Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Tanışma

@buseninopucugu

Yazarın Gözünden

Bu hayatta yaşadığınız, hissettiğiniz acı neydi? Yaşamayı istemediğiniz, duymak istemediğiniz kelime neydi? Kimi insan bu hayatta hiçbir şey beni yıkamaz der. Ben dayanıklıyım yıkılmam. Kimisi de duygusal olduğunu ve güçsüz yanları olduğunun farkındadır.

Sema tam altı aylık hamileydi. Üç ay sonra anne olacaktı. Bu hayatta en büyük hayali sevdiği adam ile mutlu bir yuvada yaşamaktı. Ancak Sema asker yareniydi o yüzden hayatı kaygı ve endişelerle doluydu. Sema iki gün önce eşi Mehmet ile konuşmuştu. Mehmet operasyonun bittiğini ve yakında evine döneceğini söylemişti.

Sema mutfakta Mehmet’in sevdiği yemekleri yaparken birden kapı çaldı. Sema’nın kalbi hızla atmaya başladı, sonunda kavuşacaktı sevdiği adama. Koşarak kapıya gitti ancak kapıda sevdiği adam yerine komutan vardı. Sema’nın yüzü düşmüştü, etrafa bakmıştı ancak eşini görememişti. Boğazına bir yumru oturmuş ve nefes almasını zorlaştırmıştı. Güç almak için elini karnına götürmüştü, kızını hissetmek daha çok acı vermişti.

Sema tekrar sokağa baktığında kapının önündeki ambulansı gördü. Sema anlamıştı ama kendine konduramamıştı. Komutana baktı. “Vatan Sağ olsun.” Sema duyduklarına anlam veremedi. Gökleri inletecek bir ağıt koptu dudaklarından. Etraftan geçen insanlar acıyan gözlerle baktı Sema’ya. Komşuları ‘Dul başına ne yapacak?’ diye düşündü. ‘O çocuk nasıl büyüyecek?’ Sema kendini kaybedip bayılmıştı, tek isteği sevdiği adamın yanına gitmekti.

Sema kendine geldiğinde kâbustan uyanmış olmayı diledi. Fakat başında ağlayan annesini ve kayın validesini görünce kalbinde büyük bir acı hissetti. Mehmet’in çiçek açtırdığı yüreğinin taşlaştığını hissetti. Bu acıyla nasıl yaşayacaktı? Nasıl uyuşacaktı bu acı? Sema biliyordu ki zaman unutturmuyor sadece uyuşturuyordu. Sevdiği adamın yokluğuna alışmak istemiyordu.

Sevdiği adamın sesini unutmak da istemiyordu. Kısacası Sema, Mehmet’in olmadığı bir hayatı yaşamak istemiyordu. Şimdiden nefret etmişti ona acıyan gözlerle bakılmasından. Etraftaki bütün renkli nesneler soluklaşmıştı sanki. Sema’yı sevdiği adama son kez veda etmesi için mezarlığa götürüyorlardı. Fakat bilmiyorlardı Mehmet ile Sema’nın da cenazesi kaldırılacaktı bugün. Mezarlığa geldiklerinde Sema kalabalığı gördüğünde mutlu olmuştu, unutmamışlardı Mehmet’i.

Yalnız değildi sevdiği adam. Sema’yı sandalyeye oturttuktan sonra yanlarına kadın askerler geldi. Destek olmak için… Cenaze arabası gelir, adım adım yaklaşırsın ayrılığa. “Cenaze al!” Sevdiğini kanlı canlı, ayakta görmek istersin ama artık çok geçtir. Dört meslektaşının omzunda gelir sevdiğin adam. Son kez tabutuna sarılman için musalla taşına koyarlar tabutu. Sema yavaş adımlarla sevdiği adamın yanına gidiyordu. Bacakları taşımıyordu sanki Sema’yı. Daha önce yürürken bacaklarının bu denli titrediğini hatırlamıyordu.

Sema en sonunda şanlı Türk Bayrağına sarılmış tabuta geldiğinde, tabuta sarılıp ağlamaya başladı. Askerler bu manzara karşısında ağlamamak için çaba sarf etti. Ciğerleri yansa da dik ve güçlü durmak zorundalardı. Sema doya doya veda edemeden kollarından tutup, sevdiği adamdan uzaklaştırmışlardı. Cenaze namazından sonra sevdiğini uğurladı son yolculuğuna. Bembeyaz havada tek renk sevdiğinin al bayraklı tabutuydu.

 

Cihangir’in Gözünden...

“Ay akşamdan ışıktır

Yaylalar yaylalar

Yüküm şimşir kaşıktır

Dilo dilo yaylalar

Komşu kızını zapteyle

Yaylalar yaylalar”

Ellerimi belimden birleştirmiş vaziyette erleri izliyordum. Yaklaşık iki saattir aralıksız koşuyorlar ve her bir adımda âdeta yeri inletiyorlardı. İzlemesi ayrı bir keyif ve gurur veriyordu insana. Hepsi bu vatan için canlarını feda etmek için eğitim görüyordu.

Tek bir tanesinin gözünde, bir gram korku dahi yoktu. Böyle yiğitler olduktan sonra ölsem de gam yemezdim. Erlerin başına Mehmet’i görevlendirmiştim. Bu aralar çenesi fazla düşük olduğu için susturmam gerekiyordu. Yanımda hissettiğim hareketlilik ve duyduğum adım sesleri ile yanıma baktım. Gelenler Sarp ve Ercüment’ti. Selam verip yanımda durdular.

“Komutanım bitmedi mi ceza?” Ercüment’e ters bir bakış attım ve cevap vermeye tenezzül etmedim. Bazen bu çocuğun zekâ seviyesi ani bir düşüş yapıyordu. “Sence bitse koşmaya devam ederler mi Ercü?” Derin bir nefes verip burun kemerimi sıktım. “Mantıklı konuşup beni bozmasana Ünal!”

Sarp’ın cevap vermesine izin vermeden öksürdüm. Bazen kafa ütüleyebiliyorlardı. Susmaları gerektiğini anlayıp karşı tarafı seyretmeye başladılar. Mehmet erlerin yanından ayrılıp olduğum yere koşmaya başladı. Önümde durup nefeslenmek için dizlerinden güç aldı. Üzerindeki hâki yeşili bluz artık koyu yeşildi.

“Komutanım bitmedi mi daha? Çocuklarda dalak namına bir şey kalmadı. Benlik sıkıntı yok ben koşarım da çocuklara yazık.”Mehmet konuşurken arada durup soluklanıyordu. “Burası ana kucağı değil asker ocağı Güçlü! Yarın bir gün dağda ne bok yiyecekler. Teröristler ‘Siz iki soluklanın biz bekleriz.’ mi diyecek?”

Mehmet bu mükemmel açıklamamın karşısında susup kalmış ve diyecek cevap bulamamıştı. Şahsen ben bile böyle cevap vermeyi düşünmemiştim. “Yarım saat sonra serbestsiniz, şimdi marş marş.” Mehmet selam verip mutsuz bir şekilde yanımdan ayrılmıştı. Askerliği her ne kadar çok seviyorsa bir o kadarda koşmaktan nefret ediyordu. Gerçi otuz sekiz derecede koşmak can sıkabiliyordu.

Sarp ve Ercüment tüm keyifleriyle Mehmet’e bakıyordu. İlk cebimin titremesiyle, telefonun çalan zil sesi doldurdu kulaklarımı. Arayan kişinin annem olmasına şaşırmıştım. Önemli bir şey olmadığı müddetçe gün içinde beni aramaz, benim aramamı beklerdi. Telefonu açıp kulağıma dayadım. “Efendim anacım.”

Annemin verdiği nefes ve birkaç kadının sesi doldu kulaklarıma. “Oy benim kınalı kuzum, nasılsın?” Gülümsedim. Eşek kadar adam olsam da annemin sevgisini hissetmek bambaşka bir duyguydu. “İyiyim anacım, sen nasılsın?” Arkadan annem yanındakileri susturmak ile meşguldü.

“Allah’a şükür bende iyiyim. Ben seni şey demek için aradım.” Annemin çekingen tavrı, kaşlarımın kalkmasına neden oldu. “Bizim karşı komşu Bursalı Serpil Teyzen vardı, küçük kızı Gökçe vardı arada oturur oyun oynardınız.” Hatırlamak için kendimi zorladıktan sonra hayal meyal yüzünü hatırlamıştım. Küçükken ona zorbalık yapan çocukları beraber döver sonrasında salça ekmek yerdik.

“Bildim anne.” Tek anlamadığım annem Gökçe’yi neden bana hatırlatıyordu. Arada lafı geçer konuşurlardı fakat beni çok muhatap etmezlerdi. “Büyümüş su gibi bir kız olmuş. Şimdi de hemşire olup atanmış Şırnak da görev yapacakmış.” Sıkıntılı bir şekilde nefes verdim, Şahsen bu konuşmanın sonu nereye varacak merak ediyordum. “Ee anne?”

Her ne duyacaksam bir an önce duymak istiyordum. Gerçi tahmin etmek pek de zor sayılmazdı. “Bir görüşseniz mi?” Konu görücü usulünden evliliğe gidiyordu. “Bakarız anne.” Yaklaşık iki yıl boyunca beni evlendirmek için çaba gösteriyorlardı. “Ne demek ‘bakarız anne’ oğlum bak gelmişim bu yaşıma kadar, ben torun sahibi olamayacak mıyım?”

Gerçekten bu konu iyice sıkmaya başlamıştı beni. “İyi anne görüşelim.” En sonunda ben pes etmiş, zafer sevincini anneme bırakmıştım. “Oy benim kınalı kuzum aferin. Gökçe yarın geliyor otobüsle, taksi gönder emi oğlum.”

“Tamam anne ayarlarım ben, hadi Allah’a emanet.” Annemle son kez görüştükten sonra telefonu kapatır kapatmaz cebime koydum. Sanki bu durumdan kaçabilecekmişim gibi. Sıkıntılı bir şekilde nefes alıp arkamda duran banka oturdum.

Her ne kadar da kendime itiraf edemesem de evleneceğim kişi için üzülüyordum. Her an diken üstünde yaşayacak günleri endişe içinde geçecekti. Bu yüzden evlenmeyi hiç düşünmemiştim. Evlendiğimde sanki karşımdakine karşı nankörlük edecekmişim gibi geliyordu. Hiç kimse bu korku ile yaşamak zorunda değildi. “Kötü bir haber yoktur umarım komutanım, yüzünüz düştü.”

Gelen soru Ünal’a aitti. “Annem bir kızla görüşmemi istiyor.” Timle görev dışında abi kardeş gibi oturur dertleşirdik. Askeriyede mesafemizi korusak da kimse yokken eski halimize dönüyorduk. “İyi de komutanım yaklaşık iki yıldır rutin bir şey bu.” Ünal’ın cevabına tebessüm ettim. Haksız sayılmazdı. “Öyle ama ilk kez bir kızla buluşacağım.”

Uzun zamandır ne bir flörtüm ne de sevgilim vardı. Hatta bu zamana kadar hiç olmadı. Bu işleri fazlasıyla saçma ve zaman kaybı olarak görüyordum. Neden hayatımın kadını olmayacak kişi ile boş vakit geçirip ilerdeki eşime haksızlık yapayım ki? “Vay be komutanım, peki sizce bu kişi o kişi mi?” Ercüment’in sorusuna cevap vermeden tim yanımıza gelmişti. “Bilmiyorum Ercü. Bizim çarşı izni yarındı değil mi?”

“Evet komutanım.” Anladığımı belli etmek için başımı sallamıştım. “Yarın göreceğiz onu.” Timdekiler yeni geldiği ve konudan bağımsız oldukları için boş boş bize bakıyorlardı. “Neyi komutanım?” Bu soruyu soran timin tek babası Erdinç’e aitti. “Yarın bir kızla buluşacağım da.” Eray duyduklarının şokuyla içtiği sodayı dışarı püskürtmüştü. “Komutanım sonunda sizde bana eşlik ediyorsunuz öyle mi?” Mertcan önüne gelen her kızla flört eder, hevesi geçince de kızı engellerdi.

“Ben senin gibi hiçbir kadının duygularını oyuncak etmem Yılmaztürk.” Mertcan söylediklerime aldırış etmemişti. “Kim bilir belki gönlünüzü neşelendirecek kişi bu kızdır komutanım.” Erdinç’e baktım. Gülümsüyordu kendisi evli ve iki çocuk babasıydı. Eşi birkaç aylığına ameliyat olan annesinin yanına gitmişti. “Belki, yarın gelecek işte, araba göndermek yerine ben alayım diyorum. Abartı mı olur?”

“Yok komutanım gitmeseniz kabalık olurdu.” Asena pür dikkat hal ve hareketlerimi inceliyordu. Göz kırptığımda gülümsedi ve lafa başladı. “Komutanım bu kadar tedirgin olmanıza gerek yok. Sonuçta biz insan yemiyoruz.” Asena’nın sözlerine karşı Mert büyük bir kahkaha attı. “Bizden kastın kim?” Asena ters bakışlarının ardından kendisine yönlendirilen soruyu cevapladı. “Biz kadınlar.”

Bu sefer Mert daha büyük bir kahkaha attığında öksürerek uyardım. Sonuçta burası askeriyeydi ve belli bir sınırı vardı. “Asena sana kalsa sen çoğu adamı yersin hem de çiğ çiğ.” Asena ortalama bir kızın boylarında, kumral tenli, siyah saçlı, tabiri caiz ise kara kaşlı kara gözlü bir kızdı. Kendisi Milli İstihbarat da görevli ve damarına basılmaması gereken bir insandı. “Onlardan biri olmak istemiyorsan sus.” Sarp büyük bir gururla yetiştirdiği kıza bakıyordu.

