@bookcityy
|
Gece, yıldızların altında sessizce uzanıyordu. Ay, hüzünlü bir ışıkla yeryüzünü aydınlatıyordu. Bir köy meydanında, insanlar toplanmıştı. Herkesin yüzünde derin bir hüzün vardı. Bu gece, bir şehidin son yolculuğuna tanıklık edeceklerdi.
Şehidin ailesi, tabutun başında duruyordu. Annesi, gözyaşlarını tutamıyordu. Babası, dimdik durmaya çalışsa da gözlerindeki yaşlar onu ele veriyordu. Kardeşleri, sessizce ağlıyordu. Herkes, bu genç adamın kahramanlığını ve fedakarlığını anıyordu.
Tabutun etrafında, asker arkadaşları nöbet tutuyordu. Hepsi, üniformaları içinde dimdik duruyordu. Gözlerinde hem gurur hem de derin bir acı vardı. Bu, onların kardeşiydi. Birlikte savaştıkları, birlikte güldükleri, birlikte ağladıkları kardeşleri. Şimdi, onu son yolculuğuna uğurluyorlardı.
İmam, dualarını okurken, herkesin kalbi aynı anda atıyordu. Dualar, gökyüzüne yükseliyor ve yıldızların arasında kayboluyordu. Herkes, bu genç adamın ruhunun huzur bulması için dua ediyordu.
Tabut, yavaşça omuzlara alındı. Her adımda, toprağın altında yankılanan ayak sesleri duyuluyordu. İnsanlar, sessizce tabutun arkasından yürüyordu. Herkes, bu kahramanın son yolculuğuna eşlik etmek istiyordu.
Mezarlığa vardıklarında, tabut yavaşça toprağa indirildi. Herkes, son bir kez daha dua etti. Toprak, yavaşça tabutun üzerine atıldı. Her bir toprak parçası, bir veda niteliğindeydi.
Şehidin annesi, toprağa son bir kez dokundu. Gözyaşları, toprağa karıştı. Babası, sessizce dua etti. Kardeşleri, birbirlerine sarılarak teselli bulmaya çalıştı. Asker arkadaşları, son bir selam vererek, gözyaşlarını tutmaya çalıştı.
Bu gece, bir kahraman daha toprağa verildi. Ama onun anısı, kalplerde yaşamaya devam edecekti. Herkes, bu genç adamın fedakarlığını ve kahramanlığını asla unutmayacaktı.
Gökyüzünde, yıldızlar parlamaya devam ediyordu. Ay, hüzünlü ışığını yeryüzüne saçıyordu. Bu gece, bir kahramanın anısına adanmıştı. Herkes, bu genç adamın ruhunun huzur bulması için dua ediyordu.
Bu hüzünlü tören, bir kahramanın son yolculuğuna tanıklık etti. Ama onun anısı, kalplerde yaşamaya devam edecekti. Herkes, bu genç adamın fedakarlığını ve kahramanlığını asla unutmayacaktı. Bu gece, bir kahramanın anısına adanmıştı.
Bu kadardı işte doğarsın, büyürsün ve ölürsün. Yanlış. Bu toprağın altında yatan naçiz bir vücut değil, onun ölümü normal bir ölüm hiç değil.
Bu toprağın altında yatan bir şehit ve unutulmaması gereken hakikat şu ki şehitler asla ölmez!
Çelik Timi...
Herkesin içinde buruk bir hüzün, net bir üzüntü ama en çokta gurur vardı. Gurur duyuyorlardı arkadaşlarıyla fakat bu içlerindeki gurur her ne kadar büyük olsa da daha net ve belirgin bir duygu vardı, bir istek, bir arzu vardı. İntikam.
Bu hüzün, sadece bir kaybın değil, aynı zamanda bir vatan borcunun da ağırlığını taşıyordu. Her biri, şehit düşen arkadaşlarının bıraktığı boşluğu doldurmak için daha da kararlıydı. Bu acı, onları daha da kenetlemiş, vatan sevgilerini ve görev bilincini daha da pekiştirmişti.
Bu onların ilk kaybı değildi, son da olmayacaktı.
