Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3 | Hades'in Çukuruna Hoş Geldiniz

@burjon_

BÖLÜM ÜÇ

HADES'İN ÇUKURUNA HOŞ GELDİNİZ

AYBARS

"Evet, son durağa gelmiş bulunmaktayız. Kandemir ulaşımı seçtiğiniz için teşekkür ederiz." dedi ve kontağı çevirip anahtarı çıkardı. “Bir daha olmasın.”

Naz, başka bir şey demeden kapıyı oldukça sertçe kapatıp gitti. Ben de arkasından inip çakıl taşlı yoldan giderek onu takip ediyordum. Yürüdükçe kendi gibi asi kızıl kıvırcık saçları zıplıyordu. Minyon, ufak tefek birisi olsa da kocaman kalbi vardı. Tabi bu kalbinin içi pek iyi şeylerle dolu değildi. Onun iyi ve sevimli yanını görmek imkansızdı. Her zaman göstermediği gibi herkese de göstermezdi.

Hades'in çukurunun kapısını açmamla kapının üstündeki çan ötüp tüm mekâna geldiğimi duyurdu. Sahnenin önünden geçip, masaların arasında dolaşarak yemek barına yöneldim. Bar taburesine kendimi atıp zile bastım. Ali Şef, ellerini önlüğüne silerek geliyor, bir yandan da mutfaktakilere emirler yağdırıyordu. Bu adamın yemekleri efsaneydi, özellikle hamburger ve taco en iyileri arasında yer alırdı.

Bu mekân sadece belli kişilerin ya da tesadüfen yolu düşenlerin uğradığı bir yerdi. Pek tekin bir yer olmadığını göz önüne alırsak bu gayet normaldi. Burası tam bir pislik yuvasıydı ama bu kadar pisliğin içinde tek güzel olan şey Ali Şef'in yemekleriydi bana göre.

"Galiba yolunu karıştırdın," deyip havlusunu karşı tarafa doğru salladı. “Seninkiler arkanda.”

Omzumun üstünden karşı tarafta yer alan bara doğru baktım. İki barmenden başka kimse yoktu. Sadece duvarın dibindeki masada akşamdan kalma, uyuyan bir adam vardı. Şöyle bakınca mekân bomboştu. Tahminen birkaç saate adım atacak yer olmazdı.

"O eskidendi, artık içmiyorum." dedim masanın üzerinde duran tuzlukla oynarken. "Bana oradan en iyi hamburgerini ve büyükte bir kola ver."

"Hemen geliyor." deyip içeri doğru siparişleri bağırarak söyledikten sonra bir şarkı mırıldanarak bardakları kurulayıp rafa yerleştirmeye başladı.

"Vay vay, Aybars Bey aramıza teşrif etmiş."

Sandalyeyle dönüp baktığımda kollarını iki yana açmış gülerek yanıma geldiğini gördüm. Pisliğin başı da gelmişti. Gözlerimi devirip tekrar önüme döndüm ve masaya bırakılan patates kızartmasından bir tane alıp ağzıma attım. Sinan, bu mekân ve daha birçok şirketin sahibi olan Ender Sanhal'ın oğluydu. Oldukça saygın çevresi olan Sanhal ailesi herkese korku salıyordu. Benim ailem yani Erge'ler hariç... Erge ve Sanhal ailesi arasında çok köklü ve eskiye dayanan bir dava vardı. Kimsenin bilmediği bu sır babalarımızla mezara gidecek gibiydi. Sadece ortak düşmanlar ve dostluklar sayesinde bir araya geliyorduk. Sinan'la ilk zamanlarda güzel bir dostluğumuz vardı. Hatta beraber büyümüştük. Fakat zaman zaman bazı olaylardan dolayı biraz aramız açılıyordu. Bu sebeplerden biri aşk ve para durumlarıydı. Tüm bunların dışında beraber büyüdüğüm, güvenilir dostlarımdan biriydi.

"Ne istiyorsun Sinan?"

"Arkadaşımın halini hatırını sormaya geliyorum senin yaptığına bak."

"Senin bir çıkarın olmasa böyle gelmezdin"

O arada Ali Şef bir bana bir Sinan'a merakla ve tedirginlikle bakıyordu. Önüme yemeğimi koyup kaçarcasına mutfağa gitti. Hiç aldırış etmeden hamburgerimden koca bir ısırık aldım. Tadı gerçekten efsaneydi. Tam kolamı alacakken elimin altında kayboldu. Kafamı çevirip ters ters baktım.

"Tamam, anlat dinliyorum." dedim pes ederek. Yemeğimi tabağıma bırakıp ellerimi birbirine vurup bacaklarıma sürttüm. “Yine hangi yediğin bokları temizleteceksin?”

"Paramı istiyorum Aybars, o kazada beni büyük zarara uğrattın." Deyip dirseğini masaya dayayarak bana dik dik bakmaya başladı. “Ve ben bundan hiç hoşlanmam.”

"Hay Allah, görüyor musun olanı." deyip yemeğimi yemeye devam ettim. “Beni ilgilendirmiyor.”

Bir nevi taktik uyguluyordum. Sinan, ciddiye alınmamaktan ve dinlenilmemesinden hoşlanmazdı. Yemekte çok güzeldi, onu da bırakamıyordum. Kaza konusuna gelecek olursak haklı sayılırdı ama ortaya bahsi koyan ben olmadığım için zarar benim yüzümden olamazdı.

Sinan elini masaya vurup yerinden fırladı, "Yeter! Orospu çocuğu, geçmiş karşıma benimle dalga geçiyorsun. O parayı getireceksin.” derken adeta burnundan soluyordu. Sanırım yüklü miktarda para kaybetmişti. Kaybetmese bile bana olan kininden her şeyi yapabilirdi. Dediklerine kahkaha atarak karşılık verince daha da sinirlenmişti. “Oldu ki getirmezsen, ne yapacağımı biliyorsun."

"Neden bahsi koyan kişiden değil de benden para istiyorsun?” deyip kaşlarımı çatarak ciddileşmiştim. Karın ağrısının ne olduğunu bildiğim halde onunla bu konuyu konuşmak istemediğim için şakaya vurup gülüyordum. Kendimi daha fazla tutamayıp dile getirdim. “Yoksa Nazlı'nın intikamını mı almaya çalışıyorsun?"

Bir anda üstüme çullanıp bir eliyle tişörtümün yakasını tuttu, diğer elini havada vurmak üzere tutarak, "Nazlıyı bu işin içine katma! Onlar eskide kaldı." dedi tükürükler saçarak.

"Nazlı hakkında karar verecek kişi sen değilsin, benim!" deyip göğsünden sertçe itip kendimden uzaklaştırdım. "Şimdi siktir git. Daha fazla sakin kalamayabilirim. "

"Ne oluyor burada?”

Naz'ın sesini duyunca anında sus pus olmuştuk. Yumruklarını sıkmış bize bakıyordu. “Neden hâlâ ablam hakkında konuşuyorsunuz. Ona yaptıklarınız yetmedi mi?"

"Sinan’ın bitmek bilmeyen dertlerinden başka bir şey yok." Deyip Sinan'a ter ters bakıp. "O da tam gidiyordu."

"Bu konuyu başka bir zaman tekrar konuşacağız." deyip yanımızdan geçip gitti. Tabi o arada omzuyla omzuma vurmayı ihmal etmemişti.

SEDA

Abim yine her zamanki gibi başıma gelmiş benimle uğraşıyordu. Bu çocuktan gerçekten nefret ediyordum. Beni gıdıklamasına karşın kendimi savunmak için tekmeler savuruyordum. Ama hiçbiri isabet etmiyor, havayı dövüyorum.

