

🔮
Balık ağaca tırmanamaz.
Sincap yüzemez.
Ve, ayılar uçamaz.
Bugün, uçsuz bucaksız bir okyanus olan Alderwild'de bir sincap gibi hissediyordum ancak bu uzun sürmeyecekti, farkındaydım.
Evrim diye bir şey vardı ne de olsa.
Aydan kopan meteorlar nasıl Primuslara, elementerlere, insanlara, bekçilere evrildiyse, bir sincap da bir balığa evrilebilirdi...
Ya da, belki Alderwild bir ağaca dönüşürdü.
Er ya da geç, buraya uyum sağlayacağımı biliyordum.
Hayatımda asla pes etmememi gerektirecek, pes etmememe değecek bir şey hiç olmamıştı. İlk kez, aldığım nefeslere değer katan bir şey vardı ve bunu kaybetmemek için ne gerekiyorsa yapacaktım.
Alderwild'in en iyi elementeri olmayı hedeflemekten zarar gelmezdi, değil mi?
Yanımda Hollypad'den aldığım koruyucu kıyafetlerim, vücudumda akıl almaz bir gerginlik, kalbimde ise adını koyamadığım bir heyecanla soğuk bankın üzerinde oturuyordum.
Kalenin üçüncü katında, düello kulübüne katılan kız öğrencilere ayrılmış soyunma odasındaydım. İçimdeki heyecanı yeni bir şeyler öğrenecek olmama bağlıyordum ancak içimden bir ses -kuvvetle muhtemel Pegasus'un sesi- aslında beni asıl heyecanlandıran şeyin rekabet olduğunu söylüyordu.
Ben ömrümü, olgun biri gibi davranmak zorunda olan küçük bir kız gibi geçirmiştim hep. İyi ip atlar mıydım ya da toptan kaçarken nasıldım bilmiyordum. Mızıkçı mıydım yoksa kendimden çok arkadaşlarımı mı düşünürdüm?
Liseyi bitirsem, şimdi üniversitede nerede olurdum?
Hemen üniversiteye mi başlardım yoksa bir yıl dünyayı mı gezerdim?
Ben, kendimi tanıyor muydum ki?
Eh, yeni yeni tanımaya başlıyordum. Ve bu, beni ölesiye heyecanlanmaya itiyordu.
Terleyen avuçlarımı üzerime silip yanımdaki kıyafetleri aldım. Heyecanlı olduğum kadar korkuyordum da. Önyargı, hiçbir ilmin savaşıp galip gelemeyeceği kadar güçlü bir askerdi cehaletin safında. Bana önyargılı olacaklarını biliyordum.
Benim tek savaşım, kendimle değildi. Benim kendime olan önyargım yetmezmiş gibi, bir de diğerlerinin önyargılarıyla savaşmak zorundaydım.
Bütün Alderwild ve hatta belki bütün elementer alemi, Tom Lincoln'ün şeytan kızının bir şeyler peşinde olduğunu düşünüyordu. Yıllar sonra, babasının yarım bıraktığı işi tamamlamaya karar verdiğini...
Bense, gece saat ondan sonra odamın sınırları dışında olmamalıyım diye duşa gitmeyen insandım.
Eh, hayat gerçekten de adil değildi.
Üstümü giyindikten sonra bütün dikkatimi benim için elinden geleni yapan Pegasus'a verdim. Bana yardımcı olabilmek adına çırpındığını hissedebiliyordum, ne var ki o benden daha heyecanlıydı ve hiç faydası dokunmuyordu.
Düello kulübü, bekçilerle birlikte katılabildiğimiz tek kulüptü. Bu kulübe katılmak istememin en büyük sebeplerinden biri de buydu. Pegasus'la kuracağımız bağlara oldukça faydası olacağına inanıyordum. Chris, Cam ve William düello kulübüne katılmak istememişti. Cumartesi gününü kendilerine ayırmak istiyorlardı, Pazar günü zaten Bellalar kulübünün etkinliklerine katılacağımız için Cumartesi dinlenmekten yanalardı. Ancak, benim boşa geçirecek bir saniyem bile yoktu. Bu yüzden onlar katılmasa bile, ben Cumartesi günlerini Düello kulübünde yeni insanlarla tanışarak ve Pegasusla bağ kurarak geçirmekten büyük haz duyacaktım.
Tabii birileri benimle tanışmak isterse.
Salı günü kazandığımız yarışmadan sonra, Chris'le daha ılımlı bir iletişim kurmayı beklerken, bütün bir hafta benden kaçışına şahit olmuştum. William ısrarla benimle bir ilgisi olmadığını söylese de, ben hissedebiliyordum! Benimle yan yana gelmemek için erken kahvaltıya inip, akşam yemeklerini geç yemişti. Derslerde hiçbir şekilde çevremde bulunmamaya özen göstermiş, serbest zamanlarda William ve Cam'den bile uzak durmuştu. Ancak ben, niye böyle davrandığını bir türlü anlayamıyordum doğrusu. Yarışmayı vazoyla kazandığım için bana bu kadar kızmış olabilir miydi?
Vazoyla ya da değil, önemli olan kazanmak değil miydi?
Haftanın geri kalan günlerinde bir yandan derslere katılıp, bir yandan da eksiklerimi kapatmak adına büyük çaba göstermiştim. Vaktimin çoğu kütüphanede kitapları kurcalamakla geçiyordu. Pazartesiden itibaren, Bayan Dagora'nın vermiş olduğu ceza -ödül- başlayacaktı ve Kale'nin kütüphanesinde çok daha fazla şey öğrenecektim.
Annemi, isyanı, Kara Çağ'ı, Kelpieleri, Kalistoları...
Tempersitar kütüphanesi çoğunlukla tempersitarlara özel hikayelerle ve bilgilerle doluydu. Dolayısıyla merak ettiğim şeylerin çoğu hakkında hiçbir bilgiye ulaşamamıştım. Ancak kendi topluluğum hakkında birçok şey öğrenmiştim. Elementimle daha kolay iletişim kurmamı sağlayacak birçok ipucu, tempersitarlara hitap eden bitkiler, topluluğumun bekçileri...
