Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BELGİN | Bir Ömür Serisi - II

@buselikmakami

Bu hikaye "Mahalle Serisi " kitaplarımda sıklıkla yer alan, "Banu ve Hava" adlı hikayelerimde kendisine yer, konu verdiğim, hikayelerin kurgusu sebebiyle ölmesi gereken "Belgin " karakterinin hikayesi hakkında yazılmıştır.

 

Kitap, tek bölümden oluşmaktadır.

 

*

 

Belgin Çelebi Dinçer: Charlize Theron

 

Nevzat Dinçer: Kıvanç Tatlıtuğ

 

*

 

Bir Sevda Çiçeğine,

 

Gözler o çiçeği gördüğünde mest olur derlerdi de inanmazdı Nevzat.

 

Ta ki, o güne kadar. Kaderin onu Belgin ile aynı kalandar gecesine denk düşürene kadar. Ne garipti hayat, asla demediği ve senelerce kimi seveceğini düşünüp durduğu kadının ona tuzlu poğaçasını uzattığında anlaması çok uzun sürmemişti.

 

O gözleri...

 

Eline tutuşturduğu poğaçaya baktı usulca Nevzat, ardından güçlükle tebessüm edebildi.

 

Uyuşmuş gibi hissediyordu... bütün bedeni, kilitlenmiş gibiydi.

 

Aşk, böyle bir hissiyat mıydı?

 

Kimdi o kadın?

 

O mavi gözlerin sahibi?

 

Buralarda görmediğinden emindi... buralı olmadığından emin olduğu gibi hem de. Bakışlarını yavaşça, arkadaşına doğru çevirdi.

 

Elindeki poğaçadan ısırık alırken, kalbinde oluşan hızın sebebi miydi bu kadın?

 

"Vallahi şaşayrum gardaşum!"

 

İsmet, Nevzat'ın eline verilen poğaçadan ısırık almasına şaşkınlıkla bakındı. Arkadaşı öldürse buradan bir kadının eline değmiş bir şeyi ağzına sokmazdı.

 

"Ne geveleysun o ağzunda!"

 

"Bakayrum götüriysın?"

 

Nevzat, sadece bir ısırık kalmış olan poğaçaya baktı dalgınca.

 

"Acuktuk da!" dedi sinirle, "

 

Zevzek zevzek konuşup da benum canumu sıkma İsmet!"

 

"Ula ne dedum da celallendun ha şindi?"

 

"İsmet!"

 

Parmaklarının arasındaki poğaçayı boğazından aşağı indirip bakışlarını ona bu poğaçayı veren kadına doğru çevirdi.

 

O gözleri tekrar görmeliydi.

 

O gözleri ona değmeliydi.

 

"Hocanun kizudur..." diyen İsmet'e doğru döndürdü bedenini Nevzat, işin doğrusu bu herifin boş boğazlığına katlanacak değildi ama söylediği ile dikkatini çekebilmişti.

 

"Hangi hocanun?"

 

"Ula hangi hoca olacak da! Mektebun!"

 

Kaşları havalanıp bakışlarını ateşin hemen karşısında oturan kıza doğru çevirdi.

 

"Bir sene olaca geldular haburaya..."

 

"Olmuş baya..."

 

"Hee baya oldi, kizun talipleri de vardu..."

 

Kaşları havalanan Nevzat, sabır çekip gözlerini tekrar o mavilere çevirdiğinde kızla göz göze geldi.

 

Pür dikkat kızı izliyordu şimdi.

 

"Yavaş da Nevzatum... herkes anlayacak şindı..."

 

"İsmet... dua et bugün iyi günümdeyim oğlum..."

 

"Eyi eyi... baya eyi günundasun bellu! Git da konuş kizla, olmaz boyle..."

 

"Ula!" dedi Nevzat hırsla, bakışları arkadaşlarına döndüğünde hepsinin yüzünde eğlenen ifadeyi gördüğünde sinirle soludu.

 

"Az daha bağur da kiz haburaya gelsun..."

 

"Kenan!"

 

"Gardaşum olmaz oyle... bak Neruman da oradadu... ben birazdan yukari gideceğum, derum istersan Nerumana getirur kizi?"

 

"Allah'ım ben ne günah işledim yarabbim!"

 

"Konuşma da!" dedi İsmet gülerken, "Seni habu halde gormek için ne gadardur bekleyruk biley misun sen?"

 

Bakışları kıza doğru döndüğünde arkadaşlarıyla konuştuğunu gördü, sebepsizce kızı dikkatle izlemeye başladı.

 

Sarı saçları, geceye inat bir ışık gibi parıldıyordu.

 

O gözleri...

 

Mükemmel mavinin tonu gözleri, buradan bile 'ben buradayım' diyordu.

 

Üzerine giydiği çiçekli basma elbisesi ile, duruşu ile buralı olmadığını o kadar belli etmişti ki Nevzat'ın dikkatini çekmemesi içten bile değildi Belgin'in.

 

*

 

O günden sonra, Kenan dediğini yapmış her Neriman ile buluşmalarına Belgin'i de yanlarında getirmesini söylemişti Neriman'a.

 

Bu olaydan kuşkusuz en mutlu olan Neriman'dı.

 

Evden, Belgin ile buluşmak için çıktığını söylediği ailesine artık yalan söylememiş olduğunu düşünüyordu. Sonuçta mahallede onları birlikte görenler oluyordu, yalan değildi.

 

Şimdi ise işler değişikti, bugün Belgin Nevzat ile buluşacaktı.

 

Öyle uzaktan uzağa bakmalar iki arkadaşa tak getirmişti.

 

"Sen delirdin mi Neriman!" dedi kalbindeki çarpmayla Belgin, "Ben ne diyeceğim adama! Ay bak geriliyorum ben..."

 

"İstanbul ağzı ile konuşma kız! Yavaş be anacım, normal konuşçan ne olcak hem..." dedi ima ile gülerken, "Siz bakışırken sorun yok ama..."

 

"Neriman!"

 

Bulundukları fındıklığın arkasında oluşan hareketlilik ile Belgin yerinde kıpırdandı heyecanla. Ne olacaktı şimdi?

 

"Geliyolar!"

 

"Fark ettim..."

 

Neriman ayağa kalkıp, hızla Kenan'ın yanına doğru adımladığında kollarının arasına girmişti bile Belgin yerinden doğrulurken.

 

"Nevzat'ım biz yukarıda çeşmenin orada oluruz, müsait olduğunuzda gelursunuz..."

 

Başıyla, Kenan'ı onaylayan adama kaydı bakışlarım.

 

Uzun boyuna, biçimli yüz hattına.

 

Ben... ne diyecektim ki?

 

"Az daha yürüyelim, ister misin?"

 

Kalın, erkeksi sesi kulaklarıma dolduğunda midemde bir kasılma oluştu anında. Kalbim yerinden çıkacak sandım.

 

Sadece başımı sallayabildim.

 

Fındıklıktan aşağı doğru ilerledik bir süre, ardından denize bakan tarafta ağacın dibinde durduk birlikte. Yavaşça diz çöküp oturduğunda elini uzattı nazikçe, elimi avuçlarının içine bırakıp tebessümle bakındım yüzüne.

 

Çok... yakışıklıydı.

 

Güzeldi!

 

Bir erkek nasıl güzel olabilirse, Nevzat o kadar güzeldi...

 

"Ben ne söyleyeceğimi bilmiyorum... Belgin."

 

Utançla bakışlarımı kaçırdım gözlerinden, kalbim o kadar hızlı atıyordu ki bunu anlatamazdım.

 

Gözleri, yüzüme doğru döndüğünde yanaklarıma kadar kızardığımı fark ettim. Ben... ne yapacaktım şimdi?

 

Aylardır gözlediğim adam, şimdi yanımda duruyordu... benimle buluşmuş, benimle konuşmaya çalışıyordu ve ben tek bir kelime edemiyordum.

 

"Bende..."