"Ömer, git başımdan." deyip yastığımı kafamın altından çekip ona doğru attım. Güldüğüne göre ıskalamıştım. Harika! Yastığımdan da olmuştum. “Ben uyumak istiyorum.”

Abimin, "Sen bilirsin, annemin efsane ıspanaklı böreğinin hepsi bana kalır." demesiyle burnum faaliyete geçti.

Uzaklardan, çok uzaklardan da olsa ağzımı sulandıran bir koku alıyordum. Bu kesinlikle ıspanaklı börekti. Anında gözlerim açıldı. Bir abime, bir kapıya baktım.

Beni tetikte bekliyor ama kımıldamıyordu. Aniden ok gibi fırlayıp yataktan kalktım. Pikem ayağıma takılmasa öndeydim. Birbirimizi itekleyerek, hatta yuvarlarcasına gidiyorduk. Mutfak kapısına geldiğimiz de ikimizde geçmeye çalıştığımız için kapıya sıkışmıştık.

Annem, “Börekler bir yere kaçmıyor,” deyip elindeki spatulayla bizi dövüp kovduktan sonra işine geri döndü. “Önce elinizi yüzünüzü yıkayacaksınız.”

Banyoya girip kapıyı yüzüne kapattıktan sonra abimin kapının ardından bana ağzına geleni saymak yerine odasına gittiğini duyunca şaşırdım. Umursamayıp yüzüme su vurup kafamı kaldırdığım da aynadaki görüntüme baktım. Dün gece doğru dürüst uyuyamamıştım. Onun kanıtı gözlerim de kocaman morluklar olarak duruyordu.

Aybars konusuna gelecek olursak, onun hakkında ne düşüneceğimi hâlâ bilemiyordum. Herkes ondan uzak durmam için beni uyarıyordu fakat bu beni daha çok Aybars'a çekiyordu. Bir yanım neden uzak durulması gereken biri olduğunu öğrenmek, onu tanımak istiyordu. Diğer yanım ise ondan gerçekten uzaklaşmamın iyi olacağını söylüyordu. Aslında her seferinde karşıma çıkan oydu. Bir de sevgili olma konusunu halletmem gerekiyordu. Yaptığı şey konusunda minnettar olsam da onu daha tanımıyordum.

Acaba mesaj atmış diye telefonu elime aldığımda o hariç herkesten mesaj vardı. Tam tekrar lavabonun üstüne koyacakken ekranın üstüne düşen bildirimle kaşlarımı çatıp doğru mu gördüm diye iyice baktım. Aybars, sosyal medya hesabıma arkadaşlık isteği atmıştı. Bildirime tıklayıp hesabına bakmak istedim ama gizli hesaptı. Başımı iki yana sallayıp daha sonra ilgilenmek üzere telefonu cebime koydum.

Börek artık gözüme güzel gözükmüyor, iştahım kaçmıştı. Ağzımda bir demir tadı, midemde yanma vardı. Hiçbir şey yiyesim yoktu. Abim çatalıyla kolumu dürtünce. "Ne var?" dercesine ters ters baktım

"Sana bir şey olmuş,” deyip ağzına koca bir dilim börek atıp yedikten sonra çatalını yüzüme sallayıp devam etti. “Sakın itiraz etme. Dün gece ağladığını duydum."

Bu konuyu açacağını hiç beklemiyordum. Ne diyeceğimi de hiç bilmiyordum. Tek bildiğim yalan söylemeyi beceremediğimdi ama sessiz kalırsam da bir şeyler olduğundan emin olacaktı.

Annem, "Oğlum, kızı rahat bırak. Anlatmak isterse anlatır üstüne gitme." dedi.

"Gitmedim ki sadece merak ettiğim için sordum."

En sonunda dudaklarımı yaladıktan sonra rahat olmaya gayret ederek, "Dün çekimlerde ayağım dolaştı ve kötü geçti." deyip geçiştirdim.

"Ben de buna inandım öyle mi?” dedi öne doğru eğilip gözlerime bakarken. “Haydi anlat, söz kızmayacağım. Biri canını sıkmış belli."

Yanaklarımı şişirip nefes aldım. Asla peşimi bırakmayacaktı. Üstüme gelindikçe gerilmeye, stres olmaya başlıyordum. Daha fazla dayanamayıp, "Stüdyoda saçma sapan bir iftira atıldı." Dedim ve buz gibi olan çayımdan bir yudum aldım.

"Ne iftirası?"

"Eray'ın Ece'yi benimle aldattığını söylediler.” sonunda demiştim işte. Üstümden adeta bir yük kalkmıştı ama masaya ölüm sessizliği çökmüştü. Ufaktan korkmaya başlamadım desem yalan olurdu.

“Yanlış anlamadan ibaret olan durumu hallettim.” diye ekleme ihtiyacı bulduğum da sessizlik devam ediyordu. Sessizliği bölen, abimin elini masaya vurup kalkması oldu. Bileğinden tutarak durdurmaya çalıştım ama geri çekip kurtuldu.

"Oğlum, otur yerine. Sofradayız ağzımızın tadını kaçırma."

"Anne Sedanın dediklerini duymadın galiba."

"Duydum, duydum ama halledildiğini de söyledi. Kardeşin kendi başının çaresine bakabilecek birisi."

Gülümseyerek, "Teşekkür ederim anne." deyip elini tuttum.

"İyi o zaman, size afiyet olsun ben gidiyorum." demesiyle gitmesi bir oldu.

Annem, "Nereye oğlum?” Diye peşinden koşturdu. Kapının çarpma sesi gelince yetişemediğini anladım. “Senin vardiyan akşamdı!"

Arkasından bir süre baktıktan sonra bir şeyler yemeye çalıştım ama lokmalar adeta ağzımda büyüyüp beni boğuyordu. Zorla yutup, sandalyeyi hızla itip sofradan kalktım.

Keşke annemin dediği gibi ben halletmiş olsaydım ama beni kurtaran birisi vardı. O gelip durumu toparlamasa olayın sonrasında ne olacağını çok merak ediyordum. Olan şu olacaktı; Ece ağzı iyi laf yapan biri olduğu ve yeri geldiğinde süper oyuncu olduğu için ne yapıp edip kendini haklı çıkartacaktı ve benim kötü olmam için elinden geleni yapacaktı.

Annem arkamdan seslense de durmaya niyetim yoktu. Bu sabah ne abim ne de benden yana şanslı değildi. Koridordan geçip odama girdiğimde kapıya yaslanıp gözlerimi yumdum ve derin nefes aldım.

Gardırobumun önüne geçip günlük sorunlarımdan olan giyecek bir şey bulamama ile yüzleşmem lazımken kıyafet yığını yerine bomboş dolap görüyordum. Kafam yeterince doluyken gözüme her şey o kadar boş, o kadar basit geliyordu ki... Düşüncelerimin enkazına yenik düşmüştüm. Buna sebep olanda, oradan çıkmamı sağlayacak olan da bendim ama gücüm yoktu. Bana güç verecek minicik kırıntıya bile muhtaçtım.

En sonunda sarı renkli, çiçek desenli gömleğimde karar kılıp içine giymek içinde bir beyaz askılı bir bluz aldım. Tam etek alacakken kot şortlu tulumum gözüme daha cazip göründü. Daha fazla uğraşmamak için olup olmamasına bakmadan tulumu giydim. Tamamen hazır olduğumda hasır çantamı alıp odadan çıktım.

Krem rengi Converse ayakkabılarımı giyerken başımı içeriye uzatıp, "Anne, ben çıkıyorum!" diye seslendim.

"Tamam, dikkatli ol kızım."

Bugün hafta sonu olduğu için ve işlerimiz de olmadığı için bizimkilerle plan yapmıştık. Pek sosyalleşme modunda değildim ama kızların çenesinden kurtulmak için kabul etmek zorunda kalmıştım. Hep birlikte ortak bir alanda toplanıp Eray'ı beklemeye başladık. Eray’ın yüzüne bakacak olmak bile beni çok geriyorken vakit geçirme düşüncesi korkunç geliyordu.

