@busbckr
|
İyi okumalar...
🍇🍇🍇🍇🍇🍇🍇 5. Bölüm Gelin ve damat içeri girince kalabalığın alkışlarıyla salon ayağa kalkmıştı. İki tarafın da akrabaları oldukça kalabalıktı. Yiğit'in babası Ahmet Bey de dedesi Necmi Bey de akrabalar içinde sevilen sayılan kişiler olduğu için hemen herkes mutlaka düğüne katılmak istemişti. Aynı şekilde Altıntaş sülalesi de oldukça kalabalıktı. Bir de her iki taraf da geniş bir iş ve arkadaşlık çevresine sahip olunca koca düğün salonu tıka basa dolmuştu. Melek kalabalık düğünlere alışık olduğu için bu kalabalığı bekliyordu ama daha önce gittiği hiçbir kalabalık düğünde gelin olmadığı için daha çok gerilmişti. Yiğit ise bu kadar kalabalık beklemiyordu. Zaten pek fazla düğüne gitmemişti ama gittiklerinde de bu kalabalığı görmemişti. Bu yüzden şu an o da en az Melek kadar gerilmişti. Yiğit "Bingöl düğünlerine genelde tüm şehir mi katılır?" diye sordu Melek'le yürümeye devam ederken. Melek gülümsedi. "Bingöl'ü çok küçümsüyorsun. Ama unutma sen de safkan bir Bingöllüsün." Bingöl'ü küçümsediği falan yoktu sadece salon bu kadar büyükken nasıl ağzına kadar doluydu onu anlamıyordu. "Bingöl'e küçük demiyorum. Küçük ama ben şimdi onu kastetmiyorum. Yani daha anlayacağın bir dille bir Ankara bile olabilir şu an bu salonda. Kimiz biz ya aşiret miyiz? Beylik miyiz? Bu ne kalabalık?" Melek duvağına şükredip rahatça güldü. Ancak bilmediği şey duvaktan bile gülüşünün göründüğüydü. Dışarıdan bakan her göz için Melek şu an mutlu bir gelindi. Yasemin, Melek onun en yakın arkadaşı da olsa bu yaptığını yediremiyordu. Hele dışarıda sigara üstüne sigara yakan ve sessizce ağlamaya çalışan abisini gördükten sonra öfkesini dizginlemeye bile çalışmıyordu. Birini bu kadar kolay sevebiliyordu madem yıllarca neden abisini sevmemişti? Bunca yıl hep Melek'e hak vermişti, ona baskı yapmaya çalışan, Yavuz için konuşan herkesin önünde durmuştu hatta ama şu an abisinin bu halde olmasına katlanamıyordu. Yiğit'in, nesi abisinden iyiydi, bunu gerçekten merak ediyordu. Yiğit onu küçümserken, Yavuz, Melek'in gözlerinin içine bakmıştı. Gerçekten hep böyle mi olacaktı? Değer veren hep mi kaybedecekti? Melek ve Yiğit o sırada sahneye varmış sunucunun anonsuyla Yiğit, Melek'in duvağını açmıştı. Geçip yerlerine oturmak üzereyken sunucunun gazabına uğramaktan kaçamamışlardı tabi ki "E bu damat biraz donuk galiba. Oğlum öpsene gelini!" Melek başını iki yana salladı. Yiğit ne yapacağını bilemeyerek etrafına bakınca annesinin, kaşı ve gözü yardımıyla 'Öp' diye direttiğini görünce yapmak zorunda olduğunu düşünerek Melek'in omzunu tuttu. Melek ise gülümseme maskesiyle dişlerinin arsından "Ne yapıyorsun? Herkes bize bakıyor." Diye söylendi. Yiğit de aynı maskeyi takınıp "Öpmem lazımmış." Diye cevap verdi. Melek tam itiraz ederken Yiğit Melek'in alnına dudaklarını bastırınca koca salonda yüksek desibelli bir alkış koptu. Ancak Melek'in haklı olduğunu ve annesinin yanıldığını o an anladı. Öpmemeliydi. Bu, ergenliğe girdiğinden beri yaptığı en büyük hatasıydı. Kalbinde hissettiği ılık esinti sonu olabilirdi. Karnında uçan şeyler kelebek olmamalıydı. Elektrik çarpmışçasına geri çekildi. Geri çekildiğinde ise elektriğin kaynağını gördü. Çünkü Melek'in gözlerinde şimşekler çakıyordu adeta. Çok kızmıştı. Yiğit'in bilmediği şey ise Melek'i bu kadar öfkelendiren şey Yiğit'in de yüreğinde esen ılık esintiydi. O minik kelebeklerdi... Dans müziği çalınca aynı anda sunucu mikrofonu eline aldı. "O zaman çiftimiz ilk danslarını etmeleri için piste alalım. Hanımlar çocuklarınızı sahneden çekin bakayım. Yavrum