Bizden daha çok ikisi yakındı. Mertcan gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmış ve fermuar gibi ağzını kapatmıştı. “Nasıl iletişim kuracağım ben bu kızla?” Herkes susarken Mertcan öne atıldı. “Aşırı bilgi kişiliğimle vereceğim tavsiye-” Asena, Mertcan’ın sözünü bitirmesine izin vermeden öne atladı. “Deli yürek gibi olmayın yeter komutanım.” Bu sefer timle birlikte bende kahkaha atmıştım.

“Komutanım kendiniz olun, tek önerim askerle konuşur gibi konuşmayın.” Bu öneri Ercüment’ten gelmişti. “Komutanım siz halledersiniz.” Eray ilk kez konuşmaya dahil olmuştu. Kendisi bomba imhadan sorumluydu ve time yeni katılmıştı. Her ne kadar ana kuzusu gibi görünse de gözü kara cesur bir askerdi. Bir kere adam bomba imha uzmanı olmuş. Adam yürek yemişte gelmiş.

 

Kolumdaki saati kontrol ettiğimde yarım saatin bittiğini görmüştüm. Ayağa kalkıp derin bir nefes aldıktan sonra bağırdım. “Memoli.” Mehmet Ali koşarak yanıma geldi ve selam verdi. “Emredin komutanım.” Cılkı çıkmış bir şekilde bana bakıyordu. “Cezan bitti.” Mehmet Ali şükrede ede erlerin yanına gidip dağılmalarını söylemeye gitmişti. Erler gidince de bizim yanımıza geldi. Yorulduğu için çimlere kendisini atmıştı. O sırada taburdaki askerlerden biri koşarak yanımıza geldi. Hazır ol pozisyonunda durup selam verdikten sonra konuşmaya başladı.

“Uzman Çavuş Mustafa Şimşek. Komutanım Erdem yarbayım sizi ve timinizi toplantı odasında bekliyor.” Başım ile onayladıktan sonra selam verip yanımızdan ayrılan askerin arkasından baktım. Ayağa kalkıp yürümeye başladığımda timde arkamda beni takip ediyordu. Yeni gelen erlerin bize hayranlıkla ve gururla bakması oldukça hoşuma gidiyordu. En sonunda karargâha gelip toplantı salonuna varmıştık. Oturup Erdem yarbayı sessizce beklemeye başladık. Yaklaşık iki dakikanın ardından Erdem Yarbay tüm heybeti ile gelmişti.

Ayağa kalkıp hazır ol pozisyonunda selam durduk. “Oturabilirsiniz arkadaşlar.” Erdem Yarbayım elli iki yaşında olmasına rağmen yirmiliklere taş çıkartırdı. Bastığı her adımda yeri inletirdi. “Roşan El Habip” Erdem Yarbayım konuşmaya başladığında karşısındaki projeksiyondan görseller açıyordu. Bahsettiği adama baktım. Hafif uzun, yeni beyazlamaya başlamış saçları vardı. Oldukça kalın olan pala bıyığı ve çatık kaşları ile tam bir at hırsızına benziyordu. Fotoğrafta ellerini arkasında birleştirmiş bir şekilde kameraya poz vermişti. Arkasında da çeşit çeşit ona kanmış ve örgüte katılmış kadınlar…

“Kendisi ülke kurabileceğine inan bir terörist. Belirli köylerden çocukların ve gençlerin beynini yıkayıp savaşa ikna ediyor, bu zamana kadar ülkemizin pek çok bölgesine suikast düzenlemiş fakat başarılı olamamış. Son zamanlarda Şırnak’ın sınırlarında fazlasıyla hareketlilik tespit edildi. Roşan, Türkiye sınırları içerisinde değil bundan kesin olarak eminiz.”

“İlk hedef civar köylerin ve kasabaların ele geçirilmesi olduğunu düşünüyoruz. Sonrasında bir virüs gibi ülkenin her yanına dağılacaklar. Roşan can korkusu yüzünden Türkiye de ki planlarını sağ kolu olan El-Mahmud’a yaptırıyor. Kendisi kırmızı bültenle aranan bir terörist. Öldürdüğü insanların kimlikleri ile yaşamını sürdürüyor. Şu an nerede olduğu ise belirsiz.”

Sinirle yumruğumu sıkmıştım. Onca masum insan bu caniler tarafından katlediliyor ve ölümü bile duyulmuyordu. Beklide o insanların bir mezarı bile yoktu. Kim bilir hangi kurt veya domuza yem olmuştu?

“Sınıra kırk dakika uzaklıktaki bir mağarada hareketlilik tespit ettik. Termal kameralar ile insan olduklarını netleştirdik.” Bütün tim pür dikkat Erdem Yarbayı dinlerken Ercüment söz hakkı aldı. “Komutanım gösterdiğiniz mağaranın kuzeyinde küçük bir köy var. Mağaraya giren, koyun otlatan çobanlar olamaz mı?” Ercüment bizim canlı konumumuzdu. Harita bilgisi ve yön hafızası oldukça ileri seviyedeydi.

“Dronlarla silahlı olduklarını tespit ettik. Köylülerin olmadığı kesin diyebilirim. Bu akşam operasyona çıkıyorsunuz. Mağaraya yarım saatlik yürüme mesafesine kadar araba ile gideceksiniz. Sonrası emir komuta Kızılok’da.”

Erdem Yarbayım son sözü söyleyip dışarı çıkarken arkasından baka kalmıştım. Bu gece operasyon vardı ve tek isteğim sabaha işimin olmamasıydı. “Çantada keklik.” Mertcan’ın sözleri ile ona baktım. “Ne?” Mertcan tüm kendinden emin tavrı ile bana baktı. “İşimiz en fazla iki saat sürecek demek komutanım.” Mertcan çoğu operasyonda ön planda olmak isteyen bir deliydi. Bu yüzden ona ‘deli yürek’ diyorduk.

Öldürdüğü her terörist için mutlu oluyor enerjisi kat be kat artıyordu. İki saat konusu benim işime gelirdi sonuçta yarın için yerine getirmem gereken bir sorumluluğum vardı. “Memoli sen yarın için birini görevlendir. Olurda sabaha işimiz bitmezse otogara araba göndersinler.” Her türlü tedbiri almakta fayda vardı. Kızı boş yere otogarda bekletmeye hakkım yoktu.

“Komutanım aşk olsun, güvenmiyor musunuz bana?” Mert yalandan ağlar gibi gözlerini silmişti. “Bu konuda sana güveniyorum, lakin kendini fasulyeden nimet sanan mallara güvenmiyorum.”

“İyi o zaman, kendimi üzmüyorum.” Mert kolay kolay üzülen biri olmasa da siniri saman alevi gibiydi. Ne zaman parlayacağı belli olmuyordu. “Tabi üzme oğlum sen kendini, sen üzülürsen ben nasıl yaşarım.” Bu sefer numara yapma sırası bendeydi. Sağ olsun Mert de beni bozmamıştı. “Ağlamayın komutanım beni de ağlatacaksınız.” Tim bu halimize gülmek ile yetinmişti.

“Neyse bırakalım gevezeliği, antrenmana gideceğim. Gelmek isteyen?” Görevden önce vücudumu hareketlendirir ve esneme hareketleri yapardım. Böylece vücudumdaki tüm kaslar aktif hale gelirdi. Ayağa kalktığımda timde beni takip etmişti. Karargâhtan çıkıp parkurların olduğu alana doğru yürümeye başladım. Bu sefer yalnız değildim. Sarp, Asena ve Mehmet Ali de bana eşlik edecekti.

İşimiz bittikten sonra karargâha gidip koğuşta hızlı bir duş aldıktan sonra hazırlanmak için mühimmat odasına geçmiştik. Siyah üniformalarımızı giyindikten hemen sonra yeleklerimizi üzerimize geçirdik. Yeleğin ceplerini tek tek itina ile doldurduktan sonra silahımı ve şarjörlerimi kontrol ettim. Hiçbirinde problem olmadığına emin olduktan sonra dizlerimin üstüne çöküp postallarımın bağcıklarını bağladım. Artık tamamen hazırdım.

Timime baktığımda onların da hazır olduklarını gördüğümde içimde kabaran gurur bambaşka bir duygu ve histi. Timimden ve kardeşlerimden oldukça memnundum. Hepsine canımı gözüm kapalı emanet edebilirdim. Biz Gökbörü timiydik bu vatan uğruna koşulsuzca can verebilecek sekiz şanlı Türk askeri.

 

 

 

Üsteğmen Cihangir Kızılok

Teğmen Sarp Ünal

Uzman Çavuş Eray Çakır

Uzman Çavuş Mehmet Ali Güçlü

Astsubay Kıdemli Çavuş Erdinç Akkaya

Asteğmen Ercüment Yılmaz

Astsubay Başçavuş Mertcan Yılmaztürk

Milli İstihbarat Görevlisi Asena Türkoğlu

 

Hepsi silah arkadaşımdan öte can yoldaşım ve candan öte kardeşimdi. Hepsi için gözümü kırpmadan canımı verirdim. Ercüment ile aynı yaştaydık, birlikte birçok göreve çıkmıştık, kendisi harita bilgisi ile canlı konumumuzdu. Bölgelerdeki çoğu yerleri ezbere bilirdi. Mertcan timin delisiydi, düşman askerleri onunla karşı karşıya gelmek istemezdi. Sarp henüz yirmi beş yaşındaydı mesleğinde oldukça başarılıydı. Erdinç timdeki abimizdi kendisi otuz iki yaşında ve iki çocuk babasıydı. Ayrıca çok iyi bir avcıydı. Eray bomba imhada görevliydi, kendisi yirmi üç yaşındaydı. Mehmet Ali olası bir yaralanmada ilk müdahaleden sorumluydu. Bizim göz bebeğimiz olan Asena ise milli istihbarattan sorumluydu. Mesleği gereği dört dil biliyordu.

Bu şanlı bayrağı göğsümde onur ve gururla taşıyordum. En başından beri kurduğum hayalimi gerçekleştirmiş bir kez bile vaz geçmemiştim. Etrafımdaki çoğu kişi ‘Gençliğine yazık ediyorsun.’ demişti. Genç yaşta ölmemden bahsediyorlardı. Yazıldıysa anlıma o güzel şehadet şerbetinden içmek, kana kana içerdim. Sonuçta bir Cihangir gider bin Cihangir gelirdi.

Arabaya ulaştığımızda tek tek binmiş ve yol almaya başlamıştık. “Komutanım tespitlerime göre mağara iki çıkışlı. İçeride tünel olup olmadığı ise belirsiz.” Ercüment’in sözleri ile başımı salladım. “Mağaraya girmeden detaylıca kontrol ederiz etrafını. Memoli sen araba işini hallettin mi?” Mehmet beni başı ile onayladıktan sonra söze atıldı. “Hazır komutanım saat sekizde otogarda olacak.”

“Deli yürek aklına eseni yapmak yok. Emir almadan hareket etmeyeceksiniz, anlaşıldı mı?” Mertcan’ın kafası attığı zaman gözü dönüyordu. “Anlaşıldı komutanım.” Tim hep bir ağızdan beni onayladı. Araziye girmeden şoföre farları kapatmasını söylemiştim. Araçtan tek tek indiğimizde ilk işimiz etrafı kolaçan etmekti.

Bundan sonra ayın ışığı bize eşlik edecek, yolumuzu aydınlatacaktı. Boş arazide yürüseydik kolaylıkla fark edilebilirdik. Bu yüzden kalan yolu ormanlık alanda geçirecektik. Önden ben giderken tim sırasıyla beni takip ediyordu. Oldukça hızlı ama sessiz hareket ediyorduk. Avına sinsice yaklaşan bir avcı gibi.

 

Yolun sonunda mağara görüş alanımıza girdiğinde mağaranın önünde iki kişi nöbetteydi. Mağaraya arkamı dönüp time baktım. Hepsi vereceğim emiri bekliyordu. İlk olarak sağ elim ile Asena ve Sarp’ı işaret ettim. Sağ tarafı kontrol etmesi için emir verdim. İkinci olarak Eray ve Erdinç’in sol tarafı kontrol etmesi için emir vermiştim. Üçüncü takımda Memoli ve Mertcan’dı onlar arka tarafı kontrol edecek ve orada bekleyeceklerdi. Gerçi sadece Mertcan’ı görevlendirseydim de tek başına yeterdi. Son olarak Ercüment ile ben burada bekleyecektik.

Çok geçmeden tim yanımda toplanmıştı. “Sağ tarafta bir hareketlilik yok komutanım.” Başımı Erdinç’e çevirdim. “Sol tarafta temiz komutanım.” Kulaklığıma dokunup konuştum. “Memoli durum ne?”

“Her hangi bir hareketlilik yok komutanım.” Mağaraya tekrar baktığımda bir pikabın geldiğini gördüm. “Operasyona başlıyoruz.” Pikaptan dört kişi inmiş ve kapıda bekleyen teröristler ile konuşmaya başlamıştı. Silahlarımızın ucuna susturucu takıp teröristlere ateş ettik. Bir kurşunu bile ıskalamadan bütün teröristleri etkisiz hale getirdikten sonra mağaraya doğru yürümeye başladık.

Mağaradan sızan ışıkla ateş yakıldığını anlamıştık. Teröristlerin sesinden kalabalık olduklarını anlamak zor olmamıştı. Zaten bu ödleklerin az kişi dolaştığı nerede görülmüştü. Mağaraya ilk ben girdim ve duvara yaslanarak yürümeye başladım. Gölgemizden belli olmak istememiştim. Kafamı hafifçe yana eğdiğimde mağarada yedi kişi saymıştım.

