@burcuko
|
O gün gelmişti. O büyük gün gerçekten gelmişti. Bugün gideceğimizi bilsem de içten içe belki de gitmeyiz, belki başka bir çözüm buluruz diye kendimi avutuyordum. Bunun asla gerçek olmayacağını, gitmekten başka çaremiz olmadığını bildiğim halde. Sanıyorum ki hiçbirimiz doğru düzgün uyuyamamıştık. En azından ben öyleydim. Şu zamana kadar içimde derinlerde bir yerde olan ama bugüne kadar hiç gün yüzüne çıkmamış bir duyguyla karşı karşıyaydım: korku. Kendim için değildi ama bu korku. Sevdiklerim için. Bu yok olmaya yüz tutmuş dünyada zaten kendim için değil onlar için yaşıyordum. Bu sefalet de onlarsız çekilmezdi zaten. Onlar olmadan bu dünyanın benim için ne anlamı vardı ki? Güneş daha doğmamıştı ama biz zaten güneş doğmadan karnımızı doyurmalı ve zinde bir şekilde yola koyulmalıydık. Onat abi yolculuk için hepimizden daha hazırdı. Yaşlanmak ve bacaklarının bir gün ona ihanet etmesinden çok korktuğu için her gün spor yapıyordu. Sağlığına birazcık takıntılıydı. Keşke onun kadar bu dünyayı sevseydim. Keşke onun gibi o kadar uzun yaşayıp mutlu olacağımı düşünseydim. Belki onlar mutlu olurlardı ama. Özlem ablayla bir çocukları olurdu. Çok uzun zamandır çocuk da görmemiştim. En son bir çocuk gördüğümde ben de küçücük bir çocuktum. Böyle bir dünyaya kim çocuk getirmek isterdi ki? Benim istemediğim kesindi. Çadırdan çıktım ve doğmaya çalışan güneşi selamladım. Meditasyonda mı yapıyorlardı bunu yogada mı acaba? Hatırlayamadım. Bunlar eskiden dertleri olmayan insanların uğraşlarıydı sanırım. Benim için hiçbir anlam ifade etmediği kesindi. Ben ölmemek için yaşıyordum bu hayatı. Onlar dolu dolu yaşamak için. “Fıstığım hepimizden önce kalkmışsın yine.” dedi Özlem abla çadırından çıkarken. Genelde çok temas sevmememe rağmen sarıldım ona. Aramızda yedi yaş olmasına rağmen onu annem gibi görüyordum. Beni o büyütmüştü neredeyse. O kadar şefkatliydi ki. Onat abiyle bir çocukları olsaydı bu şartlarda bile dünyanın en mutlu çocuğu olabilirdi. “Evet güneşi selamlıyorum. Eskiden insanların can sıkıntısından uydurdukları bir şey sanırım.” “O pek öyle bir şey değil. Abin biliyordur kesin. Her şey hakkında bilgisi var ya. Anlatır sana.” dedi gülerek. “Doğru. Her şeyi bilir. Her şeyi. Bir şu kıtlığa çare bulamadı.” “İnsan abisinin dedikodusunu yapar mı ya?” dedi abim bize gelerek. “Yapar çok bilmiş. Her şeyi biliyorsun ya şu yeni su kaynağımızı da sen bulacaksın.” “NE?!” “Evet.” “Aslında yer altı sularını bulabilen insanlar varmış. Hem de hiçbir alet kullanmadan. Sadece hissederek. Biliyor muydunuz?” “Nereden bileceğiz? Böyle hiçbir işe yaramayan bilgileri bir tek sen bilirsin zaten. Bir işimize yarayacak mı bu bilgi? Hayır. Sen böyle bir güce sahip misin? Hayır.” dedi Onat abi de yanımıza geldiğinde. “Belki ben de bulabiliyorumdur.” “Bulsaydın o zaman.” “Burada yoksa nasıl bulacaktım acaba olmayan şeyi?” “O da doğru.” dedi Onat abi. “Yine haklı çıktı bu çocuk ya.” “Yolda size daha neler neler anlatacağım. Ufkunuzu açacağım.” Hepimiz homurdanarak