Asker olmanın yarısı da şehit olmaktır her biri bunun bilincindeydi. Zamanı geldiğinde her birinin de hayali; Polat HAŞİMOV, Adil İBRAHİMLİ, İman ve Bahram MAMMADZADEH, Ömer HALİSDEMİR, Fethi SEKİN, Eren BÜBÜL ve daha niceleri gibi ülkelerinin, bayraklarının, halklarının bağımsızlığı ve özgürlüğü için şehit olmaktır...
Tıpkı dün çıkan bir terör saldırısında şehit olan arkadaşları Mahir Eminov gibi...
Çelik Timi Azerbaycan Türkçesi olan ismi ile Polad Timi Azerbaycan’ın en ün yaymış ve üstün becerilere sahip olan timiydi. Üstlerinin Sumgayıt şehrinde bulunduğuna dair birçok dedikodu etrafta gezinse bile onların gerçek yerlerini, isimlerini, yüzlerini hiç kimse bilmezdi. Çoğu operasyonda vücut renklerine kadar değiştirip sahte kimliklerle hiç var olmamış ve olmayacak isimlerle katılıyorlardı, çoğu görevlerinde başarılı oluyorlardı. Neredeyse hepsinde.
Bu görevde bir şehit vermiş olabilirler fakat bu başarısız oldukları anlamına gelmez, ülkeyi içeriden yani halktan başlayarak bitirmeyi planlayan bir grup terör örgütü üyesinin kellesini uçurmuşlardı. Lakin içlerine ajan olarak sızan askerleri, kardeşleri, evlatları Mahir o kadar da başarılı olamamıştı.
İçeriye sızdıklarını fark eden bir terör örgütü üyesinin yaptığı haince bir saldırıda önce bayıltılmış, sonra ise zorla ayıltılıp saatlerce işkence edilmişti.
Parmakları kopartılmış, elleri ve ayakları kör ateşlere basılmış, dili makas yardımı ile çeşitli yerlerden kesilip kalan şekli bozulmuş parçası ise kızgın yağlar eşliğinde yakılmış aynı zamanda da kızgın yağlar zorla yutturulup iç organlarını da yakmış ve iç kanamaya sebep olmuştu, cinsel organı kopartılıp hem cinsel organının kopartıldığı yerden hem de arka tarafından eş zamanlarda saatlerce tecavüze uğramıştı. Tüm bunları yaparken de olan biten her şeyi daha net görüp çok daha belirgin bir acı çekmesi için gözlerine hiçbir zarar verilmemişti...
Tüm bunlar yaşanırken Çelik Timi’nin hiçbir şeyden haberdar olamaması için çeşitli sinyaller gönderen terör örgütü üyeleri başarısız olmuştu, her zaman olduğu gibi. Fakat bu sefer geç kalmışlardı... Bu olayları engelleyememişler, karşı çıkamamışlardı. Otopsi raporları ve işkence anlarını kaydeden kamera görüntüleri, Mahir’in ne kadar acı çektiğini açıkça gösteriyordu. Yardım dilenmemiş, olan hiçbir şeye boyun eğmemişti. Evet, bağırmış, ağlamış ve saatlerce timindeki arkadaşları ile biricik eşini aramıştı; fakat asla isim vermemiş, yer göstermemişti. Tüm tim bunun acısı ile sarsılırken Mahirin biricik sevdiceği olan sevgilisi, eşi, hayat arkadaşı Aygül Eminova ise mezar taşının başından asla ayrılmamıştı... Timden sorumlu olan komutan Turan İskender Ağayev şehitliğin kapısında bekliyordu. Her ne kadar Terör örgütünün üssüne baskın yapıp oradaki kişilerin çoğunu öldürmüş olsalar da henüz sorun bitmiş değildi. Bitmeyecekti de zaten, terörü bitirmek mümkündü evet ama bir örgüt ölecek olsa dahi o örgütten yana olan ama kendilerini belli etmeyen halktan insanlar ve ilerde doğup, büyüyüp, yetişen çocuklarının oluşumu ile tekrar en baştan devlete karşı bir örgüt kurumu mümkün... Turan İskender adımlarını attı ve eşini kaybetmiş olan arkadaşının yanına geldi. “Aygün, biliyorum canın acıyor. Hepimizin acıyor. O bizim kardeşimizdi, o bizim sırdaşımızdı, o bizim silah arkadaşımızdı, o bizim-” diyecek oldu fakat devamı gelmedi çünkü sözleri yoğun bir ağlama ve sıkı bir abla kucaklaşması ile bölündü.