Sağ çaprazımızda oda gibi bir yer vardı ve buradan ses duymuştum. Eğer oradaki terörist çıkarsa direkt olarak benimle karşı karşıya gelecekti. Bu yüzden hiç düşünmeden odaya daldım, tahminlerimin doğru çıkması beni şaşırtmamıştı. Bu odacıkta sadece bir kişi vardı ve sırtı bana dönüktü. Yavaşça ona yaklaştım ve kolumu boynuna doladım. Boğularak gebermesine neden olduktan sonra bulunduğum yerden dışarı çıktım.

İşaret verdikten sonra tim ile aynı anda ateş yakılan yere girip ateş açtık. Teröristler ne olduğunu anlamadan gebermişti. Ta ki bilmediğimiz yerden bir grup çıkana kadar. Şanslıydık ki mağarada kayalıklar vardı. Hızla kayalıkların arkasına geçip siper aldık. O sırada teröristler bize ateş açmakla meşguldü. “Hepiğiz gebereceğsiniz.” Bozuk bir Türkçe ile bizi tehdit ediyordu.

“Bak yanındaki kansızları uyarman çok iyi oldu.”

“Boş laf yapma da ortaya çık komutan!”

İlk önce sağ tarafıma sonra sol tarafıma baktım. Tim alması gereken mesajı almıştı. “Hay hay.” Elimle üçe kadar saydım ve tim ile aynı anda hızla kalkıp ateş ettik. Hepsi birer leş olmuştu. Yürümeye başladığımda tekrar bir oda görmüştüm. Burada saklanmak için yapılmış bir yere benziyordu. İçeri girdiğimde iki tane sandık gördüm. Büyük ihtimalle silah sandıklarıydı. “Eray.” Olası bir tuzağa karşı Eray’ı çağırmıştım.

 

“Emredin komutanım.” Elimle sandıkları gösterdim. “Bak bakalım tuzaklamışlar mı?” Eray emrimi duyar duymaz sandıklara yönelmiş ve kontrol etmeye başlamıştı. Mağaranın ikinci çıkışına yöneldim. Memoli ve Mertcan’dan ses soluk çıkmamıştı. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara beni şaşırtmıştı.

Mertcan üç Memoli de iki teröristi dövüyordu. Ancak teröristlerde hiçbir şekilde yaşam belirtisi yoktu. “Ne yapıyorsunuz lan?” Mertcan elindeki adamı yere attı. “Ağzına sıçtıklarımın ürettiği silahlar tutukluk yaptı komutanım.” Dediğinde hırsını alamayıp adama tekrar tekme atmıştı. Altını çizmek isterim ölü adama... Memoli hepsine tiksinerek bakıyordu.

“Oğlum sen deli misin? Silah tutukluluk yaptı diye adamları niye döverek öldürüyorsun? Sık kafalarına geberip leş olsunlar işte!” Mertcan ters bir bakışla cesetlere baktı ve üzerlerine tükürdü. “Bunlar benim devletimin kurşununa bile değmez komutanım.” Bizim vatanımızın evlatları böyle olduğu sürece bu vatana zeval gelmezdi. Mertcan ile konuşurken tim elinde sandıklarla geldi.

“Komutanım sandıklar silahlarla dolu. Herhangi bir tuzakla karşılaşmadık.” Sandıkları alıp devlete teslim edecektik. Buluşma yerine doğru gidecekken duyduğum sesi net almak için time ‘Sessiz’ komutunu vermiştim. Eğer yanılmıyorsam bu ses bir pikaba aitti ve her geçen saniye bize yaklaşıyordu. Tim ile yan yana dizilmiş yeni kurbanlarımızı bekliyorduk. Yavaşça önce önümüzdeki toprak sonrasında üzerimiz far ışığı ile aydınlandı.

Teröristler bizi gördüğünde korkup kaçmaya çalışsa da başarısız olmuştu çünkü Ercüment ve Erdinç arabanın tekerleğine iki el ateş etmiş, tekerleğin patlamasına sebep olmuşlardı. Işıklardan dolayı hedefi doğru düzgün göremeyeceğimiz için Sarp ve ben farlara sıkmış ve farların patlamasını sağlamıştık. Teröristler kapıları açıp arabadan iner inmez bize ateş açmaya başlamışlardı. Ancak bize doğru düzgün bakamadıkları için kurşun bize isabet etmiyordu.

Arabadan beş kişi kasadan üç kişi olmak üzere toplam sekiz kişi inmişti. Her birimize bir adam düşüyordu. Sanki daha önceden anlaşmış gibi her birimiz farklı kişilere sıkmış ve hepsini etkisiz hale getirmiştik. “Sandıkları alın gidiyoruz.” Ben yürümeye başladığımda timde sandıkları alıp beni takip etmeye başlamıştı. Böylelikle bir görevden daha anlımız ak bir şekilde çıkmıştık.

Askeriyeye ulaşır ulaşmaz Erdem Yarbayıma bütün bilgileri verdikten sonra mühimmat odasına girdim. İlk olarak silahımı ve yeleğimi çıkarttıktan sonra taşımaktan gurur duyduğum üniformamı çıkartıp sivil kıyafetlerimi giyindim. Şahsıma özel olan tabancayı alıp askeriyeden çıktım ve lojmana doğru yürümeye başladım. Lojmana geldiğimde dört katı merdivenle çıktıktan sonra anahtarımı aldım ve kapıyı açtım.

 

 

Eve girdiğimde ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz kendimi banyoya atmıştım. Sıcak duş iyi gelecek ve bütün yorgunluğumu alacaktı. Duştan sonra telefonumu kontrol ettiğimde annemin mesaj attığını gördüm. Mesajda Gökçe’nin saat onda burada olacağını söylüyordu. Her ihtimale karşı misafir odasına yeni çarşafları serdikten sonra odama geçip yattım.

Sabah uyanır uyanmaz ilk işim saate bakmak oldu. Saat henüz yediydi yataktan kalkıp spor yapmak için dolaptan kıyafetlerimi alıp giydim. Yatağı toplayıp, çıkardıklarımı dürdükten sonra telefonumu ve anahtarımı alıp evden çıktım. Sabahın erken saatleri olduğu için ortalık tenha ve sessizdi. Sokaklarda sadece kedilerin ve köpeklerin sesleri çıkıyordu.

Mahallenin bilinen köpeği karabaş yanıma geldiğinde başını okşamadan edemedim. Koşmadan önce yürümeyi tercih ettiğimde karabaşta bana eşlik ediyordu. Yanımızdan geçen arabalara ve bisikletlere havlıyor güvende olduğumdan emin olmak istiyordu. Koşacağımda arkamdan gelmek yerine geri dönmeyi tercih etmişti. Bende iki saatlik koşunun ardından eve gelip duş almıştım.

Yine her ihtimale karşı evi düzenleyip toplamıştım. Arabanın ve evin anahtarını alıp evden çıktım. Arabaya binip otogara doğru sürdüm. Otogara geldiğimde kavga olduğunu görür görmez araçtan inip koşmaya başladım. Gözüme ilk çarpan kişi Azad Kalenderin beşinci oğlu olan Şiyar Kalenderdi. “Karı halinle sen ne karışisen?”

“Sana buradan bir uçarım o zaman görürsün anyayı Konya’yı. Benim tepemin tasını attırma!” Kalender aşireti oldukça köklü ve büyük bir aşiretti. Azad Kalenderi yakinen tanırdım kendisi oldukça sakin biriydi. “De get işine senin gücün bağa yetmez.” Kavga eden kadının Gökçe olduğunu anlamıştım.

Gökçe tam Şiyar’a uçacakken onu havada yakalamıştım. Şiyar en sonunda beni gördüğünde kendine çeki düzen vermişti. “Hoş gelmişsen komitan.” Gökçe’yi kucağımdan indirdiğimde kısa bir an bakıştık. “Misafirime ne hakla bağırıyorsun Şiyar?” Şiyar’ın gözleri duyduklarından sonra koca koca olmuştu.

“Bu münasebetsiz parası olmayan adamın otobüse binmesine izin vermedi. Ben ödeyim dediğimde benim paramın burada geçmeyeceğini söylüyor.” Hızla Şiyar’a döndüm. Babası Azad Kalender böyle bir adam değildi. Herkese yardım eli uzatır, zorda olana mutlaka yardım ederdi. Ancak Şiyar bulunduğu bütün ortamlarda olay çıkartma becerisine sahipti. “En sonunda kelepçeyi takacağım sana Şiyar bulunduğun her ortamda ağalık taslayamazsın! Senin ağalığın adalete, devlete sökmez. Haddini bil!”

“Affedesin komitan cahilliğime veresin.” Şiyar boynunu yere eğmişti. Sıkıntılı bir şekilde nefes verdim. “Bundan sonraki en ufak olayında kelepçeyi yiyeceksin sonra doğru nezarethaneye.” Durup otobüs şoförüne baktım. “Bu adamın yol masraflarını bana yazın sizde.” Şoför emrim ile başını öne eğip onaylamıştı. Diğer adam ise mahcup bir şekilde kenarda olanları izliyordu.

 

Gökçe’nin valizlerini alıp arabaya doğru yürümeye başladım. Valizleri bagaja yerleştirdikten sonra, Gökçe’nin binmesi için kapıyı açıp Gökçe’nin binmesini bekledim. Arabaya bindikten sonra kontağı çalıştırıp arabayı sürmeye başladım. “Kalacak bir yer buldun mu?” Gökçe’nin çekingen ve utangaç tavrı gülümsememe neden olmuştu. “Şey henüz değil.” Gökçe’nin cevabı ile arabayı lojmana yönlendirmiştim.

“Kalacak yer bulana kadar lojmanda benim yanımda kalırsın. Zaten göreve çıkarsam evde sadece sen olursun. Rahat edersin yani.” Gökçe elleri ile oynuyor arada da bana bakıyordu. “Rahatsız etmeseydim ben seni, geçici süreliğine otelde de kalabilirim.” Çoktan lojmana gelmiştik. Arabayı park ettikten sonra kontağı kapattım ve Gökçe’ye baktım. “Duymamış olayım, eğer rahat edemezsen ben askeriyede de kalırım, problem değil benim için.”

“Yok sorun olmaz.” Konuşacak bir şey bulamadığım için arabadan inmiş ve bagajdan valizi almıştım. Gökçe’nin de indiğinden emin olduktan sonra arabayı kilitleyip eve doğru yürümeye başladım. Hızlı adım atmaya alışık olduğum için Gökçe koşar adımlarla bana yetişmeye çalışıyordu. “Pardon ama yavaşlamayı düşünmez misin?” Olduğum yerde durup arkama baktığımda aramızda birkaç adımlık mesafenin olduğunu gördüm.

“Kusura bakma alışkanlık.” Gökçe en sonunda bana yetiştiğinde birlikte apartmana girdik. Bu sefer merdiven yerine asansörü tercih etmiştim. Oturduğum katın tuşuna bastıktan sonra gözlerimi yere diktim. “Şey ev arkadaşı arayan bir tanıdığın var mı?” Asansörden çıkıp cebimdeki anahtar ile kapıyı açıp eve girdim.

“Aklıma gelen biri yok ama istersen Asena’ya sorabilirim.” Gökçe ayakkabılarını çıkarıp salona yöneldi. “Asena kim?” Elimdeki valizi yere koyup Gökçe’nin yanına gittim. “Manevi kardeşlerimden biri.” Gökçe salona göz attıktan sonra koltuğa oturdu. “Bu arada tanışma fırsatımız olmadı ben Gökçe.” Uzattığı eli sıktım ve bende koltuklardan birine oturdum.

“Zaten ben seni hatırlıyorum. Ama yine de tekrar tanışabiliriz, bende Cihangir memnun oldum.” Gökçe mahcup bir şekilde gülümseyip, önüne gelen saçı arkasına attı. “Saçma oldu değil mi?” Hafif bir kahkaha attım ve başımı salladım. “Hayır tabi ki de.” Gökçe sanki bir soru sormak istiyormuş da çekiniyormuş gibi görünüyordu. “Sor hadi.” Dediğimde oldukça şaşırmıştı.

“Neden asker oldun?” Çünkü güzellik, mermilerin gücüne ve sihrine inanıyorum. Saçmala Cihangir böyle bir cevap veremezsin! “Çocukluk hayalimdi.” İşte bu tam yerine göre bir cevaptı. “Anladım.” Belki başka bir sebebi de olabilirdi fakat bunu daha kendime bile itiraf edemiyordum. Askerlik çoğu kişinin gözünü korkutan bir meslekti ancak benim için onurlu bir meslekti. İleride elden ayaktan düşmüş bir şekilde hasta yatağında can vermek yerine ülkem için can vermek daha cazip geliyordu bana.

“Korkmuyor musun peki?” Gelen soru ile düşüncelerimden sıyrılıp Gökçe’ye baktım. Hayatımı merak eden birinin olması oldukça garip hissettiriyordu. “Neyden?” Gökçe yavaş yavaş alışmaya başlamıştı bana. İlk geldiğindeki çekingen tavrı yoktu artık. “Savaşmaktan.”

İlk görevime çıkarken içimde ufakta olsa endişe ve kaygı vardı. İlk görevimde başarısız olup şehit olmaktan korkuyordum fakat hiç beklemediğim kadar başarılı olmuştum. “İlk görevde tedirgin olmuştum evet ama sonrasında hiç korkmadım. Ne savaşmaktan ne vurulmaktan ne de şehit olmaktan.” Şehitlik mertebesi yüksek bir mertebeydi her yiğide nasip olmazdı. “Bu arada aç mısın?”

