Yeni Üyelik
3.
Bölüm

🍇2. Bölüm🍇

@busbckr

Herkese merhabalar. Ben kitabın son düzlüğündeyken sizin için ikinci bölümü paylaşıyorum. Çok az kaldı inşallah. Ekonomik olarak sıkıntıya girdiğimiz şu zor günlerimizde yüzünüzde bir gülümseme oluşturabilmek için çabalıyorum. Hikayeyi eski halinden tamamen kopartmamış olsam da çok büyük revizyonlar yaptım. Önceki olaylardan bazılarını tamamen çıkartıp daha önce okumadığınız olaylar da ekledim. Yani sizin zaten okuduğunuz bir şeye para vermenizi istemedim açıkçası ama ruhunu da değiştirmedim. Alacak olanlara da, alamayacaklara da almak istemeyenlere de haksızlık olmasın diye... Yorumlarınızı bekliyorum. Haftaya son tanıtım bölümünü atacağım. İnşallah sonra da elimdeki dosyayı teslim etmiş olurum. Tabi siz de bu süreçte diğer hikayelerimi okuyabilirsiniz. En az Beşik Kertmesi kadar seveceğinize eminim.

Şimdilik size iyi okumalar...

 

🍇🍇🍇🍇🍇🍇🍇

 

 

2. BÖLÜM

Bölüm şarkısı: Tuğkan- Unuttun mu Beni?

Aradan geçen iki aylık süreç yoğun ve heyecanlıydı Melek için. Öncelikle sonuçlar açıklanmış ve Melek'in bu gelişmeyle yüzü gülmeye başlamıştı. Her ne kadar sarf ettiği çabanın farkında olsa da sınav esnasında bir hata yapmış olma ihtimali, sonuçlar açıklanıncaya dek onu huzursuz ediyordu. Ardından tercihlerini yapmıştı Melek ve ilk dört sıraya Psikoloji yazmıştı. Elbette ilk sıraya Ankara Özel Berceste Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü'nü yazmıştı. Yarı burslu olsa bile yeter demişti ve yüzde elli burslu olarak yerleşmişti üniversiteye. Ankara'ya gideceği için çok mutlu ve heyecanlıydı ve bu yüzden son günlerini bulutların üzerinde geçirdi desek yeridir. Ailesinin ona gösterdiği tolerans ve iltimaslar, muhtemelen gideceği için hat safhaya ulaşmıştı. Gerek arkadaşlarıyla gerekse de kuzenleriyle gece geç saatlere kadar gezip tozmuştu. Yavuz'un yüzünden düşen bin parça olsa da Melek onu görmezden gelmeye devam ediyordu. Çünkü Yavuz ile aralarında herhangi bir münasebet olmayacaktı ve bu yüzden Melek ona ümit vermek bir yana, var olan ümitlerini de tüketmek istiyordu.

Sonunda herkesle vedalaşıp uçağa bindiğinde hiç aklında olmayan bir duygu belirdi içinde. Görmezden geldiği bir gerçek vardı ki Melek daha önce hiç ailesinden bu kadar uzakta, bu kadar uzun süre ayrı kalmamıştı.

Sağ avucunu sol göğüs kafesinin altına koyup "Halledebilirsin Melek..." diye fısıldadı. "En zorunu zaten başardın. Şimdi zaferinin tadını çıkar..."

"Ne fısıldıyorsun sen öyle?" diye sordu Gürkan Bey kızının haline gülerek. "Uçaktan mı korktun yoksa."

Melek'in o anki en son endişesi bile uçak hakkında değildi. Oysa uçağa da aslında ilk binişiydi. Kaydını internet üzerinden yapmış, özel bir yurtla da yine telefonda konuşup kalacak yer ayırtmıştı kendine.

Her ne kadar İpek Teyze'de kalması için saçma bir ısrarda bulunsalar da Melek kati suretle reddetmişti. Hayır, problem değildi, normal şartlarda kalırdı İpek Teyze'de, oldukça hoş bir kadındı, sıcakkanlıydı da, ama o hamamböceği oğlu, İpek Teyze'den de soğutmuştu Melek'i.

"Yok, gayet iyiyim. Sabırsızım sadece" diye cevapladı babasının sorusunu. Şimdi endişelerini dile getirse babası ondan daha fazla evham yapardı. Zaten şehir dışında okumasına da geçen yıl şiddetle karşıydı ama tercih yapmayıp mezuna kalan Melek istikrarlı bir şekilde hedefine doğru yürüyünce ailesi de daha fazla karışmamıştı ona. Yani en azından Melek'in düşünceleri böyleydi. İşin aslından henüz haberi yoktu. Olsa kesinlikle hayal falan dinlemez Ankara'ya en uzak noktayı tercih ederdi...

"İyi madem. İnşallah hep böyle mutlu olursun burada. Madem hayalin gerçekleşti. Sıkı sıkı sarıl hayaline." Diyerek kızının sırtını sıvazladı.

Melek gülümsedi ve başıyla onayladı. Bu hayali kurmasının en büyük sebebi hiç şüphesiz ki Toprak Abisiydi. Toprak Abi sert mizacı bir yana oldukça idealist biriydi. Ne tam modern ne de körü körüne eski kafalıydı. Aslında aklına nasıl eserse öyle davranıyordu. Büyüklere kalırsa deliydi, damarına basılmamalıydı. Küçüklere sorulduğunda kesinlikle uzak durulması ve her şeyin ondan saklanması gerekiyordu çünkü neye, neden kızacağı kimse tarafından kestirilemiyordu. Ancak Melek onun neden böyle davrandığını çözmüştü. İnsanlara istediğini yaptırmanın, onların üzerinde egemenlik kurmanın bir yoluydu bu. İnsanların psikolojilerini analiz edip ona göre davranıyordu ve Melek biliyordu ki sihir diye bir şey var ise bundan başka bir şey değildi. Toprak üniversitede okurken Melek'in en sevdiği şeydi onun kitaplarını karıştırmak.

Bu yüzden henüz derslere girmeden bile az çok biliyordu Freud'u, Piaget'i ya da Maslow'u...

Uçak, Esenboğa Havalimanı'na indiğinde Melek'in endişesi ve heyecanı doğru orantılı olarak arttı.

Hayaldi, gerçek oldu...

Her zaman kurmak istediği cümleyi şimdi gönül rahatlığıyla kurabilir ve hatta her türlü sosyal mecrada paylaşabilirdi. Görgüsüz diyebilirlerdi tabi... Varsın desinlerdi... Daha kaç kez böyle, büyük bir hayali gerçek olacaktı ki?

Valizlerini beklerken hiç vakit kaybetmeden telefonunu uçak modundan çıkarıp konveyör bandında dönen valizleri çekti ve üstüne 'Her zafer, en başında hayaldir.' Yazdı. Böyle daha elit bir cümle olmuştu.

Babasının uyaran bakışlarıyla mesajı aldı ve telefonu cebine koyup valizleri bulmaya odaklandı. Bu büyükler de hiç heyecandan anlamıyordu! Sevinçler paylaştıkça çoğalırdı. Günümüzde de bu paylaşım telefonla yapılıyordu yani... Melek, bu durumda ne yapabilirdi?

🍇

Melek önce eşyalarını kalacağı yurda yerleştirmiş, ardından babasıyla okulunu görmeye gitmişti. Yurttan okula gelirken kullanacağı vasıtaları da öğrenmiş olmuştu tabi. Ardından baba-kız akşama kadar gezebilecekleri kadar Ankara'yı gezmişlerdi. Akşam Gürkan Bey kızını yurda bırakıp geri havalimanına geçmişti.