Bir yandan derslere katılıyor, bir yandan da bununla sınırlı kalmayıp öğrenebildiğim her şeyi öğrenmeye çalışıyordum. Zararlı bitkiler, şifalı bitkiler, yaratıklar tarihi, bekçiler bakımı, iksirlere giriş... Defterlerimi daha ilk haftadan neredeyse yarısına kadar doldurmuştum! Bir diğer güzel ayrıntı ise, gül dolu saçma kabuslarımı uzun bir süredir görmüyor oluşumdu. En son, kalede yalnız geçirdiğim günlerde beni ziyaret etmişti bu kabuslar. Nihayet, gül takıntımın sona erdiğini hissediyordum.
Aynada kendime son bir kez daha baktım. Bir polis memurunu andırıyordum. Koyu renk koruyucu kıyafetler beni belki kurşunlardan korurdu ancak sochrulardan koruyacağına pek emin değildim doğrusu...
İlk kulüp dersi, açık alanda yapılacaktı ve bekçilerimiz de katılacaktı. Her hafta bekçilerle çalışmayacaktık ve bazen kalenin üçüncü katında, düello kulübü dersleri için ayrılmış alanda olacaktık ancak Profesör Stan ilk dersi açık alanda yapmak istemişti. Bir nevi tanışma dersi niteliğinde olacak bu derste bekçilerimiz de birbirleriyle tanışsın istiyordu. Düello Profesörünün sık sık değişeceğini öğrenmiştik, bir sonraki Profesörle çalışmaya başlayana kadar bize bir süre Profesör Stan eşlik edecekti ki buna minnettardım. Tempersitarlar Giriş dersinde kendisinden oldukça etkilenmiştim. Muhteşem bir ses tonu ve insanı sakinleştiren bir havası vardı. Ancak Bayan Talose'un aksine, gri elbiseler yerine belli ki rengarenk şeyleri tercih ediyordu. Hafta içi onu birkaç kez tempersitar yerleşkesinde rengarenk salınırken görmüştüm.
Kaleye ilk geldiğim gün, kalenin giriş katında gördüğüm ve hayra alamet olmadığını düşündüğüm soldaki kapıya doğru yürüdüm. Okuduğum kitaplar sayesinde her şeyi birilerine sormak zorunda kalmamak bana kendimi çok iyi hissettiriyordu. Bu kapının, kalenin açık alanına ulaştığını kalenin krokisini incelerken öğrenmiştim. Kapıyı nazikçe iterek gıcırtısı eşliğinde dışarıya açılmasını izledim. Akademide bir süredir kalıyor olmama rağmen her gün bir şeylere şaşırmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Önümde hatırı sayılır bir arazi vardı ve devamı da bana gönderilen kutuda dikkatimi çeken uçurumdu. Kapıdan çıkınca sağ tarafımda, havada asılıymış gibi duran ve köprülerle ulaşım sağladığımız stadyum kalıyordu. Önümdeki bu geniş arazi ise her türlü ağaç ve ottan arınmış, sadece biz elementerler ve bekçilere ayrılmıştı. Bu alanı neredeyse tam ortadan ikiye yarmış olan geniş bir nehir vardı soluma doğru. Kaynağın neresi olduğunu görmek için bakındığımda, kalenin altından geçip gidiyormuş gibi bir fikre kapılmıştım. Nehrin diğer tarafı ise uçuruma doğru usul usul süzülüyordu. Ellerimin hafif hafif titremeye başlamasının sebebi ise bu göz alıcı nehir ya da uçurum değil, önümdeki kalabalıktı. Elementerler ve bekçilerden oluşan oldukça kalabalık bir topluluk önümdeydi şimdi. Bir kısmı sağda, stadyuma yakın olan açıklıkta sohbet ederken, diğer kesim de nehrin solunda toplanmıştı. Nehirde birkaç Aquasar bekçisi vardı ve ben hangi bekçiye hayran olacağımı şaşırmıştım doğrusu.
Derse gelmeden önce soyunma odasında başarıdan bahsediyordum değil mi?
Beni çiğ çiğ yiyeceklerdi. Şunlara bir bak! Nasıl da kalabalıklar.
İçimde bir yerlerde cereyan eden heyecan, benim olamazdı. Zira ben heyecanlanamayacak kadar korkmuş ve sinmiştim. Pegasus olmalıydı.
Benim aksime birilerinin hala eğlendiğini görmek güzel.
Pegasus'tan yayılan dalgaları artık çok daha kolay anlayabiliyordum. Bağlanmamızın üzerinden çok zaman geçmese de, diğer herkesin ailesinin yanında geçirdiği süreyi ben Septi Ferarum'da Pegasus'un yanında geçirmiştim ve bunun kesinlikle bize faydası olmuştu. Ve bu sayede, "Ya beni hemen yanına çağırırsın ya da ben çıkıp geliyorum" dediğini neredeyse duyar gibiydim.
Sakin ol, seni en can alıcı zamanda çağıracağım! Belki beni ezebilirler, ama seni asla. Bunun avantajını kullanmama izin ver!
Öyle bir noktaya ulaşmıştım ki, Pegasus'un hislerini ve bana yansıtmaya çalıştıklarını zihnimle cümleleştiriyor, hatta fiziksel hareketlere döküyordum.
Şuan hiçbir şey yapmadan Septi Ferarum'da oturuyor da olsa, ben omuz silkiyormuş gibi hissediyordum.
Daha fazla kapının girişinde dikilip durmama, tok bir boğaz temizleme sesi mani oldu.
"Geçebilir miyim?" oldukça masum ve haklı sebeplerle sorulan bu soru, beni iliklerime kadar rahatsız etmişti. Çünkü, tonlama denilen bir şey vardı! Öyle ters ve kaba sorulmuştu ki bu soru, orada öylece dikilip durmaya devam etmek istedim ancak kimseyle tartışmak istemiyordum. Hiçbir şey söylemeden kenara çekildim ve uzun boylu ince çocuğun açık alana geçmesine izin verdim. Arkasından söyleneceğim sırada, Bayan Dagora'nın sakin sesi bana engel oldu.