Gökçe’nin cevap vermesine kalmadan midesi guruldayarak olaya dahil olmuştu bunun üzerine Gökçe de utandığı için yanakları kızarmıştı. “Aldım ben mesajı, koridorun sonundaki odayı senin için hazırladım.” Gökçe başını eğmiş bir şekilde karnına bakıyordu büyük ihtimalle midesine sövmek ile meşguldü. “Tamam teşekkürler.”

Gökçe hatırladığım kadar tatlı bir o kadar da güzeldi. Sarı saçları ve yeşil gözleri ile buraya ait olamayacak kadar güzeldi. Yüzündeki masumluk her ne kadar korunmaya ihtiyacı olduğunu gösterse de içindeki hırçınlık kimseye minnet etmeyeceğini ve kendini koruyabileceğini anlatıyordu adeta. Her ne kadar çocuk ruhlu olsa da hâl ve hareketlerindeki olgunluk insanı şaşırtıyordu.

Şu an beni kendince test ediyordu. Nasıl biri olduğumu kendi içinde ölçüp tarttığına emindim. Değerlendirmesi bitince hak ettiğimi düşündüğü muameleyi gösterecekti bana. Çocukken de ilk tanıştığı kişilere ilk mesafeli yaklaşır sonrasında açılırdı. Gökçe söylediğim odaya giderken arkasından bakmakla yetinmiştim. Çalan kapı ile ayağa kalkmış ve kapıya doğru yürümeye başladım.

O sırada Gökçe kendi odasının kapısını açmış beni izliyordu. Evin kapısını açtığımda lojmanın ayran gönüllüsü olarak anılan ‘Deli Melahat’ elinde tabak ve fazlasıyla cüretkâr bir kıyafet ile karşımdaydı. “Melahat abla?” Melahat baştan aşağı beni süzdü en sonunda benimle göz teması kurduğunda göz kırptı. Şaka değil bu kadından korktuğum kadar teröristlerden korkmuyordum. Yıllardır özenle koruduğum namusum bu kadın yüzünden tehlikedeydi. “Abla deme lazım olur.” Dediğinde o değiş bakışları eşliğinde kaşlarını indirip kaldırmıştı.

En sonunda Gökçe izlemek yerine yanıma gelmiş ve elimi tutmuştu. “Kim gelmiş balım?” Gökçe’nin bu tavrı oldukça hoşuma gitmişti. İlk önce birleşmiş olan ellerimize sonrasında o güzel yeşilliklerine baktım. “Komşumuz Melahat abla gelmiş bir tanem.” Özellikle abla kısmını vurgulayarak söylemiştim. Deli Melahat, Gökçe’ye büyük bir kinle bakıyordu. “Üzümlü kek yaptıydım da yazık komutan yalnız yapanı yohtur diye getiriyim dedim.”

Melahat’ın uzattığı tabağı Gökçe geri itmişti. Melahat allık allık Gökçe’nin yüzüne baka kalmıştı. “Balımın üzüme alerjisi var, hem artık yalnızda değil ben varım. Yani kısacası sana gerek kalmadı Melahat Abla.” Melahat’ın konuşmasına fırsat kalmadan Gökçe çoktan kapıyı kadının yüzüne kapatmıştı. Tüm şaşkınlığımla Gökçe’ye baktım. “Unutmamışsın.”

Küçükken markete gittiğimizde Gökçe sürekli kek almak isterdi. Fakat benim üzüme alerjim olduğu için meyveli kek almak yerine kakaolu kek alıyordu. Bu durumdan bir kez bile şikâyet etmemişti. Bu durumu unutmaması beni oldukça şaşırtmıştı. Sırıtarak Gökçe’ye baktığımda Gökçe oldukça ters bakışlar atıyordu. “Ne sırıtıyorsun öyle, ayrıca neyi unutmamışım?”

“Üzüme olan alerjimi.” Gökçe kaşlarını çattı sonra hâlâ bir olan ellerimizi ayırdı. Şu an kendince umurunda olmadığımı gösteriyordu zannımca. “Attım tutmuş, ne var yani?” Gökçe’nin inkâr etmesine karşı büyük bir kahkaha attım. Sinirle baktığını sanıyordu ama oldukça tatlı ve masumdu benim gözümde. “Odama gidiyorum ben!” Saçlarını savurduktan sonra arkasını dönüp hızlı adımlarla odasına gitti.

Benden aç olduğu için mutfağa gidip buzdolabını açtım ancak çoğu zaman görevde olduğum için evde bir şey yoktu. Bu yüzden Memoli’ye küçük bir liste yazıp on beş dakika süre verdim. O sırada çay demlemek için çaydanlığa su doldurdum ve oturup beklemeye başladım. Çok geçmeden çalan kapıyı açmak için ayaklandım ve kapıya gittim. İlk başta kapı deliğinden bakıp Memoli’nin geldiğini teyit ettim.

Hızlı olmak için koştuğu nefes alıp verişlerinden belli oluyordu. “Komutanım siparişleriniz.” Uzattığı poşeti aldığım sırada Memoli bana sorgulayan bakışlar atıyordu. “Komutanım Melis Yenge buraya geldi hatta karşı dairenizi tutmuşlar.” Duyduklarım ile Erdinç adına mutlu olmuştum. Kaç aydır sevdiği kadınla hasretlik çekiyordu. Bir diğer bakış açısı da Gökçe’ye arkadaş geliyordu. “Bugün bu sitedeyiz yani komutanım eşya taşıyacakmışız.” Erdinç yaş faktörünü kendi aleyhine oldukça iyi kullanan birisiydi.

Tim de Erdinç’i kırmayıp çoğu isteğini yerine getiriyordu. Zaten konu yardım etmekse hiç düşünmeden olaya dahil oluyorduk. “Tamam akşam geliriz belki.” Memoli’nin tek kaşı havalanmıştı ve pis pis sırıtmaya başlamıştı. “Biz kim komutanım.” Elimi Memoli’nin yanağına götürdüm ve sert olmayacak bir şekilde birkaç kez vurdum. “Sanan ne lan hesap mı vereceğim ben sana!” Memoli yüz ifadesini toparlayıp kendisine çeki düzen verdi. “Emredersiniz komutanım.”

Memoli’yi oldukça sever ve sıcak kanlı bulurdum. Kendisini sevdiğim için onunla uğraşmak da bana ayrı bir keyif veriyordu. Belki de geçmişimden birisini hatırlattığı içindir. Memoli merdivenlere yönelirken kapıyı arkasından kapatıp elimdeki poşet ile mutfağa gittim. Simitleri ve poğaçaları ayrı bir tabağa koyduktan sonra Memoli’nin aldığı kahvaltılıkları da masaya yerleştirmiştim.

Çayı da bardaklara döktükten sonra her şey tamamıyla hazırdı. Mutfaktan çıkıp Gökçe’nin olduğu odaya doğru yürümeye başladım. Bağırarak çağırmayı düşünmüştüm faka uygun olmazdı. Odanın kapısını tıklattım ve içeri girmek için beklediğim ses gelince kapıyı açtım ve başımı içeri uzattım. “Kahvaltı hazır küçük hanım.” Gökçe pijama altı ve üzerine yarısı eksik bluz giymişti. Saçını da üstten toplamış tam anlamıyla ev moduna geçiş yapmıştı.

 

Yerdeki tavşanlı terliği gördükten sonra şaşırmak pek mümkün değildi benim için. Gökçe küçükken peluş şeylere bayılırdı bu yüzden kendi evlerinde peluş tulumlarla gezerdi. Şu an kucağında olan uyku arkadaşı olan ‘Pofduk’ adlı ayıcık olmadan uyuyamazdı. “Geliyorum hemen.” Başımı salladıktan sonra mutfağa geçtim.

Hazırladığım masaya baktığım zaman oldukça iştah açıcı göründüğüne karar verdim. Kendi sandalyeme oturup simide uzandım ve yemeye başladım. Ağzımdaki simidi yumuşatmak için üzerine çayımdan bir yudum aldım ve o nefis tat karışımına tanıklık ettim. Yemek yerken aldığım zevkle beraber gözlerim kapanmıştı. Kahvaltımı normalden geç yapınca oldukça acıkmıştım.

Duyduğum ayak sesi ile Gökçe’nin geldiğini anlamıştım ancak gözlerimi açma gereğinde bulunmamıştım. Gökçe sandalyeyi çekip oturduğunda gözlerimi açtım ve ikinci dilimi de aldım. “Afiyet olsun.” Gökçe’ye bakmadan başımı salladım ve çayımdan bir yudum aldım. Bu zamana kadar evde emek yerken yalnız olduğum için konuşma alışkanlığım yoktu. Sanırım bu alışkanlığı Gökçe kıracaktı.

Gökçe benim aksime aldığı simidi bölerek yemeyi tercih etmişti. Yemek yerken oldukça sakin hareket ediyordu. “Karşı daireye bir abim taşınıyor, karısı ve çocukları da var. Akşam gidip tanışmak ister misin?” Ben akşam gidecektim fakat Gökçe’yi peşimde sürüklemek istemiyordum. Eğer gelecekse de kendi isteği ile gelmesi daha doğru olurdu. “Niye akşam gidiyoruz? Buradalarsa şimdi gidelim yardım edelim.”

Yalan söylemeye gerek yok, açıkçası bu cevabı almayı hiçbir şekilde beklemiyordum. Artık Gökçe’nin yalnız kalmayacağına ve burada güzel dostluklar edineceğine emin olmuştum. Gökçe oldukça cana yakın ve yardım sever bir kızdı. Anlaşılan yıllar ondan hiçbir şeyi götürmemişti. Aksine fazlasıyla güzellik katmıştı. “Olur gidelim.” Cevabımla Gökçe hafif bir tebessüm ile karşılık vermişti.

Doyduğumda bardağımdaki çayda bitmişti. Doldurmak için ayağa kalkacağımda Gökçe benden önce davranmış ve bardağımı alıp çay doldurmaya başlamıştı. Bu hareketine karşılık oldukça şaşırmıştım. “Teşekkür ederim de ben hallederdim, keşke zahmet etmeseydin.” Gökçe kendi çayını da doldurup sandalyesine oturdu. “Ne zahmeti olur mu öyle şey, hem sende benim için onca şey hazırlamışsın.”

Çayıma şeker atıp karıştırdıktan sonra çay kaşığını alıp masaya koydum. Dumanı hâlâ üzerinde olan bardağı alıp bir yudum çay aldım. “Akşam Asena da gelir mi?” Bu sorunun neden geldiğini merak dahi etmemiştim çünkü anlamıştım ki evi olan doktor arkadaşımız ev arkadaşı istiyor mu diye soracaktı. “Gelir büyük ihtimalle.”

Yemeğin sonlarına doğru apartmanda sesler yükselmeye başlamıştı. Bizimkilerin geldiğini tahmin ederek kapının deliğinden baktım ve yanılmadığımı anladım. Karşı dairenin kapısı açıktı, kapıyı açtığımda karşımda Mertcan ve Mehmet Ali’yi gördüm. “Lan oğlum kaldırsana yukarıya.” Mertcan ve Mehmet Ali yemek masası taşıyordu. Anlaşılan Erdinç’in gazabına uğramışlardı. “Daha ne kadar kaldırabilirim Mert? Superman falan mıyım ben?” Kollarımı bağdaştırıp kapıya yaslandığımda yanıma Gökçe de geldi. “Yok yok Batman’lik yakışır sana.”

Küçükken markete gittiğimizde Gökçe sürekli kek almak isterdi. Fakat benim üzüme alerjim olduğu için meyveli kek almak yerine kakaolu kek alıyordu. Bu durumdan bir kez bile şikâyet etmemişti. Bu durumu unutmaması beni oldukça şaşırtmıştı. Sırıtarak Gökçe’ye baktığımda Gökçe oldukça ters bakışlar atıyordu. “Ne sırıtıyorsun öyle, ayrıca neyi unutmamışım?”

“Üzüme olan alerjimi.” Gökçe kaşlarını çattı sonra hâlâ bir olan ellerimizi ayırdı. Şu an kendince umurunda olmadığımı gösteriyordu zannımca. “Attım tutmuş, ne var yani?” Gökçe’nin inkâr etmesine karşı büyük bir kahkaha attım. Sinirle baktığını sanıyordu ama oldukça tatlı ve masumdu benim gözümde. “Odama gidiyorum ben!” Saçlarını savurduktan sonra arkasını dönüp hızlı adımlarla odasına gitti.

Benden aç olduğu için mutfağa gidip buzdolabını açtım ancak çoğu zaman görevde olduğum için evde bir şey yoktu. Bu yüzden Memoli’ye küçük bir liste yazıp on beş dakika süre verdim. O sırada çay demlemek için çaydanlığa su doldurdum ve oturup beklemeye başladım. Çok geçmeden çalan kapıyı açmak için ayaklandım ve kapıya gittim. İlk başta kapı deliğinden bakıp Memoli’nin geldiğini teyit ettim.

Hızlı olmak için koştuğu nefes alıp verişlerinden belli oluyordu. “Komutanım siparişleriniz.” Uzattığı poşeti aldığım sırada Memoli bana sorgulayan bakışlar atıyordu. “Komutanım Melis Yenge buraya geldi hatta karşı dairenizi tutmuşlar.” Duyduklarım ile Erdinç adına mutlu olmuştum. Kaç aydır sevdiği kadınla hasretlik çekiyordu. Bir diğer bakış açısı da Gökçe’ye arkadaş geliyordu. “Bugün bu sitedeyiz yani komutanım eşya taşıyacakmışız.” Erdinç yaş faktörünü kendi aleyhine oldukça iyi kullanan birisiydi.

