Yeni Üyelik
9.
Bölüm

kanım şarap

@brimadeks

Bana verdikleri oda bodrum katındaydı. Kazan dairesinin ve kilitli başka bir odanın hemen yanındaydı. Oda, sürekli çalışan fırınlar sayesinde sıcacık oluyordu. Yaz mevsiminin sonlarına yaklaşmamız da yararımaydı. Duvarlarda ya da tavanda herhangi bir süsleme yoktu. Zemindeki döşeme de kabarmış, her adımda sesler çıkarıyordu. Öte yandan yatağım temiz, dolabım kıyafet doluydu. Montelenmiş rafa rastgele kitaplar dizilmişti. Pencerem yoktu ama neyse ki karanlıklarda bırakılmamış, pahalı bir avize ile şımartılmıştım. Benimle arayı iyi tutmak istedikleri belli.

Avize beni tavladı.

Kafam da kanım da hala yerindeyken biraz gezinmek istiyordum. Hala hakları olan bir insan gibi davranıldığımdan çekinmeden merdivenlerden çıkıp girişe ilerledim. Gitmeme izin verip vermeyeceklerini öğrenmek için bahçe kapısına ilerlemek istiyordum ama bunu olabildiğince doğal ve kaçmak istemiyormuşum gibi yapmalıydım. Pearl ile sohbete dalıp tarlalarda gezebilir miydim mesela?

Girişte bekledim. Kafamı öne eğip bir sağa bir sola bakındım. Pearl ortalarda görünmüyordu. "Şimdiden uyarıyorum. Tırnaklarını temizlemeden mutfağıma girme." Aşçı Yuri'nin yargılayıcı tonu ayrı birden ortaya çıkışı ayrı korkutucuydu. "Tabii, evet haklısın." yaşadığım onca şey arasında tırnaklarımı da temizlememiştim. Ne büyük ayıp! Daha az umursayamazdım.

İri adam kafasını bir sağa bir sola sallayarak yanımdan geçip gitti. Kollarını arkasına bağlamış, büyük adımlarla bahçe kapısına doğru ilerliyordu.

Birbirleriyle sohbet eden iki pisac askerini selamlayarak malikaneden ayrıldı. Yanına at almadı, belli ki uzaklaşmayacak. Bu yüzden de uzaklaşmaya izni var mı yok mu kestiremedim.

Onları izlediğimi fark eden askerlerden biriyle göz göze geliyorum. "Hey!" yaslandığı duvardan doğruluyor ve bana doğru birkaç adım atıp tekrar sesleniyor: "Yeniydin değil mi? Bize iki sandalye getirir misin?" gerilmeye sebep yok. Her şey yolunda!

"Nereden?" diye bağırdım.

Kolunu uzatarak bahçıvanın çardağını gösteriyor. "Şunlardan getir işte!" Bahçeye çıkıp çardağa ilerledim. İki ahşap sandalye kaptığım gibi de askerlerin yanına gittim. İkisi de birbirinden rahat, sakin tiplere benziyorlardı. İkisi de benden genç görünüyordu. Birisi diğerine göre kısaydı, öteki diğerine göre kiloluydu.

"Sağ ol. İhmisanlısın değil mi?" dedi kısa olan. kafamı sallayarak onayladım. Tam nereden anladığını soracaktım ki devam etti: "İhmisan askerlerinin ezikliği var sende de. Dik durmayı bilmez misiniz?" eleştiri beni yıkıp geçti, duruşum kendi kendine düzelirken bir cevap dahi veremedim.

"Ona takılma sen. Kendisi hayatında savaş görmedi." uzun olan yerleştirdiği sandalyeye kurulurken kendini tanıtıyordu: "Adım Boris, bu da kardeşim Hector." dedi huysuz gencin omzuna dokunarak. "Sen kim oluyorsun peki? Uşaksın herhalde." Hector kardeşinin elini omzundan attı. O da dikkatle benim cevabımı bekliyordu.

