Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5 | Labirentteki İp Yumağı

@burjon_

BÖLÜM BEŞ

LABİRENTTEKİ İP YUMAĞI

SEDA

Sinan'la biraz daha ormanda sohbet ederek arabanın önünde otururken hâlâ tanımadığım bir adamla ormanda yalnız olmak biraz tedirgin ediyordu. Yaptığı işlerin birazını üstü kapalı anlatsa da derinlerde daha kötü şeylerin olduğunu anlamamak için aptal olmak lazımdı ya da hayal gücünün fazla olması lazımdı. Zaten anlattıklarında Aybars gibi illegal işler yerine daha yüzeysel normal işlerden bahsetmişti. Mesela fabrikaları ve iş yerleri hakkında bilgiler vermişti. Bir fabrikaları da bu arazinin en tepesinde yer alıyormuş. Sanki görebilecekmişim gibi bakmıştım ama sık ağaçlar ve zifiri karanlıktan hiçbir şey gözükmüyordu. Tek ışık önümüze doğru vuran araba farının ışığıydı.

Her ne kadar babasına mafya deyip dursam da babasına saygın bir iş adamı demeyi tercih ediyordu. Annesi de o doğarken öldüğü için ablasıyla büyümüştü. İşte en büyük ortak noktamızda buydu işte; o annesini, ben babamı kaybetmiştim. Babam astsubaydı ve şehit olduğunda daha on beş yaşındaydım. Yani bundan beş sene önceydi.

Kanadının biri küçük yaşta kırılan küçük bir kuştum, tek kanatla hayatta kalan bir kuş... Ben de ona bundan bahsetmiştim. Aynı yaralara sahip iki insan birbirinin acılarını daha iyi anlıyordu.

Başka şeyler de sormuştum ama geçiştirmişti. Sinan'ın içinde derinler de bir yerde kilitli bir kapı arkasında iyi bir insan yatıyor gibi geliyordu. Tabi her insan göründüğü gibi olmadığı için bu düşüncem de düşük bir olasılıktan ibaretti.

İlk defa tanıdığım biriyle nasıl bu kadar samimi olduğumu, her şeyi nasıl rahat anlattığımı sorguluyordum ama uzun zaman sonra birbirini gören iki dost yakınlığı hissi beynime sarmaşık gibi sarmıştı. Yanında kendimi nedense çok rahat hissediyordum. Sanki ucu bucağı olmayan bir çölde saf, berrak bir suya denk gelmişim, içimin kuruluğuna şifa olacak o suyu bulmuştum. Ya tüm bu hisler o su gibi bir serapsa?

“Benim yüzümden yarıştan çıktın,” dediğimde devam etmemi beklercesine yüzüme bakıyordu. “Seni zarara uğratmaz mı?”

Sigarasından bir nefes alıp, dumanı başını arkaya doğru yatırıp üfledikten sonra, “Seda, ben buranın sahibi olduğum gibi kurallarında sahibiyim.” dedi.

Bir süre sonra Hades'in Çukurunun önüne geldiğimizde araban inmek kapıyı açmıştım ki kolumdan tutup durdurdu ve "Seda senden bir şey isteyebilir miyim?" diye sordu.

"Tabi ki, elimden gelen bir şeyse neden olmasın."

"Benim çevremde çok insan var ama güvenebileceğim adam sayısı bir elin beş parmağını geçmez.” dediğinde durup kafasını yere eğdi. Bir iç çekip tekrar gözlerime baktıktan sonra devam etti ama içinden geçenleri dile getirmediği anlaşılıyordu. Ya o da benim gibi hissediyorsa? “Ne dersin bizden iyi bir dost olur mu?"

Böyle bir teklif hiç beklemiyordum.

En sonunda derin nefes alıp, "Anladığım kadarıyla senin yanında olmak mayın tarlasında dolaşmaktan farksız." dedim.