"Derse katılmayacak mısın?" Arkamı dönüp gerçekten de o olduğunu gördüğümde, gülümsemekle somurtmak arasında kararsız kaldım. Gülümsemek isteyen bendim, somurtmak isteyense Pegasus. Nedense bir türlü Bayan Dagora ile yıldızı barışmıyordu. Bizi cezalandırmasıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyordum ancak bana neredeyse ödül gibi gelen bu cezaya bu kadar kızması normal değildi. Öyleyse, neden Bayan Dagora'dan hoşlanmıyordu ki?
"Tabii, katılacağım. Geçmek üzereydim. Sadece, daha önce uçurumu ve burayı görmemiştim. Büyülendim." Bayan Dagora gülümsedi ve kapıdan çekildiğim için oluşan boşluktan geçip yanıma geldi.
"Senin için biriyle anlaştım. Daha doğrusu, sen ve Pegasus için. Kendisi bir Mediora. Medioraları biliyor musun?" Gülümseyerek yanıtladım sorusunu.
"Orta sınıf elementerler. Güvenlikten, sağlıktan, gelişimden, kısacası temel ihtiyaçlardan sorumlular." O da gülümseyerek usul usul başını salladı.
"Kendisi elementer tarihine oldukça hakim. Daha önce görülen ilk ve tek Tulpar hakkında bilgi sahibi olduğunu söylüyor. Yakında Akademide olacak ve siz de çalışmaya başlayabileceksiniz." Pegasus bir anlığına Bayan Dagora'ya olan sevimsiz hislerini unutmuş, onu kucaklamak için kollarını açmıştı resmen. İçim tarifsiz bir mutlulukla dolarken gözlerimin içine kadar gülümsüyordum.
"Çok teşekkür ederim, bunun anlamı bizim için çok büyük." Bayan Dagora kapıya doğru yönelip, arkası dönük bir biçimde konuşmaya devam etti.
"Bunu hem sizin için, hem kendimiz için yapmak zorundayız Helena." Daha sonra usul adımlarla kaleye ilerleyen Bayan Dagora'nın arkasından bakarken, Pegasus'un hoşnutsuzluğunun geri geldiğini hissettim. Bayan Dagora'nın son sözlerinden memnun olmamıştı. Açıkçası, ben de ne düşüneceğimden tam olarak emin olamamıştım. Ne demek istemişti acaba? Bizim, tehlikeli olduğumuzdan mı bahsetmişti?
"Eh, hadi o zaman. Vazgeçtim. Gel de şu derse katılalım artık." Bu sözleri duymayı uzun zamandır bekleyen Pegasus, Septi Ferarumdan sadece birkaç saniye içerisinde gelmiş, üstümüzde süzülmeye başlamıştı. Ben usul usul önümdeki alana yürürken, ıslık çalan ve hayretle gökyüzüne bakan herkes her şeyi unutmuş gibiydi. Sanki tüm dünya, sadece Pegasus'tan ibaretti. Pegasus bir süre daha nazlı nazlı süzüldü ve tüm gözlerin üzerinde olmasına alışıkmışçasına yavaş hareketlerle yanıma iniş yaptı. Benim adımlarıma ayak uydurması imkansız olduğundan, biraz durup biraz ilerleyerek benimle birlikte yürümeye çalıştı. Korku ve hayranlık karışımı bakışların arasında kendimize bir yer seçmeye çalıştık ve alana göz gezdirdik.
Tanıdığımız tek bir kişi bile yoktu. Zaten, bir elin parmağını geçmeyecek kadar elementer tanımıştık o yüzden çok da şaşırmamıştım doğrusu. Her ne kadar yanımdaki bekçi gelmiş geçmiş en görülmemiş ve en harika canlı da olsa, bu açık alanda öyle bekçiler vardı ki, hepsi birbirinden güzeldi. Bu canlıların hepsinin kökü Primuslara ve dolayısıyla Ay'a uzanıyordu. Aslında hepimiz, Ay'ın çocuklarıydık ve temelde birbirimize onun verdiği enerjiyle bağlanıyorduk. O yüzden bekçiler bana ait olmasa da, Ay'ın enerjisinin değdiği her bitkiyle, her bekçiyle, her elementerle bir bağ hissediyordum.
Herkes Pegasus'a, ben de herkesin bekçilerine bakıyordum. Gözüm o ara, yanında bekçi bulunmayan bir topluluğa ilişti.
Metallumlar.
Akademide geçirdiğim zaman boyunca büyük önyargılara maruz kalmış biri olarak onlara önyargılı olmamak için sürekli kendimle çatışmak zorunda kalıyordum. Ancak babam bir Metallumdu ve bu aleme onca acıyı salan da onların isyanıydı. Onları herkes affetmişken, benim affetmememin bir mantığı olamazdı. Üstelik tabii ki, hepsi kötü olamazlardı ama işte...
Hüma kuşları, zümrüdüanka kuşları, deniz kızları, ve unicornislerin yanı sıra, bir aquaspirit ve bir de laborem süzülüyordu açık alanda. Laborem tıpkı William'ın seçilme töreninden sonra anlattığı gibiydi. Üç başı olan, kan rengi bir kurttu. Ona uzunca bir süre bakabilmek mümkün değilmiş gibi gelmişti bana. Öyle korkunç, öyle heybetliydi ki, bir unicornis kadar görkemliydi. Gözlerinde ölümü görmek işten bile değildi. Yunan mitolojisindeki "Cerberus"a benziyordu. Baskın olan tek bir baş var gibiydi. Gerçi ben ne baskın olana, ne de diğerlerine doğru düzgün bakamıyordum.
Aquaspirit ise, deniz kızlarının aksine korkunç bir güzelliğe değil duru bir güzelliğe sahipti. Deniz kızlarının huzursuz eden bakışları yerini uçsuz bucaksız bir dinginliğe bırakmıştı onda ki bu çok daha tehlikeliydi. Öyle güzeldi ki, onun için her şeyi yapabilirdiniz. Pullu bir derisi yoktu, aksine, pürüzsüz, saydam gibi bir yapısı vardı. Kristali andırıyordu bedeni ve üzerine vuran her ışığı bir bir kırıp gökkuşağının temsilcisiymiş gibi süzülüyordu suyun içinde. Yüzü sadece gözlerden ibaretti, gözleri ise bütün okyanusu barındırıyordu. Adeta vurulup kalmıştım ona!
