanamayacağını anlayarak hızla arkasını döndü ve hızlı adımlarla gidecekleri mekana doğru ilerledi. Doğa ise hızlı adımlarla arkadaşını takip ediyor aynı zamanda konuşmayı da kesmiyordu. “Ya ben ne yaptım sanki şimdi? Adam mı öldürdüm, seni mi dövdüm, polis tarafından içeri mi alındım? Nedir bu tepki yani anlamıyorum-“ Anka hırsla arkasını dönünce Doğa hızını alamayıp arkadaşına çarptı. Yüzünü kaldırıp sakinleşmesini umduğu Anka’nın yüzüne baktığında aslında kendisi konuştukça daha da sinirlendirdiğini fark etti. Çünkü Anka şuanda tam da kırmızı görmüş boğa gibi bakıyordu, Doğa’ya. “Eğer biraz daha konuşmaya devam edersen seni şurada döverim, kimse de elimden alamaz. Sus artık!” Doğa suratını asıp trip atar gibi saçlarını sağ eliyle savurup Anka’nın yanından geçti ve önden ilerlemeye başladı. Anka, Doğa’nın bu haline daha da sinirlenip arkasından yürümeye başladı. Çok geçmeden oturup buluşmadıkları o birkaç günün analizini yapacakları mekana geldiler. Bir kafeye gelmişlerdi. Yıllardır sürekli buluştukları o ufak mekan. Neredeyse bütün çalışanlar artık adlarını biliyordu. Patron bile. Cam kenarında, denize bakan, her zaman ki yerlerine geçirip karşılıklı bir şekilde oturdular. Çok geçmeden orada çalışan ve bir lise de öğrenci olan Arkın siparişlerini almak için yanlarına geldi. “Ah! Ne kadar da güzel iki tane hanımefendi, bana istedikleri şeyleri lütfedebilirler mi?” Anka ve Doğa birbirine bakıp, ellerini ağızlarına kapatarak kıkırdamaya başladılar. “Her zamankinden!” diye hafif yüksek bir sesle cevapladı iki arkadaş, garsonu. Garson masadan uzaklaşır uzaklaşmaz birbirlerine dönüp son bir kaç günü gözden geçirmeye başladılar. Anka’nın yüzü bir anda düşünce Doğa ne olduğunu anlayarak elini, Anka’nın masanın üzerinde hafif titreyen elinin üzerine koydu. “Geçecek.” Dedi yatıştırıcı bir sesle. “Neler geçmedi ki bu da geçecek.” Anka, duyduğu sözlerle masaya eğik olan yüzünü kaldırıp mavi gözlerini, kendine samimiyetle bakan yeşil irislere çevirdi. Masaya konan iki bardakla dikkatleri dağılınca Anka, hafif dolan gözlerini kırpıştırarak camdan dışarı bakmaya başladı. Yanlarında ki garson bardakları önlerine iterek yanlarından ayrıldı. “Geçecek.” Diye mırıldandı Anka. “Efendim?” Doğa, ne dediğini anlamamıştı. “Evet geçecek diyorum.” Anka, yavaşça Doğa’ya döndü ve uyuşuk halde iki yana olumsuz bir şekilde salladı kafasını. “Ama ne zaman geçecek? Dört yıl oldu.” Anka, çaresizce ve biraz da umut dilenir gibi baktı, karşısında sessizce oturan biricik arkadaşına. Doğa ne cevap vereceğine bilemiyordu artık. Bütün cümleler tükenmiş, sorular cevapsız kalmış, umutlar yerle bir olmuştu. Sessiz kaldı, Doğa. Yapacak hiçbir şey yok, der gibi. Belki uzun sürecek, belki daha fazla zaman alacak ama ben ne olursa olsun yanındayım, der gibi. Konuşmasına da gerek yoktu zaten, Anka anlamıştı onu. Kafasında dolanıp duran her cümleyi biliyordu. Sanki gizli güçler tarafından Anka’nın beynine gönderilmişti arkadaşının bütün düşünceleri. Ne de olsa uzun zamandır tanıyordu onu, üniversitede de yurtta beraber kalmışlardı. Düşüncelerini tahmin edebilecek kadar yakındı ona. Kısa bir süre sonra o karamsar hava dağılmıştı, artık geçmişte ki komik anlara zaman gelmişti. İkisi de özlemle o günleri anıyor, kahkahalarını tutamıyorlardı. Derken dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovalamıştı. Hava neredeyse kararmak üzereydi. Anka, telefonunu eline alıp saate baktı. Gitme vakti gelmişti. Aynı şehirde yaşıyorlardı fakat bir türlü uygun zamanları denk gelmiyordu bu yüzden ayrılıkları her zaman hüzünlü oluyordu. Doğa da saate bakıldığını fark edince ayağa kalktı. Yavaşça cama doğru döndü dışarıya bakmak için fakat dışarıda gördüğü kargaşa onu tedirgin etmişti. Anka, Doğa’nın şaşırmış