Elimle etrafı gösterip tek kaşımı kaldırdım. Böyle bir yerde benim işim olabilir miydi? Hiç bilmiyordum. Ben sıradan bir ailenin kızıydım. Böyle pis ortamlarda bulunmadığım için arkama bile bakmadan kaçma isteğimi zor bastırıyordum. Yine de bu farklı evrende beni çeken bir şeyler vardı.

"Sana söz veriyorum, sana bir şey olmayacak." Deyip elini uzattı. “Ekipte sana ihtiyacım var.”

Yüzüne uzun uzun baktım. Beni ona çeken bir şeyler vardı ve ben bunu yakından öğrenmek istiyordum.

"O zaman anlaştık," deyip uzattığı elini tuttum. Elimi nazikçe tutan elleri kaba, nasırlı ve kuğunun minik, narin kanadı ejderhanın dev pençeleri arasında kaybolacak kadar büyüktü. Onun hayat tarzının yanında ben küçük, narin biriyken o tam tersiydi. "Dostluğumuza..."

"Dostluğumuza..."

Hayat tecrübesiz yaşanmıyordu. Bunun içinde iyiyi ve kötüyü özümsemek, onları bağrına basmak ve onun tarafında gibi yaşamak lazımdı. Bir insan duyulanlarla veya okunanlarla değil yaşayarak tecrübe sahibi olurdu. Belki de bu fikrime herkes katılmayabilirdi. Tecrübe edinmek için pisliğe bulanmak şart değildi ama ben yapmak istiyordum.

Sinan'ın tabiriyle timsahların içine yeni bir av olan kuğu bataklığa giriş yapmıştı.

Varsın mayın tarlası olsun, varsın mayına basayım...

Mekâna girip gözden kaybolmasını izlerken arkamdan biri kulağıma eğilip, "Eğlendin mi bari?" diye fısıldayınca korkup yerimde sıçradım. Korkunun verdiği refleksle vurmak istemiştim ama elimi yakalamıştı. "Sakin ol, benim."

Onun olduğunu anlayınca içime bir rahatlık çökmüştü ama bu sefer beni korkuttuğu için karnına yumruk attığım da müdahale etmedi. İki büklüm olup inlemeye başlayınca oyunculuğuna hayran kalmıştım.

Gözlerimi devirip, "Ne yaptığını sanıyorsun? Bir daha arkamdan böyle sessiz gelme." dedim.

Ellerini yukarı kaldırıp, "Özür dilerim, amacım korkutmak değildi." dedikten sonra üstüme doğru yürümeye başlayınca ben de geri geri gitmeye başladım. Demir varile çarpana kadar ikimizde durmamıştık. Beni belimden tutup kendine çekince ellerinden kurtulup açıklıkta aramıza mesafe koyarak durdum.

“Ben eve gitmek istiyorum.”

Etrafa göz attığım da az önce yemek yediğimiz mekânın arka tarafında olduğumuzu anladım. Burası epey tenha bir noktaydı. Gözüm camdaki bir şeye takıldığında Aybars anlamasın diye hemen başımı çevirdim. Karanlık bir yerde olsa da, zayıf bir ışığın yandığı yerdeki gölgenin Sinan’a ait olduğunu anlamıştım. Dikkatle bizi izliyordu ve bakışları sırtımı kamçılayan ateş gibi beni yakıyordu.

"Bir saattir neredeydiniz?"

"O kadar oldu mu, hiç fark etmemiştim."

"Bana bilmiyormuş havaları yapma. Sinan'la ne yaptınız?” deyip tekrar üstüme gelmeye başladı ama bu sefer dokunmak yerine gözlerimin içine baktı. “Anlat dinliyorum."

"Öncelikle bana emir veremezsin.” deyip elimle göğsünden ittim. “Ne konuştuğumuz da senin ilgilendirmez. Sevgili olsaydık söylerdim.”

"Evet, değiliz ama olmayacağımız anlamına gelmez."

"Aybars Bey, yarış bitti hızınızı düşürebilirsiniz."

"Beni ikinci reddedişin."