 

Yüzümü kaldırıp, gözlerine baktım.

 

"Günler, haftaları kovaladı, haftalar da ayları kovaladı o günden sonra Belgin."

 

"Hangi gün?"

 

Şaşkın bir şekilde bakındım yüzüne doğru.

 

"Kalandar." dedi keskin bir tonda, "Her sene gittiğim ama kimseden tek bir lokma ağzıma sürmediğim, bu sene o iri iri açtığın gözlerinle bana uzattığın o poğaçaya kadar..."

 

"Beğendin mi?"

 

O kadar uzun süre gözlerime baktı ki, tek bir kelime edemedim. Ne diyeceğimi kestiremedim... neden öyle bakıyordu bana?

 

"Beğendim..." dedi biçimli elini yüzüme doğru uzatıp saçımı kulağımın ardına sıkıştırırken, "Çok beğendim..."

 

Boğuk bir şekilde yüzüme bakıyordu... bu sefer, aşırı yakındık!

 

"Sevindim..."

 

"Ne zaman geldiniz buraya?"

 

İç geçirdim,

 

"İki sene kadar olacak... babamın tayini çıktı köydeki okula..."

 

Başını anladığını belirten şekilde hareket ettirip sorularına devam etti.

 

"Dağdaki mi?" dedi, "Yoksa yalıdaki mi?"

 

"Yalı?"

 

Gülüşü doldurdu oturduğumuz fındıklığı,

 

"Sahil... mezarlığın ilerisinde hani, yolun kenarındaki okul mu?"

 

"Evet... başka okul da var mıymış köyde?" dedim merakla, "Yalı mı diyorsunuz siz sahile?"

 

"İki senedir buradasın ama alışamamışsın..."

 

"Şimdi şimdi anlıyorum herkesi, sadece bazı kelimelerinizi çözemiyorum..."

 

"Çok normal, buralı değilsiniz... çok belli oluyor..."

 

Güldüm,

 

"Aslında, buralıymışız... babam aslen Vakfıkebirli, annem ise Ordulu..."

 

Yüzündeki şaşkınlığı şimdi onda görüyordum. Mavi gözleri, biçimli yüzü... o kadar şaşkın bakıyordu ki.

 

"Hiç gelmediniz mi memleketinize?"

 

"Hayır... yani babaannem ve dedem buradan göçmüşler zamanında Ankara'ya orada da yapamamışlar deniz yok diye, oradan da İzmir'e geçip kalmışlar..."

 

"Anladum..."

 

Güldüm sesli bir şekilde, benimle konuşurken kendisini tuttuğunu fark ediyordum ama onu bu kadar zorladığını bilmiyordum.

 

"Konuşurken kendini kasmana gerek yok Nevzat... ben seni anlayabilirim, içinden geldiği gibi konuş..."

 

Mavi gözleri heyecanla parıldadı,

 

"Bir daha söyler misin?"

 

"Neyi?" dedim şaşkınca,

 

"Adımı..." dedi hızla, "Adımı bir daha söyler misin?"

 

"Nevzat..."

 

*

 

O günden tam iki yıl geçmişti işte, biz Nevzat ile her gün buluşmaya, görüşmeye başlamıştık... henüz dile getirmemiştik kalbimizde olanları ama... ama ben biliyordum.

 

Nevzat, beni seviyordu.

 

Tıpkı benim onu sevdiğim gibi seviyordu.

 

Bugün... bugün gene kalandar vardı! Biz hep birlikte oraya gidecektik, tek farkla... geçen iki senede olduğu gibi ben gene Nevzat ile beraber gidecektim.

 

Bu sene ayrı bir istekle, istemişti benden bunu... bende seve seve kabul etmiştim.

 

Hatta... herkesten gizli bana verdiği elbiseyi giymemi istemişti. Çiçekli, çok güzel bir elbiseydi...

 

'Seni ilk gördüğüm günkü gibi olmanı istiyorum...'

 

Onu her gördüğümde, onunla her konuştuğumda kendimi sarhoş gibi hissediyordum. Ben... benim her anım onunla doluydu.

 

Geçen seneye kadar... askere gidene kadar...

 

Ne kadar canım acımıştı... çok acımıştı. Geleceği günleri beklemek... iple çekmek.

 

Haberim yokken gelmişti ama... gene bir kalandar gecesi yanımda durmuştu. Avucuma bir kağıt tutuşturup hızla yok olmuştu...

 

'Seneye...'

 

Ne demekti bu?

 

Anlamamıştım... bende zamana bırakmıştım.

 

Geçen, Kenan ve Neriman'ın düğününe gitmiştik... onların adına o kadar sevinmiştim ki! Birbirlerini o kadar güzel seviyorlardı ki ikisi de, onlara özenmekten başka hiçbir şey yapamıyordum...

 

Onların sayesinde... Nevzat'ı görebiliyordum ama belirsizlikte... bu belirsizlik kalbimi acıtıyordu. Nevzat...

 

O çok yakışıklıydı.

 

Çok fazla yakışıklıydı... benim dilimin tutulmasına sebep olacak cinsten bir yakışıklılığı vardı ve burada herkesin dilindeydi.

 

Herkesin göz bebeğiydi Nevzat.

 

Çok... çok güçlüydü.

 

Belindeki çakısı, her daim yanındaki dostları ve o kocaman bedeniyle... yanında süs bebeği gibi duruyordum.

 

Şimdi ise... aynadan kendime bakıyordum. Birazdan evden çıkacaktım, Nevzat ile beraber bu geceye gidecektik.

 

Ben... ben çok heyecanlıydım!

 

Üzerimde onun aldığı elbise, avucumda bir kağıt parçası ile beraber ne yapacağımı bilemiyordum.

 

*

 

Etrafa bıkkınca bakınıyordum, buradayken çok sıkılıyordum.

 

Herkes sevdiği ile buluşunca... biz böyle tek başımıza kalıyorduk.

 

Kocaman bir ateş vardı önümüzde ve biz Nevzat ile beraber kalakalmıştık burada... arada konuşuyorduk ama genelde dikkatle bana bakıyordu... sanki bir şey söylemek istiyor ama benden çekiniyor gibiydi.

 

"Sıkıldın mı?" dedi büyük bir ciddiyetle, "Eğer sıkıldıysan hemen kalkabiliriz..."

 

"Sıkılmadım desem yalan söylemiş olurum, öyle değil mi?"

 

"Yalan sana hiç yakışmaz Şuri..."

 

"O zaman kalkalım mı? Herkes de gitmeye başlamış zaten..."

 

Yüzümü inceledi uzun bir şekilde, dudaklarını yalayıp söze girdi hızla.

 

"Giderken... sana bir hediye verebilir miyim?" dedi çekinerek, "Benden, sana ait bir şey olsun istiyorum Belgin..."

 

Şaşırdım, bana ne verecekti ki?

 

"Bana hediye mi aldın?" dedim kalbim ağzımda atarken, "Tekrar?"

 

Bakışları koyulaşarak bütün bedenimi taradı, sesli soluklarını duydum saçlarımın arasında.

 

"Sol omuzuna toplar mısın?" dedi saçlarımın arasından. Elimle saçlarımı toplayıp, sol omzuma bıraktım. Ardından bir zincir hissettim boynumda.

 

Soğuk.

 

 

 

"O narin boynuna, ancak bu yakışırdı..."

 

Dudaklarını boynuma bastırdığında, bütün vücudum alev alev yanmaya başladı.

 

"Mor, tenine kazındı..."

 

"Nevzat..."

 

"Şuri..." dedi dudağını tekrar bastırırken, "Kalbimin en güzel sevda çiçeği..."

 

Eliyle elimi kavradı hızla, okşadı usulca.

 

"Yüreğime düştün bir ateş parçası gibi..."

 

"Nevzat..."

 

"Adım bir senin diline, bir senin yüreğine yakışıyor çiçeğim..." parmaklarıyla saçımı okşayıp, gülümseyerek bakındı yüzüme doğru.