abimin yanından ayrıldık. Artık kahvaltımızı yapıp yola koyulmamızın zamanı gelmişti. Son kez masamıza oturup yemek yedik. Az önceki neşemiz de pek kalmamıştı. Geride bıraktığımız şeylere baktık hepimiz. Sadece iskeleti kalmış çadırımıza. Çıplak görünüyordu. O da bizim gidişimize üzülüyormuş gibi. Gölümüzle de son kez vedalaştıktan sonra artık yola koyulma zamanı gelmişti. *** Hepimiz sessizce yola koyulduk. Akşama kadar durmayı düşünmüyorduk. Hazır gücümüz yerindeyken bugün tüm gün ilerleyebileceğimiz kadar ilerleyecektik. Bir süre de kimse konuşmayacak gibiydi. Herkesin aklından kim bilir neler neler geçiyordu. Şu anki tek anormallik Onat abinin arada biraz geri gidip tekrar yanımızda yürümeye başlamasıydı. Abim bunun için de bir şey demişti. Okb idi sanırım. Obsesif kompulsif bozukluk. Her şeyi biliyor derken şaka yapmıyordum. Gerçekten her şeyi biliyordu. Nereden biliyordu ben onu bile bilmiyordum. Öğlen olmuştu ve herkesin enerjisi biraz düşmeye başlamıştı. “Eee enerjimiz yerinde mi gençler?” dedi Özlem abla. “Ben iyiyim.” dedi Onat abi ondan beklenildiği gibi. Enerjisi pek bitmezdi de. Obur abim “Ben birazcık acıktım ya saatlerdir bir şey yemedik.” dedi. “İşte tam fırsatı.” dedim. “Neyin fırsatı?” “Sana sonunda ayva yedirmenin fırsatı, neyin olacak. Al bakalım.” diyerek ona bir tane ayva uzattım. “Merak etme en azından karnın doyar.” dedi Özlem abla. “Ya sen de mi Özlem abla ya? Tadı da çok güzel, niye beğenmiyorsunuz? Bakın bir daha vermem aç kalırsınız, görürsünüz sonra.” “Tabi ki Asena tabi ki. En güzel meyve ayva.” dedi abim ayvasını yerken. “Yani yerken boğuluyormuşsun gibi hissettiriyor biraz.” dedi Onat abi. “Ah doğru, cuk oturdu valla.” dedi abim. “Ay tamam yemeyin bir daha ya.” “Enerjinizi tüketmeyin artık. Hava kararmadan önce durmamız gerekiyor. Avlanıp yemek yemek için hava kararmadan bunları yapmamız lazım. Yani birkaç saat sonra duracağız. Hadi.” dedi Özlem abla. “Nasıl da mantıklı konuşuyor karım ya.” “Nikah kıymadık ki Onat.” “Bir nikah dairesi bul da kıyalım o zaman hayatım.” Onat abi hepimizi kahkahaya boğmuştu. Grubumuzun neşesiydi resmen. Hala daha çok enerjik bir şekilde yürüyordu. Geri kalanımız bitik halde olmamıza rağmen. Bu yolculuğun gerçekten yorucu olacağını hepimiz zaten biliyorduk. Çantamın en üstüne koyduğum kitabımı çıkardım. Kitaplarımın geri kalanını çantamın dibine koymuştum ama bir tanesini yolculuk için ayırmıştım. Bir yerde grubun geri kalanından sıkılıp kitap okumak isteyeceğimi biliyordum çünkü. Jack London, Kızıl Veba. Jack London bu kitabı 1912’de yazmıştı. 