Etrafıma baktığımda Tuğçe tek yelpazesini Görkem'e vermemek için savaş verirken, Beril sıcaktan mayışmış bir halde kaldırımda oturuyordu. Başımıza geçen güneş yetmezmiş gibi Yusuf'un önümüzde sürekli volta atması başımı döndürmeye başlamıştı. Tişörtünün eteğinden çekip durduğum da bakışlarımdan anlayıp o da yere, kaldırıma oturdu.

Çok geçmeden, daha doğrusu dondurma gibi erimeden Eray imdadımıza yetişmişti ama hepimiz arabaya doluştuğumuzdan oksijene yer kalmamıştı. Allah'tan arabanın tavan camı vardı. Yoksa toplu katliam olurdu. Herkes söylenip duruyor, bir türlü yerleşemiyordu. Görkem ön koltuğu kaptığı için bizimle dalga geçip gülerken büyük keyif alıyordu.

Zorlu bir yolculuk sonrası alışveriş merkezine varmıştık ama büyük bir sorunumuz vardı. Altı kafadan farklı ses çıktığı için büyük bir gerginlik söz konusuydu. Beril aşk filmi istiyordu. Ben, Eray ve Yusuf'ta aksiyon olsun istiyorduk. Tuğçe ise yine kararsızdı.

Hiç sesi çıkmayan ve ortada görünmeyen Görkem, "Siz kavga etmeye devam edin.” deyip koşmaya başladı. Ben biletleri aldım."

Hep birlikte harekete geçip peşinden gitmeye başladık. O da önümüzde, eli havada biletleri sallayarak koşturuyordu.

Bir yandan da "Görkem, hangi filme aldın?", " Koşman gerekmiyor, dur artık!”, "Manyak, bizi boş yere koşturuyorsun." gibi şeyler söyleyerek peşinden koşuyorduk.

Alışveriş merkezinin ortasında beş kişi bir çocuğu kovalıyordu. Görenler hırsızlık vakası gibi düşünebilirdi. Köşeyi tam dönecekken Görkem önümüze atlayıp bağırdı. Hepimiz bir anda durduğumuz için üst üste çıkmıştık. Aynı zamanda korktuğumuz için çığlık atıyorduk. Özellikle çocuklar Görkem’e en yaratıcı küfürlerini sergiliyordu. Görkem ise bundan büyük büyük keyif almış olacak ki gülme krizine girmişti.

Görkem, "Suratlarınızı görmeniz lazımdı, çok korktunuz." deyip bizim suratlarımızın taklidimizi yaptı. Bu onu daha çok güldürmeye başlamıştı. Eray ve Yusuf, Görkem'in üstüne atlayıp saldırıya geçmişti. Bizde çantalarımızla vurmaya başlayınca gülme sırası bizdeydi

Beril "Bu kadar koşmanı gerektirecek hangi filme bilet aldın ki?" dedi duvara yaslanıp soluklanırken.

Görkem, "Bunu söyleyemem.” Dedi gülmekten sesi biraz kısılmış şekilde. “Sürpriz diye bir şey var güneşim.”

En sonunda hepimiz ikna olmuştuk. Sinemaya girmeden markete girip bir sürü abur cubur aldıktan sonra hepsini gizlice içeri sokmak için çantalarımıza bölüştürerek koyduk. Arada bir dalıp gittiğimde hemen fark edip güldürmek için her şeyi yapıyorlardı. Dünkü olaydan sonra moralimi düzeltmek için ellerinden geleni yaptıklarının farkındaydım. Eray her ne kadar bana karşı mahcup olsa da o da beni bırakmıyordu.

Sinema salonuna girerken Görkem gözlerimizi kapattırmış ve el ele tutuşturmuştu. Onun komutları eşliğinde yavaş yavaş içeri girdik. Sol tarafımda oturan Eray bana doğru yaklaşıp, "Dünkü olaylardan sonra bu konuyu konuşamadık.” dedi ve kolamı açıp uzattığında gülümseyip aldım. “Ben Ece adına özür dilerim. O asla dilemez biliyorum. İkimizi de çok zor duruma soktu ama en çok ta seni."

"Senin özür dilememe gerek yok. Hem Ece'den de beklemiyorum.” deyip elini sıkıca tuttum. “Yanımda olduğun için teşekkür ederim."

Eray, "Sen benim için çok değerlisin Seda, elbette yanında olacağım. Ayrıca aramızda kalsın," deyip yanımızdakiler baktı ve sesini alçaltıp devam etti, "Son zamanlarda çok garip davranıyordu."

"Ne gibi gariplikler?"

Tuğçe öne eğilip, bize "Sessiz olun film başlıyor." Deyince herkes anında sustu.

Büyük bir merakla ekrana bakıyordum. Son reklam bitip ekran karardığında gerilmiştim. Hiçbir fikrimin olmadığı filme ilk defa giriyordum. Ekranda kocaman bir el çıkınca çığlığı bastım. Harika, korku filmiydi. Ekranda "Şeytanın Gözü" yazınca bundan iyice emin olmuş oldum.

Beril "Görkem, senden nefret ediyorum." dedi kapıya bakarak. O da benim gibi kaçmak istiyordu anlaşılan.

Yusuf "Ağlamayın kızlar biz buradayız." dedi. Yanında oturan Beril jelibon paketiyle Yusuf'un koluna vuruyordu. Jelibona yazık. “Ayıp denen bir şey var.”

Filmin konusu şöyleydi: Bir kadına ölen anne babasından miras olarak bir tepede olan bağ evi kalır. Bu eve daha önce hiç gitmeyen kadın onu neyin beklediğini de bilmemektedir. İki çocuğuyla eşyalarını toplayıp burayı ziyaret etmeye karar verir. Bu bağ evi "Şeytanın Gözü" denen bir dağın eteğindedir. Aslında burası kasaba gibi küçücük bir yerdir. Yol boyunca kime bu evi sorduysa herkes cevap vermekten kaçmış. Kadın hiçbir şeyden şüphelenmeden yoluna devam eder. Bu kasabada hep esrarengiz olaylar olmaktadır ve bunu hep kuyulara bağlarlar. Kuyuların kötü ruhlarla dolu olduğunu düşünürler. Beş yıl önce en son kuyu başında görülüp bir daha haber alınamayan kadından sonra kasaba kuyuları kapatma kararı alır ama Ruby'nin ailesi inatla kapatmamıştı. Bunun sonucu da canları olmuştu. Ruby ve çocukları ilk geceden bahçede sesler duymaya başlar. Sesleri takip ettiğinde kendini kuyunun başında bulur. O günden sonra kuyunun kötü ruh laneti onlara da musallat olmuştur.

Film bitip ışıklar açılıp film jeneriği akmaya başlayınca derin bir nefes aldım. Açıkçası çok korkunç olmasa bile müzikler ve ses efektleriyle baya etkileyiciydi. Yine de bazı sahnelerde koltuğun önüne oturup saklanmaktan kendimi alamamıştım.

"O kadının ölümünü asla unutmayacağım." dedim dizlerimi göğsüme çekip, kollarımla bacaklarıma sarılmış bir halde.

Tuğçe "Acilen lavaboya gitmem lazım." deyip çantasını bile almadan koşarak salondan çıktı.

Aynı anda kahkaha attık. Galiba benim de ihtiyacım vardı ama yerimden kıpırdayamıyordum. Çocuklar çantalarımızı sırtlayıp, ayaklandılar. Vakit kaybetmeden bizde salondan çıkıp biraz etrafta dolaşmaya başladık. Tam ne yiyeceğimizi konuşuyorlarken telefonuma gelen mesajları kontrol ederken Aybars’tan bir mesaj olduğunu gördüm. Açıp baktığımda şu mesajı gördüm;

Selam pastacı kız, isteğimi kabul etmeni bekliyorum

Bir şeyler yapmaya ne dersin?