"Bu kadar aceleci ve ısrarcı olmanın sebebini anlayamıyorum." deyip bir kaşım havada yüzünü inceliyordum. Yine elini ensesine atmıştı. Ben de gözlerine bakmamak için etrafa bakıyordum. "Saat geç oldu eve gitsem iyi olacak."

Aybars dediğimi duymazdan gelip, "Çok güzelsin Seda, sabaha kadar seni izleyebilirim." deyip elimi tuttu.

Elimi çekmek istesem bile elimi öyle bir kavramıştı ki kuğu kafese kısılmış gibi hissetmiştim. Ben çektikçe o da çekiyordu. En sonunda pes edip derin bir iç çektikten sonra elini kavradım.

İçimde bir şeyler değişiyordu ama iyi yönde mi, kötü yönde mi bilemiyordum. Bu gece duygularım çark misali dönüp durmuş ama o çark bir türlü durmak bilmemişti. Çark hızlandıkça içindekilerde hızla içime akıp başımı döndürmüştü. O duygudan o duyguya geçerken kafamı toparlayıp doğru düzgün düşünmemiştim.

“Beni eve bırak Aybars.” dedim elimi çekip göz ucuyla cama baktım. Gitmişti. Acaba konuştuklarımızı duymuş muydu? En önemlisi bunu niye umursuyordum.

"Tamam canım." Deyip arabaya doğru yürümeye başladığında bende peşinden gidiyordum. Aybars'la olmak hız trenine binmek gibiydi, Sinan'la da mayın tarlasında yürümek gibiydi.

Yolda biraz uyuduğum için ne ara geldiğimizi anlamamıştım. Apartmanda parmak ucunda dikkatli bir şekilde yürüyordum. Bir ses yapıp komşulara yakalanmak istemiyordum. Evdekileri uyandırmamak için anahtarı öyle bir sessizlikle çeviriyordum ki alnımdan terler akmaya başlamıştı. İçeriye girip kapıyı usulca kapattığım da derin bir nefes aldım.

Karanlığın içinden, "Külkedisi balodan teşrif edebilmiş." diye bir ses gelince çığlık atmamak için kendimi zor tutsam bile kapıya kedi yapışmaktan kendimi alamamıştım. Kahretsin! Bu iki olmuştu. Korkutulmaktan nefret ediyordum. Abime yakalanmış olmanın verdiği korkuyla olduğum yerde taş kesildim. Gözlerim sonuna kadar açık, kapıya yapışıp kalmıştım. Kendime geldiğim an çantamla hiç düşünmeden ardı ardına vuruyordum ve neresi olduğuna bile bakmıyordum. Abim uğradığı saldırı sonucu beni sürükleyerek odama götürüp kapıyı kapattı.

"Konuşsana kızım, niye kedi gibi saldırıyorsun." Deyip eliyle saçlarını dağıtıp önümde volta atmaya başladı. “Umarım saatten haberin vardır.”

"Sayende bir aklım vardı o da gitti. Hem nasıl konuşayım, kapının arkasından önüme atlıyorsun." Dedim ayakkabılarımı çıkartırken. Dolaptan pijamalarımı alıp yatağa attıktan sonra komidinin üstündeki sürahiden bardağa su doldurup tek seferde içtim. Bardağı abime sallayıp gözlerimi kaçırdım. "Provalar uzun sürdü, ondan sonra da arkadaşlarla bir kafede oturduk."

Aslında yalanda sayılmazdı ama hangi arkadaşlar olduğunu henüz söyleyemezdim.

Ömer, "İyi bakalım, öyle olsun ama bir daha bu kadar geç gelmek yok." Deyip kapıya doğru gitmeye başladı. "Annemi oyalarken kırk takla attım.”

"Teşekkür ederim, abilerin bir tanesi," deyip parmaklarımın ucunda kalkarak yanağından öptüm. "Bir daha olmaz söz."

“İyi geceler güzelim.”

AYBARS

Seda apartmandan içeri girip gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Daha sonra gerisin geri Hades'in Çukuruna gitmek için yola çıktım. Elimde Sedanın elinin sıcaklığını hâlâ hissediyorken onu şimdiden özlemiştim.