İki kişilik odada tek başına bir gece geçiren Melek'in keyfi düne oranla daha yerindeydi. Çünkü bugün okulun ilk günüydü ve genel kanının aksine Melek okulların ilk günlerini çok severdi. Kolayca arkadaş edinebilen bir karakterdi ve yeni insanlar tanımayı da çok severdi. Herkesle iyi anlaşır ama çok nadir dost edinirdi.

İlkokulda da yakın arkadaşı olmuştu lisede de ancak okul bittiğinde bağlarını koparmayı onlar tercih etmişti. Melek genelde ortamı toplayan, gerginliği azaltmaya çalışan, anne karakterli kişi olmasına rağmen hiçbir zaman kimsenin peşinden koşup arkadaş kalmak için ısrar eden biri olmamıştı. Melek, insanların verdiği kararlar, ona dokunmadığı sürece bu kararlara saygı duyardı. Çünkü herkesin kendi hayat rotasını belirlemeye hakkı olduğuna inanırdı.

Bu yaklaşımı yüzünden arkadaşlıkları genellikle olumsuzlukla sonuçlanmaz, hayatından çıkan insanlar bir gün geri döndüğünde yüz yüze bakabilir halde olurlardı.

Melek bu yüzden yeni ilişkiler kurabileceği bu yeni ortamda çekinmekten çok uzak duygular içindeydi.

Kampüsü tam olarak gezmemişti. Bunu dersten sonraya bıraktı. Şimdi kaybolurdu falan... Böyle bir aksiyona hiç gerek yoktu ilk günden...

Okula geldiğinde derse hâlâ bir saat vardı. İçeri girip bomboş olan sıralardan duvar kenarı, önden üçüncü sıraya oturdu. En önde ve en arkada oturmaktan hoşlanmazdı. En ideali tahtaya çok uzak olmayan ama hocanın ağzının içine de düşmeyen üçüncü sıraydı.

İnsanların tercihleri ve davranışları onların karakterleri hakkında bazen ipuçları bazen de direkt olarak bilgi verirdi. Bir insanın karakteri eşitti onun psikolojisine...

Melek sınıfa giren, bir yer seçip oturan herkes hakkında tahminler yürütürken de onların tercihlerini veri olarak kullandı.

Sınıfın yarısı dolmuşken içeri giren, doğal sarışın olduğu açıkça belli olan kız, onun sırasına doğru yürüdü ve tam önünde durup "Beklediğin kimse yoksa oturabilir miyim?" diye sordu. Gülümseyerek "Tabi, buyur." Dedi Melek. İşte iletişim kurmak aslında bu kadar kolaydı. İnsanlar bir şeyleri gözlerinde çok büyütüyorlardı. Bunun sebebi genellikle özgüven eksikliği ya da eleştirilme korkusuydu. Toprak Abisinin de savunduğu gibi bunun en temel kaynağı, yani özgüvensizliğin sebebi insanların başkaları tarafından onaylanma arzusuydu. Oysa her birimiz birer karakterdik ve en başta kendimizi sevip, değerli olduğumuza inanmalıydık. Melek de öyle yapıyordu. Kendi tanımını kendi yazıyordu. Başkalarının onu tanımlamasına fırsat vermiyordu.

"Filiz ben." Diyen kızı kapıdan girdiği ilk an sevmişti aslında.

"Melek." Diyerek elini uzatınca kıkırdayarak tokalaştılar. İkisi de olayı garipleştirmek istemiyorlardı bu yüzden de kasmıyorlardı.

"Aslında her yere geç kalırım ama bu kez nasıl olduysa hoca gelmeden yetiştim." Dedi kız çantasını sıraya bırakıp otururken.

"Olur bazen öyle. Bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösteriyor. Ben de bazen gecikiyorum bir yerlere mesela." Dediğinde ikisi de güldü.

O sırada hoca içeri girince gülmeyi bırakıp sınıfa giren orta yaşlı erkek hocaya dikkatlerini verdiler. Dersi alttan alanları saymazsak herkes hemen hemen aynı duyguları taşıyordu. Sadece Melek ve Filiz gibi bazı öğrenciler bunun farkındaydı ve bu yüzden daha rahatlardı. Diğerleri ise sınıfın büyüklüğünden, sadece yarısı dolu olan sınıfın kalabalığından kaygılanıyorlardı. İlk ders çaylak öğrencileri üniversite ve okuyacakları bölümü bilgilendirmeye yönelik konularla geçmiş, hoca çocukları erken bırakmıştı.

Melek ve Filiz de hem bir şeyler atıştırmak hem de birbirlerini iyi tanımak amacıyla kantine inip oturmaya karar verdiler.

Çantalarını bir masaya bırakıp sıraya girdiler. Yaklaşık olarak beş dakika sonra ellerinde birer çay ve sandviçle masalarına döndüklerinde ise kötü bir sürprizle karşılaştılar.

Çantaları yerdeydi, muhtemelen onları yere atanlar da masalarında oturuyorlardı. Melek'in sinirden nevri döndü. Gül gibi bir kız olabilirdi. Ancak güllerin de dikenleri olurdu. Ve Melek, hakkını savunmak için dikenini kullanmaktan hiç gocunmazdı. Şimdi de gocunmayacaktı. Elindekiler yandaki masaya bıraktı ve kendinden emin adımlarla masaya doğru yürüdü. Kantin okulun diğer kısımlarına nazaran biraz daha yoğundu. Gözlerini masalarına oturan üç kız dışında hiçbir noktaya değdirmedi. Belki çevresine bir bakınsa tanıdık bir yüz görecekti. Ve şu an başlatmak üzere olduğu tartışmayı başlatmayacaktı. Ancak çok geçti.

"Hayırdır?" diye sordu tek gözünü kırpıp başını hafifçe sallayarak. Bu tavırları hep Toprak'tan kopyalıyordu Melek. İki avucunu birden masaya yaslamış, hafifçe öne doğru eğilmişti.

Kızlar gürültülü sohbetlerini bölen Melek'e baygın bakışlar attı. İçlerinden, bakır rengine boyalı saçlara sahip olan kız "Sana hayırdır? Kör müsün? Konuşuyoruz!" dediğinde Melek hâlâ yerde duran çantasına bir bakış atınca kızların da bakışları çantaya çevrildi.

Melek "Hanginiz attınız onları?" diye sordu mekanik, düz bir tonla. Bu kez kumral olan kız gülüp "Niye o paçavraya dokunduk diye ödül mü vereceksin?" diye sorunca diğerleri de gülüşüne eşlik etti.

Melek bu kadar iğrenç bir laf sokuş duymamıştı daha önce. Komik bile değildi...

Melek, yine de kızların gülüşüne eşlik etti. "Ödül vereceğim tabi..." dedi ve masadaki tek boş sandalyeye oturdu. "Ömür boyu taşıyacağınız muhteşem bir ödül." Dediğinde kızlar ince tehdidi algılasa da bakır saçlı kız meydan okumayı seçti ve gözleriyle Melek'in babaannesi Nazende Hanım'dan kalma kahverengi büzgülü çantasını gösterdi. "Şu ucubeyi ben tekmeyle yere attım. Elimi bile süremeyeceğim kadar iğrençti çünkü."

Melek'in beyninde kıvılcımlar çakmaya başlarken Kumral olan kız da "Şu salak pembesi, çocuk çantasını da ben attım." Diyerek Filiz'in çantasını gösterdiği an Melek masayı sertçe onların oturduğu tarafa itti. Masanın kenarı kızları, sandalyelerinde sıkıştırıp karınlarına baskı yapınca geri çekilip ayaklandılar. Melek'in yanında oturan kız ise geri çekilmişti. Çünkü hiç kimse yeni olduğu her halinden belli olan bu küçük kızdan böyle bir tepki beklemiyordu.