Tam cevap yazacakken ekrana düşen bildirime kaşlarımı çatıp bakarak anlamaya çalıştım. Mesaj Akademinin grubundan gelmişti.

Lara Hoca: Müsait olan herkes akademiye gelsin

Acil toplantı.

BÖLÜM DÖRT

BATAKLIKTAKİ KUĞU

Kubilay'a Müzik Festivalinde açılış gösterisi için mükemmel bir teklif gelmişti ve tabi ki böyle bir fırsatı kaçmayacağı için hemen kabul etmişti. Bir hafta boyunca sürecek olan açık hava festivalinde her gün on beş dakika sahne alacaktık. Bu da çok sıkı çalışma ve yeni koreografiler demekti. Bu listeye yeniler haricinde internette en çok tıklanan dans videolarındaki koreografilerden iki tanesi de eklemişti. Geniş bir müzik listesi sunulmuştu ve birkaç saatlik toplantı sonucu oylamalarla karar vermiştik. Üstelik sürpriz konuk şarkıcı ile birlikte sahneye çıkacaktık.

Açıkçası böyle bir projede daha önce hiç yer almadığım için çok heyecanlı ve gergindim. Birçok projede yer almıştım ama milyonlarca kişi önünde bu kadar profesyonel bir şekilde sahne almak benim için bir ilkti. Önümüzde bir ay kadar bir çalışma süresi vardı ama Kubilay ve hocaların bu süre zarfının iki katı canımıza okuyacakları kaçınılmaz olacaktı. Büyük iş, büyük çalışmalar demekti. Bu yüzden gözümüze uyku bile girmeyecek olmasına razıydım.

Hazır herkes buradayken bir deneme çekimi almak istediklerini söylediklerinde kimseden itiraz eden bir ses çıkmadı. Böylece çekim yerinde yerimizi almak üzere aşağıya indik.

Şu an saatin kaç olduğunu ya da kaç saattir tekrar tekrar dans ettiğimizi bilmiyordum. Tek bildiğim uyuşmaya başlayan bacaklarım, yanan bacak kaslarım ve saç diplerime kadar terden su gibi olan kafamdan epey zaman geçtiği belliydi.

Bora hoca müziği kapatıp, "Şimdilik bu kadar yeter. İşi olan çıkabilir, olmayanlar biraz mola sonrası burada toplasın." Dedi ve eşyaları toplayıp sınıftan çıktı. “Son bir tekrar sonra hepiniz serbestsiniz.”

Hiç mecalim kalmadığı için kendimi pat diye yere attım. Dans esnasında hiç fark etmemiştim fakat bacaklarımdaki kaslar acıdan feryat ediyordu. Su gibi de terlemiştim. Su gibi demişken canım nasıl su istedi, buz gibi böyle ama kim kalkıp alacaktı. Bacağımı kıvırmak bile acı verirken ayağa kalkıp aynalı duvarın oraya kadar yürümeyi gözüm almıyordu.

Tam bunları düşünürken kurtarıcı meleğim Beril beni duymuş gibi yanıma otururken mataramı uzattı. Anında kafama dikip yarısına kadar büyük açlıkla içtim. Diğerleri de yanımıza gelip kendilerini yere teker teker attılar. Hepsi inleyip, sızlanıyor ya da ağrıyan bacaklarını ve bellerini ovuyordu.

Görkem, bacaklarıma başını koyup yatarken, "Daha ilk günden böyleyse bir ay sonra helvamızı kavursunlar." Diye söylenmeye başladı.

"Bir ay sonrası yedi günlük festival tatlım, onu unutma." deyip sarı saçını parmaklarımın arasından geçirerek taramaya başladım.

Görkem iki eliyle havada tırnak işareti yapıp, "Aman ne hoş." Diyerek utanmadan benim taklidimi yapıyordu. Su mataramla kafasına vurup güldüm. “Bu kafa ne kadar değerli sen biliyor musun?”

Beril, "Helva falan dediniz canım tatlı çekti." Deyip göbeğini ovuşturdu. Herkes ayrı alemdeydi.

Tuğçe "Benimki şekersiz olsun." deyince gözlerimi devirmeden yapamadım. Bu kızın sağlıklı beslenme takıntısı beni çıldırtıyordu.

"Bir kere şekerli bir şey yesen ölmezsin ya, hayatın tadını çıkar." diyen Yusuf bir yandan da tişörtüyle yüzündeki teri siliyordu.

Görkem, "Aman boş ver kanka, onun payı da bize kalır." Deyip Yusuf'la yumruklarını tokuşturup güldüler.

İki el beni sarsınca etrafıma bakındım. Ne oluyor diye bakınırken Yusuf konuşmaya başladı.

"Çabuk kapıdan içeri gelenlere bakın."

"Yok artık!" diye ciyaklayan Beril'in sesi biraz fazla çıkmıştı.

Yanlış görmüyorsam Ece bir çocukla sarmaş dolaş içeri giriyordu. Daha dün sevgilisinden ayrılan birine göre etrafa ışık saçıyordu adeta. Altından neyin çıkacağını çok merak ediyordum. Ece ve adını bilmediğim çocuk tam önümüzde durunca buz gibi yüzle başımı kaldırıp bakışlarına karşılık verdim.

Ece, "Nasılsın Seda, iki erkeği idare etmek nasıl gidiyor." deyip gülünce sakinliğimi korumaya devam ettim.

"Yine ne saçmalıyorsun?"

"Canım, herkes Kubilay’ın kardeşiyle sevgili olduğunu konuşuyor.” deyip durdu ve tam yanımda duran eski sevgilisine bakıp yüzünü buruşturduktan sonra devam etti. “Eray da beni seninle aldattığına ve hâlâ senin yanında olduğuna göre eder iki erkek."

"Bana bak... " dedikten sonra ayağa kalkıp üstüne gitmeye başlamıştım ki daha cümlemi tamamlayandan Eray beni kolumdan tutup arkasına çekti. “Bırak, şuna cevabını vereyim!”

Eray beni duymamazlıktan gelip eski sevgilisine, "Birincisi; Seda istediği kişiyle sevgili olur. İkincisi; senin gibi sevgilisini aldatıp başkasına çamur atarak üstünü kapatmaya çalışmıyor.” Deyince Ece’de beklemiyormuş olmalı çünkü yüzü kıpkırmızı olmuş, yüzündeki gülümseme kaybolmuştu. “Ben seni kimseyle aldatmadım, onu yapan sensin."

Ece yutkunup zor da olsa fısıltı şeklinde, "Benim aldattığımı da nerden çıkarttın." Dedi.

Eray gülüp, "Biliyor musun, çok güzel oynuyorsun." Deyip deminden beri ağzını bıçak açmayan çocuğa bakıp devam etti. "Stüdyo da sevgili olduğumuzu bilmeyen yoktu sonuçta, bu çocukta sağır olmadığına göre o da biliyordur. Değil mi?"

Çocuk, "Kes sesini, elimde kalırsın." Dedi Eray'ın üstüne gelirken.

Görkem ve Yusuf yerden kalkıp çocuğa saldırmasın diye çekiştirmeye başladı.

Eray, "Bırakın, bu beş para etmezler için kavga etmem ama tek bir şey daha deyip susuyorum. Bugün beni böyle aldatan yarın seni de aldatır. Gerçi sen kalıbının adamı olmadığın için pek umurunda olmayabilir. Size mutluluklar dilerim." Deyip çıkışı doğru gitti.