 

"Benim yanıma en çok senin yakıştığın gibi..."

 

*

 

O günden sonra Nevzat ile görüşmelerimiz çok fazla hız kazanmıştı. Bulduğumuz her fırsatta buluşmaya başlamıştık.

 

Son buluşmamızda, bana aldığı bir kolyeyi verdi gene.

 

Bu seferki, yoncaydı.

 

Bana... çiçeğim diyordu.

 

Kalbindeki en güzel çiçek olduğumu söylüyordu. Kalbine hükmeden kadın olduğumdan bahsediyordu... hatta en büyük hayali de, ileride bana benzeyen bir kız çocuğuydu.

 

Adını bile şimdiden koymuştu.

 

Banu.

 

Kalbe hükmeden kadın demekti, Banu.

 

Tıpkı... benim Nevzat'ın kalbine hükmettiğim gibi adı Banu olacaktı.

 

*

 

Ama tabi, her şey tepetaklak oldu bir anda.

 

Nevzat, beni istemeye geleceği zaman... haber yollamıştı. İşler, istediğimiz gibi gitmemeye başlamıştı.

 

Onların bir düşmanı vardı.

 

Nevzat'ın adını dahi geçirmediği...

 

Sırf onlara zarar verebilmek için, Nevzat'ın canını acıtmak için benimle onu vuruyorlardı. Babamın tayini çıktı İstanbul'a seneler sonra.

 

Fatih'te küçük bir mahalleye...

 

Çemberlitaş'ın ara sokaklarından birine... siz deyin Sultanahmet, insanlar desin Kumkapı.

 

Küçük bir ilkokul vardı gene sahilde, kemer altında. Orada görev yapacakmış babam... buradaki varımızı, yoğumuzu satıp sadece adını bildiğimiz büyük şehre geldik.

 

Önce kira, ardından da iki katlı güzel bir ev aldı babam bize.

 

Sonra... Nevzat beni istemek için İstanbul'a geldi.

 

Bu nasıl denk gelişti bilmiyordum ama... Kenanlarla aynı mahalledeydik. Belki de hayatın bize uyguladığı en büyük kıyaktı bu.

 

Neriman'ı burada görmek bana çok iyi gelmişti...

 

Onlar iki sene evvel dönmüşlerdi İstanbul'a. Mustafa amcanın vefatından sonra...

 

Şimdi ise, bu küçük mahallede bir dükkan açacaktık kız kardeşimle. Kadın kuaförü olacaktık... babamın bizi yolladığı kurslar ve okuldaki eğitimimiz doğrultusunda ikimizin de bir mesleği vardı.

 

İşin doğrusu... okumayı seçmemiştik. Sadece bir mesleğimiz olsun diye kurslara gitmeyi tercih etmiştik.

 

Ve biz, onunla beraber bu mesleği yapacaktık.

 

Ah babam... bizim için neler yapmıştı!

 

"Canlarım, benim bu dünyadaki yaşam kaynağım sizlersiniz. Ben sizler için çabalıyorum, çalışıyorum. Kararlarınıza, isteklerinize hep saygım sonsuz ve öyle kalacak ama benim sizden istediğim bir şey var güzel kızlarım"

 

Oturduğum yerde dikleşip babama ciddiyetle bakmaya başladım, "Okumak istemediğinizi söylediniz fakat benim gönlüm sizin eliniz iş tutsun... bir mesleğiniz olsun, ben, anneniz gittikten sonra birilerine muhtaç olmayın istiyorum."

 

"Baba, lütfen! Bu konuşma benim sinirlerimi bozuyor!" sinirle söylenendim, sarı saçlarımı sinirle avuçlarımın arasına alıp sıkıştırdım.

 

Babama kızmıştım, çok fazla.

 

"Bu konuşmayı er ya da geç yapacaktım Belgin, biliyorsun babacığım. Ben öğretmenim. Öğretmen maaşı ile hepinize yettim Allah'a şükürler olsun ki. Yetmeye de devam ederim ama ben, benden sonra ne yapacaksınız diye düşünmekten duramam... siz de beni anlayın lütfen"

 

"Ben bu konuşmayı daha fazla dinlemek istemiyorum."

 

"Belgin, sözüm bitmedi babacığım! Buraya gel, nereye gidiyorsun..." babamın sözleri bitmeden evden hızla çıktım.

 

Aişe dolu dolu gözlerle kızlarına bakıyordu.

 

"Ferhat, sana yapmamanı söylemiştim neden dinlemiyorsun beni bir defa olsun?"

 

"Aişe! Bugüne kadar dinledim ne demek dinlemiyorsun beni... anla beni, hepiniz anlayın beni. Ben sizi düşünüyorum, hepinizi! Dönem çok kötü anlamıyor musunuz? Cüzzam kol geziyor, veba desen bütün ülkeyi talan ediyor. Allah korusun Aişe, ya bana bir şey olursa. Çocuklarım aç açıkta mı kalsın?"

 

"Bey deme öyle kurban olam, biz sensiz ne ederiz?"

 

Ferhat oturduğu yerden kalkıp Aişe'nin elini tuttu, yüzünden kızlarına asla eksik etmediği gülümsemesini karısına bahşetti.

 

"Ben bunun için bir şey düşündüm işte, olursa ölürsem, birimizden birimize bir şey olursa Aişe, çocuklar kalmasın ne yapacağız derdinde. Bir dükkan var mahallede, üstünde de bir ev var. Biliyorsun pazara giderken görmüştün öyle demiştin. Sahibi ölmüş, çocukları da bedbah, böyle ayyaşın teki gittim konuştum tek dertleri para, benimde Allah'a şükür birikmişim var... diyorum ki bir bakınsan, bende orayı tutsam üç katlı, giriş katı dükkan olur kızlara sana... iki kat da bize yuva olur ha Aişem? Bugüne kadar göçebe gibi yaşamışız bizimde kafamızı sokacak bir yerimiz olur, ne dersin?"

 

Aişe durgunlaşan bakışlarıyla Ferhat'a doğru döndü cevap verecek gibi oldu ama veremedi.

 

"Baba, olur... olsun baba, hem kursa da yazdırdın bizi. Gelecek ay bitiyor, diplomamı ne vereceklermiş bize ablamla. Kuaför salonlarında çalışıp açabilecekmişiz..."

 

Yüzüne yerleştirdiği eşsiz gülümsemesiyle baktı küçük kızına Ferhat.

 

"Tamam o zaman babasının canı, ben gideyim kahvehaneye de konuşayım Osman amcayla. O da haber verir diğerlerine..."

 

"İt kopuk değiller değil mi Ferhat, dadanmasınlar sonra kapımıza..."

 

"Korkma gönlümün sultanı, kimse size bir şey edemez bu mahallede. Evimiz olacak burada, burada yaşayacağız Allah izin verirse sonuna kadar..."

 

Mahalleden tanıştığımız Hacer ile beraber, bizim alt dükkanı ayarlamaya başladık... buraya da alışmaya çabaladık.

 

Nevzat, sırf benim yüzümden memleketini bırakıp İstanbul'a taşındı.

 

Babam...

 

Babam görüşmemize izin vermiyor diye de, karşıma çıkamıyordu sık sık... amcasında kalıyordu... öyle söylemişti.

 

Ama... ama Nevzat'ın bir amcası yoktu ki?

 

Kafam çok karışıyordu...

 

*

 

"Anne..."

 

Her zaman kendine güvenen, kimsenin kendisi hakkında konuşmasına müsaade etmeyen ben sessiz bir şekilde anneme sesleniyordum.

 

"Söyle annesinin kuzusu"

 

"Babamla ne zaman konuşacaksın, Nevzat buradaymış..." annem sıkıntıyla nefesini bıraktı,

 

"Ne zamandır burada Belgin?" dedi sıkıntılı bir tonda.

 

"Uzun süredir annem"

 

"Belgin, güzel kızım..." annem elimi tuttuğunda, gözlerim doldu anında.