parmağını oraya sokma yanacaksın!" Sunucu çocuklara söylenedursun Yiğit ve Melek ne yapacaklarını bilemez halde birbirine bakıyorlardı. İpek Hanım baktı bu şaşkınlar harekete geçmiyor, olaya müdahale etmek adına koştur koştur piste geldi ve ikisini de tutup ortaya çekti. "Şarkının yarısı bitti. Koy oğlum şöyle elini Melek kızımın beline, Melek annecim sen de elini omzuna koy. Bu ellerinizi de tutuşturun bakayım. Oh Maşallah." Diyerek geri çekilirken herkes gülüyordu ama Melek ve Yiğit donmuş gibiydi. Sevdalar aşka doymak için... Vuslatlar sana kanmak için... Melek, 90'lardan kalma bu müziği kim seçmişti bilmiyordu ama çok güzel bir şarkıydı. Şimdi Yiğit'in gözlerine bakarken bu şarkıyı dinlemek zaten darmadağın olan duygularını daha da dağıtıyordu ama gözlerini de bir türlü çekemiyordu. Çekse de çok geçmeden yeniden ona bakarken buluyordu kendini. Saçma sapan bir klişe yaşamak değildi niyeti. Bu evliliği romantik bir komedi yaşamak için değil istediği hayatı yaşamak için yapıyordu. Ancak sürekli temas halinde olmak da hiç yardımcı olmuyordu. Temas demişken... "Sözleşmeyi ihlal ettin!" dedi gözlerini kısarak. Yiğit başına bunun geleceğini biliyordu. "Etmedim. Bu bir düğün klasiğidir. Ben de baskıyla yaptım." Dedi uzatmadan. Şimdi bilmezlikten gelse Melek daha da sinirlenirdi. O yüzden inkâr değil de mağduriyet ayağına yatmak daha mantıklıydı. "Sen de her yaptığın hareket için başkasının ardına sığınıyorsun ha!" "Sen de gördün! Sunucu bile söyledi. Üstelik beni aşağılayarak söyledi!" diye diretti. Melek güldü. Sıfır abartıyla ilkokul çağı oğlanlarındandı. "Umarım iki sene boyunca bunu yapmaya devam etmezsin, bakma şimdi bir şey demiyorum da o zaman çiğ çiğ yerim." Dediğinde gözlerini kısarak tehditkâr görünmeye çalışmıştı. Yiğit bu haline sadece güldü. "Ha bu bir şey dememiş halindi yani... Yandık desene!" Melek de güldü. "Yanmadık, sen yandın..." Dışarıdan izleyen her göz için onlar çok mutlu ve âşık bir çiftti. Ancak aralarında ne aşk vardı ne de mutlulardı. Tabi onlara sorarsanız... Yoksa yüzlerce gözün gördüğünün yanlış olduğunu da söyleyemezdik... Düğün tüm eğlencesi ile devam ederken her ne kadar hayır deseler de karşılarında hayırdan anlamayan bir kitle olduğu için Melek de Yiğit de oynamaya kalkmıştı. Melek kolaylıkla uyum sağlarken Yiğit'in halayla imtihanı ne yazık ki onlarca kameraya malzeme olmuştu. Yiğit, oturmaya teşebbüs ettikçe geri halaya çekiliyordu. Melek de kös kös oturarak geçireceğini sandığı düğününde az daha gülmekten yere serilecekti neredeyse. Bunu fark edince hayatın bu denli beklenmedik olmasına bir kez daha şaşırdı. Bu farkındalık, ileride yaşayabilecekleri konusunda da aklını bulandırmıştı. 10 gün kısa bir süreyken bu kadar değişmişti her şey. İki yılda neler olurdu Allah bilir... Sonunda yemek molası verildiğinde masalarına geçtiler. Yiğit "Enerjileri asla bitmiyor." Diye isyan ettiğinde Melek güldü. "Bu enerjik halleri bile değil, inan bana." "Serçe parmağım kırıldı sanırım. Çıkışta acile mi gitsek?" derken parmağını ovuşturuyordu. Yiğit'in bir Bingöllü olarak Bingöl'ün gerçekleri ile tanışması gerekiyordu zaten. Herkes yemeğini yerken halk oyunu ekibi Bingöl'ün yöresel oyunu olan Kartal Oyununu oynadılar. Yiğit heyecan ve merakla izledi bu gösteriyi. "Köy düğünlerinde genelde yaşlılarımız, orta yaşlılar falan oynar bu oyunu." Diye açıkladı Melek, ağzı açık oyunu izleyen Yiğit'i görünce. Yiğit "O ağızlarına aldıkları tüylü şey ne?" diye sordu. "Temsili koyun. Oynayanlar da sözde kartallar işte." "İlginçmiş." Dedi dudaklarını bükerek. "Sen