Aygül ve Mahir, yaş açısından timin en büyükleriydi. Onlardan sonra en büyük olan Turan’dan bile dokuz yaş büyüktüler. Bu yaş farkı nedeniyle, aslında timin ablası ve abisi gibiydiler. Ancak, Turan ve Aygül arasında diğerlerinden farklı bir bağ vardı. Onlar, yaşın getirdiği yetkiden ziyade, duygusal bağlar, yaşanmışlıklar, kayıplar, ortak kaderler ve acılar sayesinde abla kardeş gibiydiler. “Turan, olmaz dayanamam.” dedi Aygül. Ağlıyordu, sesi bu yüzden olabildiğince boğuktu ama Turan anlıyordu. O az konuşur çok dinlerdi, bildiği çoğu şeyi bu şekilde öğrenmişti...
“Turan dayanamam, Turan ben dayansam o dayanamaz. Babasını kaybettiğini, babasının onun varlığından dahi haberdar olamadan şehit olduğunu ona ben nasıl söylerim!” dedi Aygül. Başlarda gayet gür olan sesi zaman ilerledikçe ve cümlelerin ağırlığı arttıkça daha da kısıldı ve yavaş yavaş kesildi...
Turan ilk defa o zaman bir şey söylemek istedi fakat söyleyecek bir söz bulamadı.
Babasız büyümenin ne anlama geldiğini bilirdi. Arkadaşını, kardeşini şehit verdiğinde dahi bir damla göz yaşı dökmeyen kocaman adam o an orda kucağında baygın bir biçimde yatan Ablası ve karnındaki babasını saatler önce şehit vermiş kader ortağı olan bebeğe sığınıp saatlerce ağladı...
Şehitlik, Hazar Gölü’nün Sumgayıt kıyısında yer alıyordu. Kıyıya çarpan haşin ve sert dalgaların sesi, gökyüzünden yağan yağmurla birleşmişti. Uzun bir aradan sonra ilk defa yağan bu yağmur, sanki Turan’ın gözyaşlarını gizlemek istercesine yağıyordu. Turan, gözyaşlarını saklamaya çalışırken, doğanın bu hüzünlü senfonisi ona eşlik ediyordu...
Bir süre sonra, Hazar Gölü tarafından gelen yardım çağrıları ve birtakım sesler duyunca, Turan Aygül’ü arabaya yerleştirip seslere doğru ilerledi.
Bir kadın sesi duyuyordu. Yorgun ama bir o kadar da güçlü bir sesti, Rusça konuşuyordu.
“Пожалуйста, помогите, спасите меня, умоляю!” ’Lütfen yardım edin, kurtarın beni, yalvarırım!’ diyordu yakınlardan gelen ses.
Turan her ne kadar bu ihtimali düşünmese de içinden bir yerlerden gelen bir ses, onun bir terörist olduğunu haykırıyordu. Ne olursa olsun o bir askerdi ve karşısındaki kişi hiç tanımadığı biriyse ve aciz bir biçimde yardım dileniyorsa mecburen ona yardım etmeliydi, bu onun vazifesiydi...
“Где ты? Отзовись, я могу помочь тебе!” ’Neredesin ses ver, sana yardım edebilirim!’ diye haykırdı Turan. Rusça biliyordu, özel timdeki her asker gibi oda birçok dile hakimdi.”
“İmdat!” işte duyduğu bu ses, daha doğrusu bu dil onu olduğu yere iki saniyeliğine kilitledi fakat karşısındakinin gerçekten yardıma ihtiyacı olan biri olduğunu anlayınca ayakları öncekinden de hızlı bir biçimde koştu.
Duyduğu dil Türkçeydi, hem de bozuk veya yarım ağız bir Türkçe değil dolu bir Türkçe.
Annesinin vatanının dili, kardeş vatanının dili...
En sonunda sesin geldiği yere ulaşan Turan, yerde yatan, kıyafetleri yırtık, üstü başı yara içinde ve büyük ihtimalle soğuktan donmak üzere olan baygın kızıl saçlı bir kız gördü.
“Beni duyuyor musun?” dedi fakat ses yoktu.
Turan kızı kucağına almış ve arabaya doğru taşıyordu, o esnada kızdan bir ses geldi.