 

"Anne, lütfen babamla konuş. Neden böyle yapıyor anlamıyorum..."

 

"Annem, güzelim... konuşurum konuşmasına da nasıl olacak güzel kızım. Sen söyle, anası babası olmaz bu iş demedi mi. Bizi yıllarca kaldığımız topraklardan kaçarcasına buralara gelmemize sebebiyet vermediler mi, ha annem de bana..."

 

Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında eteğimi buruşturdu parmaklarım, "Anne, çok seviyorum! Neden kimse bizim sevgimize inanmıyor..."

 

"Belgin, anneciğim!"

 

"Anne, lütfen... ben Nevzat olmadan yaşamak istemiyorum. Ben başkasıyla evlenmek istemiyorum annem ne olursun, ne olur babamla konuş. Babam Nevzat'ı sever, olmayan oğlu gibi sever hem de biliyorsun."

 

Hızla ablasının yanına gidip gözyaşlarını sildi Hava, "Anne..." dediğinde bakışları Hava'ya doğru döndü. Yüzüne buruk bir gülümseme yerleştirip, onayladı belli belirsiz bizi.

 

Benim saçlarımı okşarken bulunduğu yerde dikleştiğini gördüm. Annem ayağa kalkıp içeri doğru gittiğinde bakışları bana doğru kaydı.

 

"Hava! Duydun mu ablacığım, annem kabul etti!"

 

"Duydum abla!"

 

"Benim Nevzat'a haber vermem lazım... nasıl vereceğim, nerede kalıyor bilmiyorum..." bakışları kız kardeşine döndüğünde yüzüme yerleştirdiği o hınzır gülümsemenin ne anlama geldiğini anlamıştı bile.

 

"Hayır... hayır abla!"

 

"Hava, lütfen ablacım! Aflazla buluşup haber yollat Nevzat'a ne olursun, Kenanlar, Cevherler ulaşırlar ona... sen yaparsın, güveniyorum ben sana..."

 

*

 

Akşam Vakti

 

Evde hummalı bir hazırlık vardı. Annem, benim için en güzel hazırlığını yapıyordu.

 

Babam oturduğu yerde sessizce beklese de onun da içten içe buruk bir mutluluğu olduğunu biliyordum.

 

"Çok güzel oldun abla!"

 

"Gerçekten oldum mu Hava?"

 

 

 

Bakışlarımı üzerimde gezdirdim ve dudaklarımı yaladım anında.

 

"Çok güzel oldun!"

 

Yüzüme eşsiz bir gülümseme yerleştirdim hemen. Aynadan gördüğü, o tombul yanakları gülümsemekten al al olmuştu bile.

 

"Sende çok güzel olmuşsun!"

 

"Senin kadar değil..." dediğinde kapı sesiyle beraber birbirimize baktık. Elim ayağım birbirine dolanmıştı.

 

Heyecandan yerimde duramıyordum.

 

"Geldiler!"

 

"Geldiler abla!"

 

Adımlarımı kapıya doğru ilerletirken annemin kapıyı çoktan araladığını gördüm. Önden Neşe teyze ardından da tanımadığım birkaç yüz gördüm.

 

Sonra o tanıdık simaları gördü gözlerim. Şaşkınlıktan ne tepki vereceğimi bilemedim, burada olduklarını bile bilmiyordum.

 

Tuncay Dinçer ve Handan Dinçer.

 

Nevzat'ın anne ve babası.

 

Papatyaları kucağıma bırakan Nevzat'a tebessüm ettim.

 

"Çok güzel olmuşsun Şuri..."

 

"Nevzat!"

 

*

 

"Sebebi ziyaretimiz belli..." diyerek söze giren Tuncay Dinçer ile bakışlarımızı ona doğru çevirdik.

 

Nevzat, bir saniye olsun gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.

 

"Bizim çocuklar birbirlerini görmüşler ve sevmişler Ferhat'ım, gönül isterdi ki Trabzon'da memleketimizde anlı şanlı bir düğün yapalım ve kızın Belgin'i oğlumun evine gelin alayım... ama kader ya böyle olması gerekiyormuş."

 

"Doğru dedin Tuncay'ım... çok doğru dedin, bizim yuvamızdan buralara gelmemize sebep olanlar utansın biz değil"

 

"Allah'ın emri, peygamberin kavli ile; kızın Belgin'i oğluma istiyorum Ferhat."

 

Babamın bakışları kapı ağzında duran bana doğru kaydı. Nevzat ağabey başını kaldırıp önce babama ardından da sevgi dolu gözlerle bana baktı.

 

Ben... çekinerek de olsa babama gülümsediğimde, Nevzat'ın rahat bir şekilde nefesini verdiğini duydum.

 

"Kızım, kızındır Tuncay. Gözünden bir damla yaş akarsa oğluna bu dünyayı dar ederim"

 

*

 

Ferhat beyin lafından sonra herkes yavaşça ayaklanmış ve iki gencin parmaklarına yüzüklerini yerleştirmişti.

 

Kesilen söz kurdelesinden sonra herkes muhabbetlerine kaldığı yerden devam etmeye başladı. Bir iki saat geçti geçmedi, herkes evlerine gittikten sonra Neriman ve Kenan sayesinde bizde dışarıya çıkabilmiştik.

 

Babam bugünlük de olsa izin vermişti.

 

"Cevherim, sen nereye?"

 

Yüzüne yerleşen gülümseme ile baktı bize doğru.

 

"Nejla'yı göreceğim Kenan. Siz geçin, geliriz biz..."

 

"Cevher yorma kızı hamile hamile..." dedi Neriman hemen. Cevher olduğu yerde duraksasa da hareketlerini kesmeden devam etti yürümesine.

 

"Ben sizi bulurum, dert etmeyin... keyfinize bakın!"

 

"Nevzat, isterseniz ayrılabiliriz. Baş başa kalmak isterseniz anlarız." Dedi Kenan. Yanaklarıma inen utanç dalgasıyla ikisinin de suratına bakamadım.

 

"Çok iyi olur Kenan, Aflaz Hava da sana emanet kardeşim"

 

"Eyvallah Nevzat, gözüm gibi bakarım"

 

Kenanlar eve gidecekti, Nevzatla bende yaşayacağımız eve giderdik büyük ihtimalle.

 

*

 

Bahçeli, tek katlı bir gece kodundu.

 

Onunla yaşayacağı evdi burası.

 

Nevzat ve kendisinin evi olacaktı... hoş, Nevzat'ın olduğu her yer ona ev değil miydi zaten? O kadar çok seviyordu ki Nevzat'ı, keza Nevzat da Belgin'i seviyordu yoğun duygularla.

 

Sevmese, ailesini bile karşısına alabilir miydi?

 

Hepsine rest çekebilir miydi?

 

O... çiçeği olmadan yaşayamazdı ki!

 

"Bakıyorum da, suskunsunuz baya hanımefendi..."

 

Güldüm onun bu tepkisine,

 

"Nevzat... uğraşmaz mısın benimle?"

 

"Çiçeğimle uğraşmayacaksam, kiminle uğraşacağım ki?"

 

Saçlarımı omuzlarımda toplayıp, kokumu içine çekti.

 

"Belki de uğraşacağım bir küçük de lazım bu eve, ne dersin he Şuri?"

 

"Nevzat!"

 

Yanaklarıma kadar kızarmıştım... bu adamın bir sınırı yoktu! Asla olmamıştı, açık açık her düşündüğünü söyleyip, beni köşeye sıkıştırmakta üzerine yoktu!

 

"Utanma Şuri..."

 

Şuri...

 

Lazca da, can demek, yürek demekti.

 

Az buz öğreniyordum onunla bu kelimeleri... belli başlı ama çok değildi... öyle naif, öyle narin konuşuyordu ki ona baktığımda tekrar tekrar aşık oluyordum.

 

"Utandırma o zaman..."

