Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@burcuko

Bugün buradaki son günümüz.

Sekiz yaşımdan itibaren bütün hayatımı geçirdiğim yer. Neredeyse hatırladığım bütün hayatımı geçirdiğim yer. Sekiz yaşımdan beri buradan ve yakınımızdaki terkedilmiş şehir dışında başka hiçbir yer görmedim. Su kaynağımız yani gölümüz, abim Aslan, Özlem, Onat ve babam. Hayatım bunlardan ibaretti. İbaretti diyorum çünkü artık babam yok. Onu da bir süre önce kaybettim. Şimdi de gölümüzü.

Burası dört kişilik küçük bir şehirdi benim için. Çadırlarımızın yeri belliydi, aynı ev gibi. Yemek yaptığımız, yemek yediğimiz, çamaşır yıkadığımız, geceleri ateş başında sohbet edip hayal kurduğumuz yer aynıydı. Kendimize küçük, mütevazı bir hayat kurmuştuk. Tıpkı elli yıl önceki, su kıtlığının yaşanmadığı yıllardan önce, insanların yaşadığı gibi.

Diğerleri benim gibi duygusal düşünmüyorlardı. Tabi ki onlar da burayı evleri gibi görüyorlardı ama yeni bulacağımız su kaynağı için daha heyecanlıydılar. Ve daha stresliydiler. Onlar buraya benim kadar anlam yüklememişlerdi belki de. Yüklemişseler bile pek göstermiyorlardı anlaşılan.

Burada babamla da bir sürü anım vardı ve onlardan da ayrılmış olacaktım. Bana avlanmayı öğrettiği yerdi burası. Daha on bir yaşındaydım ama öğrenmek zorundaydım. Bir gün o burada olmayabilirdi sonuçta. Ve artık değildi. Demir, Onat, Özlem de vardı tabi ama kendi kendime yetebilmem gerekiyordu.

O güçlü, savaşçı bir kız yetiştirmek istiyordu. Ben de öyle oldum. İçten içe duygusaldım, bütün her şeye anlam yüklüyordum ama bunu dışarıdan pek de göstermezdim. Hele de yabancılara karşı. Zaten hayatımda birkaç kez yabancı gördüm. Onlar da pek hoş anılar değildi. Yani tıpkı babamın istediği gibi bir kız olmuştum.

Yemek masamızda hararetli bir konuşma sürüyordu. Muhtemelen hangi yöne gideceğiz, yanımıza ne kadar yiyecek, su alacağız, yeteri kadar alabilecek miyiz, acaba kaç gün yürümek zorunda kalacağız gibi sorulara cevap arıyorlardı. Umarım günle sınırlı kalırdı. Su kaynağımız olmadan yanımızdakilerle ne kadar ileri gidebilirdik ki?

Şuan sabahın beşiydi ama bu saatte uyanmamız gerçekten gerekliydi. Yanımıza yeteri kadar su alabilmek için su arıtmamız, yiyecek hazırlamamız, eşyalarımızı toparlamamız ve burasıyla vedalaşmamız gerekiyordu. Hepsi de zaman alacak şeylerdi. Aynı zamanda gece uykumuzu alıp dinlenmemiz de gerekiyordu. Her şey için bir günümüz vardı. Yarın sabah da erkenden yola koyulacaktık.

Avlanmak ve yakındaki terkedilmiş şehre gidip temizlik ürünleri ve konserve yiyecekler gibi bazı ihtiyacımız olan şeyleri aramak dışında gölümüzden hiç uzaklaşmamıştık. Çünkü tehlikeliydi. Zaten en az bir kişi burada kalmadan avlanmaya da çıkmıyorduk. O yüzden şuan burası dışındaki yerler bizim için bir bilinmezdi.