Her şey çok ani ve hızlı gelişmiş olduğundan ne yapacağımı şaşırmış bir durumdaydım. Sedaya ne kadar değer versem de ona yaptığım şey haksızlıktı. Sinan'la mutlu olabilirdi ama ben onu bir yere kadar mutlu edebilirdim. Birkan'ın dedikleri de beynimde yankılanıyordu.

Direksiyona vurup, "Kahretsin!" diye bağırdım.

Naz'ın babası yani Turgut Kandemir'le konuşma vakti gelmişti. Köşe bucak kaçışım buraya kadarmış. Ne olursa olsun Seda için elimden geleni yapacaktım. Korkaklığın lüzumu yoktu. Anlaşma falan umurumda değildi. Canım karşılığı da olsa o adamın karşısına geçip konuşacaktım.

Mekânın arka girişine gelince farları kapatıp, kontağı çevirdim. Seda konusuyla daha sonra ilgilenecektim. Şu an önemli olan işlerim vardı. Büyük bir hışımla demir kapıyı itip içeri girdim. Saat neredeyse gecenin biri olmasına rağmen içerisi dolu sayılırdı. Barın arkasına geçip gizli kapıyı açıp eğilerek içeri girdim. Buradan da diğer kapıyı açıp demir merdivenleri hızlı hızlı indim. Bu kısım sadece kafes dövüşünün olduğu bir depoydu. İçeri de kan ve terin yaymış olduğu ağır bir koku hakimdi.

Dışarıdan biri gelse midesi asla kaldırmayacak türden iğrenç bir hava hakimdi. Bir adam kafasına aldığı darbeyle önüme düşünce üstünden geçip devam ettim.

Belki bu ortam bazılarına abartı veyahut inanılmaz gelebilir ama hayatın bilinmeyen karanlık yönleri de vardı. Sadece baktığın pencerenin manzarasını görürsün, o manzara altında yatanları değil. Herkes yaşadığı kadar hayatı görüp biliyordu.

Sinan, demir bir iskelenin tepesine çıkmış bağırıp çağırarak dövüşe eşlik ediyor, gelen bahis paralarını Çakal’la sayarak kasaya koyuyordu. Beni ne duyabilirdi ne de görebilirdi. İskeleye tırmanıp yanına çıktığım da bile beni fark etmediğinde dediğimi doğrulamış oldu.

Tam yanına gelip kulağına eğilerek, "Bu akşamki maç çok çekişmeli galiba." dedim.

Hiç istifini bozmadan, gözleri aşağıdaki kapışmayı dikkatle izlerken, "Seda hakkında konuşacaksan gidebilirsin." dedi.

"Hayır, onunla ilgili değil. Mallar kayıpmış.” dedim elindeki sigarayı alıp bir nefes çektim ve dumanı yüzüne üfledim. “Bir şeyler yapmamız lazım."

"Biliyorum, haberim var." Dediğinde o yakışıklı yüzüne yumruk atmamak için kendimi zor tuttum. Benim taktilerimi bana uyguluyordu. "Ben çoktan adamı buldum. Birazdan çocuklar buraya getirecek."

"Bana bir şey söyleme zahmetine girmedin öyle mi?"

"Kendini düşünmek yerine gerçekten malları düşünüyor olsaydın haber verirdim." deyip ilk turnuvanın bitmesiyle iskeleden inmeye başladı. Ben de peşinden koşarcasına gidiyordum. "Sonuçta sen bir aracısın, o mallara bir şey olsa cezası sana kesilecek."

"Sanki çok umurumdaymışım gibi konuşma."

Yumruk ve tekme denizinin içinden geçerken bir yumruk yüzüme geliyordu ama son anda eğilip kurtuldum. Deponun arka kısmında yer alan merdivenlerden iki kat aşağı indiğimizde Birkan bizi karşıladı. Burası buz gibi soğuk, nem rutubet içinde, penceresiz küçük bir alandı. Giriş kısmı üç dört kişinin sığabileceği bir genişlikte olan bu odada, merdivenin hemen karşısında asıl odaya açılan kapı vardı.