bunu oynayabiliyor musun?" diye sorunca Melek güldü. "Hayır. Yani genelde kızlar oynamaz zaten." Yiğit "Doğru sen olsan olsan kartalların ağzındaki koyun olabilirsin." Dediğinde Melek'in hayretle gözleri ardına kadar açıldı. Dalga geçse de Yiğit'in emin olduğu bir konu vardı ki Melek, peşinde bir sürü kurt olan bir kuzuydu. Hayatında biri olmadığı aşikârdı. Yoksa Melek illaki bunu öne sürerdi ama hayatında birinin olmaması, peşinde kimsenin olmadığı anlamına gelmezdi. Melek'in Ankara'da da çok dikkat çekeceğine emindi. Hatta kim bilir belki çoktan çekmişti de... O an beyninde bir ışık yandı. Okul, Melek... Tanıdık gelen yüz... Yeniden müzik sesi salonda duyulmaya başlarken Melek'in bileğinin üstüne elini koydu. "Hatırladım!" dedi heyecanla. Melek ise donup kalmıştı. "Neyi?" Bileğinin üstündeki ele baktı ama Yiğit henüz elinin nerede durduğunun farkında değildi bile. "Sen O'sun!" Melek anlamsızca yüzüne baktı. 'Dalga mı geçiyor acaba?' diye düşünmeden de edemedi. "Kimim? Kurtarıcın falan mı?" dedi gülerek çünkü Yiğit'in yüzündeki şaşkınlığa bakarak hâlâ dalga geçtiğini düşünüyordu. "Okulun ilk günü okulda kavga eden sendin değil mi? Kantinde... Kıza uçan tekme atmıştın." Melek çoktan unuttuğu bu olayı Yiğit'in gördüğünü bilmiyordu. Hadi gördü diyelim... Gerçekten o zaman tanımamış mıydı? Yazık... Bu öfkeyle birlikte hiç inkâr etmeden burun kıvırdı. "O'yum doğru." Dedi soğuk bir sesle. Oysa Yiğit geldiğinde yüzüne de bakmıştı. Bu kadar mı kördü başkalarına... Hadi burada dikkat etmedi diye tanımadı... Kantinde görmüştü de... Ondan sonra burada karşılaştıklarında nasıl tanımamıştı? Ve ne? Aklında kalan tek şey uçan tekmesiydi... Bu gidişle sadece aklında kalmayacaktı. Bir yerlerinde iz olarak da kalacaktı! Yiğit "Ama o nasıl tekmeydi? Uçtun resmen ya! Karateye falan mı gittin?" diye sordu hayranlıkla. Şu an karısı olacak kişiyle değil bir film yıldızı ile konuşuyordu sanki... Kendisi de eş değil, bir fandı. Melek ona ters ters bakınca herkes cilveleştiklerini düşündü. Yiğit'in karısını kızdırdığını... Gerçi bu düşüncelerden çok da uzakta değillerdi. Melek "Gitmedim." Dedi sadece. Yiğit'in dediği gibi bir Bingöl kadar insana rezil olmak istemiyordu. Sakin kaldı bu yüzden. "Sen burayı hayatından çıkarırken biz sokaklarda koşturuyorduk. Dayak da yiyorduk, kavga da ediyorduk. Öyle böyle öğrendik işte." Diyerek yine de laf sokmaktan geri kalmayacağını Yiğit'e gösterdi. Yiğit ise gözlerini devirdi sadece. Aslında Melek bu şekilde kavga etmeyi biraz Smackdown izleyerek biraz da Toprak, Bulut ve Yavuz üçlüsünden aldığı eğitimle öğrenmişti. Toprak abisi ergenken horoz dövüştürür gibi çocukları dövüştürürdü. Melek de dünden razıymış gibi hep bu müsabakalara katılırdı. O yüzden hem futbolda hem de kavga dövüş işlerinde oldukça iyiydi. Çocukluğu oldukça zengin geçmişti Melek'in... Her türlü oyunu oynamış, her yaramazlıkta başta bayrak sallamıştı. Okula başlarken anne ve babası çok endişelenmişti ama haylaz bir öğrenci olmasının yanında başarılı bir öğrenci de olmuştu. Büyüdükçe durulmuş, hanımefendi kimliğini öne çıkarmaya başlamıştı. Herkese yardım etmek için ilk adımı atan da oydu, kavgaya çağırıldığında en önde koşan da... Melek dışarıdan bakıldığında çok özgüvenli biriydi, sosyal ve politik ama içinde bir yerlerde çokça endişeye ve 'keşke' ye de sahipti aynı zamanda. Herkese yetişmeye çalışırken kendine geç kalmıştı. Herkese yetmiş, kendine eksik kalmıştı. Ankara'ya giderken hayatının geri kalanında bunu değiştireceğini sanırken hayatının en büyük fedakârlığını yapmıştı. Bu