"Nasıl bir eşleşme yapsak?" Profesör Stan, Çarşamba günü onu tempersitarlar giriş dersinde gördüğümden beri daha da gençleşmiş gibiydi adeta. Yaşının altmış olduğunu öğrendiğim bu profesör, benden daha genç görünüyor olabilirdi. Oldukça fit bir vücudu, gece gibi siyah saçları ve zümrüt yeşili gözleri vardı. Gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi ve dediğim gibi, sanki daha da gençleşmişti.
Tempersitar erkeklerinin neredeyse yüzde doksanı kendisine takıktı. En az diğer erkekler kadar kendisine takık olan Cam'in nasıl olup da bu kulübe kaydolmadığına pek akıl erdirememiştim. Profesör Stan'den etkilenmeyen (etkilenmemiş gibi yapan!) tek erkek Chris'di. Acaba, tercihleri farklı olabilir miydi? Tabii ya, aslında bu birçok şeyi açıklardı! Gerçi, genelde tercihleri farklı olan erkekler kızlarla daha yakın arkadaş olurdu. Hmm, sanırım elde var sıfır durumuna geri dönmüştüm. O mendeburu asla çözemiyordum.
Düello dersini bir süre Profesör Stan'in verecek olması bana ilaç gibi gelirken, hoşnut bir ifadeyle etrafı izlemeye devam ettim. Bir yandan da elim Pegasus'un yangınları çağrıştıran kanatlarındaydı. Biz, temas bağımlısı bir ikiliydik!
"Territer, tempersitar eşleşmesi yapalım mı? Ne dersiniz?" Eşleşmeden kastının aslında karşılıklı rakip olmak gibi bir şey olduğunu düşünmüştüm çünkü beş topluluk vardı ve eşit sayıda takım olamazdık. Ben ağzımı açıp bir şeyler söylemek yerine çevremle ilgilenmeye devam ederken, çoktan kaynaşmış olan elementerler fazla yüksek olmayan seslerle görüş belirtmeye başlamışlardı. Tempersitarlardan olduğunu anladığım (hüma kuşları tüm asillikleriyle yanlarında solucan avlıyorlardı) elementerler bir araya toplanmış gibi birlikte duruyorlardı. Eğer bir Lincoln olmasaydım, başım dik bir biçimde oraya yürürdüm ve aralarına karışırdım. Ancak, bir vebalı tepkisi göreceğimden buna yanaşmadım.
Sonra Pegasus'tan aldığım bir cesaretle dedim ki, benim bir kanatlı atım var. Ben istediğimi yapabilirim!
Adımladığım yol boyunca arkamı dönmemek için kendimi gazlamaya devam ettim ve küçük topluluğumun yanına geldim.
"Helena ben, Lincoln." Birkaç hoşnutsuz ifade ve birkaç gülümsemeyle karşılandım ve asla aklımda tutamayacağım isimlerini kendimden emin bir ifadeyle dinledim. Eh, isimlerini öğrenmek zorunda da değildim zaten. Elbet dört yılda öğrenmem gereken isimler aklıma kazınırdı.
"Sen ne düşünüyorsun Helena? Territerlerle karşı karşıya gelmek ister misin?" Profesör Stan zümrüt gözlerini üzerime dikmiş, alanın diğer ucundan bana sesleniyordu. Dersini o kadar iyi dinlemiş ve öyle güzel notlar almıştım ki, ismimi hatırlaması normaldi.
Şey bir de, Lincoln'düm işte.
"Neden olmasın?" Aslında, birbirini nötrleyen iki element gibi bir şeydi toprak ve hava. Bu sebeple, iki elementin birbiri üzerine üstünlük kurması oldukça zor oluyordu. Ancak elementer tarihinin temeli elementlerin birbiri üzerinde üstünlük kurmasına dayanmıyordu. Bu tatlı rekabetlerin tek sebebi, daha iyi bir elementer olmak ve bu düzenin korunmasında daha etkin rol alabilmekti. Akademiden Mediora ve Süperiora olarak ayrılan elementerler, hem elementer aleminin hem de dünya düzeninin korunması için çaba sarf ederken bu çatışmalar onlara rehberlik edecekti. Klaer ve Fernando da birer Medioraydı. Ve Tanrı bilir, ne işle meşgullerdi. Bana asla anlatmıyorlardı.
"Öyleyse alanın sağ tarafına karşılıklı olarak yerleşebilir misiniz? Bugün güzel bir açılış yapalım ve biraz eğlenelim olur mu?" Onaylar mırıltılar yükselirken tıpkı bizim gibi bir arada bulunan Territerler karşımıza geçtiler. Karşımızda beş territer, dört unicornis ve bir laboremden oluşan ufak bir topluluk vardı. Biz de yedi tempersitar, altı hüma ve bir tulpardan oluşan karşı gruptuk. Her şey yolunda giderken, Pegasus'a değen bakışlar arttıkça itirazlar yükselmeye başladı.
"Sayıları zaten bizden fazla! Bir de Tulparları var! Bu şekilde adil bir oyun olmayacak bu! Pegasus katılmasın." Pegasus'un kanatlarının ucundan başlayıp kuyruğuna kadar ilerleyen siniri kendi bedenime aktarabilmek için adeta çırpındım ve açılmak isteyen kanatlarını kapalı tutabilmek için ona resmen yalvardım. Bu irade olayı, bizi oldukça zorluyordu.
Böyle bir şey olmayacak, lütfen, bana bırak...
"Profesör Stan, Pegasus yarışmadığı sürece ben de katılmayacağımı söylemek isterim." Profesör Stan hepimizin aklını başından alacak kibar bir gülümsemeyle bir bize, bir de Territerlere baktı.