2013 yılında Kızıl Ölüm olarak adlandırdığı bir hastalığın çıktığını kurgulamıştı kitabında. Bir insanın yüz yıl sonrasını düşünüp de bir kitap kurgulaması ne kadar garipti. Kızıl Ölüm insanı o kadar hızlı öldürüyordu ki hastalık bulaşan insanı kurtarmak mümkün bile değildi. Bulaştıktan sonra en az on beş dakika en çok da birkaç saat içinde ölünüyordu. Hastalık bulaştığı an insanın yüzü ve vücudu kızarmaya başlıyordu. Adı da bu yüzden Kızıl Ölüm’dü. Çok kısa sürede de ölünüyordu. İyileştirmenin de mümkün olmadığı bir hastalıktı. Hastalık o kadar hızlı bir şekilde yayılıp insanları öldürüyordu ki çok kısa bir süre içinde de dünyada bir avuç insan kalmıştı. Tıpkı bizim kaldığımız gibi. Gerçekte insanlık böyle korkunç bir hastalıkla tükenmeye yüz tutmamıştı ama bizde de ölümler çok masum değildi. Annemin, kız kardeşimin ölümü gözlerimin önünde olmuştu. Askerlerin görebileceği bir yerde değildim, babam da bu yüzden benim hiçbir şey görmediğimi düşünüyordu ama kapının aralığından her şeyi görmüştüm. Abimle beni saklayabilmişti sadece. Hamile annemi ve küçük kız kardeşimi saklayamamıştı. Zamanı yetmemişti buna. İlk başlarda çok kızmıştım ona ama yapabileceği hiçbir şeyi olmadığını, onları kurtaracak vakti olmadığını sonradan anladım. Annem hamileydi ve bu yasaktı. Halihazırda çocuğu olanların hamile kalması yasaktı. Biz zaten üç kardeştik. Bunu öğrendiklerinde de hemen aldırmaları gerekiyordu. Annem aldırmadı. Bir şekilde bu durumu saklayabileceğini, her şeyi halledebileceğini düşünüyordu. Halledemedi. Bir bu şekilde nüfus politikası adı altında canice öldürülenler vardı bir de susuzluktan ölenler. Şehir hala yerindeyken ve biz de şehirde yaşarken suyun parasını ödeyemeyenler vardı. Küçükken bir insanın susuzluktan ne kadar kötü bir şekilde ölebileceğini düşünemiyordum. Ne kadar insanlık dışıydı. Sadece paraları yok diye. Abimin ben büyüdükten sonra ne kadar kötü bir şekilde öldüklerini anlatmadan önce bu kadarını tahmin edemezdim. Annem ve kardeşim öldükten neredeyse üç yıl sonra da şehirde o kadar az insan kalmıştık ki. Ne devlet vardı ne de asker. Artık herkes kendi başının çaresine bakmalıydı. Biz de babam ve abimle şimdiki gibi bir yolculuğa çıktık. Şuan terk edip gittiğimiz gölümüzü bulduğumuzda o kadar sevinmiştik ki. Birkaç gün sonra da Özlem abla ve Onat abiyle karşılaştık. On beş yaşında iki gençlerdi. Onların da hiç kimsesi kalmamıştı. Babam da tabi ki onları bırakmadı. Beni de Özlem ablam büyüttü işte. O olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. Gerektiğinde abla, gerektiğinde arkadaş, gerektiğinde de annelik yaptı bana. Onun hakkı üzerimde çoktu. *** Sonunda bu gece konaklamak için durmuştuk. Durduğumuz yerde ne bir su kaynağı, ne avlayabileceğimiz bir hayvan ne de uyuyabilmemiz için korunaklı bir yer vardı. Zaten yemek hazırlayabilecek enerjimiz de yoktu. Bu gece nöbetleşe uyuyacaktık. Eski gölümüzün yanına ilk yerleştiğimizde babam, abim, Onat abi sürekli nöbet tutuyordu ama hiç kimsenin uğramadığını anladıklarında nöbetleşe uyumayı bıraktılar. Zaten bu onları yoruyordu. “Konservelerimizden yiyeceğiz mecburen.” dedi Özlem abla. “Ben kuru fasulye isterim.” dedim. “Uzun zamandır yemedim.” “Al bakalım kuru fasulye canavarı.” dedi Özlem abla. Diğerleri de nohut falan yiyordu galiba. “Abi yolda Kızıl Veba diye bir kitap okuyordum. Kitapta Kızıl Ölüm diye bir hastalık çıkıyor. Bulaşıcı bir hastalık. En fazla bir kaç saat