yüzden hiçbir şey yokmuş gibi davransa da aslında herkese, kendine bile kırgındı. "Öyle böyle öğrendik işte? O mahallenin ağır abisi jargonunu da kapmışsın sen baya..." diyerek gülünce bu kez Melek de güldü. Beş altı yaşlarında kendini erkek ilan ettiğini anımsadı. O dönemler kız olmak çok zoruna gidiyordu ve herkese 'ben artık erkek olmaya karar verdim. Bunu bilin ve ona göre davranın' dediğini çok net hatırlıyordu. Barbie bebekleriyle de kimse yokken gizlice oynuyordu. Eve birisi geldiğinde yatağının altına saklayıp sonra yeniden ortaya çıkarıyordu. Erkek olmak istiyor ama kız olmaktan da tamamen vazgeçemiyordu. Erkek olmak istemesinin en temel sebebi de erkeklerin istediklerini yapmak konusunda daha özgür olduğunu daha o yaşlarda fark etmesine dayanıyordu. Yaşadığı coğrafyayı seviyordu sevmesine ama uyum sağlamakla savaşmak arasında kalmak, uyum sağlayamadığı konularda eleştirilmek, savaştığı konularda kınanmak, bazen ne yaparsam yapayım olmuyor, yetemiyorum hissi bu coğrafyada her kadının yaşadığı sorunlardı. Melek biliyordu ki dünyanın her yerinde öyle ya da böyle, belki farklı yönlerden bir sürü kadınla aynı hisleri paylaşıyordu. Günün birinde bu düzenin bozulup yeni bir düzen yaratılacağına ve bu sürece kendisinin de katkı sağlayacağına duyduğu inanç güçlü kalmasını sağlıyordu. Ancak şu an o düzene boyun eğdiği için yapılan düğününe odaklanması gerekiyordu, zira pasta kesimi zamanı gelmişti. Bir düğünde yapılan en saçma ikinci şeyin pasta kesim töreni olduğunu düşünüyordu Melek. Birinci sırada ise kesinlikle para serpme gösterisi vardı. Parayı yerde buluyorlarmış gibi havalara atmak, çok çok saçmaydı. Aslında düğünleri olduğu gibi saçma bulan biri olduğundan bu listenin üçüncü, dördüncü, beşinci diye uzayan bir sürü maddesi vardı ama ilk ikisi kesinlikle bunlardı. "Ama ben çikolatalı severim pastayı. Bu hiç olmadı." Diye dalga geçti Yiğit, beyaz üstüne pembe kreması olan beş katlı pastayı kaşıyla göstererek. Melek de aynı alaylı tavırla cevap verdi. "Etrafına baksana bir... Ne sevdiğin gibi de pastadan medet umuyorsun? Gelini bile sevmiyorsun, hala pasta diyorsun Yiğit..." Melek'in alayla kurduğu cümle Yiğit'i güldürmedi. Yüz ifadesi dümdüz bir hal alırken gözlerini kırpıştırdı. Yanında bir gelin vardı, insanlar oynuyordu, damat bizzat kendisiydi ve hatta bu sabah bir imam gelip nikâhlarını bile kıymıştı. Önünde beş katlı bir pasta, yanında ise elinde kılıçla onları bekleyen bir garson vardı ama Melek söyleyene kadar aslında farkında değildi bir düğünde, kendi düğününde olduğunun... Bir oyun oynuyor olabilirlerdi ama tüm bu yaşananlar gerçekti. Diğerlerinin mutluluğu, çabası, heyecanı gerçekti. İlk kez o an fark etti kalkıştıkları oyunun ne kadar ciddi ve boylarından büyük olduğunu. Yarın bir gün baş başa kaldıklarında neler olurdu bilmiyorlardı. Kavga etseler, kötü sözler geçse bu kavgalarda, birbirlerini bir şekilde incitseler hatta... Yüz yüze bakmak zorunda kalacaklardı. Birinden biri hastalansa diğerine güvenmekten başka şansı olmayacaktı... Pasta kesimi yapılırken aklından bu tarz sorular geçip durdu. Saçma bir şekle girmeden birbirlerine sırayla pastayı yedirirlerken muhtemelen iç içe geçmedikleri için salondakilerin bir kısmı hayal kırıklığına uğramış olmalıydı ki ahlayıp vahlıyorlardı. Daha sonra tekrar oyunlar oynandı, halaylar çekildi ve nikâh memurunun geldiği haberiyle gelin ve damat yeniden masasına alındı. İkisi de bitse de gitsek modundaydı. Ta ki nikâh memuru onlara 'Karı koca olmayı kabul ediyor musunuz?' diye sorana kadar.
🍇🍇🍇🍇🍇🍇🍇 |
0% |