Tim de Erdinç’i kırmayıp çoğu isteğini yerine getiriyordu. Zaten konu yardım etmekse hiç düşünmeden olaya dahil oluyorduk. “Tamam akşam geliriz belki.” Memoli’nin tek kaşı havalanmıştı ve pis pis sırıtmaya başlamıştı. “Biz kim komutanım.” Elimi Memoli’nin yanağına götürdüm ve sert olmayacak bir şekilde birkaç kez vurdum. “Sanan ne lan hesap mı vereceğim ben sana!” Memoli yüz ifadesini toparlayıp kendisine çeki düzen verdi. “Emredersiniz komutanım.”

Memoli’yi oldukça sever ve sıcak kanlı bulurdum. Kendisini sevdiğim için onunla uğraşmak da bana ayrı bir keyif veriyordu. Belki de geçmişimden birisini hatırlattığı içindir. Memoli merdivenlere yönelirken kapıyı arkasından kapatıp elimdeki poşet ile mutfağa gittim. Simitleri ve poğaçaları ayrı bir tabağa koyduktan sonra Memoli’nin aldığı kahvaltılıkları da masaya yerleştirmiştim.

Çayı da bardaklara döktükten sonra her şey tamamıyla hazırdı. Mutfaktan çıkıp Gökçe’nin olduğu odaya doğru yürümeye başladım. Bağırarak çağırmayı düşünmüştüm faka uygun olmazdı. Odanın kapısını tıklattım ve içeri girmek için beklediğim ses gelince kapıyı açtım ve başımı içeri uzattım. “Kahvaltı hazır küçük hanım.” Gökçe pijama altı ve üzerine yarısı eksik bluz giymişti. Saçını da üstten toplamış tam anlamıyla ev moduna geçiş yapmıştı.

 

Yerdeki tavşanlı terliği gördükten sonra şaşırmak pek mümkün değildi benim için. Gökçe küçükken peluş şeylere bayılırdı bu yüzden kendi evlerinde peluş tulumlarla gezerdi. Şu an kucağında olan uyku arkadaşı olan ‘Pofduk’ adlı ayıcık olmadan uyuyamazdı. “Geliyorum hemen.” Başımı salladıktan sonra mutfağa geçtim.

Hazırladığım masaya baktığım zaman oldukça iştah açıcı göründüğüne karar verdim. Kendi sandalyeme oturup simide uzandım ve yemeye başladım. Ağzımdaki simidi yumuşatmak için üzerine çayımdan bir yudum aldım ve o nefis tat karışımına tanıklık ettim. Yemek yerken aldığım zevkle beraber gözlerim kapanmıştı. Kahvaltımı normalden geç yapınca oldukça acıkmıştım.

Duyduğum ayak sesi ile Gökçe’nin geldiğini anlamıştım ancak gözlerimi açma gereğinde bulunmamıştım. Gökçe sandalyeyi çekip oturduğunda gözlerimi açtım ve ikinci dilimi de aldım. “Afiyet olsun.” Gökçe’ye bakmadan başımı salladım ve çayımdan bir yudum aldım. Bu zamana kadar evde emek yerken yalnız olduğum için konuşma alışkanlığım yoktu. Sanırım bu alışkanlığı Gökçe kıracaktı.

Gökçe benim aksime aldığı simidi bölerek yemeyi tercih etmişti. Yemek yerken oldukça sakin hareket ediyordu. “Karşı daireye bir abim taşınıyor, karısı ve çocukları da var. Akşam gidip tanışmak ister misin?” Ben akşam gidecektim fakat Gökçe’yi peşimde sürüklemek istemiyordum. Eğer gelecekse de kendi isteği ile gelmesi daha doğru olurdu. “Niye akşam gidiyoruz? Buradalarsa şimdi gidelim yardım edelim.”

Yalan söylemeye gerek yok, açıkçası bu cevabı almayı hiçbir şekilde beklemiyordum. Artık Gökçe’nin yalnız kalmayacağına ve burada güzel dostluklar edineceğine emin olmuştum. Gökçe oldukça cana yakın ve yardım sever bir kızdı. Anlaşılan yıllar ondan hiçbir şeyi götürmemişti. Aksine fazlasıyla güzellik katmıştı. “Olur gidelim.” Cevabımla Gökçe hafif bir tebessüm ile karşılık vermişti.

Doyduğumda bardağımdaki çayda bitmişti. Doldurmak için ayağa kalkacağımda Gökçe benden önce davranmış ve bardağımı alıp çay doldurmaya başlamıştı. Bu hareketine karşılık oldukça şaşırmıştım. “Teşekkür ederim de ben hallederdim, keşke zahmet etmeseydin.” Gökçe kendi çayını da doldurup sandalyesine oturdu. “Ne zahmeti olur mu öyle şey, hem sende benim için onca şey hazırlamışsın.”

Çayıma şeker atıp karıştırdıktan sonra çay kaşığını alıp masaya koydum. Dumanı hâlâ üzerinde olan bardağı alıp bir yudum çay aldım. “Akşam Asena da gelir mi?” Bu sorunun neden geldiğini merak dahi etmemiştim çünkü anlamıştım ki evi olan doktor arkadaşımız ev arkadaşı istiyor mu diye soracaktı. “Gelir büyük ihtimalle.”

Yemeğin sonlarına doğru apartmanda sesler yükselmeye başlamıştı. Bizimkilerin geldiğini tahmin ederek kapının deliğinden baktım ve yanılmadığımı anladım. Karşı dairenin kapısı açıktı, kapıyı açtığımda karşımda Mertcan ve Mehmet Ali’yi gördüm. “Lan oğlum kaldırsana yukarıya.” Mertcan ve Mehmet Ali yemek masası taşıyordu. Anlaşılan Erdinç’in gazabına uğramışlardı. “Daha ne kadar kaldırabilirim Mert? Superman falan mıyım ben?” Kollarımı bağdaştırıp kapıya yaslandığımda yanıma Gökçe de geldi. “Yok yok Batman’lik yakışır sana.”

Mertcan’ın bu esprisine karşılık tiksinircesine baktım. Benim anladığım espriyi Memoli anlamamıştı ve durduğu yerden Mert’e baktı. “Ne alaka lan?” Beni ilk fark eden Mertcan olmuştu. Başı ile selam verdikten sonra yanımda olan Gökçe’ye kaydı gözleri. Mertcan’ın durma nedenine bakan Memoli ilk başta tökezlese de hemen toparladı. “Batmanlı olduğun için böyle saçma bir espriye maruz kaldın.”

Açıklamamla beraber Mehmet Ali ters bir bakış attıktan sonra havaya tükürmüştü. Gökçe dediklerim ile ciddi olup olmadığımı sorguluyordu. “Ben senin yapacağın esprinin kalitesini si-” Mehmet Ali konuşmaya şahitlik eden Gökçe’yi hatırlayıp küfrü etmeden susmuştu. En sonunda konuşmak yerine masayı eve bırakıp tekrar aşağı indiler. Akşama kadar çoğu mobilyayı tim ile taşıdıktan sonra, evin yerleşmesine sıra gelmişti.

“Erdinç dikkat et!” Sesinden sonra yere düşen koliden kırılma sesleri gelmişti. Efnan’ın uyarısı boşa gitmişti. Erdinç düşürdüğü koliye baka kalmıştı. “Sakin olacağım.” Efnan, Erdinç’in sakarlığına derin bir nefes alıp sakince mutfağı terk ettiğinde hepimiz rahat bir nefes almıştık. Bu tarz durumlar ve olaylarda Efnan oldukça gergin ve sinirli oluyordu. Bu yüzden Erdinç her adımını tedirginlikle atıyor ve dikkat ediyordu.

“Ben dağda terörist kovalarken bu kadar gerilmiyorum ya.” Erdinç düşürdüğü koliyi alıp açtı ve içindeki sağlam bardakları tek tek çıkardı. Bu sırada Gökçe de Erdinç’in çıkardığı bardakları dolaplara yerleştiriyordu. “İnanır mısınız ama bazen ben bile geriliyorum.” Bu cümlelerin sahibi güya korkusuz olan Mertcan’a aitti. “Woahhh.”

Arkamda hissettiğim hareketlilik ve hafif esintinin sebebi tamamen Tuna’ya aitti. Gelir gelmez boynuna çarşaf bağlamış ve oyun oynamaya başlamıştı. “Kahrol düşman alsana bombee.” Kapıdan uzanıp baktığımda yerde yatan Memolinin üzerinde oturan Tuna’yı gördüm. “Lan oğlum hani biz dosttuk.” Tuna, Memoli’ye sert olmayacak bir tokat attı.

“Sus ben bir Süpermen olarak Batman ’den nefret ederim.” Duyduklarım ile küçük bir kahkaha attığımda Mertcan sinsice sırıtıyordu. Bütün bunlar onun başının altından çıkmıştı ve bu çok netti. “Yav ben Batman değilim ki.” Tuna ayağı kalktı ve bir ayağını Memolinin karnına bastırdı. Sonrasında Tuna, Memolinin pes ettiğini görünce ablası ile paylaştığı odaya koştu.

İlk olarak o odayı yerleştirmişti Efnan tek isteği Tuna’nın oyuncaklara dalmasıydı ancak bu hayali gerçekleşmedi. “Ya Tuna mal mısın oje sürüyorum burada.” Diye cırlama sesi yükseldi evin içinde. Bu sesin sahibi Tuana’ydı kendisi on bir yaşında olmasına rağmen oldukça süslüydü. Süslenip etrafta bıcır bıcır gezmek en büyük zevkiydi.

Etraftaki kaosa rağmen gece bir de bütün işler bitmişti ve herkes dağılmıştı. Tim askeriyeye giderken ben eve geçmiştim. Eve girer girmez odama geçmiş ve uyumak için yatmıştım. Yarın iş başıydı ve ben kendi saatimden fazlasıyla geçe kalmıştım. Fazlasıyla uykum geldiği için uyumak için başımı yastığa koymam yetmişti.

Uyku mahmurluğu ile çalan kapı mı yoksa gaipten duyduğum ses mi ilk başta algılayamadım. Gözlerimi açtığımda havanın hâlâ kapalı olduğundan daha gece olduğunu ve gerçekten kapının çaldığını anladım. Koşarak kapıyı açtığımda karşımda kimseyi göremedim. Kapıyı kapatmadan başımı yavaşça aşağı indirdiğimde karşımda Tuna’yı gördüm. Evlerinin kapısına baktığımda kapalı olduğunu fark ettim. “Ne işin var lan burada?” Uykumdan uyandığım için sesim normalden kalın çıkmıştı. Tuna beni itip içeri girdi, pelerini hâlâ omuzlarındaydı. “Çekil Cihangir amca kayıp prensesi kurtarmaya geldim.” Ellerini beline koymuş ve başını da kaldırmıştı. Uyku mahmurluğu olayları algılamamda zorlanmama sebep oluyordu.

“Kayıp prenses kim lan?” Bu sefer pelerinini arkaya savuşturdu, yüzünde allık bir gülümseme belirdi. “Gökçe tabi ki, sen olacak halin yok ya.” Sıkıntı ile alnıma vurduğumda Gökçe esneye esneye odasından çıkıyordu. Bizi gördüğünde ilk önce olayın gerçekliğini kendi kafasında sorguladı. Gerçeklik algısı yerine geldiğinde olduğu yerde durmaya devam etti.

Gökçe olduğu yerde diz çöktüğünde Tuna koşarak Gökçe’ye gitti ve o minik kolları ile Gökçe’yi sarıp sarmaladı. “Balım bu saatte ne oldu?” Tuna başını kaldırırken Gökçe’de olduğu yerden kalktı. “Kötü Rüyalar gördüm Gökçe balım.” Tuna, Gökçe’nin omzuna başını yasladı ve gözlerini yumdu. “Şey bu geceliğine senin odanda kalabilir miyiz?”

Başımı sallayarak onay verdim. “Tabi, sorun olmaz.” Neden olduğunu bilmeden bu görüntüyü aklıma kazımıştım. Gökçe’den önce odaya girip kıyafetlerimi ve telefonumu aldıktan sonra Gökçe’nin odasına geçtim. Masa lambasını kapatıp yatağa yattım. Yastığa başımı koymamla duyduğum tek koku Gökçe’nin saçının kokusuydu. Bu kokunun verdiği huzur ile yine uyumakta zorlanmadım.

Bu sefer uykumdan alarm yerine zil sesi ile uyandım. Aryan kişi Erdem Yarbay’dı ve göreve çağırıyordu. Hızla kıyafetlerimi giyindim gerekli olan eşyalarımı aldım ve Gökçe’ye bir not bıraktım. Ayakkabılarımı giyindikten sonra Erdinç’in kapısını çaldım. Kapıyı Erdinç açtığı sırada Efnan çocukları kontrol etmiş olacak ki telaş içinde karşımda belirdi. “Tuna yok!”

Efnan’ın gözleri korkuyla kocaman olmuştu. Onu sakinleştirip kısaca olan biteni anlattım, Erdinç geldiğinde koşarak askeriyeye doğru gitmeye başladık. Şanslıydık ki koşunca aradaki mesafe sadece iki dakika oluyordu. Askeriyeye gelir gelmez ilk durağımız toplantı odası olmuştu. Tim ve Erdem yarbayım ile orada buluşmuştuk. Sınır dışındaki bir karakola saldırı düzenlenmişti ve destek ekip olarak biz görevlendirilmiştik.

Yol uzundu bu yüzden hızlı gitmek için helikopterle gidecektik. Görevi alır almaz mühimmat odasına gidip üniformalarımızı giyindik. Yeleklerimizi üzerimize geçirdikten hemen sonra silahlarımızı ve mühimmatlarımızı alıp hızla helikopterin bulunduğu alana doğru koştuk. Tek tek helikoptere bindiğimizde havalandık. Yarım saatlik yoldan sonra her yer cehennem gibi alev alevdi.