Evet, Hades'in Çukuru bir labirent, saf kötülükle ilmek ilmek işlenmiş bir yer altı labirentinden ibaretti. Öylesine zekice inşa edilmiş bir labirentti gerçekten Hades’e layıktı. Sinan da buranın sahibi olduğuna göre bu hikayedeki rolünün ne olduğunu söylemeye gerek oldu. Hades bilindiği üzere Yunan mitolojisinde yer altına hükmeden ölümün efendisiydi, tıpkı Sinan gibi ... Bir de Hades'in yer altı girişini koruyan üç başlı Kerberos isimli bir köpek vardı. Onlar da Birkan, Naz ve ben oluyorduk.

Naz'da bir sandığın üstünde oturmuş bıçağı ile bir tahtayı yontuyordu. Bu kızın gerçekten yeteneği vardı. Tahtadan birçok şey yapabiliyordu. Şu an yaptığı şeyi karanlıktan dolayı pek seçemesem de sivri uçlu şey Ninja Yıldızı olabilirdi.

Birkan, "Adam içeride, haydi gidelim." deyince Naz'da malzemelerini deri ceketinin cebine koyup peşimize düştü.

İçeride adam bir sandalyeye bağlanmış, kafası öne doğru düşmüştü. Yanına gidip saçından tutarak kafasını kaldırdım. Gelirken zorluk çıkarttığını belirten patlamış bir dudak, morarmış bir göz ve kaşından süzülerek akan kanı görünce biraz tadım kaçmıştı. Açılışı yapan ben olmalıydım.

Çenesini sıkıp, "Malları ne yaptın?!" diye bağırdım.

Sinan "O malları hangi deliğe koyduysan yerini söyleyeceksin yoksa bulduğum ilk deliğe seni tıkarım." deyip adamın göğsüne attığı tekmeyle adam sandalyeyle birlikte yere düştü. Yanına gidip tam tekme attığı yere botuyla basarken adam acıyla inleyip yalvarıyordu. “Buradan çıkışın yok.”

Naz elindeki işten bir an kafasını kaldırıp zevkle güldü. Kaç tekme, kaç yumruk sayamadım ama adamdan konuşmamaya yemin etmiş gibiydi. Eğer biraz daha devam edersen Sinan’ın dediği buradan çıkamayacaktı. Sabrım taşmaya başlamıştı.

Birkan adamın yanına giderek çömeldi. "Bak ne biliyorsan anlat. Yoksa buradan gerçekten sağ çıkamazsın." deyip önce beni sonra Sinan'ı gösterdi. "Belki ben biraz merhametli olabilirim ama bu ikisi var ya, seni parçalara ayırır ve ben de hiç durdurmam."

Adam öksürükler arasında, "Malları hiç teslim almadım." Deyince Sinan hedefini benim üzerine çevirdi.

Sinan, "Bana malları teslim ettiğini söyle Aybars." Dedi dişlerini sıkarak.

"Malları almamış olsam o kadar para nereden gelecek."

Birkan, "Parayı bizzat ben aldım.” Diye araya girdi. “Aybars doğru söylüyor."

Naz, "Üçünüz de çok sıkıcısınız." Deyip gölgelerin arasından çıkıp çekilmemiz için eliyle bir işaret yapınca ikiletmeden köşeye çekildik. “Şurada durup nasıl konuşturulduğunu izleyin ve öğrenin.”

Kızıl şeytanın gazabından kimse kurtulmayacağını hepimiz çok iyi bildiğimiz için sözünü ikiletmeden çekilmiştik. Biz daha ne olduğunu anlayamadan adam birden feryat figan bağırmaya başladı. Naz elimdeki ninja yıldızını öyle bir hızla çekip atmıştı ki görememiştim. Yakına gidip baktığımda gözüne saplanan tahta ninja yıldızını gördüm. Naz, sağ sola çevirip oynatarak iyice bastırıyordu. Bu kızdan bazen korkmuyorum desem yalan olurdu. Adam bir şeyler fısıldayınca o da eğilip dinledi.