"Bu kulübün amacı birbiriniz üzerinizde kuracağınız bir üstünlükten çok daha fazlası. Sizler, daha iyi bir elementer olmak için buradasınız. İnanın bana, elementerler ve dünya kazandığı sürece bu oyunu kimin kazandığının hiçbir önemi yok. O yüzden, daha fazla zaman kaybetmeyelim ve ben size oyunu açıklayım, ne dersiniz?" büyüleyici sesine karşı çıkamayan Territerler başlarını salladı ve hepimiz Profesör Stan'i dinlemeye devam ettik.
"Henüz akademide çok yenisiniz ve derslerinizde de ilerlemediniz, bu yüzden elementerlerin görevlerine de oldukça yabancısınız. İnferioralar, medioralar ve süperiolar... Bir gün bu akademiden bunlardan biri olarak mezun olacaksınız ve hepinizin her ne olursanız olun kutsal bir görevi olacak. Akademideki yatkınlıklarınız ve niyetiniz sizin ömrünüzün geri kalanını şekillendirecek. Aslında burada aldığınız eğitim hem size hem de bizlere niyetinizin ve yatkınlıklarınızın ne olduğunu anlamamızda yardımcı olacak. İlk dersi bekçilerle birlikte yapmak istememin sebeplerinden biri de buydu. Sizlerden, karşı gruptan bir elementerin en güçlü ve en zayıf yanını bulmanızı istiyorum." Profesör Stan daha fazla konuşmayınca, herkes sağına soluna bakınmaya başladı.
Bunun bekçilerle ne ilgisi vardı?
Üstelik ben daha kendi güçlü ve zayıf yanlarımı bilmezken, bir başkasınınkini nasıl bulacaktım?
Ve birini nasıl seçecektim ki?
Bir süre aylak aylak etrafa bakan topluluk kısa zaman sonra eşleşmeye başladı. Tempersitar sayısı Territer sayısından fazlaydı, bu da muhtemelen kimse beni istemeyecek ve dışarda kalacağım demekti. Ben sakince uçurumu ve nehri izleyerek bu oyundan kurtulmaya çalışırken, Laboremin sahibi olan Territer bakışlarıyla dikkatimi çekmişti. Gözünü bir an olsun çevirmeden bana doğru yürüyordu.
"Bizim eşleşmemiz daha adil olur diye düşündüm." İstemsizce onu ve yanında tüm heybetiyle dikilen Laborem'i süzdüm. Kıvırcık siyah saçları ve kahverengi sıcak gözleri Laborem'in öldürücü ve yakıcı bakışlarıyla oldukça tezat içerisindeydi. Ortalama olan boyu Laboremden biraz kısaydı ve yanında biraz cılız kalıyordu doğrusu. Onu ve korkunç bekçiyi süzmeyi bırakıp nihayet sesimi bulabildim.
"Tabii, sevinirim." Gülümsemeye çalıştım ancak Laborem beni delicesine korkutuyordu! Üstelik öyle asil bir bekçiydi ki, üç başı da sabit bir biçimde karşıya bakıyor, asla ses çıkarmıyordu.
O sıralarda ise benim Tulparım çoktan sıkılmış, gökyüzünü arşınlamaya başlamıştı. Hareketlerinin dikkat çekmesinden korktuğum için onu tekrar yanıma çağırdım. Diğer bekçiler gibi dizimin dibinde dursa nolurdu sanki?! Asla!
Sıkılmış beyefendi! Uçmayı özlemiş!
Huzursuz kıpırdanışlar eşliğinde tekrar yanımdaki yerini aldı ve yanıma yerleşmesiyle birlikte Laborem asaletini bozup dikleşti. Birkaç saniye sonra birbirlerine girecek gibi duruyorlardı.
İşin kötüsü, Laborem uslu bir bekçi olup söz dinleyecekti ama Pegasus kafasına ne esiyorsa onu yapacaktı.
Bazı kurallar koymak zorundayız yoksa bizi attıracaksın. Benim onay vermediğim bir şeyi yapmak yok, anlaştık mı?
Asla benimle anlaşmak istemese de, akademiden atılmak istemediğini biliyordum bu yüzden anlaştığımıza emindim.
Çevreme kısa bir göz gezdirdim ve herkesin eşleştiğini gördüm. Geriye kalan iki Tempersitar da karşılıklı eşleşmişlerdi.
"Peki nasıl olacak bu oyun? Birbirimizin zayıf ya da güçlü yanlarını nasıl öğreneceğiz? Dövüşecek miyiz? Ya da sochru mu kullanacağız? Ne tür bir düelloya girmemiz gerek? Yoksa bekçilerimiz mi savaşacak?!" Üzerimdeki üniforma benzeri kıyafeti orada olduğuna emin olmak ister gibi ellerimle yoklarken karşımdaki çocuğun tok kahkahası dikkatimi dağıttı.
"Konuşmaya ne dersin? Belki, sadece sorarız. Nasıl fikir?" Bir süre öylece suratına baktım ve sonra kendimden utandım. Bu da bir seçenekti tabii. Belki, sadece sorabilirdik.
"Ben, açıkçası güçlü ya da zayıf yanlarımın ne olduğu hakkında çok fikir sahibi değilim." Hala gülümseyen kahverengi çocuk nehre doğru adımlamaya başladı. Laborem de yanında ilerlerken takip etmek zorunda hissettim kendimi ve arkalarından yürüdüm. Hala etrafa bakınan Tulpara neredeyse bağırırcasına seslendim.
Benimle yürümeye ne dersin? Dikkat çekmemek adına?
Pegasus içerisine girdiği transtan sıyrılıp ilerlemeye başladı. Neyse ki, herkes çok meşguldü de kimse bizi umursamıyordu.
"Tanışarak başlayalım, eminim gerisi gelir. Ben Derreck Jenkins. Kanada'da doğup büyüdüm. Bir küçük kız kardeşim var. Annem de babam da birer Aquasar. İkisi de birer Mediora olduğu için onları çok az görebildik. Genellikle hep görevdeydiler. Anneannem ile büyüdüm. Kardeşim için her şeyi yapabilirim ve, Matematikten nefret ederim." Kahkaha atarak karşılık verdim ve sonra yanlış bir şey yapmışım gibi elimle ağzımı kapattım.