Havadaki dumanla aşağıyı net bir şekilde göremiyorduk. “Komutanım iniş olumsuz.” Duyduklarımla oldukça sinirlenmiştim. Ne demek iniş yok. “Tamam, Sarp ipleri sarkıt.” Sarp emrimle harekete geçti ve dediklerimi yapmaya başladı. Pilot endişe ile bizim olduğumuz yere döndü. “Komutanım burada inmeniz imkânsız, havada vururlar sizi!”

Sinirle kahkaha attım ve olabilecek en sert bakış ile pilota döndüm. “Bizim için zor diye bir şey yoktur, imkânsız sadece zaman alır.” Lafım biter bitmez boynumdaki bandana ile yüzümün yarısını kapattım, ipi elime alıp hiç düşünmeden aşağı atladım. Ben havadayken Mertcan da aşağıya ateş açıyordu. Yere ayak basar batmaz takla atıp önümdeki duvara siper aldım.

Tim tek tek inerken bende etraftaki teröristleri etkisiz hâle getiriyordum. “Allah Allah, gerçek eğlence.” Mertcan omuzlarını sallayarak koştuktan sonra kendisine bir siper yeri buldu. Bazen bu çocuğun akli dengesinin bozuk olduğunu düşünüp, askeriyeye alınmasını sorguluyordum. Herif resmen kaostan besleniyordu.

Karakola doğru koşarken yakınımıza bomba atmışlardı. Fark eder etmez timi uyardım ve kendimi sağ çapraza attım. “BOMBA!” Çıkan alev ve topraktan etkilenmemek için kolumla gözlerimi kapattım. Patlama sesinden sonra son hızımla tekrar karakola koşmaya başladım. Kulağımdaki kulaklığa dokunup konuşmaya başladım. “İyi misiniz?” Çok geçmeden timin teker iyi olduğunu teyit etmiştim.

Baş komiserin olduğu tarafa doğru koştum. Omzundan yaralanmıştı, kan kaybetmişti ve çektiği acı onu oldukça zorluyor gibi görünüyordu. “Üsteğmen Cihangir Kızılok.” Kısaca kendimi tanıttıktan sonra baş komiser biten şarjörü yere attı. “Baş komiser Ahmet Kara.” Başım ile selam verdikten sonra pencereye tekrar bakıp ateş açmaya devam ettim.

Henüz karakola sızamamışlardı ve karakoldan iki kilometre uzaklıktalardı. “Tam iki saattir çatışma içindeyiz. Şehitlerimiz ve yaralılarımız var. Mitoz gibi bölünüyorlar amına koyduklarım, bir türlü bitmiyorlar. Çoğaldıkça çoğalıyorlar.” Sohbet esnasında pencereden içeri giren bomba ile kısa bir süre bakıştım. Gülümsemem aniden yüzümde söndü.

Saliseler süren şoku atlatıp bomba yere düşmeden havada yakaladım. Elimde bombayı hisseder hissetmek kendimle saçma sapan bir tartışma içine girdim. Bilerek bomba imha seçmemiştim ama mıknatıs gibi bütün bombaları çekiyordum. Acaba bu bomba götümde patlar mı ki? Saçmalama lan elinde tutuyorsun şu an. Lan geri zekâlı bombayı niye tutuyorsun atsana dışarı! Kendimle tartışmamın sonuna gelir gelmez bombayı gelen yere geri postaladım ve bomba yeri bulmadan havada patladı.

Bütün bunlar sadece birkaç saniyede gerçekleşmişti. Bazen savaşta ya da çatışmada insanın zaman algısı yok oluyordu. Bu birkaç saniye bana dakika gibi gelmişti. Merdivenlerden beni izleyen Asena ve Memoli hızla yanıma koştular. “Komutanım iyi misiniz?” Hızla başımı salladım ve tekrar ateş açmaya başladım.

 

Komiser omzumu yavaşça tıpışladı. “Sen olmasaydın götümüz başımız paramparça, tabutumuz düz olacaktı devrem.” Olayın şokunu atlattığımızda hepimiz kahkaha atmıştık. Böyleydi işte her ne kadar çatışmada da olsanız kendinizi güldürecek bir şey buluyordunuz.

 

**********

 

Sabah Tuna’nın beni ‘farkında olmadan’ yataktan atması ile kendimi yerde bulmamla uyanmıştım. Erkenden hastaneye gideceğim için Tuna uyurken onu evine bırakmış, hazırlanıp çıkmıştım. Cihangir’in notuna göre göreve gitmişti ve ne zaman döneceğini bilmediğini, evin anahtarını bana bıraktığını söylemişti.

Şimdi ise acilde nöbetteydim ve acil oldukça dolu ve yoğundu. "Abla çok acımaz değil mi?" On sekiz yaşına gelmiş, boyumu geçmiş bir hasta kan alırken 'canım acımaz değil mi' diyordu. "Acımaz elim hafiftir benim." Lastiği hastanın koluna bağladım ve yumruk sıkıp açmasını istedim. "Şey ben biraz korkuyorum da." Çocuğa ters bir bakış attım "Eline şeker vermemi ister misin?" diyerek dalga geçtim.

Çocuk verdiğim tepkiye şaşırmıştı ve bakakalmıştı. Yumruğunu açtığında damarını çoktan bulmuştum ve iğneyi damara geçirmiştim. Çocuk tüpe geçen kanları gördüğünde bana baktı ve bayıldı. "Bir bu eksikti. Hasan abi bu çocuğu iki numaralı sedyeye yatırır mısınız?" Çocuğu yatağa yatırdıklarında rahat nefes alması için başını çevirdim ve ayılmasını beklemeye başladım.

Aldığım kanları laboratuvara gitmesi için Oğuz Hemşireye vermiştim. Tekrar acile gittiğimde acil kapısında Cihangir'i görmem şaşırmama neden olmuştu çünkü elinde bir demet papatya vardı. Cihangir’in görevden erken ve sağlam bir şekilde gelmesi beni oldukça mutlu etmişti. Sarılma iç güdüsünü kendime sakladım ve sadece gülümsemek ile yetindim. “İyi misin?”

Cihangir sırıttı “Kötü olmam için bir sebep mi var?” sinirle burnumdan soludum. Ben onu merak ederken o sadece beni uyuz etmekle meşguldü. “Görevden geldin ya, yara alıp almadığını soruyorum geri zekâlı!” Ben az önce bir komutana ‘geri zekâlı’ mı dedim? Olsun kızım geri adım atmak yok. Hızla arkamı dönüp gidecekken Cihangir kolumdan tuttu. “Tamam ya şaka yaptım, iyiyim ben merak etme.”

Geri dönüp durdum ve kollarımı bağdaştırdım. Gözlerim tekrar Cihangir’in elindeki çiçeklere kaydığında sorgulamak için göz kırptım. “Ha bunlar mı, bir arkadaş için ya.” Bende mal gibi bu güzel çiçeklerin benim için olduğunu düşünmüştüm. Gerçi salaklık bende adam sana neden çiçek getirsin ki Gökçe? “Anladım.” Dedikten sonra Cihangir gülmemek için dudağını ısırdı. Buketi bana uzatıp çapkın bir bakış attı “Bunlar senin için. İlk iş günün güzel geçsin diye.”

Çiçekleri alıp gülümsedim ay resmen ben bu adama cilve yapıyorum. Ama haksız da sayılmam adam tam cilve yapılası bir adam. Cihangir karşımda ne yaptığını bilen ve kendinden emin bir haldeydi. “Çok incesin, teşekkür ederim.”

Bukete yaklaştım ve derin bir nefes aldım. Gülümsemekten ağzım, kulaklarıma ulaşacaktı. Ailem dışında ilk kez biri beni düşünüp çiçek alıyordu.

Sol çaprazımda durup bizi izleyen Gamze’yi gördüğümde aklıma ev meselesi geldi. “Şey Gamze ile tanıştım, iyi de anlaştık ev meselesinde de anlaştık. Bu akşam eşyalarımı alırım yarın Gamze’ye taşınıyorum.” Gamze buradaki doktorlardan biriydi. Kendisi oldukça sıcak kanlı ve arkadaş canlısı biriydi. “Yine de evimin kapısı senin için her zaman açık.” Bir elim saçlarıma gitti ve saçlarımla oynamaya başladım.

Sanırım benim de gönlümün kapıları senin için açık olacak Cihangir. Derin bir nefes aldım “Teşekkürler.” Teşekkür etmekten başka söyleyecek bir şey bulamamıştım. Benim bu mallık şaka mı? Ortama rahatsız edici bir sessizlik çöktü. “Benim gitmem gerekiyor.” Cihangir elini uzattığında, el sıkışmak yerine ‘neden bilmiyorum’ sarılmayı tercih ettim. Sadece kalbim değil mantığımda bunu söylüyordu.

Ellerimi Cihangir’in sırtında birleştirdiğimde çok geçmeden onun kolları da beni sarıp sarmalamıştı. “Kendine iyi bak.” Birbirimizde ayrıldığımızda bu sefer Gamze yalnız değildi yanında Oğuz vardı. Hastanede olmasak ellerine çekirdek alıp izleyeceklerdi bizi. Cihangir giderken arkasından onu izliyordum. Şaka değil adam tam âşık olunası bir adamdı.

Cihangir tamamen gözden kaybolduğunda tekrar kucağımda ki çiçeklere baktım. Bana papatyalardan oluşan buket almıştı her çiçekten bir tane vardı. “Uwu birileri âşık oluyor galiba.” Cehennem zebanisi gibi biri sağıma biri soluma geçmiş yanımda dikiliyorlardı. Sıkıntılı bir nefes vermiştim. “Ne aşkı kız burada tutulma yaşıyor.” Anlaşılan o ki gün boyu dillerden düşmeyecektim.

“Dohtor yok mudur?” Sinsice sırıtma sırası bendeydi. Gamze gelen kadının sesini duyduğunda gözünü devirdi. “Duydun zilin sesini doktor hanım iş başına.” Gamze oflayıp giderken yanında Oğuz’u da götürmüştü. Olası bir dedikoduyu kaçıramazdı, bunu önlemenin en iyi yolu Oğuz’u yanında götürmekti. Yalnız kaldığımda yaşlı bir teyze paytak adımlarla yanıma yaklaştı.

“Bahele kızım.” Gülümseyerek teyzeye baktım. Kısa boylu ve kilolu bir teyzeydi. Şahsen benim yakınım olsaydı yanaklarını sıkarak severdim. “Buyur teyzecim.” Teyze baştan aşağı beni süzdü sonrasında ellerime baktı. “Şu giden delikanlı yavuklun muydu?” Teyzenin dedikleri beni şok etse de küçük bir kahkaha atmama engel değildi. “Değil teyzecim arkadaşım.”

Teyze duydukları ile oldukça memnun olmuşçasına sırıttı. Sonrasında şalvarının cebinden bir vesikalık çıkarıp bana uzattı. Vesikalığı alıp baktım, karşımda yirmi iki – yirmi üç yaşlarında biri vardı. “Alayım mı seni torunuma?” Şok olmuş bir şekilde teyzeye dönüp baktım. Ne diyeceğimi bilemediğimde, elimdeki vesikalık hızlı ve sert bir şekilde alındı. “Yok teyze onun yavuklusu var.”

Teyzeye bakarken Cihangir’in sesini duymamla gülümsedim. Beni kıskanıp, sahiplenmesi hoşuma gitmişti. “Yalan atma yok dedi.” Cihangir elindeki fotoğrafı teyzenin eline tutuşturdu. “Naz yapıyor naz.” Teyze yüzünü buruşturup bir hışımla arkasına dönüp gittiğinde arkasından gülmeden edemedik. “Sen gitmemiş miydin?” Cihangir odağını bana çevirip baktı. “Gelmese miydim?” Başımı kaldırıp Cihangir’in gözlerine baktım. Sanırım bu zamana kadar gözlerine en net baktığım kişi Cihangir olabilirdi. “Yok yok, iyi ki geldin.” Cihangir gülümseyerek tekrar teyzenin gittiği yere baktığında bende ona eşlik ettim.

Teyze yanındaki arkadaşı ile konuşuyor arada olduğumuz tarafa bakıyorlardı. Odağımızı tekrar birbirimize çektiğimizde Cihangir konuşmaya başladı. “Ya ben evin anahtarını almak için gelmiştim. Yanlış anlaşılmak istemem almam gereken bazı şeyler var. Hem bugün sana anahtar yaptıracağım.” Cihangir’in bu ince düşüncesi kalbimin ısınmasına ve kendimi değerli hissetmeme yetmişti.

“Yok neden yanlış anlayayım, istersen burada bekle istersen yanımda gel.” Yürümeye başladığımda Cihangir de arkamdan beni takip ediyordu. Hastanede yürürken çoğu hemşire ve doktor dönüp bize bakıyordu. Çoğu kadındı ve bana bakmadıklarını adım gibi biliyordum. Soyunma odasına geldiğimizde Cihangir’in dışarıda beklemesini söylemiştim.

O da bu durumu anlayışla karşılayıp içeri girmedi. Odaya girdiğimde ilk işim çiçeği bırakıp, çantamdan anahtarı almak olmuştu. Çıkıp anahtarı Cihangir’e verdim. “Kolay gelsin.” Cihangir yanağımdan makas aldı ve gitti. Cihangir gözden kaybolurken ben hâlâ olduğum yerde dikiliyordum.