"Ne yapıyorsun sen ya?" diye bağırdı kızlardan biri. Melek de ayaklandı. "İğrenç iki varlığı elimi sürmeden süpürüyorum." Diye cevapladı Melek de...

Kızlar bir süre afallasa da bakır saçlı kız masanın üstündeki Amerikano'sunu kaptığı gibi Melek'e fırlattı. Melek refleksle geri çekilse de boynu ve omuzu hafifçe yanmıştı.

Tüm kantinin gözleri onların üstündeyken Melek sinirle sandalyenin üstüne çıkıp yukarıdan bakır saçlı kızın üstüne uçtu ve karnına tekme attı. Kız acıyla bağırarak yere düşerken sonunda birileri araya girdi.

Kız yerde ağlarken Melek de onu tutan ellerden kurtuldu. "Bırak, tamam." Dedikten sonra eğildi ve yerdeki çantasını aldı.

"Dua et bu yanıklar iz bırakmasın. Eğer en ufak bir iz kalırsa nerede olursan ol seni bulurum ve aynı izlere sahip olduğundan da emin olurum." Dedikten sonra Filiz'in de çantasını yerden kaldırdı ve ona uzattı. Filiz, eli dolu olduğu için çantayı koluna takması için kolunu uzattı. Tamamen şoka girmişti. Robotik hareketlerle Melek'i izliyordu.

"Geri zekâlılar ya!" diye söylenirken başkalarının masasına koyduğu çayını ve sandviçini aldı ve kantinin çıkışına yöneldi. Filiz de ardından onu sessizce takip etti.

Tüm herkes bir yana iki kişi vardı Melek'i hayranlıkla izleyen...

Sevdiği kıza cips almak için kantine gelen Yiğit ve en yakın arkadaşı Asil...

Elbette iki ay önce yüzüne doğru dürüst bakmadığı kızı tanımamıştı ancak bu hayran olmasına engel değildi. Ondan daha büyük hayranlık duyan kişi ise Asil'di.

"Az önce kantinimizde Zeyna mı vardı?" diye sordu sinirle uzaklaşan Melek'in ardından bakarken. Yiğit ise elindeki cipsi boş bulunup yere düşürdü. Çıkan ses onu kendine getirince eğilip cipsi yerden aldı. "Fena uçtu kıza. Ben bu kadar sağlam vurabilir miyim bilmiyorum." Diye yanıtladı arkadaşını.

Asil "Birinci sınıf herhalde, daha önce görmedim." Diye tahminde bulundu. Çoktan kantinden çıkmış olan Melek'in ardından bakıyorlardı hâlâ. Yiğit'in kaşları çatıldı.

"Değil bence ya... Yüzü tanıdık geldi bana. Daha önce kesin görmüştüm." Dediğinde Asil'in dudakları çapkınca kıvrıldı.

"Yok oğlum, bu gözler bu yüzü unutmazdı. Kesin birinci sınıf." Yiğit gülerek Asil'e omuz attı.

"Bir gün birine çok fena çarpılacaksın o zaman gördüğün başka hiçbir yüzü hatırlamayacaksın oğlum! Demedi deme!"

Asil kendi kulağını tutup çekti ve sonra elini yumruk yapıp Yiğit'in kafasına vurdu. "Deme oğlum öyle şeyler tövbe estağfurullah ya!"

"Gör bak yakında gelecek o kız! Hissediyorum." Dedi ancak tamamen sallıyordu o anlarda. Bir şey hissettiği yoktu. Ancak insanların bilmediği bir şey vardı ki sözlerin enerjisi vardı ve ağızdan çıktığı an kendi gerçekliğini yaratmaya başlarlardı...

🍇

Melek öfkeyle söylenerek fakültenin dışına çıkmış ve bir ağacın altına doğru yürümüştü. Çimenlerin üstüne öylece oturdu ve elindekileri yanına bıraktı.

"Hadsize bak ya! Bir de diyor ki ucube! Aynaya bakmamış ömrü boyunca!"

Filiz çekinerek yanına oturduğunda "Tamam sakin ol. Takma bu kadar kafana. Birkaç aptal işte!" Diye onu sakinleştirmeye çalıştı ancak Melek'in damarlarında hâlâ öfkenin tohumları dolaşıyordu.

"Ne yapayım peki?" diye sorduğunda sesi keskin bir bıçak kadar tehlikeli çıkmıştı. "Zorbalıklarına boyun mu eğeyim?"

Bu hayatta Melek'e çok şey yaptırılabilirdi. Kullanabilirlerdi, iyi niyeti suistimal edilebilirdi, sahip olduğu şeyleri ondan alabilirlerdi hatta. Ama güzellikle ve tatlı dille yapabilirlerdi bunu. Biri Melek'e zorbalık yapamazdı, el kaldıramazdı ya da bir şeylerini gasp edemezdi. Melek iyiliğin altında ezilen ama kötülüğe karşı bir çelik kadar sert duran biriydi. Bu yüzden Melek'i tanıyan hiç kimse ona emir veremez, onu azarlayamazdı. Melek'i tanımayanlar ise yumuşak yüzüne aldanıp böyle bir hataya düşebilirler, hatta çoğunlukla düşerlerdi.

Elbette bu saydıklarını yapan ve Melek'in boyun eğdiği birkaç özel kişi de yok değildi. Misal, Toprak Abisi ya da Bulut... Bir de tabi ki babası...

Bunlar da sınırlarını bilecek kadar olgun kişilerdi zaten. Ancak elbisesine karışır, akşam eve dönüş saatlerine laf söylerlerdi. Ki çoğu zaman yan yana olduklarından bunlar da pek sorun olmazdı. Melek de diğer kızlar da bu tepkilere kafa sallayıp bildiklerini okuyorlardı.

Şimdi birkaç had bilmeze sessiz kalacak değildi. Çünkü bu devirde sessizlik çaresizlik ve kabulleniş anlamına geliyordu.

"Hayır tabi ki eğme ama kendini de bu kadar yıpratma... Oldubitti. Zaten bence skor olarak sen üstünsün. Kızın, önümüzdeki periyodik dönemini sağ salim atlatabileceğini pek sanmıyorum açıkçası ben." Diyen Filiz Melek'in sinirini yatıştırmış, hatta yüzünü güldürmüştü.

"Gözüm döndü ya!" dedi omzuna ve gerdanına bakmaya çalışırken. "Canım yandı baya. İnşallah iz kalmaz.

Filiz gülmeye başladı. "Bence şu an o kızlar da aynı duayı ediyor. Tehdit ettin ya..."

Melek de güldü. "Manyak olduğumu düşünmüşlerdir."

"Değil misin? Resmen kıza uçan tekme attın." Kızlar şakalaşırken sakinleşmişlerdi de. Filiz geciken sohbeti başlatacak o soruyu sordu.

"Nereden öğrendin öyle uçmayı?"

Melek gülerek gözlerini devirdi. "Bizim köyde, yani Bingöl'den geliyorum ben. Orada dedemlerin yaşadığı köyden bahsediyorum. İşte oradayken çok fazla çocuk olurdu. Çokluğun olduğu yerde de kavga gürültü eksik olmazdı tabi. Smackdown vardı ya bir ara işte biz de kavgalarda kullanmak için birkaç hareket öğrenmiştik oradan. Onlardan biriydi işte."