 

"Yanaklarına al düşüyor, o beyaz tenine bir kırmızılık peyda oluyor... ben seni utandırmayayım da ne yapayım de bana Şuri?"

 

Öpücüğünü kondurup, kollarını karnımda topladı.

 

Yavaş yavaş okşadı karnımı.

 

"Karım, eşim... benim canım..."

 

"Nevzat..."

 

"Canı cehenneme sensiz Nevzat'ın bundan sonra... yapamam Şuri, sensiz nefes dahi alamam! O topraklara ayak basamam sensiz, katlanamam buna!"

 

Boğuk sesi, kulağımın tam ardındaydı.

 

"Çok seviyorum seni sarı adamım!"

 

"Sarı adamın senin için her yolu dener bilmiyor musun çiçeğim?"

 

Bedenimi kavrayıp, sert gövdesine yasladı.

 

Göğüslerim, onun kaslı gövdesinde can buldu adeta.

 

"Bunun için sana ne kadar teşekkür etsem az Nevzat..."

 

Yüzümü elleriyle kavrayıp, dudaklarını dudaklarımın üzerine bıraktı. İç geçirdim, yavaş öpücüğüne karşılık vermeye başladım usulca.

 

O öptükçe beni, can buldum.

 

Kollarımı kaldırıp, boynuna doladım.

 

Hızla kollarını belime sarıp, kendisine bastırdı. Evin salonunda sadece öpücük seslerimiz ve anın getirisiyle oluşan nefes sesleri doluydu.

 

Kendisini geriye çektiğinde koyu gözlerini gördüm.

 

"Şuri..." dedi boğuk tonda, "Ah Şuri!"

 

Cevap vermeme fırsat vermeden dudaklarını bastırdı tekrar dudaklarıma, hırsla öptü bu sefer dudaklarımı.

 

Dudaklarına doğru inlememi bastıramadım.

 

Tutamadım daha fazla kendimi.

 

Eli, belimden omuzuma doğru çıktı. Fermuarımı kavrayıp, aşağı doğru çekiştirdiğinde üzerimde duran kırmızı elbisem yere doğru süzüldü bedenimden.

 

Belki de hayatımda ilk defa korkmadım, tereddüt etmedim.

 

Kalbim onunken, düşünmek niyeydi ki?

 

Üzerimden sıyrılan elbiseyle beraber bacaklarımdan kavrayıp beni kucağına aldı. Dudaklarımdan çektiği dudaklarını boynuma, omuz oyuğuma bastırdı.

 

"Bu koku için canımı istesinler veririm çiçeğim..."

 

Odamıza geldiğimizde, beni yavaşça yatağımıza bıraktı.

 

"İstersen sadece uyuyalım çiçeğim..." dedi laciverte dönmüş gözleriyle, "Sana istemediğin hiçbir şeyi yapmam ben... yaşatmam dahi."

 

Dudaklarına uzanıp bu sefer ben atıldım, sonunu düşünmezcesine.

 

*

 

"Gayet düzgün gözüküyor ablacığım..."

 

Gülümsedim, o güzel iri mavi gözlerimi; Hava'nın gözleriyle kesişti.

 

"Olsun, düzgün ve temiz olsun Hava'm... ilmek ilmek işledim gelinliğimi, üzerimde taşıyacağım gün için sabırsızlanıyorum..."

 

Yanıma doğru ufak adımlarla ilerledi.

 

"Çok az kaldı ablam, şunun şurasında bir haftadan bile daha az zaman kaldı."

 

Heyecandan elleriyle yüzümü yellemeye başladım,

 

"Öyle söyleyince bir heyecanlandım..." gülümsedim, "Kaftanımı almaya gider miyiz beraber bugün?" dedim sorarcasına,

 

"Gideriz ablacığım! Sorman hata."

 

Rahat bir nefes verdim o sırada,

 

"Ne yapayım ablacım, annem bir yandan... bir yandan Neriman vallahi olmasalar ben ne yapardım bilmiyorum!"

 

Dalgın dalgın bakındım etrafa doğru,

 

"Abla... yapma böyle ne olursun!" dedi hüzünle Hava, "Sen böyle oldukça ben mutlu olamıyorum ki!"

 

Gözlerimi kapatıp, derin derin soluklandım.

 

"Kolay değil ablacım, hiç kolay değil hem de. Ben hiçbir şey yapmadım, yapmama rağmen istenmiyorum..."

 

Sert bir soluk bıraktım ardından,

 

"İstenmeme sebebimi de bilmiyorum... ben sadece Nevzat'ı sevdim, hiç kimseyi sevmediğim kadar sevdim hem de..."

 

Gelinliğine dalgın bir şekilde bakındı Belgin,

 

"Abla..." dedi Hava buruk bir tonda, "Lütfen üzme kendini..."

 

"Nasıl üzmeyeyim ablacığım? Sevdiğim adamın ailesi yok, ben bilmiyor muyum Nevzat'ın üzüldüğünü... içten içe yandığını ama elimden hiçbir şey gelmiyor."

 

Dudaklarını büzüp, sıkıntıyla soludu Hava ardından.

 

"Ablaa..." dedi ona bakmasını isteyerek, nitekim bu isteğini de geciktirmeden kız kardeşine doğru döndü Belgin anında, "Biz de evimizden, yurdumuzdan kovulduk... Trabzon'da geçmedi mi bizim senelerimiz... sırf o kadının husumetlileri var diye, bize de rahat vermediler diye evimizi, ocağımızı bırakıp bilmediğimiz kocaman bir şehre gelmedik mi?"

 

Başıyla ağır ağır onayladı onu Belgin hızla,

 

"Doğru... onların lanet olası hırsı yüzünden, babam evi bildiği yerden kaçarcasına buralara kadar geldi amaa..." dedi sözünü yutarak Hava, boğazından ağırca inen o yumruyu hissetmesem devam edemeyecektim derdim...

 

"Ama onlar kendi evlerinde durabiliyor, bizse bilmediğimiz bir yerde yaşam kurmaya çalışıyoruz..."

 

Dolan gözlerimle baktı Hava ablasına,

 

"Biz bunu hak etmemiştik... biz o kadının yaptığının bedellerine maruz kalmamalıydık abla, hele sen! Senin hiçbir suçun, günahın yoktu..."

 

Dalgın bir şekilde Hava'ya bakındı Belgin,

 

"Yoktu... hem de hiç yoktu Hava'm... Nevzat'ın da yoktu, canımın diğer parçası sırf beni seviyor diye annesinden uzakta, ailesine hasret bir şekilde kaldı..."

 

"Deme öyle abla... bir yolu bulunur..."

 

"Bulunmaz ablacığım..." gözümden akan bir damla yaşa kaydı Hava'nın bakışları,

 

"Benim Dinçer ailesi ile tek bağlantım Nevzat'ım... başkası değil..."

 

*

 

"Ablacığım... gel!" diyerek kız kardeşine kollarını uzatan Belgin'in yanına doğru adımladı Hava,

 

"Hoş geldin Hava." Diyen Nevzat'a tebessümle bakındı.

 

"Hoş buldum ağabey!" diyerek yanlarına oturdu.

 

"Neler yaptınız ablacığım?" diyen Belgin'e doğru döndü yüzündeki tebessümle,

 

"Dolaştık, piknik falan yaptık..." dedi gülümserken, "Siz neler yaptınız?"

 

Belgin'in gözleri heyecanla açıldı anında, dudaklarını ıslatıp bir Hava'ya bir de Nevzat'a doğru bakmaya başladı.

 

"Evimizi yerleştirdik..." dedim büyük bir heyecanla, bakışlarım Nevzat'a kaydığında elini tuttum sımsıkı.

 

Onların bu haline tebessümle bakındı ancak Hava.

 

"Hayırlı olsun ablacığım..."

 

İç geçirdi Belgin,

 

"Bir de doktora gittik, yeğenini kontrole."

 

Durdum Hava şok geçirmişçesine.