Baş hemşirenin geldiğini gördüğümde hızlıca olduğum yerden tüydüm. Kadın tam bir sinir küpüydü. Boş durandan nefret ettiğini söylemesine rağmen bütün işleri bize kitleyip giderdi. Acile geldiğimde serum için bekleyen birkaç hasta vardı, hepsi ile ayrı ayrı ilgilendiğimde acil tenhalaşmıştı.

Oturmak için bir sandalye bulma çabalarım tamamen boşa gitmişti çünkü iki erkek bir de kadın hasta polis eşliğinde geliyordu. Zaten benim totom sandalye yüzü görmesin demi. Göz ucuyla adamlara baktığımda ağızları ile burunlarının yer değiştirdiğini görmüştüm. Oğuz adamlara doğru giderken bende gelen kadının yanına gittim.

Perdeyi açıp kadın ile yüz yüze geldim. “Geçmiş olsun.” Kadın başı ile teşekkür etmişti. Yüzünde sinirli ve gergin bir hâl vardı. Arkadan polisin ‘şikayetçi misin’ sorusuna verilen olumsuz cevapların mırıltıları vardı. Kadın duyduğu cevaptan oldukça memnun bir şekilde sırıttı.

“Tabi erkeklik gururuna yediremezler. Nasıl olurda iki erkek bir kadından dayak yer? Sadece erkekler kadınları döve bilir değil mi?!” Kadının bu çıkışından anlamıştım ki adamları pert eden kişi tam olarak karşımdaydı. “Bana darp raporu verir misiniz?” Bulunduğumuz oldukça gergindi.

“Ben doktor hanımı çağırayım en iyisi, bu arada isim neydi?” Kadına yarım bir şekilde dönükken perde hızla ve koparılırcasına çekilmişti. “Dicle!” Kadına yönelttiğim sorunun cevabını şaşırılır ki Ercüment’ten almıştım. “Yenge?” Adının Dicle olduğunu öğrendiğim kız olayları anlamaya çalışıyordu. Sıkıntılı bir şekilde nefes verip Gamze’nin yanına gittim.

Gamze’nin odasına gitmeme gerek kalmamıştı çünkü Gamze çoktan gelmişti. “Hasta darp raporu talep ediyor.” Gamze’nin elinde dosyalar vardı ve Dicle’nin olduğu yere doğru yürüyordu “Duydum.” Dedikten sonra elindeki dosyayı havaya kaldırıp salladı. Bu durumdan oldukça rahatsız olmuş gibiydi.

Perdeyi açtığımızda Ercüment ve Dicle yoğun bir tartışmanın içinde olacak ki gelmemizi fark etmediler. Varlığımızı belli etmek için öksürdüm. Gamze kendini tanıtır tanıtmaz muayene etmeye başladı Dicle’yi. İşi bitince de dosyayı doldurdu ve Dicle’ye imzalattı. Gamze hiç vakit kaybetmeden hastane polisinin yanına gitti.

“İzninle soru sora bilir miyim Dicle?” Soracağım soru oldukça merak ettiğim bir konuydu bu yüzden sormadan edemeyecektim. “Tabi.” Yatağın ucuna oturduğumda Ercüment dikkatle beni izliyordu. “Madem adamları sen dövdün, niye şikayetçi oluyorsun?” Bu detayı Ercüment fark etmemiş olacak ki, büyük olmasa da bir aydınlanma yaşadı.

Dicle bu soruma sinirle güldü “Beni dövemese de biri kızını, diğeri kardeşini dövüyordu. Bunlar şimdi tutuklanmasa akşam tekrar dövecekler kızı.” Duyduklarıma gülümseyip Ercüment’e baktım, gözündeki o gururu hissetmiştim. “Ben sizi yalnız bırakayım.” Kalkarken Dicle kolumdan tuttu “Kendini tanıtmadın.” Gülümseyip kendimi tanıttım ve yanlarından ayrıldım.

Yavaştan bana uyku bastırdığı için kantinin yolunu tutmaya başladım. Bazen bu mesleği seçmemdeki amacı sorgulamıyor değildim, sonuçta uykuyu seven bir yapım vardı. Mesleğimde ise uzun saatler uyanık kalmam gerekebiliyordu. Bunu bir ara uzunca bir süre düşünmeliydim ve o süre şu an yoktu.

Kantine geldiğimde Davut abi beni görür görmez gülümseyip önüme kahveyi hazır bir şekilde koydu. Her gün aynı saatte geliyordum ve aldığım tek şey kahve alıyordu. “Ha bu hal nedur?” Kahveden bir yudum aldım ve parasını koydum. “Sanki bilmediğin şey mi be Davut abi?”

Davut abi halime güldü “Eh be kizum daha alışamadun mi?” Başımı olumsuz anlamda sallarken boş masalardan birine yöneldim. Masaya oturduğumda cebimdeki telefonu çıkarıp baktım. Annemin aramasına geri dönüş yaptığımda ona karşı özlemimi daha çok hissettim içimde. Yaklaşık on beş dakika sonra telefonu kapattığımda yanıma Oğuz ve Gamze geldi.

Surat ifadelerine bakıldığı üzere bomba bir dedikodu konusu vardı. “Gökçe sen birinin ağzına laf mı verdin?” Gamze’nin sorusuna mal gibi bakmakla yetinmiştim. Algılarımın kapalı olduğunu hissediyordum tek verdiğim cevap “Hı.” olmuştu. Konuşmayı ne de güzel sökmüşüm vay be.

“Kızım bütün hastane seni ve yavuklunu konuşuyor.” Gün boyunca yaşadığım bütün olayları zihnimde tekrar yaşadığımda aklıma tek bir kişi geldi. “Acildeki teyze.” Cihangir onun ağzına çok güzel bir şekilde laf vermişti. Demek ki bu teyze herkese bu olayı anlatmıştı. “Çabuk yaşananları anlatıyorsun!”

Tek tek yaşadıklarımızı ve konuşulanları Gamze ve Oğuz’a anlatmaya başladım. Bu sırada ikisinin de suratları şekilden şekile giriyordu. Bizimkilerin altın gününe gitse oradaki dedikodulara ne tepki verirler merak ediyorum açıkçası. “Ay inanmıyorum, neyse bacım naz yapmak iyidir.” Gamze’nin yorumunu gülümsemek ile yetindim.

“Naçizane tavsiyem sen Cihangir’in elini bırakma Gökçe. Bak biz yıllardır tanırız onu bir kere olsun yanlış hareketini görmedik ve çok net bir şekilde o senin sevdana tutulmuş bile.” Oğuz’un dedikleri doğruydu, bu devirde güvenilir erkek bulması zordu ve emindim ki Cihangir ile bir ilişki yaşarsak aramızda güven problemi olmazdı.

Bir konuya daha eminim Cihangir sevdi mi tam severdi. “Bu dediklerini aklımdan çıkarmayacağım Oğuz, teşekkür ederim.” Soğumuş kahvemi yudumlarken düşüncelere daldım. Maziyi hatırlamak için aklımı zorladım. Pusların içinden kopuk kopuk anılar canlanmaya başladı gözümde.

Yazar gözüyle yıllar önce…

“Gelsene buraya cimcime.” İmamın oğlu yüzünden bisikletten düşmüştü Gökçe. Dizinin acısına aldırış etmeden elinde taşla mahallede koşturuyordu. Cihangir, Gökçe’nin başına bela olacak bir şey yapacağından emindi. “Bana ne o salak Kadir’in kafasını kıracağım.”

Dertli bir şekilde oflayıp Gökçe’nin peşinden koşmaya devam etti Cihangir. Biliyordu ki Gökçe kendi başına Kadir’in hakkından gelemezdi. Karşısında Güntekin’i görünce sevinmişti. “Güntekin abi tut şunu.” Güntekin’i çok severdi Cihangir fakat asker okulunda olduğu için çok sık göremezdi.

Güntekin, Gökçe’yi tuttuğu gibi kaldırıp omzuna aldı. “Ne oldu kız kim sinirlendirdi seni?” Gökçe’nin çatık kaşları hemencecik gitmişti. Elindeki taşı uzak bir yere fırlatıp gülmeye başladı. Bu mahallede Cihangir’den sonra Güntekin abisini severdi. “Ya sen bana sürpriz mi yaptın?”

Güntekin kendi etrafında yavaş bir şekilde döndü ve Gökçe’yi kucağına aldı. “Evet hem size bileklik getirdim.” Güntekin, Cihangir’e siyah bileklik verirken, Gökçe’ye de siyah-pembe bir bileklik verdi. İkisinin iyi anlaştığını biliyordu ve kendini hatırlatacak bir şey taşımalarını istedi. “Teşekkürler Güntekin abi.”

Cihangir bilekliği ömrü boyunca saklayacaktı, bunun için kendine bir söz vermişti. Gökçe’de bu bilekliği kopana kadar takacaktı, koparsa da asla atmayacak anı kutusunda saklayacaktı. “Güntekin abi, Kadir’i dövsene. Ben ondan küçüğüm ben dövemem.”

Cihangir kollarını bağladı, olmayan öfkesi ile baktı. “Niye ‘Kadiri dövcem’ diye koşuyorsun etrafta o zaman?” Gökçe sırıttı, tek bildiği gerçeği itiraf edecekti. “Arkamdan geleceğini ve benim yerime Kadir’i döveceğini biliyordum çünkü.” Güntekin duydukları ile büyük bir kahkaha attıktan sonra Gökçe’nin başını okşadı.

 

“Sen ne fenasın he sarı kızım benim.” Gökçe bu sefer Güntekin’e baktı. Gözlerini görmek için hafif geriye doğru itti sırtını. “Sarı kız ineklerin yavrularına deniyormuş babam söyledi. Ben inek yavrusu muyum?” Sinirli bir şekilde baktığını sanıyordu Gökçe ancak bu bakış Güntekin için oldukça tatlıydı.

“Yok sen daha çok süt danasısın.” Güntekin, Gökçe’yi bildiği için onu yere indirdi ve Gökçe’nin, Cihangir’i kovalamasını keyifle izledi. Okulda ailesinden sonra bu ikiliyi özlüyordu Güntekin, ileride asker olunca onları daha az görecekti. Bu anları kaçırmak onun için oldukça acı verici bir durumdu.

Günümüz

Güntekin abim… Küçükken hep bir abim olsun istemiştim ama bunun imkânsız olduğunu biliyordum. Ta ki Güntekin abim ile tanışana kadar, başımızı belaya soktuğumuzda bizi kurtarırdı.

Korur kollardı, milli savunma üniversitesine kadar her an yan yana olurduk. Akşamları bizi gezdirir dondurma alırdı. Bizimle oyunlar oynar, eğlenmemiz için elinden ne geliyorsa yapardı.

Yaklaşık on iki sene önce şehit haberi gelmişti bize. O haberden sonra Cihangir ile de mesafeler girmişti aramıza. Zaten sonrasında taşınmıştı, bir daha ne görmüştüm ne de sesini duymuştum.

Koskoca şehirde onca yaşıtım olan çocuğun arasında yapa yalnız hissetmiştim kendimi. Ben diğer çocuklarla değil sadece Cihangir ile Güntekin abimle oynamak istiyordum. Ama onlar beni bırakıp gitmişlerdi.

Cihangir’in gidişinin ilk haftalarında kabuslar yüzünden uyuyamamıştım. Onun yokluğu beni oldukça korkutmuştu. Çünkü benim kanatsız meleğim gitmişti, şimdi büyümüş asker olmuştu ve sadece benim değil binlerce insanın kanatsız ve isimsiz meleğiydi o.

Önümde beliren el ile dalıp gittiğimin farkına vardım. Başımı kaldırıp gülümseyerek baktım “Dalıp gittin.” Hızlıca ayağa kalktım, sanırım bugünlük bu kadar sohbet yeterdi bana. “Benim acile gitmem gerek.” Neredeyse koşar adımlarla uzaklaşıp kantine doğru gitmeye başladım. Arkama bakarak yürürken sert bir şeye çarptım.

Bir insan bedenine, rezil olmadan bir günüm geçse şaşarım zaten! “Yavaş.” Bu sesin tanıdıklığını sorgulamama bile gerek yoktu. Bu ruh hastası Şiyar’dı kendisine karşı nefret tohumlarım tekrar filizlenmişti. “O yine seni görmek ne güzel sarı çıyan.” Sinsice sırıttım, ne kadar sinirlensem de aklıma tek bir kişi geliyordu.

Cihangir faktörü, zira onunla karşı karşıya gelince bacakları titriyordu. “Aynısını senin için diyemeyeceğim Şiyar, çekil önümden.” Yürümek için bir hamle yaptığımda, Şiyar’da önüme geçip yolumu kapattı. Boş gözlerle bakıyordum kendisine, bulunduğu durumdan oldukça memnun görünüyordu.

Beni duvarla arasına aldığında, bulunduğum konumdan oldukça rahatsızdım. “Bakıyorum da komitan yokken süt dökmüş kedi gibisin.” Aynı ifadesiz halimle bakıyordum Şiyar’a gereksiz bir özgüveni vardı. Şiyar elini yanağıma getireceği sırada bir el ona engel oldu. “Çek lan elini.” Sesinden sonra Ercüment sert bir yumruk attı Şiyar’a. Bu sefer gülümsüyordum, Şiyar bunu çoktan hak etmişti. Ercüment, Şiyar’ı dövmeye devam ederken aklıma Cihangir’in dedikleri geldi.

Bu yüzden istemeyerek de olsa Ercüment’i durdurdum. “Ne oldu yenge.” Önce Şiyar’ın dağılmış yüzüne sonrasında Ercüment’e baktım. “Cihangir, en ufak suçunda hapishaneye göndereceğini söylemişti.” Ercüment başını salladı ve benden güvenlik görevlisini çağırmamı rica etti.