“Yardım edin, lütfen!” diyordu bitkinliğin ve yorgunluğun sebebiyeti ile diplerden gelen sesi.
Dudakları morarmıştı soğuktan, bunun normal bir üşüme veyahut kısa bir süre yağmurun altında kalmayla olmayacağını çok iyi biliyordu Turan.
“Dayan turuncu kafa yetiştik.” diyordu tanımadığı kıza hitaben.
Arabaya ulaştıklarında Aygül'ün uyanmaya başladığını gördü, onun kafasını kaldırarak yanına yerleştirdiği kızın ardından son gaz hastaneye doğru ilerledi.
“Bu kız kim Turan, nereden çıktı?” dedi Aygül. Meraklı gözlerle bakıyordu.
“Deniz kenarında buldum.” dedi Turan kısa ve öz fakat ses tonundan anlaşılır bir gerginlikle.
“İyi de oğlum neyi var? Neden bu halde? Ne gelmiş başına?” diyerek soru yağmuruna tuttu Aygül. Korkuyordu, arabadaki kız belki masum olabilirdi ama aynı zamanda bir teröristte olabilirdi bunun ayrımını şu an için yapmak imkânsız denebilecek kadar zordu.
“O bir Türk ve büyük ihtimalle başına pek de kolay denebilecek şeyler gelmemiş.” dedi açıklama yaparak.
“Türk olduğunu nereden biliyorsun? Eğer Türkçe konuştuğu içinse unutma teröristlerin çoğu Türkçe konuşuyor!” dedi Aygül. Korkusunun sebebi kendisi değildi karnındaki daha ruhu bile üflenmemiş kocasından ona yadigâr olarak kalan tek ve en önemli şey oydu.
“Türkçe konuştu evet ama normal değil. Annem gibi akıcı konuştu abla, onun Türk olduğuna ve masum olduğuna eminim. Sesi saf bir mahcubiyet doluydu, hissedebiliyorum o iyi biri.” dedi Turan.
Aygül bu dediklerinin ardından yolun geri kalanında sorgulamayı bıraktı ve yanında oturan kızı dikkatli bir biçimde inceledi, yaralarını ve yüzüne dikkatlice baktı günlerce suda kalmış gibiydi sanki hatta belki haftalarca...
Onunda şüpheleri yavaş bir biçimde iyiden iyiye kırılırken hastaneye gelmişlerdi. Aygül bu hastaneye en son iki gün önce kocasından gizli bir şekilde hamile olduğunu öğrendiğinde muayene için gelmişti...
Aygül, gözünden akan yaşı sildikten sonra Turan ve kucağındaki kızıl saçlı kıza doğru ilerledi.
Doktor odasına muayeneye alınırken genç kızın yanında giren Aygül Turana endişelenmemesini hiçbir şey olmadığını ve olmayacağını ne kadar tembihlese de Turan korkuyordu.
İçerideki kadın için korkuyordu çünkü o bir Türk’tü ve aksağını, ağızı, konuşma biçimine bakılacak olursa da annesine ciddi anlamda benziyordu. Gözlerini iki saniyeline bulduğu bir fırsatta görmeyi başarmıştı. Aynıydı.
İçeriden çıkan Doktor ve Aygül'ün yüz ifadelerini gördüğü anda bir terslik olduğunu anlamıştı.
“Doktor Bey, neyi var onun?” dedi Turan merakla karışık bir endişeyle.
“Beyefendi getirdiğiniz kadının yaşaması bir mucize açıkçası. Durumuna bakılacak olursa bir haftadan uzun bir süre Hazar Gölü kıyılarında veya etrafında suda kalmış, dalgalar veya kayaların sertliğiyle vücudunda oluşan yaralardan yoğun bir kan kaybı yaşamış, ayrıca bu süreçte su hariç midesine bir şey girmediğini de varsayacak olursak ciddi bir mucize...”
“Anlıyorum, peki ne yapabiliriz?” dedi Turan. Çözüm odaklı olmaya çalışıyordu.
“Hastanemiz de ağırlayabiliriz kendisini uyanana dek.” “Fakat malum bu tür şeyler biraz masraflı olur efendim.” dedi doktor.
“Para sıkıntı değil, sadece onu yaşatın.” dedi Turan ve bu sözleri onun macerasının başlamasına sebep oldu... |
0% |