Görkem, "Dur durduğun yerde, sıkıntı çıkmasın." deyip Yusuf'la Eray'ın peşinden gittiler. Ece'de herkesin içinde rezil olduğunu anlayıp yeni sevgilisiyle oldukları yerde donup kaldılar.

Biz de kızlarla kafeye gittiğimiz de tatlılarımızı ve kahvelerimizi aldık. Daha sonra duvar kenarındaki masaya elimdekileri bırakıp berjere oturdum. Kızlarda yanımdaki koltuğa oturdular. Az önce olanları hâlâ idrak edemediğim için ne düşüneceğimi de bilemiyordum. Kızlar bir şeyler konuşuyordu ama sesler öyle uzaktan ve derinden geliyordu ki vızıltıdan başka bir şey duymuyordum. Evet, sesler vardı ama duyamıyordum.

Vicdanen rahatsız olduğum bir konuda değmeyeceğini görmüş olmuştum. Üstelik beni böylesine kötü duruma sokan kişi de en yakın arkadaşım dediğim kişiydi.

Tuğçe kahvesinden bir yudum alıp, "Şimdi Ece mi aldatıyormuş?" diye sordu.

"Evet, bunda anlamayacak ne var. " diyen Beril’in gözlerini devirdiğini gördüm.

"Bu akşam sinemada Eray bana Ece'nin son zamanlarda garip davrandığını söylemişti. Demek ki anlamış ama emin olamamış. Bugün de netleşmiş oldu." Dedim kendi kendime ama dışımdan söylediğimi kızların konuşmayı kesip bana baktığında anlamdım. Bakışlarına karşılık omuz silkip geçiştirdim.

Beril, "Koskoca üç yıl beraberdik. Ne oldu da bu kız birden değişti."

Tuğçe, "Belki de hep böyleydi, biz görmemişizdir."

"İnsanlar değişebilir ama bir günde olmaz. Aslında içinde hep ikinci veya başka bir kişilik uykuda bekler, uyandığında ise diğerini gölge bırakarak ortaya çıkar.” deyip kahvemden bir yudum aldım. Tadı çok acıydı. Yaşananlar kadar acı...

"Ece’ye harcadığım zamana yazık, kendimi beş dilim pasta yemiş gibi pişman hissediyorum."

Canımın sıkkın olmasına rağmen Tuğçe'nin dediği ile kendimi tutamayıp kahkaha attım. Bunu beni güldürmek için bilerek yaptığını da çok iyi biliyordum. Bir de en tuhaf yanı kendisi espri yapardı ama hiç gülmezdi. O donuk suratı insanı daha çok güldürüyordu.

"Aman kapatın şu konuyu. Değmeyecek insanlar için vaktimi harcayamam.”

Beril, "Gelin bir sarılayım içimden geldi." Deyince yerimden kalkıp ortalarına oturdum. Üçümüz de sımsıkı sarıldık birbirimize.

"Aşk böceklerine bakın, bu güzel ânı bölmek istemezdim ama, "diye bir erkek sesi gelince hemen kafamı kaldırıp baktım. Ah! Aybars. "Selam kızlar."

"Hoş geldin Aybars, oturmaz mısın?" deyip boş koltuğu gösterdim.

Aybars, "Doğrusu senden böyle bir davet beklemiyordum. Genelde tersleyen biri olduğun için şaşırdım."

"Bunu konuşmuştuk, biliyorsun."

Başını sallayıp onayladıktan sonra itiraf etmekte güçlük çektiğim o çekici gülüşünü ortaya sermesinin ardından bana göz kırpınca midemde kelebekler çılgınca bir dansa kalkmıştı.

Biz birbirimize kitlenmiş bakarken Beril, "E, biz tanışmadık galiba. Ben Beril,” Deyip Tuğçe'yi göstererek. “Bu da Tuğçe.”

Birbirleriyle tokalaşıp "Memnun oldum" dediler.

Aybars, "Tanışma faslı da bittiğine göre ben Sedayı alıp kaçayım." Deyince kahvem boğazımda kalıyordu. Kaşlarını çatıp devam etti. “Mesajımı görmedin mi?.”

Benim adıma karar verilmesinden hiç hoşlanmazdım. Kızların kıkırdaması artınca ters bir bakış attım. Bu çocuk beni deli ediyordu. Üstelik dans provası bitmemişti nereye gidebilirdim ki.

"Ben de buradayım ya hani, acaba benim de fikrimi alsa mıydın?" Dedim kurabiyemden koca bir ısırıp alıp ağzıma atarken. “Mesaja da gelecek olursak, evet gördüm ama müsait olduğum bir an cevap verecektim.”

“Güzel, abimle de konuştum izinlisin. İtiraz etmekte yok bu sefer seni kaçırıyorum. Haydi üstünü değiştirip gel, burada bekliyorum." Deyip kahvemi önümden alıp içti. Ağzımda kurabiye salak gibi bakıyordum "Şu şapşal suratını çok seviyorum. Bir şeyler yerken nasıl bu kadar tatlı olabiliyorsun? "

Az önce o bana iltifat mı etmişti? Yoksa ben mi yanlış duyuyordum? Arabacı çocuğun hızı iki yüz km olmuştu adeta. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Öksürükler halinde kurabiyemi zor zar bitirdim. Hâlâ şapşal ördek gibi Aybars'ın suratına baktığımın farkındaydım. Bizim çocuklar hariç kimseden iltifat almadığım için şaşırmıştım. Tuğçe beni kolumdan tutup kaldırmasa daha öyle saatlerce durabilirdim. Beni sürüklercesine duşların oraya götürüp kapıyı da suratıma kapattı.

Yirmi beş dakika sonra duş almış, giyinmiş ve makyajım yapılmış- Tuğçe'nin eseriydi- bir şekilde stüdyodan çıkıyordum.

Tam kapının önünde Aybars arabaya yaslanmış beni bekliyordu. Düz siyah tişörtü ve bordo renkli gömleği ile oldukça şık duruyordu. Ama asıl ilgimi çeken jantlara kadar panter gibi simsiyah arabaydı. Arabaya âşık olmuş olabilirdim. Ben de stilistten ödünç aldığım siyah bir elbise giyince fazlasıyla uyumlu görünüyorduk. Yine de yaptığı emrivaki tavırlarından hiç hoşlanmadığım için biraz gergin hissediyordum.

"Nereye gidiyoruz Aybars Bey?"

Yüzüme uzun uzun baktıktan sonra elimle saçımı kulağımın arkasına itip, “"Bilmiyorum, seni aklımdan çıkaramadığımı fark ettim. O yüzden bir şeyler yapmam lazımdı. Birden kendimi burada buldum ve şimdi karşımdasın." Deyip elini ensesini kaşıdı. "Neyse, haydi gidelim."

Binmem için kapıyı açıp elini belime koyunca içimde bir ateş yandı sanki. Tam arabaya binerken Kubilay’ı kapıya yaslanmış halde bize bakarken gördüğümde donup kaldım. Başını iki yana sallayıp “Hata yapıyorsun.” dediğini duydum. Cevap olarak arabaya binip kapıyı sertçe kapattım. Araba geri geri çıkarken halen birbirimize bakmaya devam ediyorduk.

Arabaya binene kadar bir heyecanım vardı, ta ki Kubilay’la göz göze gelene kadar. Doğru bir karar verip vermediğimi sorgularken, bunu belli etmemek için oldukça soğuk bir ses tonuyla “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.

"Hades'in Çukuruna gidiyoruz” diye karşılık verdikten sonra aynadan arkasını kontrol edip geri giderek akademinin bahçesinden kolayca yola çıktı. “Sana kendimi tanıtmak, nasıl biri olduğumu göstermek istiyorum."