Naz, "Takımı başkasına satmış." dedi ninja yıldızını yerinden çıkartıp üstündeki kanı bir beze silerken. “Birkaç gün sonra müzayede de satışa çıkacakmış.”

Sinan, "Bu ne demek oluyor?" deyip merakla yanlarına gitmeye başladı.

Naz, "Şöyle ki, patronunun hakimiyetinden sıkılıp kendince başkaldırı düzenlemeye çalışmış. Büyük ihtimal başkasına sattığı paralarla da yurt dışına kaçacaktı." Deyip omuz silkti.

SEDA

Hazırlanıp evden çıkmak üzereyken kapıyı kapatıp mutfağa doğru gitmeye başladım. Bütün geçe uykularımı kaçıran soruların cevabını öğrenmem lazımdı. Bu konuda internet istediğimi veremeyeceği için en güvenilir kaynaktı bana lazım olan. Derin bir nefes alıp içeri girdiğimde annem tam tahmin ettiğim gibi elinde kahvesiyle kitap okuyordu. Geldiğimi görünce kitaptan kısa süreliğine kafasını kaldırıp bana baktı.

“Anne, sana bir şey sorabilir miyim?” dediğimde kitabını okumaya devam ederken başını sallayarak onayladı. Oturmamı söylese bile oturamadım. Hemen sorup gitmek istiyordum. “Avukatlık yaptığın zamanlarda Ender Sanhal adında bir müvekkilin var mıydı?”

Annem kitabı öyle bir bırakıp, bana baktı ki kendimi geri geri giderken buldum. Odaya çöken ölüm sessziliğinden ne çıkartmam gerektiğini bilmiyordum ama kesinlikle bir şeyler olduğu kesindi. Bana bir ömür gibi gelen sessizlikten sonra annem nihayet konuşmaya başladı.

“Sen bu ismi nereden duydun?” diye sorarken sesi o kadar cılız çıkmıştı ki doğru mu duydum diye kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. O da bunu fark etmiş gibi boğazını temizleyip devam etti. “Biriyle karıştırdım ama sonradan aklıma o olmadığı geldi.”

“Tanımıyorsun öyle mi?”

“Hayır, tanımıyorum.”

Başımı aşağı yukarı sallayıp mutfaktan çıktım. Az önce yaşananlardan sonra kafamdaki soru işaretleri azalmak yerine artmıştı. Annem kesinlikle tanıyordu ve bir müvekkilden daha fazlası olduğuna emin olduğum bir tepki vermişti. Önce Birkan’ın babamınkinin aynısı olan parfüm kokusu, daha sonra tanıdık simalar ile gelen sorular vardı. Titreyen bacaklarımın üzerinde zorla duruyorken, yavaş yavaş ilerleyip evden çıktım.

Bembeyaz kuğu balçıkla dolu bataklığa korkusuzca gözünü kırpmadan girmek istiyordu ama nedenini kendisi de bilmiyordu. O pis ve gireni dibe çeken yerde onu çağıran bir şeyler vardı. Onu çağıran şeyin yanına gidip onu bulduğunda balçıklı bataklık berrak bir suya dönüşecekti ya da onu tuzağına çekmek için bir tür oyun oynayacaktı. Bembeyaz kuğu kıyıda kalmış bataklığa girip girmeyi düşünürken perdeli ayaklarının ucu çoktan bataklığın içindeydi. Kuğu için her şey çok geçti, bunu yaşayarak öğrenmesi gerekecekti.

Eray, "Bu yine hayal alemine dalmış gitmiş." deyince anlamsızca suratına baktım.

Ne zamandır öyle boş boş bakıp duruyordum ki? Daha kimseye dün geceyle ilgili tek kelime etmemiştim. Yerimde kıpırdanıp sağ sola bakındım.