Filiz'in gözleri şaşkınlıkla büyüdü. "Sen ve Smackdown? Hayatta inanmam. Sen böyle daha çok Winx Club ya da Brave Girls izleyen bir çocukmuşsun gibi duruyorsun. Ama gerçi uçan tekmeyi de gördüm, olabilir..." dedi kendi tezini kendi çürüterek.

"Dediğim gibi çok fazla çocuk vardı. Top peşinde koşturup kavga da ettim, evcilik oynayıp anne de oldum. Şarkılar da söyledik küsüp trip de attık yani. Zengin bir çocukluk geçirdim."

Filiz imrenerek baktı çünkü onun çocukluğu dört duvar arasında geçmişti. Neyse ki ablası vardı da yalnız bir çocuk değildi.

"Talihsizlik oldu bugün öyle. Yoksa pek kavgacı bir tip değilimdir. Gözün korkmasın." Dediğinde Filiz başını iki yana salladı.

"Yani ilk bir tedirgin oldum ama kim olsa çıldırırdı. Ve doğrusu havalıydın da..."

Melek "Babam duysa havamı söndürür, okuldan alır eve tıkardı beni... Nefret eder kavga eden insanlardan." Diye karşılık verdi. Kimse araya girmese de meseleyi uzatmazdı Melek çünkü ailelerin bu işe karışması en çok onun işine gelmezdi.

Kızlar sohbet ederek karınlarını doyurduklarında birbirleri hakkında az çok bir bilgiye sahip olmuşlardı.

Filiz, 18 yaşında Mersinli bir kızdı. Bir ablası vardı ve ablası da Psikoloji üçüncü sınıfta okuyordu. Filiz normalde sayısal öğrencisi olmasına rağmen Psikoloji bölümünü tercih etmişti çünkü ablasının kitaplarını karıştırırken bu bölümün onun daha fazla ilgisini çektiğini fark etmişti. Bu açıdan Melek'le benziyorlardı çünkü Melek de Toprak'ın kitaplarını karıştırarak bu ilgisini keşfetmişti.

Filiz "Bingöl'de böyle açık tenli renkli gözlü kızların olduğunu bilmiyordum. Yabancı kızlara benziyorsun." Deyince Melek gülümseyerek onayladı.

"Böyle bir yargı var maalesef. Duydun mu daha önce bilmiyorum. Aynı Lazlar ve Kürtler gibi Zazalar diye bir etnik köken daha var. Tabi bu konuda görüş ayrılıkları da var. Kürtler ve Zazalar birdir diyenler ve ayrıdır diyenler var ama ben ayrı olduklarını düşünüyorum. Gerek dilleri gerek görünüşleri olsun farklı çünkü. İşte Zazalarda çok fazla sarışın ve renkli gözlü kızlar var. Ancak bizde şöyle bir durum da var; benim babaannem Boşnak göçmeni. E dedem de sarışın mavi gözlü. Haliyle torunları da öyle oldu. Benim annem kumral diye, kuzenlerimin arasında yine kumral ten benle kardeşimde var. Onlar çok daha açık tenli ve sarı saçlılar."

Hamit Bey'in tüm çocukları ve Zümrüt Hariç tüm torunları mavi gözlüydü. Zümrüt'ün gözleri ise babasına benzediği için bal rengindeydi.

"Valla ne diyeyim çok şaşırdım. Böyle önyargılar hoş değil ama bu aşılanmış demek ki bize. Bir gün gelip görmek nasip olur inşallah." Dediğinde Melek elini omzuna koydu ve "Her zaman bekleriz. Başımızın üstünde yerin var." Diye davette bulundu.

"Ben de her zaman Mersin'e beklerim. Benim saçlar güneşten sarardı sanırım. Küçükken bu kadar sarı değildim." Dediğinde kızlar güldüler. Melek "Saç rengine âşık oldum. Tam ünlü çocuklarının saç rengi gibi. Altın gibi parlıyor." Dediğinde Filiz "Ben de gözlerine âşık oldum. Akdeniz gibi dalgalanıyor sanki." Diye karşılıklı olarak birbirlerine iltifat ettiler.

Tam o anda onlardan yirmi metre kadar ötedeki çardağa gelen grupla Filiz'in bakışları onlara kayınca Melek de onun baktığı yöne çevirdi başını ve o an gördüğü tanıdık sima ile şoka girdi.

"Bunun burada ne işi var?" diye mırıldandı kendi kendine.

"Gerçekten çok yakışıklılarmış. Ablamın dediği kadar varlar." Diyen Filiz ile dikkatini yeniden ona verdi.

"Hm?"

"Her okulun bir yıldız takımı olur ya... Bu okulun yıldızları da onlar işte."

Melek anlamıyordu. "Kimler?" diye sordu emin olmak adına. Zira o Yiğit denen çocuğun yıldız olmak için bir vasfını görememişti.

"Çardaktakiler işte. Emre, Asil ve Melis..." dediğinde Melek'in kaşları çatıldı. Çardakta üç kişi vardı ancak bunlardan biri kesinlikle Yiğit'ti. Acaba benzetiyor muydu ki? Doğrulamak için Filiz'e sormak en mantıklısıydı.

"Peki kim, kim oluyor?" diye sorduğunda Filiz gözlerini kısıp daha dikkatli baktı.

"Şimdi kız Melis, aynı zamanda kendi senesindeliker arasında bölüm birincisi. Yani her yıl birincilikle bitiriyor. Zengin olmasına rağmen tam burslu. Asil kot ceketli olan, çok çapkın biri, güzel kızsın dikkat et derim. Bugün yarın görüş alanına girersin. Emre de beyaz gömlekli. Kimseyle pek muhatap olmuyormuş. Melis'e âşık olduğu hakkında bir söylenti var. Ablam yüzde yüz emin ama işte somut bir kanıt yok."

Melek de yüzde yüz emindi ki beyaz gömlekli olan Yiğit'ti. Ve yaşadığı ani aydınlanma ile taşlar yerine oturdu. Yiğit'in ikinci bir ismi de vardı. Emre... Yiğit Emre Karasu...

Şimdi taşlar yerine oturuyordu.

"Diğerlerini bilmiyorum da Yiğit'in nesi yıldızmış acaba? Serserinin teki..." dedi boş bulunarak. Filiz'in ona dönen anlamsız bakışlarıyla yaptığı gafı fark edip "Çirkin ve ezik bence." Diye açıkladı. Ancak Filiz çok başka bir şeye takılmıştı.

"Yiğit? Emre'nin diğer adını nereden biliyorsun?" diye sorduktan sonra cevabını beklemeden idrak etti. "Tanıyorsun onu! Nereden nasıl?" diye sorularını sıralayınca da Melek apışıp kaldı. İnkâr edebileceği bir gaf değildi ne yazık ki bu.

"Köyden" dedi normal bir şeymiş gibi ancak Filiz'in beklediği cevap kesinlikle bu değildi. Bingöl'den gelen bir kızın Yiğit'i nereden tanıyor olabileceği ile ilgili tam olarak bir tahmini olmasa da köy kesinlikle tahmin edebileceği bir cevap değildi.

Tuhaf olan kısım 'köy' ve Yiğit'in aynı cümlede geçmiş olmasıydı. Çünkü Yiğit, soğuk ve züppe bir tipti. Asil ve Melis hadi neyse de Yiğit'in köy diye bir şeyin varlığından bile haberi olmadığı üzerine iddiaya girebilirdi. Belki tatil köyleri ve veya semt isimlerindeki köylerle bir alakası olabilirdi çok çok...