Ben güvenliği çağırırken Ercüment’te, Şiyar’ın başını bekliyordu. Koşarak acilin kapısında bekleyen güvenliği çağırdım ve aynı hızla Ercüment’in olduğu yere doğru gittim. Ercüment’in yanına gittiğimizde asker kimliğini güvenliğe gösterdi. “Polislere teslim edin Cihangir komutanım bir açıklama yapacaktır.” Güvenlik emri alır almaz harekete geçip Şiyar’a kelepçe taktı ve yanımızdan alıp götürdü.

Ercüment bana baktı, sanki bir şey isteyecekmiş de çekiniyormuş gibi bir hali vardı. “Söyle bakalım.” Ercüment söylediklerime şaşırmıştı, galiba anlamamı beklemiyordu. Ercüment lafa başlamadan Dicle de geldi yanımıza. “Yenge rica etsem Dicle’yi komutanıma söylemeseniz olur mu?”

Her şeyi duymayı bekliyordum ama bunu asla. Hem bu benim aklımda bile yoktu, Ercüment neden böyle bir şey istediğine dair merak duygusu yeşerdi içimde. “Neden ki?” Ercüment çaresiz bir şekilde boynunu ovdu ve derin bir nefes verdi. “Kendim söylemek istiyorum.” Dicle kollarını bağlamış Ercüment’in dediklerini dinliyor ve ifadesiz bir şekilde ona bakıyordu.

“Neden Ercü hamilesin de haberim mi yok?” Dicle’nin dedikleri ile gülmemek için kendimi tutmuş ve bunda başarılı olmuştum. Ercüment ise sadece gözlerini devirdi “Aynen Dicle çoktan üç aylık olmuş bile, aldırma şansım yok. Mecbur evleneceğiz artık.” Kelimeleri dökülmüştü ağzından. O anda bende film koptu ve kahkahadan öte anırarak gülmüş olabilirim.

Kendimi sakinleştirmek pek kolay olmasa da bunu başardım ve Ercüment’in kolunu sıvazladım. “Merak etme istemediğin bir şeyi yapmam.” Ercüment bana minnet ile gülümsedikten sonra vedalaşıp yanımdan ayrıldı, doğal olarak da Dicle peşinden gitmişti. Arkalarından baktım.

Dicle normal bir kıza göre oldukça gelişmiş ve güçlü bir vücuda sahipti. Aklıma iki seçenek geliyordu ya dövüş sporları ile ilgileniyordu ya da askerdi. Bunu ne zaman öğrenirim bilmiyorum ama o zaman dilimi yakın bir zamana aitti. İşime döndüğümde gün oldukça maraton ilerlemişti.

Serumdu, iğneydi, pansumandı, falandı filandı derken enerjim oldukça sömürülmüştü. Nöbet çıkışı Oğuz beni lojmana bırakmıştı, tek isteğimin Cihangir’in evde olmasıydı. Ayaklarımı sürükleye sürükleye Cihangir’in kaldığı binaya doğru yürüdüm. Binanın kapısını açtım ve tabi ki merdiven yerine asansörü tercih ettim.

Göz kapaklarım kapanmakta ısrarcı olsa da dayanmak zorundaydım. Bu gece eşyalarımı toplayacak ve yarın Gamze’nin evine yerleşecektim. Dediğine göre bir de veteriner bir kız taşınacakmış. Adı Umay ve gönüllü olarak buraya gelmeyi kabul etmiş. Şimdilik tek bildiğim şey bunlardı. Kapıyı çaldığımda evdeki tıkırtıları duymak beni mutlu etmişti. En azından sokakta kalmayacaktım.

Kapı açılana kadar başımı yaslamamla kapının açılması ve benim Cihangir’in üzerine devrilmem salise sürmüştü. “Vay babanın çanağına.” Olayın şokunu atlattığımda bileğimi burktuğumu anlamıştım. Çöle gitsem bahtsız bedevilerin en başında ben olurdum. Buna yemin ederim de kanıtlayamam işte.

“Ne yaşandı lan az önce, iyi misin?” Cihangir ayağa kalkarken benim de kalkmam için destek oluyordu. Ayağa kalktığımda sol ayak bileğimin sızlaması ile hafif bir inilti koptu dudaklarımdan. “Anlaşılan değilsin.” Bir adım atmak için hareket edeceğim sırada Cihangir’in hamlesi ile kendimi havada bulmuştum.

Kapıyı kapattıktan sonra odama doğru yürümeye başladı. Ne tepki vereceğimi ve ne diyeceğimi bilmiyordum. “Ben giderdim.” Cihangir olduğu yerde durdu ve aniden beni yere bıraktığında ayağıma verdiğim baskı ile Cihangir’in omzundan destek aldım. Aynen kızım baya güzel yürüyorsun şu an. “Demek ki gidemezmişsin.” Dediğinde işi inada bindirip elimi omuzlarından çektim ve topallayarak yürümeye çalıştım.

Her bir adımda sızı daha çok artıyordu bu da benim yürümemi zorlaştırıyordu. Durup çaresizce arkama baktığımda Cihangir halime güldü ve beni tekrar kucağına aldı. “Anlaşılan süt danası hâlâ aynı bir değişiklik yok. Aynı inat aynı çaresiz bakış.” Yüzündeki alaycı ifade sinir olmama yetmişti. Kaşımı çattım “Dedi inatçı keçi sende sanki bir farklılık var. Aynı hınzırlık aynı odunluk.”

Bu tepkime karşı Cihangir de bende şaşırmıştık şahsen bunu ikimizde beklemiyorduk. Evet Cihangir de bende küçükken oldukça yaramaz ve fırlama çocuklardık. Cihangir bana nazaran daha uslu ve sakin kalıyordu. “Sen iyice çirkef bir şey olmuşsun ha, küçükken bu kadar yoktu.” Yatağa oturduğumda Cihangir’in yüz ifadesini gördüğümde anladığım tek şey sıkıldığı ve uğraşmak için beni seçtiğiydi.

Ona bu zevki vermeyecek ve onunla yaraşmayacaktım. Bu yüzden konuşmak yerine susmayı tercih ettim. “Hastaneye götürmemi ister misin?” Ayağımı uzattığımda rahat durması ve ağrımaması için kırlent koymuştu. Cihangir karşımdaki masanın sandalyesine oturdu. “Çıkmış olabilir. Hastanede bir şey yapılmaz yani mecbur çıkıkçı bulacağız.”

Çıkıkçıya gitme fikri beni oldukça germişti ve bunu yüz hatlarımla oldukça belli etmiştim. “Senin fobin hâlâ duruyor mu?” Bir şeyi de unut be adam! Tabi olayın baş kahramanı kendisi olunca unutmaması normal.

Küçükken mahallede maç yaparken Cihangir ayağımdaki topu almak için hamle yaptığında bileğimi burkup yere düşmüştüm. Yürümekte zorluk çekiyordum ve canım yanıyordu, eve çıktığımda bileğimi anneme göstermiştim. Çıkmış deyince de ertesi sabah çıkıkçıya gitmiştik. Çok net hatırlıyorum gittiğimiz nine Azrail ile yarışıyordu. Minimum doksan yaşlarındaydı, ki bence ne yaptığını da bilmiyordu da neyse. Nine bileğim ile oynarken resmen çığlık atmama rağmen durmamış her ne yapıyorsa devam etmişti. Bence kulakları da duymuyordu, onca yaştan sonra çalışmaya yorulmuşlardır tabi. En sonunda işi bittiğinde ‘Bu ayağı balla sarın, yarına bir şeyi kalmaz’ demişti. Akşam olduğunda bileğimi çözdüğümüzde mosmor morardığını görünce mantıklı bir hareket yapıp hastaneye gitmiştik. Öğrendiğimize göre ayağım kırılmıştı ve bu yüzden de alçıya alınmıştı. Ertesi gün ortopediden randevu alıp gittiğimizde doktor bizi azarlamıştı. Meğerse bileğim çatlamış, çıkıkçı çatlak bileğimi kırmış.

Bir ay boyunca evden dışarı çıkamamıştım berbat bir süreçti! Şimdi bunlar aklıma geldiğinde tüylerim ürperdi. “Hastaneye mi gitsek acaba ya?” Diye sorduğumda Cihangir bu halime güldü. “Ne oldu nine aklına mı geldi?” Komutan adamın gülmekten gözünden yaş mı gelmişti, ben mi yanlış görüyorum? “Hö.” Yanımdaki yastığı alıp suratına fırlattım. “Lan sen benim acı dolu travmalarımla eğleniyor musun.”

Cihangir dikleşti, öksürdü ve yüzünü tanımlayamayacağım bir hale soktu. “İnşallah üzümlü kek yersinde boğulursun pislik! O ninenin adresini Azrail’e vermezsem ben de Gökçe değilim. Bir ay boyunca benim kölem olmazsan şerefsizsin Cihangir. Senin yüzünden eve tıkıldım, benim şimdiden canım sıkıldı.” Beyninin kıvrımları düzleşsin be adam, hepsini nasıl aklında tuttun sen. “Bunları diyen ben değildim.”

Kollarımı önümde birleştirirken Cihangir Bey de sırıtmakla meşguldü. “Daha on iki yaşındaydım ve hatırlatırım yardım edeceğim deyip kaytarıyordun sürekli.” Cihangir bu sefer ciddileşti, öne doğru eğildi ve benimle göz teması kurdu. “O zaman şöyle yapalım göreve çıkmadığım süreçte sana ben bakacağım. Zaten ayağın çıkık en fazla üç güne iyileşmiş olursun.”

“Yani diyorsun ki sadece üç gün dayanırım sana?” Yüzümü çevirdiğimde Cihangir ellerine vurdu. Böyle bir cevap beklemediği kesindi. “Hayda kızım ben öyle bir şey mi dedim?” Yüzüne bakmadım, cevap da vermedim sadece omuzlarımı indirip kaldırdım. Hareketlenme hissettiğimde Cihangir önümde diz çöktü. “Gerekirse bir ömür ilgilenirim seninle Gökçe, bunu sende biliyorsun.”

Gülümsediğimde aramızdaki çekimi bozan şey çalan kapı olmuştu. “Birini mi bekliyordun?” Cihangir olumsuz mırıltılar çıkartıp odadan çıktı, yalnız kaldığımda sessizliğe gömüldüm. Çok geçmeden Cihangir elinde tepsi ile içeri girmişti. “Efnan yemek göndermiş.” Efnan ile çok oturma şansım olmamıştı ancak tanıdığım en saf yüreğe sahip biri olabilirdi.

Cihangir tepsiyi kucağıma bıraktıktan sonra tekrar gitmişti. Saniyeler sonunda elinde sehpa, kaşık ve çatalla gelmişti. Kucağımdaki tepsiyi sehpaya koyduktan sonra çorbadan bir kaşık aldı ve yemem için bana uzattı. “Ayağım sorunlu, kolum değil.” Cihangir çorbayı zorla yedirdi. Elindeki kaşığı bırakıp çorbanın içine ekmek dilimledi. “Cihangir çocuk muyum ben?”

Cihangir eline tekrar kaşığı aldı, çorbayı karıştırdıktan sonra yine yemem için kaşığı uzattı. “Bebekler gibi bakacağım sana, itiraz yok.” Bir kaşık daha çorba verdi. İçmem için tepside duran meyve suyunu uzattı. “Ayrıca Serpil Teyze ‘sen bu kıza bakmadın mı’ dese ben ne cevap vereceğim?” Meyve suyunu bıraktı ve çorbadan bir kaşık daha uzattı. Çorba bitene kadar bu döngü devam etti. Cihangir karnımın doyduğuna emin olduktan sonra tepsiyi alıp gitmişti.

“Hadi bakalım gidiyoruz.” Elindeki hırkayı giymem için bana uzattığında, boş gözlerle Cihangir’i izliyordum. Tuttuğu hırka benim değildi “Hava esiyor, bu hırka sıcak tutar seni.” Uzattığı hırkayı giydiğimde duyduğum koku ile anlamıştım Cihangir kendi hırkasını bana vermişti. Barut kokusu ile birleşmiş Cihangir kokusu ve bu koku hissettiğim en güzel şeydi.

Yataktan inmek için ayaklarımı hareket ettirdiğimde Cihangir yardım etmek için elini uzattı. “Nereye gidiyoruz?” Koridora geldiğimizde Cihangir beni vestiyere oturttuktan sonra ayakkabımı alıp önümde diz çöktü. “Ben giyerim.” Eğildiği yerde ayakkabının bağcıklarını çözmeye çalışırken bana baktı. “Biliyorum.”

Bağcıkları çözdüğünde sağ ayağımı olabildiğince hafif bir şekilde hareket ettirdiğinde bende ona yardım ediyordum. Ayakkabılarımı giyinir giyinmez evden çıkmıştık. Arabaya kadar topallayarak gideceğim için Cihangir beni kucaklamıştı. Arabaya geldiğimizde beni yere bıraktığında sağ ayağımı havada tutmuştum.

Cihangir kapıyı açar açmaz oturmuştum, ben oturduktan sonra Cihangir kemere uzanıp takarken içimdeki hissi susturmadım ve derin bir nefes çektim içime. Ben ilk kez bir insanın kokusunda huzur duymuştum. Cihangir kendini çekip kapıyı kapattı, kendisi de arabaya bindiğinde kontağı çalıştırdı ve arabayı sürmeye başladı. “Hâlâ cevap alamadım.” Gözünü yoldan ayırmadan cevap verdi. “Çıkıkçıya gidiyoruz Gökçe.” Üzerimdeki hırkanın fermuarını kapatıp kollarımı bağdaştırdım ve kendimi çekeceğim acıya hazırlamaya çalıştım.

Loading...
0%