Görkem, "Tatlım, senin söylemek istediğin bir şeyler mı var?" deyince gözlerimi devirdim. Beni bu kadar iyi tanımasalar ne olurdu ki. Başımla dediğimi onayladığımda herkes merakla bir şeyler anlatmamı bekliyordu.

Anlatmak istiyordum ama nereden başlayacağımı bilemiyordum. Henüz ben bile ne olduğunu anlayamamıştım. Öyle ki, bir labirentin içinde duygularım bir ip yığını gibi dolaşmış ve karmakarışıktı. Hem o ipleri çözüp hem de labirentten çıkmak beni korkutuyordu. Beni bu labirente atanda geçmişim gibiydi ama anılar o kadar derinlerdeydi ki ulaşamıyordum. Belki de ip yığını çözerek labirentten çıkmanın yolunu bulursam aradığım cevaplara da ulaşırdım.

Başımın ağrımasından dolayı dün gece olanları öyle derinlemesine olmadan üstün körü anlattığımda hepsi ağızları açık beni dinliyordu. Biraz da olsa tebessüm etmemi sağlayan bu yüzlere özellikle araba yarışı kısmını oldukça heyecanlı bir şekilde anlatım.

O kadar düşüncelere dalmışım ki kendime geldiğimde herkes kendi arasında konuşuyordu. Hikâyenin baş rolü bendim ama olayları kendileri yaşamış gibi yorumluyorlar konuşuyorlardı. Ya da bana da bir şeyler demişlerdi ama ben duymamıştım.

Yusuf, "Vay be! Ne geçeymiş, film gibi geçmiş."

Beril, "Sinan denen çocuk sana tutulmuş, ben sana söyleyeyim."

Eray, "Şu mekâna beni de götürür müsün?"

Yusuf, "Valla bende çok gitmek isterim."

Görkem, "Bence uyurken bir tarafları açık kalmış" deyince bacağına bir tekme attım. İçimden "Aman ne komik." Deyip gözlerimi devirdim.

"Özür dilerim ama ben biraz yalnız kalmak istiyorum." deyip çantamı ve eşyalarımı alelacele toplayarak ayağa kalktım. Durdurmaya çalıştılar ama hiçbirini duymamış gibi yoluma devam ettim.

Neden böyle bir şey yapmıştım bilmiyorum ama bu kadar kafandan çıkan sesle doğru düzgün düşünemiyorum. Son günler de her şey çok hızlı gelişmişti. Biraz kafamı dinlemek istiyordum.

Sanırım nereye gitmek istediğimi biliyordum.

Hiç düşünmeden bir taksi durdurup bindim. Kulaklığımı takip gözlerimi kapatarak başımı koltuğa yasladım. Yalnız kalmak istiyorum diye arkadaşlarımın yanından kaçmıştım ama unuttum bir şey vardı; düşüncelerim... Arkamda bir gölge gibi beni takip ediyor yeri geldi mi beni boğuyorlardı. Bana ne oluyordu böyle?

Telefona birkaç mesaj geldi ama görmemek için kilit ekranını kapatıp telefonu ters çevirdim. Anlaşılan rahat vermeyeceklerdi. Şimdi de biri arıyordu. Mesaj atanla aynı kişi olmalıydı. Her kimse bir daha rahatsız etmesin diye ekrandaki ismine hiç bakmadan açtım ama beklediğim bu seste değildi.

Aybars, "Güzelim, nasılsın?" Deyince gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. “Seda, orada mısın?”

Cevap vermem gerektiğini fark edip, "Evet iyiyim, çocukların yanındaydım." Dedim ama ağlamaklı sesimden buna inanmamıştı belli ki.

"Hemen konum at, yanına geliyorum."

Telefonu kapatacağını anlayıp hemen "Bekle!" diye bağırdım. Taksi şoförü dikiz aynasından "Bir sorun mu var?" der gibi bakınca kafamı iki yana salladım. "Şimdi bir yere gidiyorum. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var ama istersen beni almaya gelebilirsin." derken sesim çatallaşmış, gözlerim dolmaya başlamıştı.