Hiçbir şey diyemedim. Ne diyeceğimi de bilemiyordum. Aklından çıkmadığımı söylemişti, benim içinde öyleydi ama bu yolun sonunun nereye çıkacağını kestiremiyordum. Hep onu daha yakından tanımak istediğimi biliyordum ve şimdi bana istediğimi vereceğini söylüyordu. Bu yönden bakınca iyi bir şeydi. Kafamı çevirip ona dikkatlice bakınca çekici yüzünün altında hislerimin merakından daha farklı şeyler olduğunu daha iyi görmeye başlamıştım. Abisinde hissettiğim o tanıdıklık hissiyatı kardeşinde de vardı. Sanki, ilk defa tanışmıyorduk. İşte, beni ona çeken şeyde buydu.

Hayat bir şeyleri düşünmek, hesap yapmak için çok kısaydı. Hayat akıp giden bir nehir gibidir. Akıntısına kapılıp gidersin, ta ki tutunacak bir dal bulana kadar ama akıntıya asla yetişemiyordun da. Zaten hayat yakalanması güç bir şeydi. Nehir de bazen koca kayalarda çıkıp engel olur ve onları aşmakla işi daha da zorlaştırırdı. Belki de durup dinlenmek yerine hayatı akışına bırakmak gerekiyordu. Her ne olacaksa olsun diye düşündüm. Belki de hayatı acaba diyerek geçirmek yerine tadını çıkarmak en iyisiydi.

"Beni hep böyle gizli gizli mi izleyeceksin?" deyince utanıp kafamı çevirdim. Ellerimle elbisem de olmayan ipi çekiştiriyordum. "Galiba baya utangaç birisin."

"Evet, öyleyim,” deyip ufak bakışlar attığımda beni izlemesini beklerken yola dikkatle baktığını gördüm. “Sanırım biraz da senin yüzünden."

"Bunu iltifat olarak alıyorum." Deyip tek eliyle direksiyonu çevirdikten sonra yolu kontrol etti. Vitesi ileri atıp gaza basarak hızlanınca istemsiz kapıya tutundum. "Genellikle tek başıma araba kullanırdım. Uzun zaman sonra birini yanıma aldığım için çok gerginim."

"O kazadan sonra değil mi?” diye sorduğumda sadece başını salladı. O zaman bu gerginliği azaltmak gerekiyordu. O böyle gergin olunca bende rahat olamıyordum. Tam müzik açacakken telefonu çalınca elimi geri çektim.

"Evet, ne var? Nasıl mallar ulaşmadı," deyip bana yan bir bakış attı. Duymamam, bilmemem gereken bir konu olduğunu anladığım için kafamı cama çevirip dışarıyı izlemeye başladım. Elim de olmadan kulağım konuşmaya gidiyordu. Sonuçta dibimde konuşuyordu. "Sana ulaşması için bizzat senin adamlarına verdim. Neyse tamam bu konuyu daha sonra konuşuruz şu an müsait değilim." Deyip telefonu kapattıktan sonra cama doğru attı.

Geleceğimiz yer hakkında hiçbir fikrim olmasa da böyle bir şey de beklemiyordum. Ormanın ortasında oldukça bir büyük bir arazinin ortasında duruyorduk. Büyüklüğü dört-beş stadyum kadar edebilirdi. Bu çıkarımım gördüğüm kısımlardan ibaretti. Ormanın iç kısımların da buraya ait şeylerin olduğunu düşünüyordum. Biraz uzakta, tepenin üstünde neon ışıkların aydınlattığı büyük bir lokanta tarzı bir mekân göze çarpıyordu. Kim bilir bunun gibi kaç yer vardı burada.

Arabayı durdurduğu yerde bir sürü insan toplanmış, son ses müzik eşliğinde içip eğleniyordu. On, on beş tane de oldukça lüks araçlar belli aralıklarla dizilmişti. Az ötede araçların yarış yaptığını görünce lansmanda bahsettiği yer olduğunu anlamak zor değildi. Filmden fırlamış gibi duran bu yer tamamen güzel görüntüsünün altında tam anlamıyla pislik yuvasıydı. Arabadan yavaş yavaş inip ağzım açık bakarken tam kapıyı kapatıyordum ki iki kişi koşarak üstüme doğru gelince çekilmek zorunda kaldım. Onlar kesinlikle beni fark etmemiş gülerek, içerek devam ediyorlardı.

"Neden nesli tükenmiş hayvanların hepsi karşındaymış gibi bakıyorsun."

"Burası nasıl bir yer Aybars?" Dedim sağ tarafta duran turuncu arabanın olduğu tarafı gösterirken. Bir genç çocuk arabanın üstüne çıkmış elindeki tişörtü sallayarak son ses çalan şarkıya eşlik ediyordu. Bütüne bakıp yorum yapmak istiyordum ama her köşe başka bir alemdeydi.

Aybars yüzümü ellerinin arasına alıp, "Burası o kadar da kötü bir yer değil. Ayrıca istemediğin hiçbir şeyi yapmayacaksın. Sadece şuradaki mekânda yemek yiyeceğiz." Dedi gözlerimin içine bakarken. Dediği yere tekrar bakınca en faza ne olabilir ki diye düşündüm. Çok şey olabilirdi ama kafamı sallayıp ellerini indirdi. "Güzel, haydi gidelim."

“Peki, buranın olayı tam olarak ne?” derken insanların arasından yılan gibi kıvrılarak zor da olsa ilerlemeye çalışıyordum. Herkes deli gibi kafaları bulup eğleniyordu.

Meydanın ortasında birden duran Aybars, "İşte Seda, bu da benim dansım. Sen sahneyle dans edersin, bense asfaltla. Tek fark ise şu; benimki ölümcül dans..." dedi kollarını iki yana açıp etrafında dönüp arabaları göstererek.

“Oldukça tehlikeli bir dans türü seçmişsin Erge,” dedim koluna girerken. “Beni etkilemeyi işte şimdi başardın.”

Kolunu omuzlarıma atıp beni kendine çekip başıma bir öpücük kondurunca bende beline sarıldım. İçeri girmeden önce beni bırakıp önden gitmeye başlayınca kendimi bu yabancı yerde boşluğa düşmüş gibi hissettim. Yani en kötü ne olabilir ki düşündüm.

İçeride yoğun bir duman hakimdi. Özellikle bar kısmında göz gözü görmüyor desem yalan olmazdı. Diğer tarafta da vardı ama kadar yoğun değildi. Çok şükür Aybars beni o tarafa, dumanın az olduğu tarafa götürüyordu. Orta yaşlı bir adama bir ıslık öttürüp kaş gözle bir şeyler anlattı. Şu an Aybars'ı cidden çözemiyordum. Karşılıklı ikili koltuklardan birine otururken diğer koltukların dolu olduğunu fark ettim. Arkadaşları olmalıydı,

Adını bilmediğim çocuk Aybars'a "Oo, sen buraya gelir miydin?" ıslık öttürerek oldukça alaycı bir tonda söyledi. Karşısında oturan kızıl saçlı kız bana ters ters bakınca, çocukta beni yeni fark etti. “Hayırdır, bu kız kim?"

Aybars, "Hoş buldum, tanıştırayım bu Seda, bir arkadaşım." Diye karşılık verdikten sonra beni görmeleri için kenara çekildi.

Kızıl saçlı kız hemen atılıp, "Memnun oldum, ben de Naz,” dedi oldukça yapmacık bir ses tonuyla. Daha sonra diğer çocuğun elini tutup devam etti. “Birkan'ın sevgilisiyim.”

Birkan olduğunu düşündüğüm çocuk, "Ben de Birkan, memnun oldum." Dedi ama hiç memnun olmuş gibi, orada olmamam gerekiyormuş gibi bakıyordu.