"Evet, adım Vincent-"

Bir at arabasının bu tarafa geldiğini, sohbete daldığımızdan ancak şimdi anlayabilmiştik. Ses git gide yaklaşırken kardeşler arasında bir panik baş göstermişti: "Siktir! Hani gelmeyecekti." dedi Hector yerinden hızla kalkıp sandalyesini kendinden uzağa götürürken. Kardeşi Boris de yerinden fırlayıp sandalyesini bahçenin öteki tarafına fırlattı. "Gelmeyecekti. Öyle söylemişti."

"Öyle söylemiş-miş. Geldi ama!" onlar kırışmış kıyafetlerini, karışmış saçlarını düzeltmeye çalışırken ben, kapıya yaklaşan at arabasını inceliyordum. İki at da percheron atıydı; biri bembeyaz öteki kapkaraydı. Zaten güçlü olarak bilinen bu atların bu kadar güzel olabileceklerini ise şimdi öğreniyordum.

Sürücü benimkine benzer bir takım giyiyordu. Adam, kırklarının başlarında olmalı. İşçi sınıfında çok nadirdir, sakal uzatmasına izin verilmiş.

Askerler kapının iki yanına geçerek at arabasını karşıladılar. Demir kapı iki yana açılıp at arabasına yol verirken, camında tanıdık bir sima ile göz göze geldim: Victor Pierce. Ak saçlı, mavi gözlü bir ihtiyar.

Gözleri önce şaşkınlıkla büyüdü sonra gülmesiyle küçüldü. Her gün kafasını uçurduğu birilerini dimdik bahçesinde görmüyordur. Hak veriyorum.

At arabası yanımdan geçip kapının önünde yavaşlayıp durdu. İster istemez bakışlarım bahçe kapısına kaydı. Adımlarım da öyle. Ancak bir aptal değildim. Özellikle de pek sorumsuz o iki askerin şimdi pürdikkat kapıda bekliyor olmalarından, kaçmaya cüret edemezdim.

Ah...

Beni öldüren adamın at arabasından inişini izliyorum. Sürücüsünün atlayıp koşar adım ona kapı açışını, içerideki çalışanlarının onu karşılamak için yavaş yavaş kapıda belirmelerini izliyorum. Beni öldüren kişiye duyulan bu saygı; kafalarını hafifçe eğip selam vermeleri, hiç öyle hissetmeseler de gülümsemeleri, önem vermedikleri işlerini onu görünce ciddiye almaları parmaklarımı göz kürelerimin içine sokup kafatasımın içini tırmalamak istememe sebep oluyordu.

At arabasından önce bastonunu uzattı. Toprağa sıkıca vuran bastonu siyah eldivenli eller tutuyordu. Yaşlı adam yanındaki sürücüyü görmezden gelip yalnız, bastonunun yardımıyla yüksek basamaktan atladı. Takım elbisesinin sağını solunu düzeltti ve konuşmak üzere boğazını temizledi: "Teşekkür ederim."

Ak saçları taranmış ve arkaya yatırılmıştı. Kırışık yüzünde bir şeyler başarmış olmanın rahatlığı vardı. Her gün saygıyla şımartılmaktan olsa gerek mavi gözleri de gençlik parıltısını kaybetmemişti. Bana baktı. Birkaç küfür aklımdan çıktı, dilime dolandı ve toz oldu.

Akıllı ol.

Bastonuna yaslanarak yavaş yavaş bana doğru yürümeye başladı. Babacan bir gülümseme takınmış, utanmadan ilerliyordu. Ben olduğum yerde durup kaşlarımı çatarken, kendi kendime akıllı olmamı söylerken zamanım azalıyordu.

Kaçsam kaçamam, saldırsam öldüremem.

"Vincent demiştin değil mi?" gözlerini kısmış, midemi alt üst eden bir babacanlıkla konuşmaya devam etmişti: "Aramıza hoş geldin Vincent. Eminim diğerleriyle tanışmışsındır." Herhangi bir odağım olduğunu sanmıyorum. Etraf bir kararıp bir aydınlanıyor.

Sırtıma birkaç kere teselli edercesine vuruyor. "Samuel'e bir görün istersen. Sonra yine konuşuruz." başımı ağrıtan anlayışlı gülümsemesi ile beraber dönüp arkasını malikaneye giriyor. İp gibi dizilen çalışanları ise yanlarından geçen adama kafalarıyla, tekrar, selam veriyorlar.