Filiz gülünce Melek öylece bakakaldı. "Üf Melek, hem güzelsin hem komik." Dediğinde ise Melek neyinin komik olduğunu anlayamadı.

"Neden?" diye sordu.

"Nedeni mi var kızım? Yiğit ve köy aynı cümleden geçecekse söz konusu köy bir tatil köyüdür ancak. Yiğit'in Bingöl'ün bir köyüyle ne alâkası olabilir?"

Filiz'in alaycı tavrı Melek'i hem üzmüş hem de kızdırmıştı. Nesi vardı Bingöl'ün köyünün? Yiğit kimdi de alâkası olmayacaktı? Hem bir tarafın itibarı zedeleniyorsa, köylerinin itibarıydı zedelenen.

"Doğum ve soy gibi bir alâkası olabilir mesela." Dedi sert bir sesle.

Melek'in sert sesi, Filiz'in yaptığı ayıbı fark etmesini sağlayınca mahcup oldu.

"Melek... Öyle demek istemedim. Gerçekten özür dilerim. Sadece demek istediğim... Yiğit'te o köy samimiyeti yok. Yakışıklı ve züppe... Tamamen o yüzden dedim. Küçümsemek değil." Diye açıkladı panikle. Melek başıyla onayladı. Samimiyeti olmaması konusunda hak veriyordu. Buzdolabı gibi bir şeydi çocuk.

"Öyle ama doğru söylüyorum. Yiğit'i köyden tanıyorum. Bingöl doğumlu o da. Çocukken beraber oynardık. Sonra onlar buraya taşınınca aradaki iletişim koptu. Bu yaz amcasının düğünü için geldiğinde gördüm bir de. Yabancı biri olmuş tamamen. Yani aslında tanıyorum da diyemiyorum."

Filiz şaşkındı hala.

"O zaman seni tanıyor. Konuşacak mısın?" diye sorduğunda sesinde hafif bir heyecan da vardı. Ancak heyecanı, Melek'in Yiğit'le yarışan soğukluğuna çarpıp dağıldı.

"Ne konuşacağım o ukalayla? Mümkünse aynı ortamda bile bulunmayalım."

Filiz "Niye öyle diyorsun ki? Onlarla takılırsan bir havan olur. Popüler olursun." Diyerek ikna etmeye çalıştı bu kez.

Ancak Melek de bunu anlamıyordu. Neden popüler olmak bu kadar önemli olsun ki? Tanınmak, göz önünde olmak hiç hoş değildi. Popülerlik herkesin hedefi olmak, her yaptığına dikkat etmek zorunda olmak anlamına geliyordu. Hayatı boyunca zaten böyle bir duruma maruz kalmıştı. Babaannesinin baskın göçmen genleri sağ olsun... Gerçi dedesinin genlerinin de maşallahı vardı... Tüm suçu babaanneye atmak da olmazdı şimdi.

"Böyle bir arzum yok ki... Kendi halimde bir hayatı tercih ederim." Dedi ama Filiz onu anlayamıyordu. Bir insan nasıl göz önünde olmak, beğenilmek, kıskanılmak istemezdi?

Filiz birdenbire "İnstagram kullanıcı adın ne?" diye sorduğunda Melek konunun değişim hızına birden şaşırsa da aslında konu değişmemişti. Melek kullanıcı adını söyleyince Filiz hemen hesabına girip baktı.

Sonra isyan edercesine telefonu salladı.

"İnanmıyorum sana Melek! Bu kadar güzelsin ama sen sarı kız ve saçaklının mı fotoğrafını paylaşıyorsun?" diye sorduğunda ise Melek güldü. Sarı kız ve saçaklı ineklerdi. Köydeki komşulardan birinin otlanmaya çıkan ineklerinin fotoğrafını çekip paylaşmış ve Saçaklıya da Yasemin'i etiketlemişti. Aradaki espriyi göremeyen Filiz ise bu duruma haliyle anlam verememişti.

"Sen bu güzellikle ne paralar kaldırırdın var ya! Böyle devam et aferin."

Oysa Melek gülerken Filiz azarlamaya devam ediyordu. Daha ilk günden bu kadar sıcakkanlı biriyle tanışmış olmak Melek için büyük şanstı.

"Sen de çok güzel bir kızsın. Dediğin şeyleri sen de yapabilirsin. Benim tarzım değil." Diyerek omuz silkti Melek. Filiz ise omuzlarını düşürdü.

"Bunun için fazla üşengeç bir insanım. Bakma suratımdaki makyaja. İlk gün diye böyle özendim. İlk izlenim önemliymiş. Ablam öyle dedi. Yoksa önümüzdeki hafta eşofman takımıyla devamke!"

"İşte bu iyi haber." Dedi Melek de kahkaha atarak. "Demek ki çok sırıtmayacağım paspal halimle. Buna çok sevindim."

Kızlar, Yiğit ve yıldız takımı muhabbetini kapatmış ve kendi aralarındaki esprili muhabbete geri dönmüşlerdi. Öğleden sonra da ilk dersleri gibi tanışmayla geçen bir dersin ardından Melek sonunda yurduna dönebilmişti.

Normalde bugün okuldan sonra Ankara turuna çıkmak niyetindeydi ama sandığından daha fazla yorulmuştu.

Yatağına girip kitap okumak yapabileceği en enerjik aktiviteydi o anda.

Akşam yemeğine kadar kitap okumuş ve müzik dinlemişti. Akşam yemeğinden sonra odasına döndüğünde ise odadaki seslerden oda arkadaşının geldiğini anlamıştı.

İçeri girdi ve kıza merhaba demek için gülümsedi. Kız kendisine döndüğünde ise merhaba demek için açılan ağzı açık kaldı. Çünkü karşısında çok yakın bir zaman önce tanıdığı biri vardı.

Meşhur yıldız takımından Melis... Hani hamamböceği Yiğit'in âşık olduğu söylentisi olan Melis...

"Selam!" diyen kız Melek'ten erken davrandı. Kızın sesi Melek'i kendine getirince Melek de gülümsemeye çalışarak "Merhaba." Dedi.

İlk birkaç saniye ne yapacağını bilememekle geçtikten sonra Melek 'Beni tanımıyor ki' farkındalığıyla kendine çeki düzen verdi ve elini uzatıp "Melek ben." Dedi.

Kız Melek'in elini sıkarken "Melis." Dedi gülümseyerek.

Normalde bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyin derlerdi ancak Melis, Yiğit'e nazaran oldukça tatlı biriydi. Nasıl olmuştu da arkadaş olmuşlardı, anlamamıştı Melek...

"Birinci sınıfsın sanırım." Diye soran kızı gülerek onayladı. "Birinci sınıfların alnında mı yazıyor çömez oldukları? Herkes anlıyor."

Melis de güldü. "Her birinci sınıf koridorları dolaşırken etrafa ürkek bakışlar atar. Normalde ondan anlıyoruz ancak sen pek öyle değilsin. Daha keskin bakışların var. Yine de toy bir görünümün de yok değil. Yıpranmamışsın daha. Oradan anladım."

Melek güldü. "Senin yıpranmış halin böyleyse, toy günlerini merak ettim."

Melis 'sorma' der gibi başını iki yana sallayıp elini de göğsüne vurdu. "Ah açma yaramı. Yaşlandık artık."

Melek bu kızı çok sevmişti. Gerçi Yiğit gibi bir buzdolabı bile âşık oluyorsa cidden sevilecek biri olmalıydı zaten. Şaşırılacak bir durum yoktu yani.

"Akşam yemeğini yedin mi?" diye sordu Melek. Yeni gelmişti kız. Dün de yoktu.