 

Dudakları aralanıp duruyordu Hava'nın ama kapanmıyordu.

 

Bakışlarını ellerinden çekip Belgin'in karnına doğru çevirdi. Belli olmayan, dümdüz olan karnı hiçbir şeyi göstermiyordu.

 

"Ne?" diyebildi Hava şaşkınca, "Nereye gittiniz?"

 

"Hava... biliyorum annemlere söylemezsin ama ben daha fazla saklamak istemedim... hamileyim ablacığım!"

 

İrileşen gözleriyle bir bana bir de karnıma bakınıyordu.

 

"Nesin?" dedi kekelerken, "Ben doğru mu duydum?"

 

Gülümseyerek onayladım hemen Hava'yı,

 

"Evet!" dedim hızla, "Hamileyim Hava! Burada bir bebeğim var, Nevzat ve benden bir parça var içimde!"

 

"Gerçekten mi?" dedi ayağa kalkıp yanına doğru ilerlerken, aynı hızla kendisinin de kolları Hava'nın boynuna dolandı.

 

"Gerçekten ablacığım..." dedim derin bir nefes alırken, "Daha çok küçük ama... iki aylık olmuş!" gözümden bir damla yaş aktı.

 

"Abla... neden ağlıyorsun?"

 

Hıçkırdım tam o sırada,

 

"Neden ağlayacağım Hava'm? Sizden sakladım bunu... belki de bir süre daha saklamaya devam edeceğim..."

 

"Olsun!" dedi Hava kollarını beline dolarken, "O iyi olsun da biz saklarız..."

 

İçeriye dolan adım sesleriyle gözlerim dolu dolu kimin geldiğine bakındım. Aflaz uzun boyu ve keskin bakışlarıyla bir bana bir de Hava'ma bakınıyordu.

 

"Kardeşim, hoş geldin."

 

Nevzat, Aflaz'a elini uzatıp tokalaştıklarında Aflaz bir saniye olsun bakışlarını Hava'nın üstünden çekmiyordu.

 

"Hoş bulduk kardeşim, bitti mi işiniz?" dedi otururken, "Bu gece de burada mısınız?"

 

"Az biraz işlerimiz kaldı, sanırım buradayız Aflaz... bakalım hayırlısı."

 

"Sizde kalsanıza ablacığım?" dedim Hava'ya doğru bakarken, "Üst katta odalar hazır bir burası kaldı..."

 

Hava'nın bakışları Aflaz'a doğru döndüğünde, dudaklarının kıvrıldığını gördüm.

 

"Olur Belgin..." dedi tok bir tonda, "Kalırız."

 

Gülümsemesi genişledi anında Belgin'in,

 

"Nevzat! Ben çok acıktım..." dedim bakışlarını Nevzat'a doğru sabitlerken, "Yemek mi yesek?"

 

"Yiyelim güzelim." Diyerek ayaklandı Nevzat hızla, "Biz Aflazla gider alır, geliriz o zaman bir şeyler."

 

"Ben geleyim, Aflaz burada Hava ile bekler bizi! Lütfen Nevzat..."

 

"Merak etmeyin evdeyiz, alıp gelin hemen." Diyen Aflazla gözlerimi belerttim.

 

"Yarım saate geliriz, siz dinlenmenize bakın."

 

*

 

Derin bir soluk çekip ciğerlerine, aynadan kendisine baktı ardından. Gülümsemesini yüzüne yerleştirdiğinde, gözlerinin dolduğunu hissetti.

 

Belgin, bugün yıllardır hayalini kurduğu ailesine kavuşuyordu.

 

Bu bir hafta, Hava ve Belgin için çok çetrefilliydi. Çünkü Belgin'in baş dönmeleri oldukça fazlaydı ve bunu anne, babalarına belli etmemeye çalışıyorlardı oldukça.

 

Annesine doğru kaydı bakışları, o güzelliği hala aynıydı. Gözleriyle aynı renk olan zümrüt yeşili bir elbise giymiş, Belgin'in tam karşısında bulunan berjerin üzerinde oturuyordu.

 

Yüzünden hüznü belli oluyordu; Aişe hanımın.

 

Adımlarını salona doğru ilerletip, babasıyla ablasına bakındı.

 

Ferhat bey, oldukça sessizdi.

 

Kız babasıydı, nasıl olacaktı ki?

 

Ferhat bey, kızı Hava'nın saçında bir öpücük kondurdu ardından, tam o sırada dışarıdan davul ve kemençe sesi doldurdu sokağı.

 

Nevzat Dinçer gelmişti.

 

Belgin'i, onlardan almaya... kendi ailesini kurmaya gelmişti.

 

Bir onlar vardı.

 

Kızının yanına adımladı Ferhat bey, yavaşça kaldırdı ilk göz ağrısını oturduğu yerden. Erkek evladı olmadığı için, kızına kırmızı kuşağı bağlayacak kimsesi yoktu.

 

Eline aldığı kuşağa, bir de kızına baktı.

 

"Belginim..." dedi sesi titrerken, "İlk göz ağrım, benim kalbimin bir parçası... sen beni baba ettin, beni adam ettin. Bana aile ne demek, ilk kucağıma aldığımda öğrettin. Anneni ilk gördüğüm gün dedim ki, ulan Ferhat... senin gibi öğretmene nasıl kız versinler?" güldü Ferhat bey,

 

"Verdi, deden gözü kapalı hiç düşünmeden verdi anneni bana... iki sene geçmedi, ikimizin yuvamıza sen geldin. Benim gözümden bile sakındığım, kalbimin sahibi olduğunu düşündüğüm kadından; sevdiğim kadından bir parça, bize ait olan bir bebek olarak dünyaya geldin. Allah'a şükürler olsun ki bugüne kadar ne kendine ne de bana bir yanlışın olmadı kızım..."

 

Gözünden akan bir damla yaşı sildi hızla Ferhat,

 

"Bundan sonra da olmasın kızım... aile demek, her şey demek. Aç mısınız? Beraber... tok musunuz? Beraber... annen yıllarca akşam yemeğine hep beni bekledi, ütümü eksik etmedi..." gözlerini kapatıp, kızının gözlerinin içerisine baktı,

 

"Hasta oldum, bana yeri geldi bir bebek gibi baktı. Hasta oldu, ona sana ve kardeşine nasıl baktıysam öyle baktım... ben siz ne istediyseniz, eksik etmeden yaptım... sizde böyle olun kızım. Birbirinize sevda olun, arkadaş olun, dost olun; yoldaş olun. Evinize, hanenize asla yalan sokmayın, başkasını aile ilişkilerinize dahil etmeyin... siz siz olun evladım, size zarar verecek her türlü kötülükten uzak durun..."

 

Dudaklarını kızının alnına değdirdi Ferhat,

 

"Sen bana Allah'ın üç emanetinden birisin yavrum, ben emanetimi gözüm kapalı Nevzat oğluma emanet ediyorum... bundan sonra, önce Rabbime sonra da seni emanet ettiğim o genç delikanlıya emanetsin... yolun da, bahtın da güzelliğin kadar açık olsun evladım."

 

Elindeki kuşağı cebine yerleştirip, eşi Aişe'nin avuçlarının arasında tuttuğu kırmızı işlemeli duvağı eline alıp, kızının yüzünü kapattı.

 

"Rahmetli dedenin anneni alırken, bana söylediği bir söz vardı... bu cebime koyduğum kuşak; bana dedenden yadigar. 'Ben sana kızımı veriyorum, hediye değil... ben evladıma güveniyorum, o kuşak beline dolanmayacak... çünkü bilirim ki evladım, o kuşak gün gelir; boynuna dolanacak...' demişti... bende sana aynısını söylüyorum göz bebeğim, ben Nevzat'a hediye değil, eş veriyorum... yolun açık olsun kızım."

 

*

 

Hava, bugünlerde sık sık ablasının yanına doğru gidiyordu. Hamileliği ilerlemiş, doğuma kısa bir zaman kalmıştı.