Samuel hangisiydi? Doktor olandı galiba.

Uysal bir köpek gibi doktorun kapısına yürüyordum. Ayaklarım merdivenlere çarpa çarpa geçti. Dev kapıdan geçip katın en köşedeki odasına vardım. Kapının üzerinde herhangi bir şey yazmıyordu. Diğer herkes gibi basit bir çalışandı. Pisac da olsa buranın hiyerarşisi iki sınıftan ibaretti. Victor ve diğerleri.

Kapıyı tıklatmak üzere elimi kaldırdım, sonra vazgeçip kulpu çevirdim. Önce kafamı sokup küçük bir inceleme yaptım: Samuel masasına ellerini koymuştu ve geleceğimden haberi varmış gibi beni bekliyordu.

Yanılmamışım da, beni görür görmez ayağa kalktı. Heyecanlı bir hali vardı. "Bay Victor geleceğinizi haber etti. Kötü hissediyormuşsunuz." Victor'un sadece kötü hissettiğim için haber vereceğinden şüpheliyim. Bu cümlenin bir sonrası da var. Nabzımı yokluyor.

"Teşekkürler ama ben bir şifacıyım. Her gün her dakika en sağlıklı halimdeyim zaten." kapı ağzında durmayı bırakıp içeri geçtim. Kapıyı arkamdan kapatmadım. Bir ayağım hala dışarı bakıyorken devam ettim: "Eh boşuna zamanını almayayım. Gideyim ben." tıpkı tahmin ettiğim gibi oldu ve az önceki cümlesinin devamı geldi:

"Aslında Bay Victor-" elleri göğsünün biraz üzerinde birleşti. Mahcup bir hali vardı. Neden böyle davrandığına anlam verememiştim ama önümde kıvranıp durmasını da istemiyordum. Lafını kestim.

"Anladım." üstelik öyle çok soğuk bir dille de söylememiştim. Madam'ın, gündelik işime ek bir şeyler eklediği zamanlardaki ses tonumdu bu. Bu yaptığın hoş değil ama bir şey demiyorum.

Benimle barışçıl bir yol izlemeyi seçen ihtiyar ben muayene koltuğuna geçerken sabırla bekledi. İhtiyaçlarını önceden hazırlamıştı. Acelesi yoktu. Yine de kıpır kıpırdı. Belli ki ilk kez bir şifacının kanını görecekti, kokusunu duyacaktı. Kim bilir belki gizlice tadına bile bakardı. Hatta inanır mısınız çıkarlarım doğrultusunda buna göz bile yumabilirdim.

O karşıma sandalyesini çekti, ben ceketimi çıkarıp tek kolumu sıvadım. Doktor boş kan torbasını ayaklarımızın üzerine gelişi güzel sarkıttı ve sete bağlı iğne ucunu zaten belirgin olan damarıma sokup ilerletti. İğneyi koluma bir flaster yardımıyla sabitledi ve benden uzaklaşıp masasına döndü.

Kanım torbayı doldururken ayağım ritim tutuyordu. İlgisiz görünmeye çalışan adama kaçak birkaç bakış atıyorum. Gençliğine kavuşmak istediğini tahmin edebiliyorum. Benimle ilk günden bir anlaşma yapmaya çekiniyor olmalı. Göründüğünden daha zeki. Tuzaklarına düşme.

Torba doldu ve kırışık suratlı sivrisinek üzerine uçtu.

İğneyi kolumdan söktü ve üzerine bir parça pamuk koyup bastırdı. O kan torbasıyla ilgilenirken pamuğu bastırmaya ben devam ettim. Pek bir şey hissetmedim, yaradılışıma kırgınım.

O derin düşüncelerine dalmış kafasında risk hesapları yaparken "Ben gidiyorum." dedim. Tabii, dedi. Dönüp de bakmadı. Ona bir aptallık yapması için mekan ve zaman verip çıktım odadan. Doğru zamanda doğru hamleyi yaparsam Samuel'i birkaç hafta içinde avucuma düşürebilirdim.

Loading...
0%