Aybars kızın yanına oturunca ben de Birkan’ın yanına oturmak zorunda kaldım. Kısa bir an göz göze geldiğimiz an ürperdim ve içimi bir üşüme sarmaladı. Burnuma gelen sedir ağacı ve incir kokusu burnuma dolunca donup kalmıştım. Bunun sebebi tanıdıklık hissiydi, küçüklüğümden beri ezbere bilip huzur kokunun ta kendisiydi. Sanki uzun zaman sonra karşılaşmak için bekleyen iki tanıdıkmışız gibi hissediyordum. Birkan, ona olan bakışlarımı fark etmiş gibi bana döndü. Kimdi bu çocuk?

O esnada yemeklerde gelince ikimiz de tek kelime etmeden önümüze döndük. Doğrusunu söylemek gerekirse gelen yemek yani hamburger aşırı iştah açıcı görünüyordu. Böyle bir mekânda böyle bir sunum beklemiyordum. En hassas noktam olan patates kızartmasını ağzıma atınca inanamayıp iki tane birden daha ağzıma attım. Bu çikolatalı pastadan sonra en leziz şeydi. Aybars, ayağıyla ayağımı dürtünce yine kendimi kaptırdığımı fark ettim.

Naz, "Aybars yanında hiç kız getirmezdi. Sen nasıl bir arkadaşsın tam olarak." diyene kadar kimseden ses çıkmamıştı.

Aybars, "Naz, lütfen." deyip uyarıcı bakışlarla bakıyordu. Sanki söylememesi gerekenler varmış gibi... Bu masada beni huzursuz eden bir şeyler vardı.

Aybars’ın gözlerinin içine bakıp, "Pek bir endişeli görünüyorsun.” Derken hamburgerimden bir ısırık aldım. “Söylemek istediğin bir şey varsa açık açık söyleyebilirsin."

Aybars, "Naz'ın da dediği gibi yanımda pek kız olmaz. Sadece ona şaşırdığı için merak ediyor."

Naz, "Ya, aynen öyle." Deyip gözlerini devirdikten sonra asi kıvırcık saçını geriye attı.

Bakışları bile bir tuhaftı. Tüm bunların yanında kız gerçekten güzeldi. Özellikle kızıl saçları ateş gibi, cildi mermer gibi beyaz ve hafif balık etliydi. Birkan onun tam zıttı esmer bir çocuktu. Birkan da keskin çene hattı, kemikli yüzü ve küçük gözleriyle oldukça çekici yüz hatlarına sahipti. Doğrusu çok yakışan bir çiftti ama beni pek sevmemiş gibiydiler. Burada garip şeyler dönüyordu.

Masaya bir gölge vurunca kafamı kaldırıp baktım. Anlaşılan bu akşam tanışacağım kişiler bitemeyecekti. İnşallah bu yabancı kişi bana ters ters bakmazdı. Tam yanımda duran kişi esmer, uzun boylu, yapılı biriydi. Yüzü yara bere içinde olmasına rağmen değişik bir enerjisi vardı. Üstüne üstlük Birkan’da hissettiğim tanıdıklık hissini bu yabancıda da hissediliyordu. Aybars'a yan gözle baktığımda gerginlikten kaskatı olduğunu fark ettim.

Ellerini masaya koyup bana doğru eğildi ve "Sen burada yeni olmalısın, daha önce görsem hatırlardım." Dedikten sonra sanki gözlerimin ardında görmek istediği şeyleri görmek ister gibi derin derin bakmaya başladı. Sanırım benim hissettiğimi o da hissetmişti. “Tanıdık bir siman var.”

"Ben Seda," Dedim büyük merakla bakışlarına karşılık verirken. Kaşlarını çatıp başını yana eğerek bakmaya devam etti. Kırmızı ışığın altında parlayan gözlerinin derininde batıkça içine çekildiğim bir şeyler vardı. “Sen kimsin?”

"Ben Sinan Sanhal bir diğer deyişle Bahisçi, buranın ve daha birçok yerin sahibi olan Ender Sanhal'ın oğluyum." Dedi ukala bir gülüş takınarak. Sanki babasını tanımam gerekiyordu. Ben nereden bileyim Ender Sanhal'ı.

"Memnun oldum. Ben de Seda,” deyip elimi uzattığımda kısa bir tereddütten sonra elimi tuttu ve tokalaştık. “Bir diğer deyişle dansçı.”

Sinan, "Dansçı mı? Ne tür danstan bahsediyorsun." Deyince yüzüm anında kıpkırmızı oldu. Onun sandığı şeyi anlamıştım. Bunu görünce hemen ellerini iki yana kaldırarak devam etti. “Şaka yapıyorum.”

Aybars, “Ne istiyorsun çabuk şöyle ve defol git." Diyerek araya girene kadar onun orada olduğunu bile unutmuştum. Yan gözle baktığımda çenesini sıkmış ikimize baktığını gördüm.

"Bu kadar sinir bünyeye zarar verir, biraz sakin ol." Deyip doğruldu ve bakışlarını üstümden ayırmadan devama etti. "Şu borcunu kapatmaya başlasan iyi olur. On dakikaya yarış başlayacak."

Bu neydi şimdi?

Arkasından bizde kalkıp meydanın oraya gelmiştik. Büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bazıları arabaların tekerleklerini kontrol ediyor, bazıları kafalarının güzelliğinden kavga ediyordu. Aybars Birkan'la bir yere gitmişti ama göremiyordum. Naz’da bana eşlik etmekten çok memnun olmadığını belli eden çatık kaşlarıyla yanımda dikiliyordu.

Sinan yanımıza gelip, " Haydi sen git, Sedaya ben eşlik ederim." Deyince büyük sevinçle arkasına bakmadan gidiyorken yönünü değiştirip araba labirentine gitmeye başladı.

“Zaten yarışa katılacaktım.” Deyip geri geri giderken elindeki hançerin sapına parmağına geçirip havada döndürdükten sonra cebine koydu. Göz kırpıp gitti. “İyi olan kazansın.”

Sinan, "Aybars'la aranda ne var?" pat diye konuya girmişti. Ben ise Naz’ın şarap kırmızı bir Ferrari’ye binişini izliyordum.

"Bu seni ilgilendirmez.” deyip bakışlarımı istemeyerek ona çevirdim. Kısa bir bakış attıktan sonra etrafı incelemeye koyuldum. "Şu an aramızda hiçbir şey yok."

"Olmasında, ondan uzak dur."

Kaşlarımı çatıp döndüm ve "Pardon?” Derken sesim yükselmeye başlamıştı. “Sen benim hayatıma karışacak birisi değilsin.”

"Ben sadece Aybars'ı yıllardır tüm çıplaklığı ile tanıyan biri olarak sana tavsiye veriyorum."

"Neden herkes ondan uzak durmamı söyleyip duruyor?"

"Bunu söylemek bana düşmez." Deyip yanına gelen adamın elindeki parayı aldıktan sonra sayıp cebine koydu. Bahis parası olmalıydı. “Ama birden fazla kişi seni uyarıyorsa bildikleri bir şey vardır.”

Dedikleriyle kafam çok karışmaya başlamıştı ama Aybars'ın sakladığı bir şey varsa öğrenmem gerekiyordu. Öğrenmem için hiçbir sebep yoktu ama beni ona çeken bir şey vardı. Sanki bunu yapmam gerekiyordu. Hiçbir şey tesadüf olamazdı. Bir anlamı olduğuna emindim.

"Yarışta bana eşlik etmek ister misin?"

"Nasıl yani?"

"Yarışa ben de katılacağım. Sen de burada tek başına kalıp canın sıkılacağına bana eşlik edebilirsin."

Etrafıma bir bakındım. Pek güvenli bir ortam değildi ve tarzımda değildi. Sinan'ın teklifi daha cazip geliyordu.

“Gidelim bahisçi.”