ve tedirgin olmuş yüz ifadesini fark edince o da kafasını dışarı çevirip yavaşça ayağa kalktı. Etrafta insanlar toplanmış ve oldukları mekana bakıyorlardı. Polis arabaları ise kenarda durmuş ve polisler arabalardan inmeye başlamışlardı. Anka, tahmin ettiği şeyle yavaş ve titrek bir şekilde kafasını Doğa’ya çevirdi, Doğa ise çoktan dolmuş gözlerle arkadaşının korkudan titreyen mavi irislerine bakıyordu. “Bitti.” Diye fısıldadı, Doğa. Kafasını yavaşça onaylar şekilde salladı Anka. “Bu sefer yolun sonuna geldik.” Diye onayladı arkadaşını Anka. O sırada arkalarından polis memurunun sesi duyuldu. “Anka Ateş, Doğa Yaprak, yavaşça dizlerinizin üzerine çökün!” İkisi de birbirine burukça gülümseyerek yavaşça dizlerinin üzerine çöktü. Elleri birbirinin elini bulduğunda güvenle ve belki de son kez ellerini birbirine kenetlediler. Polis memurları hızla iki kızın yanına yaklaşıp yavaşça ayağa kaldırdı. Kızların ellerini acımasız bir şekilde arkaya alarak kelepçeleri bileklerine geçirdiler. Kızların gözleri ise hala birbirine kenetliydi. “İşte bu sefer işiniz itten biter!” diye tısladı polis memuru. ------------------------------------------ Saatler geçmiş, günler geçmiş ve o gün gelip çatmıştı. Bu sefer gerçekten her şey bitmişti. Geçmemişti. Bunu geçirememişlerdi. Bu sefer bazı şeylerin üstesinden gelememişlerdi. Anka, kara düşüncelerin kemirdiği kafasını ellerinin arasına alarak sırtını yavaşça küflü duvara yasladı ve ağır ağır yere kayarak soğuk ve kirli zemine oturdu. Titremeleri geçmiyor, nefes alışverişleri ciğerini yakıyordu. Kalbi sanki göğüs kafesinden çıkmak için duvarları yumrukluyordu. Gözünden akıp geçen gözyaşları çenesinden boynuna doğru akıyor zihni gittikçe bulanıklaşıyordu. Ne kollarında ne bacaklarında güç kalmamıştı. Bir krizin pençesindeydi. Acaba Doğa ne haldedir, diye düşündü. Kendi yüzünden arkadaşının da başını yakmıştı. Ama tek suçlu kendisi değildi. Hatta kendisi suçlu bile değildi. Kendisi bu hikayede ki en masum kişiydi. Tırnaklarının etini kanatacağı kadar sıkı bir şekilde yumruk yapmıştı ellerini, canı yanıyordu. Bu atak onun canını yakıyordu. İlaca ihtiyacı vardı. Bilinci kararmaya başlayınca yavaşça kendini yere bıraktı, gözleri tavanla buluştuğunda göz kapaklarını birbirine kenetledi. Gözyaşları zeminle buluşurken ağzından çıkan son cümleler ise, haykırışıydı, duyurmak isteyip duyuramadıkları, sessiz bir fısıltı gibi olan çığlıklarıydı. Oda çok sessizdi fakat çığlıkları bütün duvarlarda yankı yapıyordu aslında. “Dört yılımı aldığın yetmezmiş gibi şimdi de canımı alıyorsun. Söylesene, ne kadar mutlusun?” ve karanlık onu acımasızca kollarına hapsetmişti. Doğa, sertçe açılan kapıyla sırtını hızla duvardan çekti ve başının dönmesini umursamadan hışımla ayağa kalktı. İçeri giren polis memuru serseri bir gülüş sergileyerek Doğa’ya doğru yaklaştı. “Doğa Yaprak, idam alanına!” Doğa, her şeyi kabul etmişti. İşte, şimdi kaybetmişlerdi. İdam alanına zorla getirilen iki kız korkuyla birbirlerine baktılar, bu birbirlerini son görüşleriydi. Gözleriyle sarıldılar birbirlerine. Cellatların eşliğinde kızlar darağacının yanına götürüldü. Kızların kafası yenilmişlikle yere eğilmişti. Kafasını kaldırıp etraftaki insanlara bakacak güçleri bile yoktu. “Suçlular, idam masasına!” diye bağırdı bir ses. Yavaş adımlarla darağacına çıkmaya başladılar. Korkudan titreyen dizleri ve dinmek bilmeyen gözyaşlarının bulanıklaştırdığı gözleri ise o merdivenleri çıkmayı hiç de kolay hale getirmiyordu. Hayat hiçbir zaman hiçbir şeyi onlar için kolay hale getirmiyordu ki zaten, diye düşündü Doğa. İkisi de idam edilecekleri kısma gelmişlerdi, ipler yavaşça boyunlarına geçirildi, o sırada tekrardan gözleri buluştu ve aynı anda konuştular. “İyi uykular kardeşim…” |
0% |