 

Ablasını yalnız bırakmak istemiyordu...

 

Evin kapısına geldiğinde yavaşça kapıyı tıklatıp beklemeye başladı, aralanan kapının ardından sarı saçlarını görüp gülümsedi.

 

"Hoş geldin ablam!"

 

İçeriye girip kapıyı kapatma sesiyle beraber etrafa bakındı Hava.

 

"Nevzat ağabey yok mu?"

 

Başını olumsuz bir şekilde oynattı Belgin,

 

"Hayır... Aflaz bugün erken çıkacakmış o da geç gelirim dedi. İyi ki geldin bende sıkılıyordum..."

 

"Neden aramadın abla?"

 

Omuz silkti hızla Belgin,

 

"Çok da önemli değildi..."

 

Sıkıntıyla soludu Hava. Salona doğru ilerleyip kendini bıraktı, televizyonda dönen Dikenli Yol filmine kaydırdı bakışlarını.

 

"Hadi hadi söyle..." dedi Belgin önüme çayı bırakırken, "Sen böyle daldığına göre, bir şey söylemek için çekiniyorsun."

 

Gözlerinin içine uzunca baktı Belgin'in. Tepkisinden çok korkuyordu çünkü... o ablasıyla böyle şeyleri konuşmazdı çünkü.

 

"Korkuyorum... kızarsınız diye."

 

"Neden kızayım ablacım?" dedim yanına gelip elini tutarken, "Hadi söyle..."

 

Dudaklarını dişleyip, cebine koyduğu çubuğu kendisine doğru uzattı.

 

Şaşkınca bir Hava'ya bir de teste baktı bir süre Belgin.

 

"Sen..." dedim şokla, bakışları karnına kaydı.

 

"Sen hamile misin Hava?"

 

Şaşkındı.

 

Nasıl olmasındı...

 

"Kızdın mı..." dedi Hava, bakışlarını Belgin'in gözlerinden kaçırırken, "Doğru söyle bana... seni utandırdım mı?"

 

Utandırmak.

 

Hava neyden bahsediyordu?

 

"Utandırmak mı?" dedi Belgin şaşkın bir tınıda, "Ablam, ben sadece şaşırdım... senden neden utanayım ben?"

 

Oturduğu yerden aniden kalkıp kardeşinin elini tuttu hızla Belgin.

 

"Bende evlenmeden hamile kaldım... bende sevdiğim adamla birlikte oldum, bunu sana geç de olsa söyledim... bu utanmak değil ki Hava'm, bu çekince."

 

"Ağlama ablacığım... ben buradayım, sadece şaşırdım. Hiç beklemiyordum böyle bir şey söyleyeceğini... hiç düşünmemiştim de." dedi yumuşacık bir tınıda, "Böyle şeyleri konuşmayı sevmem, biliyorsun. İki insanın özeli, onlara aittir... hata bende, sormam gerekiyordu ama soramadım işte."

 

Burukça tebessüm etti Hava o anda,

 

"Nasıl hissediyorsun?" dedi Belgin büyük bir merakla, "Ben ilk hamile olduğumu öğrendiğimde kalbim ağzımda atmıştı."

 

"Bilmiyorum ki..." dedi heyecanla Hava,

 

"Yani doğru düzgün ne hissettiğimi bilemiyorum abla..."

 

"Ayyy! Bendeki de soru sana ya... nasıl bileceksin ki, bende bilmiyordum..."

 

"Eee, Aflaz'a söyledin mi?" dedi büyük bir heyecanla, "Ayy çok sevindim Hava!"

 

Kolunun altına doğru çekti ve hızla sarıldı kız kardeşine.

 

"Ne güzel birbirleri ile kardeş olacaklar!" dedi heyecanla, "Dur ben Nevzat'ı arayayım ev telefonundan da gelirken Aflaz'ı da alsın..."

 

Gülümsedi Hava onun bu heyecanına.

 

"Olur abla... gelsin!"

 

Dudakları hınzır bir şekilde yukarı doğru kıvrıldı Belgin'in.

 

"Seni zilli!" dedi yanağımı sıkarken, "Yere bakan yürek yakan! Hiç de ablasına bir şey çaktırmıyor!"

 

Yanaklarım yandı anında,

 

"Abla!" dedi hafif sitemle, "Yapma şöyle..."

 

"Ay, utanırmış da..."

 

*

 

O günden sonra, zaman Belgin ve Nevzat için su gibi akıp geçmişti, ta ki; o güne kadar.

 

Belgin, her zaman olduğu gibi evde, Nevzat'ın gelmesini bekliyordu... yemekleri hazırlamış, bebeğinin odasını düzenlemiş ve doğum çantasını kapının girişine koymuştu.

 

Çalan kapıyla beraber, yerinden doğrulup yavaşça kapıya doğru ilerledi Belgin. Eli karnında, bebeği ile konuşuyordu.

 

"Bugün bayağı hareketliyiz anneciğim..." dedi gülümserken, "Babamız da erken geldi, sanırım bizi özledi..."

 

Kapıya vardığında, araladığı kapının ardında görmeyi beklemediği bir kişi vardı.

 

Kayınpederi.

 

Tuncay Dinçer.

 

"Tuncay baba?" dedi büyük bir şaşkınlıkla Belgin, "Hoş geldin!"

 

Tuncay, ayak ucundan yüzüne kadar taradı karşısında karnı burnunda kadını. İçeri doğru adımlayıp, kapıyı ardında kapattı.

 

"Nevzat henüz gelmedi... bana da geleceğinizi söylemedi..."

 

"Haberi yok, Belgin."

 

Buz gibi bir ses tonuyla konuşmaya başladı Tuncay anında, Belgin'in kaşları çatıldı bu ses tonuna.

 

"Bir sorun mu var Tuncay baba?"

 

"Büyük bir sorun var Belgin..." dedi elini kaldırıp karnını gösterirken, "O da şu an karnında..."

 

Büyük bir korku kapladı Belgin'i anında,

 

"Tuncay baba, neden böyle konuşuyorsun?" dedi korkuyla, sesi titriyordu.

 

"Ben böyle olsun istemedim gelinim... ben, sadece karım ve çocuklarımla mutlu olmak istedim..."

 

"Sizi anlamıyorum..." dedi Belgin karnını kavrayıp, sımsıkı tutup geriye doğru adımlarken, "Beni korkutuyorsunuz Tuncay baba..."

 

Tuncay, bir saniye bile tereddüt etmedi.

 

Kemerinin kabzasına koyduğu silahını çekip, Belgin'e doğrulttu. Belgin'in kaçmaya fırsatı dahi olmadı.

 

Yere yığıldığında, gözünden yaş süzülüyordu genç kızın.

 

Avucuna, bir kağıt tutuşturdu Tuncay, ardından evden çıktı.

 

Nevzat'ın gelmesine de... çok kısa bir zaman kalmıştı. Keza, öyle de olmuştu... Nevzat, baba bildiği adamın geldiğini duyduğunda eve hızla gitmek için canını dişine takmıştı.

 

Çünkü, biliyordu.

 

Canlarını yakan adam, baba bildiği, onu büyüten adamdan başkası dahi değildi.

 

Kendi öz kızına acımayan, ona nasıl acıyacaktı ki?

 

Eve geldiğinde, kapıyı belki de ilk defa açan olmadı Nevzat'a. Korkuyla anahtarını çıkarıp, içeriye girdiğinde gördü çiçeğini kanlar içinde yerde.

 

Ona nasıl yaklaştı, nasıl kollarının arasına aldı... evin içerisine giren arkadaşlarını ne zaman geldi, ambulans hangi ara geldi bilmiyordu.

 

Tek bildiği, tek söylediği "Onu öldüreceğim" lafından başkası değildi.

 

Çiçeği...

 

Kalbinde özenle büyüttüğü çiçeğini vurmuşlardı.