AYBARS

Birkan yanıma gelirken, "Bu bakışları iyi biliyorum. Sedayı deli gibi kıskanıyorsun." Dedi.

Tam karşımda Sinan ve Seda gülüşerek bir şeyler konuşuyordu. Neden böyle olduğunu bilmiyordum ama kıskançlıktan bir yeri yumruklamak istiyordum. Seda’nın o güzel gülüşüyle Sinan'a bakmasına dayanamıyordum.

Sinan bir şeylerin peşinde olabilirdi. Yaşadıklarını yaşatmak istiyorsa onu sağ bırakmazdım ama böyle düşünmem de adil değildi. Hatta Seda'dan hoşlanmamam lâzımdı. Fakat o kahverengi ceylan gözleriyle bir bakınca kalbim eriyordu. Karşı koyamıyordum.

"Saçmalama, kıskandığım yok."

Ne Birkan ne de Naz Sedaya olan hislerimi bilmemeliydi. Şimdilik.

"Ona gerçekleri ne zaman anlatacaksın?"

"Doğru zaman geldiğinde her şeyi anlatacağım."

"O doğru zaman hiç gelmeyecek, başkalarından öğrenecek."

Büyük bir öfkeyle dönüp, "Böyle bir şey yapmayacaksınız." Dedim.

"Kimden veya nasıl öğrendiği önemli değil. Her türlü bir daha senin suratına bakmayacak."

Sedayı kaybetmek istemiyordum. Onu kaybetmemek için elimden geleni yapacaktım. Bu kadar kısa sürede beni etkileyen ne olmuştu bilmiyordum. Sanki uzun zamandır açılmayı bekleyen bir istiridye açılmıştı ve içindeki eşsiz inci parçası gün yüzüne çıkmış, beni büyülemişti. Önümde büyük bir engel vardı fakat aşabilirdim ya da aşamazdım. Umarım zamana yenik düşmez, doğru yoldan devam ederdim.

"Kızı kendine aşık edip öyle mi söyleyeceksin?” derken bir yandan da arabanın lastiklerini değiştiriyor, arada birasını yudumluyordu. Elinin tersiyle ağzını silip kafasını kaldırmadan konuşmasına devam etti. “Kızın duygularıyla oynamaya hakkın yok Aybars. Başlamadan söylemelisin."

"Sen işine baksana!” deyip cevap vermesini beklemeden yanından uzaklaşıp gittim.

SEDA

On araç yan yana sıralanmış başlangıç düdüğünün çalmasını bekliyordu. Yan araçta Birkan bana gözünü ayırmadan bakıyordu. Herkes bir şey demek için kendini tutuyor gibiydi. Ben de Seda Buket Beder isem bunu öğrenecektim. Ortamı biraz daha güzelleştirmek için telefonumu arabaya bağlayıp müzik açtım. Kean Dysso - LTE son ses çalmaya başladı. Arabanın ses sistemi o kadar güçlüydü ki müziğin bası ve ritimleri içimi titretiyordu.

Sinan direksiyona vurup, "İşte bu, yarış ruhunu iyi biliyorsun." Deyip gülmeye başlayınca kendimi gülmesine karşılık verirken buldum. İtiraf etmek gerekirse Aybars'ın yanında olduğumdan daha rahattım. "Uçmaya hazırsan sıkı tutun, çünkü yarış başlıyor!"

Düdüğün örttüğünü duymamla araba şimşek gibi harekete geçti. Koltuğa adeta yapışmıştım. O kadar hızlı gidiyorduk ki etraftaki ağaçları bulanık görmeye başladım. Sanırım birazdan zamanda yolculuk yapacaktık.

Camı açıp bakmak istemiştim ama arabanın hızından dolayı imkânsız olduğunu fark edince anında vazgeçtim. Sinan’da endişelenmiş gibi kolumdan tutup uyarıcı sert bakışlarla baktıktan sonra elini bana uzatacak iken geri çekti. İçeri giren rüzgâr saçlarımı birbirine karıştırırken gözlerimi ondan alamıyordum. Havada yoğun bir sıcaklık vardı ve içeri dolan serin hava bile bunu yatıştıramıyordu.

Yarışın ikinci turundaydık ve hayatım da hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Bu manyak ötesi bir şeydi. Sinan arada bağırıp gülüyordu. Bende iyice alışmış olduğumdan çalan şarkıya eşlik edip dans ediyordum. Sinan bazen beni izlemekten yola bakamadığın da çenesinden tutup yola doğru bakması için itip gülüyordum.

Önümüzdeki araca makas atıp geçtiğinde saniyelik sürede içindekinin Aybars olduğunu gördüm. Çok hızlı geçtiğimiz için yanlışta görmüş olabilirdim. O da beni görmüş olacak ki bir anda yavaşladı. Dikiz aynasından bakınca birden yavaşladığı için arkasından gelen araçla az kalsın çarpışacak olacağını gördüm. Bir an korkuya kapıldım ama bir şey olmayınca rahatladım.

Sinan hiç fark etmemiş gibi yoluna devam ediyordu. Aybars, hırs yapmış olacak ki büyük bir hızla yanımızdan geçip gitmeden önce araca hafif sürtmeyi ihmal etmedi. Sürtmenin etkisiyle araba kaysa bile Sinan iyi toparlamıştı. İleriki dönemeçten dönerken Sinan şov için birkaç kere etrafında dönüp drift attı ve Aybars’ın aracına doğru dönüp camdan kolunu uzatıp el hareketi çektikten sonra arabayı döndürüp düz bir şekilde devam etti.

Midem kötü olmaya başlamıştı. Normal giderken bile beni araba tutardı. Şimdi 260 hızında gidiyorduk. Bu dönme olayı da son noktayı koymuştu. Kusacak gibi olduğumu fark edince Sinan'ın kolunu tuttum. Bana bakınca iyi olmadığımı anlamış olmasını umut ettim.

"Kendimi iyi hissetmiyorum!" Diye bağırdım sesimi duyurabilmek için ama bu mide bulantımı daha da arttırmıştı. Elimi ağzımla kapatıp kusmamak için kendimi tuttum.

Hızlı bir manevrayla sağ doğru bir patika yoluna sapıp arabayı durdurdu. Arkamızda arabalar büyük bir hızla geçmeye devam ediyordu. Araba durunca başımın döndüğünü de fark ettim. Birden kapım açılmış, yanımda eğilmiş bana bakıyordu.

"Ne oldu, iyi misin?" Deyip torpidodan bir şişe su alıp uzattı ama açamadığımı görünce yardımcı oldu. “Seda?”

"Ben birden çok kötü oldum ama daha iyi gibiyim."

“Biraz dışarı çıkmak ister misin?” dediğinde ne yapacağını şaşırmış bir halde gözlerimin içine panikle bakıyordu.

Başımı onaylarcasına salladıktan sonra arabadan inmek üzere harekete geçmiştim ki ayağa kalkıp elini uzatınca hiç düşünmeden tuttum. Diğer kolumun dirseğinden de tutup destek oldu. Ayağımın yere basmasıyla yer altımdan kaymıştı. Sinan anında belimden tutup dengede durmamı sağladı. Lansman gecesi Aybars'la yaşadığım şeyi şu an Sinan'la yaşıyordum ama bu sefer başkaydı ona karşı hislerim olmayacaktı.

"İllegal işler yapan birine göre oldukça centilmen birisisin."

"Ben biraz adamına göre muamele yaparım. Sen de diğerlerinden daha farklısın."

"Ne gibi farklıyım?" Dedim arabanın kaputuna çıkıp otururken. O da yanımda yaslanmış duruyordu.

"Burada ki kadınları fark etmişsindir. Sen ise onlar gibi değilsin. Timsahlarla dolu bataklıkta bembeyaz kuğusun Seda."

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%