Burada biraz daha kalsak, başka bir çare düşünsek diye de çok konuştuk ama bu artık mümkün değildi. Burada artık duramazdık. Bunu bir de ben söylüyordum. Burasıyla büyük bir bağ kurmuş olan ben. On üç senedir buradaydık. Gölümüzün su seviyesi çok azaldı ve çok kirlendi. Arıtmak ve içebilmek için artık çok daha fazla çaba sarf etmemiz gerekiyordu. Bu bizi çok yoruyordu. Bu kararı çok zor vermiş olsak da vermiştik ve bugün gerçekten buradaki son günümüzdü.

Neler yapacağımıza dair konuşmalarını dinlemek ve tabi ki ben de fikirlerimi sunmak için onların yanına gittim. Eski masamızın yerine yenisini yapmıştık. Diğeri çok eskimişti ama bunu da çok kullanma fırsatımız olmamıştı. Çünkü gitmeye karar vermiştik. Gitmeye karar vermek. Bu fikir yeni bir fikir olduğu için alışmaya zamanımız olmamıştı. Ama gerek de yoktu çünkü hızlıca aksiyon almıştık. Keşke yeni masa yapmayıp eski masayla vedalaşsaydık. Tamam, bu gerçekten fazla oldu. Eşyalara bu kadar anlam yüklemeye gerek yoktu ama onu babamla yapmıştık. O yüzden ayrı bir anlamı vardı.

Kitaplarımı tabi ki yanıma alacaktım ama. Hepsinin bende bir anlamı vardı. Çantam ne kadar ağır olursa olsun onlar benimle gelecekti.

“E ne yapıyoruz bakalım, nereden başlıyoruz?” dedim masaya oturarak.

“Bütün eşyalarımızla vedalaşıp geldin sonunda yanımıza herhalde.” dedi abim ben onun yanına otururken.

“Yok Aslan’cığım daha vedalaşmadım. Bu, onlarla günlük konuşma rutinimdi. Vedalaşmam bu kadar kısa sürmez.”

“Ohooo biz buradan gidemeyeceğiz herhalde.” dedi Onat abim burnuma dokunarak.

Özlem abla koluna vurarak “Bırak kızı Onat. Takılma, zaten bir daha göremeyecek belki de. Gel biz çadırımızdaki eşyalara bakalım.” diyerek çekiştirmeye başladı Onat abiyi. Biz de abimle onları gülerek izledik. Onat abi koşuyor, Özlem abla onu kovalıyordu. Gülüyorlardı ama ben onların da üzgün olduklarını biliyordum. Üzgün ve stresli. Aslında eli boş buraya dönme ihtimalimiz de vardı. Burayı ne kadar sevsem ve özleyecek olsam da buraya geri dönemezdik. Burası bizim evimiz olamazdı artık. Biz burayı tüketmiştik. Bütün insanlık koskoca dünyayı milyonlarca yılda nasıl tükettiyse biz de on üç yılda burayı tüketmiştik. Şimdi de başka bir su kaynağını tüketmeye gidiyorduk, eğer bulursak. Ama bulmaktan başka çaremiz yoktu.

Abim koluma dokunarak beni hayal dünyamdan çıkardı. “İlk önce biz Onat’la kahvaltımız dahil üç öğünlük av yakalayacağız ve gidene kadar ki yemeğimizi düşünmeyeceğiz. Siz de Özlem’le birlikte gölden su çekeceksiniz, yanımızda taşıyabilecek kadar su arıtmamız lazım. Çok riskli ve tehlikeli bir yol olacak. Belki de suyumuz yetmeyecek. Ama bu tehlikeyi göze almamız gerekiyor. Biliyorsun değil mi abiciğim?

“Biliyorum. Bu riski almak zorundayız. Ama çok garip değil mi?”

“Ne garip olan?”

“Ülkede bir avuç insan olduğumuzu biliyoruz. On senedir askerler bile yok. Herkes kendi halinde. Ama dünyada ne kadar insan var acaba? Durumu idare edip hayatlarına biraz da olsa normal devam eden insanlar var mı? Yoksa herkes bizim gibi bir hayat mı sürüyor?”