"Matematik mi? Bu alemde de mi var bu bela gerçekten? Sanırım Matematikten asla kurtuluş yok. Oysa ders programımı gördüğümde çok sevinmiştim." Derreck de gülümseyerek karşılık verdi. Bakışları nehirdeydi. Az önce bana dönük olan yüzü şimdi hafif hafif dalgalanan suyu izliyordu.
"Akademide yok elbette. Ancak akademiye gelene kadar aldığımız eğitimde ne yazık ki büyük bir yer kaplıyor. Evren teorisi çalışırken bolca kullanmak zorunda kalıyoruz." Evren teorisi... Elbette, tıpkı insanlar gibi elementerler de sorularının cevaplarını yine bilimle alıyorlardı. Akademiden Süperiora olarak mezun olan onca elementerin bir kısmı ömrü boyunca (ki bu çok uzun yıllar demek olabilirdi) bilimle uğraşıyordu ve bunun temeli tabii ki Matematik ve Fizikti. İksirler, sochrular ya da başka şeyler değil.
Salak kafam.
Evren teorisini üç beş iksir yapıp bulduklarını düşünmek daha kolaydı tabii.
"Sıra sende. Bir sen, bir ben. Hadi bakalım." Bir süre düşünüp ona ne anlatmak istediğime karar verdim. Sonra dedim ki, zaten en can alıcı noktayı çoktan biliyor. O yüzden ne istersem anlatabilirim!
"Helena Lincoln. Tom Lincoln'ün kızı. Midvale'de doğdum ve hayatım kendimi bildim bileli sıkıcı bir boşluktan ibaret. Kardeşim yok, kardeş gibi gördüğüm iki arkadaşım var. Annem, babam tarafından isyan zamanı öldürülmüş ve babam da bir alkolik. Tabii bir de İsyancı. Katil. Aynı zamanda da bir gammazcı. İşte, özetle durum bu. Ve şey, Matematikten nefret ederim!" Dramatik hikayemdeki sisleri kaldırmak adına gülümsemeye çalıştım ancak Derreck pek de eğleniyor gibi değildi.
"Üzgünüm, gerçekten. Keşke bunların hiçbirini yaşamak zorunda kalmasaydın. Senin için, oldukça zor olmalı." Birkaç kez göz kırpıştırarak duyduklarımı sindirmeye çalıştım. Birkaç kişi dışında, bu alemdeki herkesin benden nefret edeceğine neredeyse emindim oysa ki. Ancak Derreck, tüm sempatisiyle karşımdaydı şimdi. Az önce nehri izleyen kahverengi gözleri bir süredir üzerimdeydi. Benim için gerçekten üzüldüğü gözlerine yansıyordu, sözlerini samimi bulmuştum.
"Önemli değil. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok, öyle değil mi? Geçmiş üzerinde bir kontrolümüz yok. Geleceğe odaklanmak zorundayım. Ne olursam olayım, onun en iyisi olmalı ve bu aleme katkıda bulunmalıyım. Tek istediğim bu." Derreck bakışlarını önüne çevirip uçuruma biraz daha yaklaştı. Uzaktan ürkütücü görünen uçurum, çok daha korkunçtu şimdi. Aşağıdaki okyanus bile içimi ferahlatmaya yetmemişti.
"Hiç, yabancı olduğun bir konuda, herkesin seni kolaylıkla kandırabileceği ve kandırdığı hissine kapıldın mı?" Bir süre gözlerimi kırpıştırarak dediği şeyi anlamaya çalıştım. Aklım uçurumdayken, bu karmaşık cümleyi anlamak çok da kolay olmamıştı.
İyi bilmediğim bir konuda, iyi bildiğini iddia edenlerin sözünü dinlerdim, bu da demek oluyordu ki, bilmediğimi anlayan biri beni kolaylıkla kandırabilirdi.
İçime bir sıkıntı çöktü.
Pegasus'a baktım. Güzel kanatlı atıma.
Sıkıntı geçmedi.
Onun içindeki sıkıntı benden daha büyük gibiydi.
"Ben..." nedense, ne diyeceğimi bilemedim. Ağzımı açıp sonra tekrar kapatarak aptal gibi göründüğümü biliyordum ama kelimelerim tükenmiş gibiydi.
Oysa sadece, beni tanımak için sorduğu öylesine bir soruydu.
Üstelik, sorma sırası bendeydi, anlatma sırası onda.
"Pekala, kolay sorulardan devam edelim. En sevdiğin renk?"
"Bir sen bir ben dememiş miydik? Ama teşekkürler, sayende soru düşünmeme gerek kalmadı. En sevdiğin renk?"
"Gri." Dedi hiç düşünmeden, bunu bekliyormuş gibi. Başımı usulca salladım.
İlginç bir cevaptı, gri.
On kişiye sorsanız, belki birinden gri cevabı alırdınız. Belki de almazdınız.
Griyi herkes severdi, herkes giyerdi ancak kimse favori rengim gri demezdi.
"Ya sen? Ama bu soru olarak sayılmayacak, tamam mı? Sırf meraktan soruyorum."
"Hepsi sanırım." Kahverengi gözlerini uçurumun aşağısında kalan ve önümüzde bütün heybetiyle uzanan okyanustan alıp Laborem'ine çevirdi. Onun yanında, sahibi hariç kimse sakin kalamazdı buna emindim. Tulpar bile, bir Laboremden daha az korkunç geliyor olmalıydı insanlara.
Tulpar güzel,
Tulpar asildi.
Tulpar, öyle güçlüydü ki gücünden korkuyordu insan. Kuvvetinden korkuyordu.
Ama Laborem'in yüzüne bir kez baksanız, Hades'in odasına girmiş gibi olurdunuz.
"Madem senin sorun sayılmıyor, o zaman ben de bir şey sorabilirim, değil mi?" Bana bakmadan başını salladı.
"Aquasar bekçileri elementerlerini nasıl bir yerden bir yere götürüyor ki?" Derreck kahkaha attı. Bunu beklemiyordum doğrusu. Bakışlarımı ona çevirip neye gülüyorsun der gibi baktım. Ancak Derreck oldukça güzel bir enerjiye sahipti ve karşısındaki insana geçirebiliyordu. Ben de gülümsedim istemsizce.