"Seni şimdiden soğutmak istemem ama ben hiçbir öğünümü yurtta yemiyorum. Allah affetsin, nimete bir şey söylenmez ama karnım guruldayarak uyumayı yeğlerim."

Yemeği zaten Melek de pek beğenmemişti o yüzden bir yorum yapmadı. Ankara'yı keşfettikten sonra o da elbette öğünlerini yiyecek güzel bir yer ya da yerler bulurdu.

Melek yatağına geçip telefonunu aldı eline. Kızlarla sohbet etmekti niyeti. O an Melis "Cips yer misin?" diye sorunca dikkatini yeniden ona verdi. Cipse hayır diyemezdi. Elini uzatıp iki tane aldı içinden. En sevdiği, ketçaplı cipsti.

"En sevdiğim." Diye belirttiğinde Melis elini, beş çakması için uzattı.

"Kesinlikle benim de! Bu kadar zevkli bir oda arkadaşım olduğu için kıvanç duyuyorum." Dediğinde Melek güldü.

"Ben de..."

"Öyle çok seviyorum ki... Şöyle diyeyim. Kardeşim gibi gördüğüm ama benden hoşlanan biri var. Her aldığını reddediyorum ama cips... Yumuşak karnım. Hayır dersem çarpılırım gibi hissediyorum. Bunu da o aldı zaten."

Melek'in gülümseyen yüzü soldu. Bu bahsettiği kişinin Yiğit olma ihtimali?

Yok canım... Güzel kız, başkası da seviyor olabilir...

"İyi yapmışsın. Cipsi reddeden taş olur. Ben de reddedemedim bak... " dediğinde başıyla onayladı.

"Öyle de bu kez de Emre hep cips alıyor işte..."

Allah kahretsin... Cidden oydu...

Melis cipsi yeniden uzattı.

Melek ise o çocuğun hiçbir şeyini istemiyordu. "Teşekkür ederim. Çok tokum." Diyerek nazik bir şekilde reddetti Melek. Melis ise kaşlarını çattı. "Hani reddeden taş olurdu? Ne kadar tok olursan ol, cipse her daim yer olur insanın midesinde."

Melek bahane bulmaya çalıştı. "Kesinlikle öyle de yemekler çok kötüydü. Kusacak gibiyim. Fazla yersem ve kusarsam fazla cips telef olmuş olur. O yüzden sana afiyet olsun." Diye aşırı absürt bir bahane buldu. O hamamböceğinin aldığı bir şeyden hayır gelmezdi.

"Öyle diyorsan..." dedi Melis de çok bir şey anlamayarak. Kız birden tuhaflaşmıştı.

"Hangi okuldasın?" diye sordu. Melek, biraz gerilmişti. O Melis'i tanıyordu. Tanımaktan kastı, elbette dedikodulardı. Ancak hiç bilmiyormuş gibi davranmak da biraz şeydi...

Yine de aslında tanımadığı gerçeğine tutunarak, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandı. Sonuçta dedikodular bir insanın CV'si değildi. Melek de Melis'i tanıyor değildi bu durumda...

"Berceste, Psikoloji." Dedi bu yüzden direkt.

Melis şaşkınlıkla Melek'in yatağına doğru yaklaştı. "Aa ciddi misin? Ben de." Dediğinde Melek gülümsedi ve "Öyle mi?" diye sordu gerçekçi olmaya çalışarak.

"İnanamıyorum. Tesadüfe bak!"

Melis şaşkınlığını yaşamaya devam ederken Melek de gülümsüyordu. Aslında bu hiç iyi olmamıştı çünkü Melek Yiğit, İpek Teyze ve olabilecek her türlü tanıdıktan uzak durmak istiyordu. Şimdi Yiğit ile aynı arkadaş ortamında bulunmak durumda kalabilirdi, Melis ile arkadaş olmasa ve sadece selamlaşsa bile karşılaşabilirlerdi. Bu yüzden bu tesadüf hiç hoş olmamıştı.

"Ben üçüncü sınıftayım. Not falan lazım olursa hiç çekinme. Veririm ben. Hatta sorular falan da var bazı derslerin." Diyerek göz kırptığında Melek bu kez vicdan azabı çekti. Kızın düşündüklerine ve kendi düşündüklerine baktı. O hamamböceği yüzünden neler düşünmek zorunda kalıyordu?

Melek için Yiğit öyle bir konumdayken Yiğit, Melek diye birinin varlığından dahi bir haberdi. Kantindeki Zeyna'yı da çok geçmeden unutmuştu bile. Bu yüzden bizzat şahsı ya da gıyabında herhangi bir gündemi yoktu.

Günler geçiyor, Melek, okulda eğer yanında Yiğit varsa Melis'ten kaçıyor yoksa kısaca selamlaşıp bir bahaneyle uzaklaşıyordu. Tamtamına iki hafta böyle geçerken Bingöl'de başka konular dönüyordu.

"Melek, İpek'i aramadı mı hâlâ?" diye sordu aksanlı Türkçesiyle Hamit Bey.

Berivan Hanım da kayınbabasına çekinerek "Yok baba, aramıyor." Diye cevap verdi.

"Bu iş böyle olmaz ki! Başka bir şey yapmak lazım." Dediğinde Berivan ve Gürkan birbirine baktı. İkisi de bir şey anlamamıştı ancak o an Yaşlı Kurt aklında planı kurmuştu.

"Tamam, siz gidin. Halledeceğiz bir ahretliğimle. Bize ayak uydurun yeter!" diyerek oğluyla gelinini gönderdi. Zamane gençleriyle anlaşmak için onların dilinden konuşmak, biraz da duygu sömürüsü yapmak gerekecekti.

Bir söz verilmişti ve o söz mutlaka tutulacaktı!

Hazırlıklar yapıldı, plana dâhil olacak kişiler hariç herkesten bu plan saklandı. İpek Hanım, Berivan Hanım ve Gürkan Bey ile birlikte iki ihtiyar bileceklerdi, sadece ihtiyarların kurmuş olduğu planı.

Hazırlıklara başlarken, en ufak detayı bile göz önüne almışlardı. Özel bir hastanede çalışan, manevi yeğeni olan kalp doktorunu plana zorla dâhil etmişti Necmi Bey. Doktor, babasının kardeşi gibi sevdiği Necmi Bey'e ne dediyse ikna edememişti. Hayırlı bir iş deyip durmuş, nedenini bile söylememişti oysa...

Yardım edecekti ancak ne için yardım ettiğini dahi bilmiyordu Faruk. 45 senelik ömründe çevirmediği entrikayı bu ihtiyar yüzünden çevirecekti şimdi.

Necmi Bey'in hastaneye yatış işlemleri hızla başlatıldı. Sözde kalbi zayıflayan, ihtiyarın son zamanlarıydı. Geçirdiği kalp krizini atlatmıştı atlatmasına ancak ikinci bir kriz çok yakındı ve bu kez kurtulması çok zor olacaktı.

Haber, Ankara'ya da böyle ulaşmıştı. Yiğit, annesinin zoruyla 'Ölüm bu oğlum, sonra pişman olursun. Gidip dedeni en azından son bir kez gör, hayır duasını al.' Israrıyla yola düşerken Melek için Necmi Dede'sinin hastaneye yatırılmış olması, bilet alması için yeterli bir cümleydi.

Melis, Melek'in bir yandan ağlayıp bir yandan bavulunu toplamasını üzgün bir şekilde izliyordu. "Emin misin? Yardım edebilirim hala..." dedi yine ancak Melek'in zaten çok bir işi yoktu. Birkaç parça kıyafetini ve kişisel birkaç eşyasını alacaktı. Ancak hissettiği korku ve üzüntü işini zorlaştırıyordu.