içinde insanları öldürüyordu. Çok kısa bir süre içinde de dünyadaki neredeyse bütün insanlar ölüyordu. Kalan bir avuç insan da insanlığın soyunu devam ettirmeye çalışıyordu.” “Şu anki duruma benziyor biraz.” dedi Onat abi. “Bir avuç insan kalmamız yani. Ama soyumuzu devam ettirmeye çalışanlar var mı bilemiyorum.” “Aa biliyor musunuz?” dedi abim. “2020 yılında da bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık çıkmış. O zamanlarda da çok fazla insan ölmüş ama önüne geçebilmişler, durdurabilmişler bu durumu yani.” “Anlatsana biraz Aslan.” dedi Özlem abla. “Sonra anlatsam olur mu Özlem ya. O kadar uykum var ki. Yemeğimi yiyip uyumak istiyorum.” “Nöbeti kim tutacak peki abiciğim?” dedim. “Tamam tamam ilk nöbeti ben tutarım.” dedi Onat abi. Hala enerjisi vardı anlaşılan. “Tamam sen beni sonra uyandırırsın.” dedi abim Battaniyelerimizi çıkarıp hiçliğin ortasına yerleşmeye çalıştık hepimiz. *** Ertesi gün de sabah erkenden hızlıca toparlanıp ve bir şeyler atıştırıp hemen yola koyulduk. Bir günümüz hızlıca bitmişti ve biz suya dair hiçbir şeye rastlamamıştık. Kuru bir dere yatağı bile görmemiştik. Bugün de yola koyulmamızın üzerinden birkaç saat geçmesine rağmen daha hala hiçbir şeye rastlamamış olmamız hepimizi suskunluğa boğmuştu. Onat abinin bile enerjisi yoktu bugün. O da hepimiz gibi suya dair bir şeyler görmek istiyordu. Aslında yanımızdaki su stokumuz daha birkaç gün yetecek kadar vardı ama ya birkaç gün geçtikten sonra bile suya dair hiçbir şeye rastlamazsak diye düşünmeden edemiyorduk. Bunların haricinde farklı yerler görmek garipti. Suyu düşünmediğimiz zamanlarda etrafı inceleyip bizim yaşadığımız yere benzemeyip bambaşka yerlerin de var olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyorduk. Farklı ağaçlar, farklı yollar ve daha farklı bir çok şey. Bazen önümüzdeki pek de bir şey olmayan boş yola bakarken görüşümüz bulanıklaşıyordu. Suyumuzdan birazını elimizi, yüzümüzü yıkamak için kullanmıştık ve bu durum hepimizi içten içe üzmüştü. Suyumuz biterse elimizin, yüzümüzün temiz olması hiçbir işimize yaramayacaktı. Abimin insanların susuzluktan nasıl öldüğünü anlattığı aklıma geldi ve bunun üzerine aklımda canlanan görüntüleri silmeye çalıştım. Korkunçtu. Biraz daha yürüdükten sonra hepimiz donduk kaldık. Bir serap gördüğümüzü düşünüyorduk çünkü abim az önce bir dere gördüğünü iddia etmişti. Biz de onu orada öyle bir şey olmadığına ikna etmeye çalışmıştık. Ama şuan hepimiz aynı şeyi görüyorduk ve hepimiz aynı anda bunun gerçek olup olmadığını anlamak için koşmaya başladık. Gerçekti. Önümüzde kocaman bir göl duruyordu. Babamın anlattığı insanlar gibi ölmeyecektik. Kurtulmuştuk. Bu sefer gerçekten kurtulmuştuk. Yeni gölümüzü bulmamız sadece iki gün sürmüştü. Birden bir köpek bize doğru koşmaya başladı. Arkasından da bir ses yükseldi: “Kont, buraya gel oğlum.” Ve üç kişi bize doğru gelmeye başladı.
2. bölümü beğendiyseyiz oy vermeyi ve kendimi geliştirebilmem için yorum yapmayı unutmayınn. İnstagram: burcuko0
|
0% |