"Aquasar bekçilerinin tamamı karada nefes alabilir. Bir kısmı karaya ayak bile basabilir. Eğer gitmek istedikleri yere uzanan bir nehir, okyanus ya da bir su birikintisi yoksa, kendilerini bir damla suyun içine hapsederler. Bu şekilde saatlerce yolculuk edebilirler. Ta ki derileri kurumaya, karada alabilecekleri nefesler tükenmeye başlayana dek. İşte o zaman, yeni bir su birikintisine girerek derilerini ıslatmaları, yenilenmeleri ve yeni bir su damlası yaratmaları gerekir." Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. Bu alem benim nefesimi kesiyordu...
Bir Aquasar bekçisi, hiç olmadığı kadar cazip gelmişti şimdi. Bugün burada bir nehir olduğundan, kendisini su damlasına hapseden bir bekçi görmemiştim ancak elbet bir gün bu manzarayı göreceğime emindim.
"Pegasus." Dedi Derreck. Daldığım düşüncelerden hızla sıyrılıp ona döndüm.
Ne olmuş pegasusa?
"Onunla aran nasıl?" Sorusu, beni sebepsizce rahatsız etti.
Pegasus benim zayıf noktamdı, noksanımdı. Bu yüzden bu kadar geriliyor olmalıydım. Yanımda huzursuzca kıpırdanan kanatlı atım da en az Derreck kadar vereceğim cevabı merak ediyor gibiydi.
Tam olarak neyi öğrenmek istediğini seçemesem de, eminim ki merak ettiği için soruyordu. Muhtemelen, ben de merak ederdim. Derreck beni gerçekten tanımaya çalışıyor gibiydi. Sorduğu sorular öylesine, rastgele değildi. Beni düşündürüyor, etkiliyordu.
Bir yandan bakışlarım arka tarafımızda eşleriyle çeşitli sochrular ve çatışmalar sonucu birbirlerinin güçlü ve zayıf yanlarını öğrenmeye çalışan elementerlere bakıyor bir yandan da sorunun cevabını düşünüyordum. Acaba biz bu oyunu yanlış mı anlamıştık?
"Doğru yolda olduğumuza emin misin? Acaba, savaşırken güçlü ve zayıf yanlarımız neler bunu öğrenmemizi istemiş olabilir mi Profesör Stan?" Derreck biraz düşündü ve sonra o da bakışlarını arkamıza çevirdi. Yan yana konuşan sadece bizdik. Herkes yüksek sesle sochrular çağırıyor gibi görünüyordu.
"Profesör Stan özellikle böyle bir şey belirtmedi, öyle değil mi? O yüzden, kaldığımız yerden devam edelim." Başımı sallayarak gözlerimi Pegasus'a çevirdim. Benim biricik kanatlı atım gerçekten de sıkılmıştı.
"Aslında, oldukça iyi. İlk karşılaştığımızda tek düşünebildiğim ne kadar güzel olduğuydu, sonra ise, onunla nasıl başa çıkacağıma odaklanmıştım. Şimdi, tek düşünebildiğim yine ne kadar güzel olduğu." Pegasus cevaptan oldukça memnundu. Ellerim kanatlarını okşarken Derreck'e baktım.
"Bir Laborem de en az Tulpar kadar korkutucu olmalı... Sen ne hissediyorsun peki?" Laborem ayaklarını zarifçe kırıp yere uzandı. Derreck'in yanında tam bir bekçi gibiydi şimdi. Bir kale girişini koruyor gibiydi.
"Aslında, heyecanlıyım. Kıpır kıpırım. Özel hissediyorum. Frada'yla çok büyük işler başarabilirmişiz, birçok şeye faydalı olabilirmişiz gibi geliyor. Daha şimdiden kuvvetli bir bağımız var ve hiç şüphem yok, gün geçtikçe daha da sağlam olacak o bağ. Ailemi hayal kırıklığına uğratmayacağıma eminim." Heyecanı kahverengi gözlerinden de okunuyordu.
Pegasus hareketlenince, sağıma dönüp ona baktım. Uykusu gelmiş gibiydi. Gözlerime adeta yalvarır gibi bakıyordu. Benden izinsiz bir şey yapmaması konusunda anlaştığımız için minnettardım çünkü eminim ki Septi Ferarum'a gidip uyumak için fırsat kolluyordu.
Şimdi olmaz, bu dersi atlatmamız gerek! Hem, az kaldı. Sanırım Derreck'in güçlü ve zayıf yanları hakkında fikir sahibi olmayı başarabildim. Ayrıca az önce uçmak istiyorum diyen sen değil miydin? Ne ara uykun geldi? İkizler burcu musun sen?!
Bekçilerin burcu olur muydu acaba?
Pegasus gözlerini hafifçe kısarak beni hiç sevmediğini bana kolaylıkla hissettirdikten sonra bakışlarımı ondan çektim.
Pegasusla konuşurken fark etmediğim sessizlik dikkatimi çekmişti şimdi. Belli ki diğer eşler bu aşamayı tamamlamışlardı. Herkes gruplar halinde bir şeyler konuşuyor gibiydi. Sol tarafta ise Metallumlar, Aquasarlar ve İgniserler sabırsızca kıpırdanıyorlardı. Belli ki, onlar da kendi oyunlarını oynamak için sabırsızlanıyorlardı.
"Aslında, seninle sohbet etmekten oldukça zevk aldım Derreck. Ancak diğer ekipler oyunu tamamlamış gibi duruyor. Benim senin güçlü ve zayıf yanların hakkında bazı fikirlerim var, sen de bir şeyler bulabildin mi?" Sorumu tamamlayıp Derreck'e dönmemle birlikte, bütün gücümle çığlık atmam bir oldu. Derreck yüzünde ufak bir gülümsemeyle kendini uçurumdan bırakırken Pegasus bir anda havalandı. Derreck'in peşinden uçuruma süzüldü ve saniyenin onda birinde o da gözden kayboldu. Bir anda dünya alt üst oldu ve vücudumdaki bütün kan çekildi. Başım saniyeler içerisinde binlerce darbe yemişim gibi uğuldamaya ve ellerim titremeye başladı. Midem de ağzımdaydı şimdi.