Sonunda toparlandığında Melis "Seni havalimanına ben bırakırım." Diyerek ayaklandı ancak Melek gözyaşlarını silerek başını iki yana salladı ve "Çok teşekkür ederim ama gerek yok. Saat geç oldu. Dönüşün on biri geçer. Sıkıntı çıkmasın boş ver. Taksi çağırdım çoktan." Dedi ve telefonundan saate baktı. "Gelmek üzeredir hatta."

"Bu saatte tek başına binme taksiye. Ben anlatırım çıkarken. Sorun çıkmaz, merak etme." Diyerek ısrar etti Melis ancak tam o an taksicinin geldiğinin haberi olan çağrı geldi. Melek telefonu Melis'e gösterdi ve cevaplayıp omzuyla kulağı arasına sıkıştırdı. Bir yandan da valizinin fermuarını çekiyordu.

Melek "Beş dakikaya iniyorum." Dedi adama. Telefonu kapatıp Valizini, çantasını odanın girişine koydu. Hırkasını giydi ve Melis'e "Yine de çok teşekkür ederim" diyerek gülümsedi. Gerçekten çok hoş biriydi. Nazik ve düşünceliydi. Bir yanı Yiğit'i anlıyordu aslında. Yiğit gibi donuk bir öküzü bile etkileyecek etkiye sahipti çünkü Melis.

"Bir şey yaptırmadın ki teşekkür ediyorsun." Dedikten sonra valizine yöneldi. "Ama bunu aşağı indirmeme izin verirsen teşekkürünü kabul edebilirim tabi ki." Dediğinde Melek itiraz edemedi.

Kızlar beraber en alt kata asansörle indiler. Melis, Melek'i taksiye bindirdi. Taksinin plakasını aldı ve gizlice taksicinin resmini çekti. Melek elbette bunu görmüştü ve gülümsedi. Teşekkür mahiyetinde gözlerini yumunca Melis, Melek'e öpücük attı.

"Havalimanına ulaşınca haber ver. Çok geçmiş olsun. Umarım deden iyileşir."

"Teşekkür ederim, şimdi kabul edebilirsin sanırım."

Melis gülerek onayladı. Taksici gaza bastığında ise Melek, Filiz'e durumu kısaca anlatan bir mesaj attı.

Havalimanına ulaşana kadar bir yandan dua edip öbür yandan ağladı. Necmi Dedesi ile Pamuk dedesi arasında hiçbir fark yoktu Melek için. Hatta gerçek dedesi olmadığını bile 11 yaşında öğrenmişti. İki aile öylesine yakındı ki değil arkadaşlar ve kuzenler arasında bir fark olsun, kuzenler de arkadaşlar da kardeş gibi olmuşlardı.

Bu yüzden Necmi Dedesine bir şey olması Melek'i mahvederdi. Babaannesini ve Zühre Babaanneyi kaybettiklerinde çok küçük olduklarından hatırlamıyordu annesinin, anne ve babası da Melek çok küçükken vefat etmişti. Hatta babaannesinden de önce, bebekken. O yüzden birini kaybetmenin acısını bilmiyor, bilmediği bu duygulardan daha çok korkuyordu.

Havalimanına geldi, tüm prosedürleri tamamladı. Biletini onaylattı ve koltuğu belirlendi. İndiğinde, valizini beklememek için bagaja vermeyip yanına aldı. Uçuşa yarım saat kala anons geçince uçağa binmek için bilet kontrol noktasına gitti ve sıraya girdi.

Yiğit ve Melek aralarında 16 kişilik bir mesafe olduğunu bilmeden aynı uçağa bindiler. Yiğit ve annesi 26 E/F koltuklarında otururken Melek 14 A numaralı koltukta oturdu.

İnerken de aynı hengâme yüzünden denk gelmediler. Melek havaalanında bir taksi çevirip direkt hastaneye giderken Yiğit Emre ve İpek Hanım da birkaç dakika sonra aynı şeyi yaptılar.

Aynı yolları yalnızca birkaç dakika farkla kat ettiler ve hastaneye de yine o farkla ulaştılar.

İpek Hanım, bakınmış olmasına rağmen Melek'i görememiş olsa da aynı uçakta olduklarını biliyordu. İndiklerini haber verdiğinden beri role girmişlerdi zaten. O yüzden annesini başı önünde üzgün gören Melek hiçbir şeyden şüphelenmedi.

"Anne!" dedi Melek korkuyla. "Bir şey oldu mu dedeme?"

Berivan Hanım, kızının yüzündeki korkuyu görünce pişmanlıktan kahrolmuştu. Zaten içi hiç rahat değildi ama adı gibi biliyordu ki bu iki gence evleneceksiniz dedikleri an kıyameti kopartırlardı ve asla ikna edilemezlerdi. Gerçi bu şekilde de farklı bir tepki beklemiyordu amaihtiyarlara söz geçiremiyorlardı da...

Her şey, İpek Hanım'ın bir telefon konuşmasında Yiğit Emre'nin başka bir kıza gönlünü kaptırdığını öyle laf arasında dile getirmesiyle başlamıştı. O zaman herkesin aklında gerçekler dank etmişti. Bu gençlerin başkalarına gönlünü kaptırıp başkalarıyla evlenme ihtimali vardı ki Yiğit için bu korkunç ihtimal gerçekleşmişti.

Melek de uçup gidince başkasını bulacaktı ve beşik kertmesi yalan olacaktı.

Oysa o söz bir kez verilmişti. O sözü, olayın muhataplarının vermemiş olması ise görünene göre kimsenin umurunda değildi.

İpek Hanım bu yüzden, Enver'in düğünü için Yiğit'e her zamankinden kat kat fazla ısrarda bulunmuş, Gürkan Bey de kızının Ankara'da okumasına sıcak bakmaya başlamıştı. Ancak ne Yiğit Bingöl'e geldiğinde birbirlerinin yüzüne bakmışlardı ne de Melek Ankara'ya gittiğinde İpek Hanım'a gitmeyi kabul etmişti.

Oysa çocukluklarında birbirinden ayrılmayan bu iki çocuk ta o zaman evleneceğiz diye tutturuyorlardı. O zamanlar hepsi, bu işin çok kolay olacağını sanırlarken talih tersine dönmüştü.

Ve böyle bir oyun oynamaktan başka çareleri kalmamıştı. İkisinin evlenmek istememeleri ise bir seçenek dahi olmamıştı başından beri...

Bir söz verilmişti ve o söz tutulacaktı!

"Şimdilik iyi yavrum, uyutuyorlar." Diye yalan söyledi utana sıkıla. Ancak bu çekingen tavrını Melek yanlış anladı. "Kötü bir şey oldu değil mi?" diye sordu panikle. Sonra babasına baktı, sonra da üzgün görünen dedesine. İhtiyarlar az değillerdi. Sanki 50 senelik oyunculuk kariyeri yapmıştı Hamit Ağa "Metin ol kızım. Şimdi iyi ama her şey olabilir." Dedi ağır bir tavırla.

Melek'in yüreğine kor düştü sanki. Ne demek her şey olabilirdi?