"Sesin hiç iyi gelmiyor beni korkutuyorsun. Ben şimdi yanına gelmek istiyorum. Haydi bana konum at." deyip telefonu suratıma kapattı. Gözlerimi devirip gideceğim yerin adını konum olarak attıktan sonra telefonu çantama koydum.

Taksi bir saat kırk beş dakika sonra mezarlığın önünde durmuştu. Aybars buraya gelene kadar ne kadar vaktim bilmiyordum. Tanıdık yollardan ilerleyip mezarını elimle koymuş gibi bulmuştum.

"Seni çok özlemiştim, bir gelip göreyim dedim." dedim bir yandan kuruyan çiçekleri ayıklarken. Biraz ihmal ettiğimiz çiçekleri özenle düzeltmeye devam ettim. "Sana ihtiyacım var."

Arkamdan bir ses, "Baban mı?" dedi. Bu sefer korkmamıştım. Çünkü babamın yanındaydım. Hayattayken gölgesi bile güven veren adam şimdi toprağın altında bana güven veriyordu. Aybars, elindeki büyük su şişesindeki suyu özenle babamın toprağına dökerken gözyaşlarıma engel olamadım. Bu yaptığı şeyler kalbime dokunmuş, çok hoşuma gitmişti.

"Askerdi, bir operasyon sırasında şehit düştü." dedim mermerdeki tozu elimle silerken. “Önceden de çok nadir vakit geçirirdik. Bazen gitti mi uzun süre gelmezdi ama eninde sonunda geliyordu. Şimdi sonsuza kadar gelmemek üzere gitti.”

Aybars, "Başınız sağ olsun." deyip elindeki şişeyi bırakıp yanıma gelerek tek koluyla bana sarıldı. Gözlerimi kapatıp, başımı göğsüne yasladım. Abimden sonra ilk defa kendimi güvenli bir sığınakta gibi hissediyordum kollarının arasında. Keşke bu ânı dondurma imkânım olsaydı.

“Bana biraz izin verir misin?” deyip geri çekildim ve burnumu çekip, elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Aybars, yüz yüze geleceğimiz şekilde eğildikten sonra yüzümü avuçlarının arasına alarak gözyaşlarımı sildi ve ayağa kalktı.

Toprak yığınına öyle derin bakıyordum ki sanki onu görecekmişim gibi... Beni izlediğinin hissiyatı beni kucaklarken, kokusunu çok net duyarken güçlü durmaya çalışmak çok zordu. Keşke beni bu kadar erken bırakıp gitmeseydi. Bir hoşça kal deyip veda edemeden, öpüp koklayamadan gitmişti. Mezar taşını öpüp kokladıktan sonra vedalaştım.

Mezarlıktan çıkıp arabasına yaslanarak bekleyen Aybars’ın yanına giderken, "Bugün biraz yalnız kalmak istiyordum ama şu an yanımda olduğun için çok teşekkür." Dedim tebessüm ederken.

"Sesinin titrediğini duyunca çok endişelendim. Buranın konumu attığında iyice kafam karışmıştı." Dedi beni iyi ve kendine çekerken. “Nasıl geldiğimi bilmiyorum.

"Seni endişelendirmek istemezdim.” dedim bakışlarından kaçmak için başka bir yere bakarken. Sanırım az önceki yaşadığım duygusal andan dolayı bir boşluktaydım ve tutunacak birine ihtiyacım vardı. “Sen geldin ya, kendimi daha iyi hissediyorum."

"Seda sensin değil mi?”

"Hoşuna gitmediyse eskisi gibi olabilirim." dedim başımı kaldırıp yüzüne bakarken. O da benim gibi gülüyordu.

"Aksine bu Sedayı daha çok sevdim.” deyip elime uzandığında çekmedim. Elimle oynayıp konuşmaya devam ediyordu. “Sert halinde güzel ama bu çok daha başka."

 

Loading...
0%