“Bunu onlar bizi bulana kadar bilemeyiz. Çünkü yakınımızdaki terkedilmiş şehirden başka hiçbir yer bilmiyoruz şu anlık.”

“Doğru.”

“Hadi herkes işinin başına.” diye bağırarak beni masadan itti. Sonra da onu yakalayamayayım diye koşmaya başladı. Ve abim bu hayatta gördüğüm en hızlı koşan insandı. Beş kişi içinden tabi.

Abimler gittikten sonra Özlem ablayla beraber gölden su taşımaya başladık. Ne kadar arıtacağımıza dair hiçbir fikrim yoktu. Çantalarımız da dolu olacağından yavaş yürümek zorunda kalabilirdik ama hızlı olmamız lazımdı. Bu riski göze alamazdık.

“Şehirden kalan bütün konserveleri yanımıza almamız lazım. Yanımızda sularımız olacak. Kişisel eşyalarımız. Battaniyelerimiz tabi ki. Çadırımızın da sadece kumaşını almamız gerekiyor. Su kaynağı bulana kadar geceyi bir şekilde geçireceğiz. Umarım kısa sürede buluruz.” dedi Özlem abla göle daldırdığı kovayı kaldırırken. Su gözüme her zamankinden daha da kirli göründü.

“Bulacağız değil mi Özlem abla?”

“Bulacağız.” dedi Özlem abla ama “bulmak zorundayız” gibi bir “bulacağız”dı bu.

Biz ilk posta suyu kazanda kaynatmaya başladığımızda Aslan’la Onat abi avdan gelirlerken ellerinde beş adet tavşan vardı. Gider ayak baya iyi bir av olmuştu anlaşılan. Normalde yemek işleriyle Özlem abla ilgilenmesine rağmen şuan biz en temel ihtiyacımız olan suya ulaşabilmek adına zorlu mücadeleler verdiğimiz için tavşanları pişirmek abimlere kalmıştı. Abimler de iyi yapıyordu bu işi ama Özlem abla yemek yapma konusunda müthişti. Eskisi gibi bir hayatta yaşıyor olsaydık kesinlikle aşçı olurdu.

Ama bu sabahki kahvaltıyı abimlerin hazırlaması benim pek de umurumda değildi çünkü ben kahvaltıda et yemiyordum. Sabah sabah bu kadar ağır şeyi nasıl yiyorlar anlam veremiyordum. Sabahları benim tercihim meyve oluyordu genelde. Orman meyveleri ve ayva. Ayva beni gerçekten çok tok tutuyordu ama bunu diğerlerine bir türlü inandıramıyordum ve onlar da yemiyordu. Yolculukta bol bol yerlerdi artık. Ayva ağacımdan ayrılacağım için de çok üzgündüm ayrıca. Beni ne bu kadar tok tutacaktı artık?

İlk posta suyumuz kaynarken kahvaltı için sofraya oturduk.

Onat abi tabağımdan meyvelerimi çalmaya çalışırken eline vurdum.

“Ya senin önünde az önce ormanda mutlu bir şekilde zıp zıp zıplayan tavşan yok mu? Yesene onu. Belki de çok uzun bir hayatı olup ailesiyle mutlu bir şekilde yaşayacağını düşünüyordu. Ama artık öyle bir şey söz konusu değil. Onu ye.”

Büyük bir kahkaha atarak “Üzdün ama şimdi nasıl yiyeyim ben bu güzelim tavşanı.” dedi ağzına büyük bir lokma götürerek.

Abim de “Gece belki de çadırda bizi rahatsız eden buydu.” diyerek yemeye başladı.

“Doğanın dengesi bu Asena’cığım. Hem akşam sen de yiyeceksin. Akşam acıktığında yerken hiç böyle şeyler demiyorsun.” diyerek onlara katıldı.