"O ne demek dede?" diye sorduğunda Hamit Dede, oğlu Gürkan'a kaş göz yaptı çaktırmadan. Gürkan Bey, 'sonumuz hayrola' diyerekten ayak uydurdu babasına. "Doktor, kalbi artık çok zayıflamış dedi. Bu sefer atlatmış ama her an yeni bir kriz olabilirmiş ve bu kez kurtulması o kadar kolay olmazmış. Üzülmemesi, sinirlenmemesi gerekiyor." Dedi üzgün bir şekilde ancak üzüldüğü şey yalan söylemesiydi. Babasına ne kadar olmaz diye diretse de ekürisiyle baş başa vermişlerdi ve asla laftan anlamıyorlardı. Babasına karşı da gelemiyordu. Arada kalmıştı.

"Üzülmez, kızmaz o zaman baba." Dedi Melek de kesin bir tonda ve o an koridorun başından İpek Hanım seslendi. En az ihtiyarlar kadar iyiydi rol kabiliyeti. Ailesinden kopma noktasına gelen oğlu için Melek son umuduydu. Üstelik Melek ile birlikte eski Yiğit Emre'nin döneceğini umuyordu. Bu soğuk çocuğun aksine, neşeli ve sosyal olan bir çocuktu o.

"Babam nasıl Berivan?" diye sordu panikle. Yiğit, yine soğuk ve sırf bedenen orada bulunduğunu alenen belli eder bir halde öylece duruyordu.

Melek şöyle bir gözü ucuyla onlara baktıktan sonra yine arkasını dönmüştü. Samimiyetsiz... Diye düşündü. Geçen seferki söylediklerini unutmuş değildi. Bu aileyi aslında ailesi gibi görmediğini biliyordu Melek. Buna rağmen şu an burada bulunması, daha fazla sinirini bozuyordu. Üstelik zorla geldiği de çok açıktı. İpek Teyze için üzüldü. Böyle biriyle uğraşmanın ne kadar zor olduğunu tahmin ile edemiyordu.

Bir süre İpek Hanım da bilgi alıyormuş gibi söylenenleri dinledi. Burada asıl amaç Melek ve Yiğit'in kulağına su kaçırmaktı. Ancak ikisi de olaydan çok kopuktu. Melek en azından Necmi Bey için endişe duyarak yemlerden birini yutmuştu ancak Yiğit'in o kadar da bir ilgisi yoktu.

Babası öldükten sonra, kim ölürse Allah rahmet eylesin deyip geçecek kıvama gelmişti. Dedesiyle de bir bağı yoktu. Tanımıyordu ki üzülsün...

Gürkan Bey, babasını ve çocukları eve bıraktığında Melek ve Yiğit arka koltukta yan yana oturmuşlardı. Aralarında bir kişilik mesafeden ziyade uçurumlar vardı.

Melek, Yiğit'ten hiç haz etmezken Yiğit'in Melek'e dair bir hissi ya da fikri yoktu. Sadece yüzü bir şekilde bilindik geliyordu. Daha önceki gelişinde gördüğünü düşünüp kendi içinde konuyu kapatsa da başka bir şey varmış gibi de geliyordu ancak üstüne düşünerek vakit harcamıyordu.

Birbirine bu kadar kayıtsız olan bu gençler nasıl evliliğe ikna olacaklardı Gürkan Bey bunu anlamıyordu. Üstelik daha küçüklerdi ikisi de. Bir evliliğin sorumluluğunu nasıl üstleneceklerdi?

Babasına baktı ve arkayı işaret etti çaktırmadan ve başını iki yana salladı. 'Olmayacak.' Demek istiyordu ama Hamit Bey manidar bir şekilde gülümsedi ve başını aşağı yukarı sallayarak 'Olacaklar' diye karşı çıktı.

O gün yan yana iki ayrı eve giren Melek ve Yiğit birbirinden uzak kalmışken ertesi günün akşamında Necmi Bey'in evinde herkesin toplanmasıyla yine yan yana gelmişlerdi.

Hasta ziyareti gibi masum bir sebeple orada bulunduklarını sanan herkes birazdan ihtiyar birliğinin açıklamalarıyla şoka gireceklerini bilmiyorlardı.

Geçmiş olsun dileklerini kabul ettikten sonra "Oturun hele." Diye söze girdi Necmi Bey. Hastalığın ağırlığını üzerinde hala taşıyormuş gibi rolünü de sürdürüyordu.

"Ömür dediğin üç gün; dün, bugün yarın. Dün doğdum, bugün yaşıyorum ve yarın öleceğim." Dediğinde hep bir ağızdan 'Allah geçinden versin, ağzından yel alsın, Allah korusun' temennileri döküldü. Salon kalabalıktı çünkü her iki evin sakinleri, Hamit ağanın kızı Aynur ve torunu Zümrüt'e varana kadar herkes oradaydı.

"Allah geçinden veriyor şükür. Daha ne kadar geç olacak? Allah sıralı ölüm versin. Biz yaşayacağımızı yaşadık. Ama göreceğimiz her şeyi görmedik. İnşallah onu görmeden ölmek istemem."

Hamit Bey, arkadaşına bakarken lafı bağladığı noktalara hayranlık duydu. Hakikaten fena bir adamdı Necmi Bey! Kırk yıl geçse dili böyle şeylere dönmezdi onun. Ancak hakkını yiyordu çünkü o da az numaracı değildi.

Herkes merakla Necmi Bey'i dinlerken "Torunlarımın evliliğini, çocuklarını görmek isterdim." Diyerek çıkardı ağzındaki baklayı. Salonda hiçbir şeyden haberi olmayanlar kıkırdarken Necmi Bey'in ortamı neşelendirmek için böyle konuştuğunu sanıyorlardı. Hamit Bey'in büyük oğlu Gökhan "Bizim Toprak bari birini bulsa da düğün yapsak Necmi Amca." Diyerek destek çıkınca Necmi Bey de göbeğini sallayarak güldü.

Necmi Bey buna karşılık olarak "Bizim Gülay'ın oğlan, Emirhan evlenir, Toprak yine evlenmez oğlum. Sen ondan ümidini kes." Dedi. Gülay, Ahmet'tin bir küçüğü ve aynı zamanda Necmi Bey'in tek kızıydı. Emirhan ise Gülay'ın henüz 5 yaşını yeni bitirmiş oğluydu.

Salondakiler coşkuyla bu sözlere güldükten sonra Necmi Bey iç çekti. Bu iç çekiş ciddi bir konuya girişin işaretiydi.

"Toprak değil ama Yiğit'imin düğününü görebilirim bence." Dediğinde Yiğit bir an afalladı ama sonra dilinin sürçtüğünü düşündü. Yaşlı adamdı, bunamış da olabilirdi.

"Yavuz diyecektin galiba dede." Dedi alayla. Yavuz gülüp kuzenine omuz attı.

"Yok oğlum, Yiğit kim, Yavuz kim bilecek kadar aklım yerinde. Seni dedim." Dedi şefkatle gülerek. Yiğit'in kaşları havalandı.

"Ne yazık ki önümüzdeki on yıl için böyle bir planım yok. Allah uzun ömür versin belki on birinci yılda görürsün." Dediğinde Necmi Bey hafifçe boğazını temizledi. "Evleneceğin kız belli, ne diye on sene bekleyesin ki?" dediğinde solanda keskin bir sessizlik hüküm sürdü.

Yiğit, sonunda üstüne oynandığını fark edince kaşlarını çattı. Burnuna kesinlikle hoş kokular gelmiyordu.

"Kimmiş evleneceğim kız?" diye sordu alaylı bir öfkeyle. Necmi Dedenin dudaklarından dökülen isim ardından, önce büyük bir şaşkınlık nidası kopmuş, sonra keskin değil, soğuk bir sessizlik salonu sarmıştı.

"Melek, tabi ki! Başka kim olacak?"

 

🍇🍇🍇🍇🍇🍇🍇

Loading...
0%