 

"Kızım!" dedi korkuyla Ferhat bey,

 

Hızlı adımlarla Belgin'in, kızının evine doğru ilerledik. Önümüzde duran polislerin "Durun, giremezsiniz..." sözleri bile etkilememişti onları.

 

Yerde, dizlerinin üzerinde yatan, salonun ortasında uzanan bedenini tutuyordu Nevzat karısının.

 

Ferhat bey hızla Nevzat'ın yanına gitti.

 

Bakışlarımı doktora çevirdim.

 

"Ne oldu?" dedi kalbim ağzında atarken Hava,

 

"O... o benim ablam!"

 

"Lütfen, beyefendiyi de alın kalkın. Hastaya müdahale etmemiz gerekiyor, işimi geciktiriyorsunuz."

 

"Belgin..." dedi Nevzat yıkık bir şekilde,

 

"Lütfen, lütfen yalvarırım sana Belgin..."

 

Gözlerini sımsıkı yumup, kapıdan giren Kenan'ın çekmesiyle bedenini koltuğa yasladı Nevzat.

 

Dizlerinin üzerinde izledi olanı biteni.

 

"En yakın hastaneye gidiyoruz, sedyeyi hemen getirin." dedi erkek olan doktor, "Kurşun girişi kalbin üç santim altında, çıkış gözükmüyor."

 

Kurşun.

 

Gözlerimi yumdum sımsıkı.

 

Benim çiçeğim vurulmuştu.

 

"Cevher..." dedi Hava ellerini sıkarken, "Ne oldu?"

 

"Bilmiyorum Hava." dedi kısıkça, "İnan bilmiyorum, Nevzat eve doğru hızla koştuğunda peşinden gittim. Bir terslik olduğunu anlamıştım ama geldiğimizde olan olmuştu. Kapı açıktı ve Belgin vurulmuştu."

 

Gözlerimi sımsıkı yumdu Hava.

 

"Kim?" dedi kalbim yanarken, "Kim vurdu? Kimse görmedi mi mahallede Cevher!"

 

"Bilmiyorum, henüz bilmiyorum... ama sorarım Hava, merak etme."

 

"Abi?" dedi gözlerinden yaşlar akarken, "Ne oldu?"

 

Yere sabitlediği bakışlarını bana doğru kaldırdı.

 

Gözleri kan çanağına dönmüştü.

 

O ablamın aşık olduğu mavi gözleri, solmuştu.

 

"Vurmuşlar benim çiçeğimi."

 

"Benim bakmaya doyamadığım bahar kokuluma kıymışlar Hava..."

 

"Kim yaptı?" dedi Hava sesi titrerken, "Sen biliyorsun Nevzat abi... sen koşmuşsun ilk, kim yaptı?"

 

Gözlerinde şimşek çaktığını gördü Hava, Nevzat'ın.

 

O gözlerinde asla göremeyeceğim bir gerçeklikle karşılaştı.

 

"Öldüreceğim." dedi donuk bir tonda, "Benim soluğumu kesenin, nefesini keseceğim."

 

"Abi..." dedi içine çektiği son nefesle, "Lütfen toparla kendini... bir şey olmayacak!"

 

"Olmayacak... benim çiçeğim içeriden çıkacak ve ben bize bunu yaşatanların hesabını soracağım. Er ya da geç. Bunu yapacağım Hava."

 

*

 

"Kızım nasıl?"

 

"Karım?" dedi eniştem hızla, "Karım nasıl?"

 

Kapı tekrar aralandı.

 

İçeriden, kapalı bir cam fanusuna konmuş bir bebek hemşire ile beraber çıktı.

 

"Ameliyat çok zor geçti, Belgin hanımın hamileliği tehlikeye girmesin diye bebeği almak durumunda kaldık ve gelişimi için de kuvöze yerleştirdik."

 

Sıkıntıyla soludu Ferhat ve Nevzat.

 

"Kızım nasıl?" dedi burukça Ferhat, "Vurul...du dediler."

 

Doktor duraksadı.

 

Onun bu sessizliği kalbimi yaktı.

 

"Kurşun girişi mevcuttu doğru... fakat biz kurşunu çıkaramadık."

 

"Belgin hanımı yoğun bakıma alıp, en geç 48 saat içerisinde kendisini tekrar ameliyata alacağız. Tekrar geçmiş olsun..."

 

*

 

O gün, Nevzat'ın ölüm günüydü.

 

O gün, bir kız çocuğunun hayatının dönüm günüydü.

 

Nevzat...

 

O gün baba olmuştu.

 

Nevzat...

 

O gün, yara olmuştu.

 

Elleriyle gömmüştü toprağın altına sevdasını, onunla birlikte de ruhunu bırakmıştı. Oysa... oysa bir kızı olmuştu Nevzat'ın, henüz kucağına dahi alamadığı.

 

Bakmaya, koklamaya korktuğu.

 

Çiçeğinin, çiçeği olmuştu.

 

Hayali gibi... ona benzeyen her bir zerresi gibi.

 

Kalbe hükmeden kadınının, emanetiydi Banu.

 

"Abi..."

 

Bakışlarını kaldırıp tereddüt ile Hava'ya bakındı Nevzat.

 

Daha kızını kucağına alamamıştı... almamıştı.

 

"Al abi... seni istiyor."

 

 

"Hava..." dedi ne yapacağını bilemez bir şekilde, "Ben yapamam Hava... alamam, tutamam..."

 

Onu dinlemeyip Banu'yu kollarına bıraktı hızla Hava.

 

 

 

*

 

Son fotoğraftı bu, belki de ilk ve tekti.

 

Kırk gün geçti, geçmedi.

 

Tuncay... Nevzat'a da acımadı.

 

O, bu hikayenin en acımasız adamıydı. Onu sevmeyen kadını elde etmek için her yolu deneyen, sevdiği kadının; sevdiği adamdan olan çocuklarını birer birer öldürüp, ona mahkum kılan bir adamdı Tuncay.

 

Kalem, düştü elimden.

 

Harfler, kelime bile olamadı.

 

Siz, bu hikayeyi okudunuz... bu kitabın kapağını kapattınız belki, onlar ise bu dünyaya belki de daha açamayacakları gözlerini bıraktılar.

 

Sözlerini, hislerini.

 

Oysa, Nevzat'ın canını zaten Belgin'i öldürdüklerinde almamışlar mıydı? Onun kalbindeki en güzel çiçeği alarak, onu o güzelliklerden mahrum bırakmamışlar mıydı?

 

Şimdi, onlarla çıktığım bu yolda kapattığım gözlerimi, satırlarımı, onları sonsuzluğa uğurlayarak yumuyorum ebediyen.

 

Bilir misiniz, Kürtçede bir söz var, birbirine kavuşamayan insanların kullandığı bir sözdür bu...

 

"Heta mırin be eze di dile xwe de ji hez bîkim..."

 

Ölüm gelene kadar yüreğimde seni seveceğim.

 

"Ve mırina şer dile te"

 

Sevdiğinin kalbine gömülmek.

 

Nevzat, Belgin'e gömüldü ebediyen.

 

Çiçek bahçeleri, onların mezarının üzerindeydi artık... belki bu dünyada değildi hikayeleri ama ebediyette onlar birlikteydi artık...

 

*

 

Yayım Tarihi: 28.02.2022

 

Bana ulaşabileceğiniz Instagram hesabı: kizilinblogu

 

*

 

· Handan Sarı / Orhan Kılıç Çocukları

 

1. Nevzat

 

2. Murat

 

3. Pamuk

 

4. Hatice

 

· Handan Sarı Dinçer / Tuncay Dinçer ile evli

 

· Turgut Dinçer (Tuncay Dinçer, babası) Orhan Kılıç intikam için öldürüyor.

 

· Handan Sarı ( Murat Sarı, babası)

 

· Hatice Saral ( Meftun Saral'ın eşi, Azra'nın annesi. Öldürülüyor Tuncay yüzünden On dokuz yaşında. 1 Senelik evli.)

Loading...
0%