“Doğru.”

Keşke karnımı onlarla doyurmak gibi bir zorunluluğum olmasaydı. Şehirden stokladığımız konservelerimiz vardı fakat onları çok fazla tüketmiyorduk. O yüzden bol bol konserve stokumuz vardı ve onların hepsini yanımıza alacaktık.

***

Güneş doğmuştu ve biz karnımızı doyurmuştuk. İlk posta suyumuzu kaynatarak mikroplarından arındırdıktan ve pisliklerinden kurtulmak için de tülbentten süzdükten sonra şişelere doldurduk. Şimdi de ikinci posta suyumuz kaynıyordu. Biz de eşyalarımızı toplamaya başlamıştık. Hepimiz büyük, kamp için olan sırt çantalarıyla gidecektik. Evimiz sırtımızda olacaktı yani. Kaplumbağalar gibi. Umarım onlar kadar yavaş ilerlemeyiz giderken diye düşündüm. Yoksa sonumuz kötü olurdu.

Yedek kıyafetlerimiz, temizlik malzemelerimiz, silahlarımız, yiyeceklerimiz, sularımız, çadırımız, battaniyelerimiz derken neredeyse her şeyi doldurmuştuk. Tabi ki en önemlisi kitaplarımı da almıştım yanıma. Onlarsız çantam daha hafifti tabi ki ama kitaplarımın olmadığı bir dünya benim için çok zor olurdu. Onlar beni hayata bağlayan şeylerdi. Aşk ve Gurur’un Darcy’si, Şeker Portakalı’nın Zeze’si, Jane Eyre ve daha bir çoğu çantamın dibinde benimleydi. Şehre gidebilirsek yenileri de eklenirdi. Kimse kitaplara dokunmuyordu.

O gün herkes evimizle, gölümüzle tek başına vedalaştığı için kimsenin çok da konuşası yoktu. Akşam yemeğimizi yiyip son hazırlıkları da yaptıktan sonra çadırlara geçip dinlenmeye koyulduk. Yarın için aşırı dinç olmalıydık çünkü önümüzde ne kadar olduğunu tahmin edemeyeceğimiz uzunlukta bir yol vardı. Bu yolun sonunun ölümle de sonuçlanabileceğinin hepimiz farkındaydık. Ne kadar ileri gidebilirdik? Bir şey bulamayıp geri dönmeye karar verir miydik acaba? Hiçbir soruma cevap alamıyordum.

Özlem ablayla Onat abi zaten aynı çadırda kalıyordu. Abimle benim ayrı çadırlarımız vardı ama bugün onunla birlikte yatmaya karar vermiştim. Yalnız olmak istememiştim. Onun aklından neler geçiyordu, kısa bir sürede yeni bir düzen kurabileceğimizi inanıyor muydu diye merak ettim.

“Abi?”

“Efendim bir tanem?”

“Her şey yoluna girecek mi, yeniden bir evimiz olacak mı?”

“Benim evim sensin zaten.”

“Sen de benim.”

İkimiz de başka bir şey söylemeden birbirimize arkamızı dönüp uyumaya çalıştık. Yarın için gerçekten çok iyi dinlenmemiz gerekiyordu ama bu kadar stres ve bilinmezlikle nasıl iyi uyuyabilirdik bilmiyordum. Çünkü hepimiz sağ salim, yeniden güzel bir hayata başlamak istiyorduk. Umarım bunu gerçekleştirebilirdik.

Abimin gece uyumadan önceki sessiz ağlayışlarını duymak istemezdim. Duymasaydım ben de daha güçlü davranabilirdim. Yine güçlü davranacaktım ama hissettiklerim bambaşka olacaktı.

 

Merhaba, ben Burcu. Bu ilk kitap denemem, umarım beğenirsiniz. Beğenip kendimi geliştirmem için yorum yapmayı unutmayın.

Instagram: burcuko0

Loading...
0%