Koşarak uçurum kenarına adımladım ve Pegasus'un sırtında tekrar yükselen Derreck'i gördükten sonra yere yığıldım. Kalbim, göğüs kafesimi kırıp dışarı çıkmak için elinden geleni yapıyordu. Bir anda dilim damağım kurumuş, vücudumdaki bütün su buhar olup gözeneklerimden taşmıştı. Ben yerde, öylece boşluğa bakarken çevremdeki sesler artmaya başladı. Herkes Frada ve benim olduğum yere toplanmıştı şimdi. Zavallı Frada da tıpkı yaralı bir köpek gibi acı acı uluyordu. Bana ne olduğunu anlayamayan birkaç kişi başıma toplandı ve yanıma çöktü. Onlara iyi olduğumu söylemek için üstün bir çaba sarf etmek zorunda kaldım. Gözüm hala uçurumun kenarında, elim ise kalbimin üzerindeydi.
Pegasus metrelere ulaşan kanatlarını usulca toplayıp yanımıza iniş yaptı ve Derreck'i adeta yere fırlattı. Çevremden bana yöneltilen hiçbir soruya odaklanamadığım gibi, ağzımı tekrar açıp bir şey de diyemiyordum.
Nasıl düşebilmişti oradan? Dahası, düştüğüne emin değildim. Sanki, atlamış gibiydi... Nasıl böyle bir şey yapabilirdi? Saniyeler öncesinde gülerek konuşuyorken bir anda uçurumdan aşağı düşmüştü. Ya da kendini bırakmıştı. Kafam almıyordu. Kalbim asla yavaşlamıyor, nabzım düzene girmiyordu. Ellerimdeki titremeyi gizlemek adına üzerimdeki üniformaya bastırdım avuç içlerimi. Derreck ciddi bir ifadeyle, sanki saniyeler önce ölümle burun buruna gelen kendisi değilmiş gibi konuşmaya başladı.
"Hey, Pegasus sağolsun bir şeyim yok. Ben iyiyim, gerçekten." Profesör Stan'e ve çevredekilere gülümseyen Derreck direkt yanıma geldi ve yere çöktü.
"Gerçekten iyiyim, senin kanatlı atın hayatımı kurtardı. Minnettarım." Ne diyeceğimi bilemez bir vaziyette, öylece durmaya devam ediyordum. Profesör Stan ve diğerleri Derreck'in gerçekten iyi olduğuna emin olduktan sonra uzaklaşmaya başladılar. Biz hala, yerde diz çökmüş bir vaziyetteydik.
"Bunu neden yaptın?" Derreck bir an duraksadı, ancak sonra itiraz etmenin anlamsız olduğuna karar vermiş olacak ki konuşmaya başladı. Nedense, oradan düşmediğine emindim.
"Pegasus, kendi kararlarını veriyor, değil mi?" Üzerimdeki şaşkınlık ve korku yerini bir anda saldırganlığa bıraktığında işaret parmağımı dudaklarımın üzerine kapattım ve diğer elimle kolunu tuttum.
"Sessiz ol! Sakın böyle bir şeyden bahsetme!" Derreck diğer elini elimin üzerine koyup yavaşça aşağı çekti.
"Merak etme, kimseye bir şey söylemeyeceğim ancak alana girdiğimizden beri dikkatimi çekti. Ben anladıysam, ona dikkat eden herhangi biri de anlar. Beni kurtaracağına adım gibi emindim." Anlamamış bir ifadeyle başımı sağa sola sallıyordum şimdi. Sırf bunu test etmek için hayatını riske atmış olamazdı, değil mi? Ya yanılmış olsaydı? Ya Pegasus'u onu kurtarması için göndermeyi akıl ettiğimde çok geç olsaydı? Ya...
"Ya Frada da peşinden atlasaydı ve Pegasus ikinizi birden kurtaramasaydı?" Anlaması benim için ayrı bir şokken, Frada'yı hiçe sayması apayrıydı. Kafamda bir türlü yerine oturmayan onlarca şey vardı. Derreck bana oldukça ilginç sorular sormuştu ve ben gerçekten beni tanımak istediğini düşünmüştüm. Ancak şimdi, bundan tam olarak emin olamıyordum. Belki de oyunun dengeli olması bahanesiyle bana yaklaşmasının tek sebebi Pegasus'tu... Bu, Pegasus'u sinirlendirdiğinde düşüncelerimi kontrol etmem gerektiğini bir kere daha hatırladım. Yeni bir olayı kaldıramayacak kadar sarsılmıştım.
"Elbette onu garantiye aldım. Pegasus'un beni kurtaracağını söyledim ona. Atlamasına izin vermedim. Pegasus'un aksine, Frada beni dinliyor Helena. Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsun?" Ara ara dönüp bizim tarafa bakan Profesör Stan'i daha fazla endişelendirmemek adına dönüp ona gülümsedim ve ne cevap vereceğimi düşündüm. Ne yapacaktım sahiden? Ya da bu, Derreck'i ilgilendirir miydi?
Hiçbir şey. İradesini ondan söküp alacak halim yoktu. Sadece, bir şekilde rol yapmayı öğrenmemiz gerekiyordu. Pegasus'unda benim de. Ancak yine de, iradesine bir kez daha şükretmiştim. Ben Derreck'in düştüğünü görene kadar ve Pegasus'tan onu kurtarmasını istemeyi akıl edene kadar her şey için çok geç olabilirdi...
"Güçlü yanın iyi kalbin Helena. Zayıf yanın ise, öz güven eksikliğin."
Düello kulübü dersi beni öylesine etkilemişti ki, sonrasında yediğim öğle yemeğiyle bile henüz toparlanamamıştım. Hava iyiden iyiye soğumaya başlamış ve sonbahar hissedilmeye başlamıştı. Öyle ki, öğle saatleri olmasına rağmen ben tempersitar ortak alanında şöminenin önünde, üzerimde uzun kollu bir takım ve elimde kahve ile oturuyor, Derreck'i düşünüyordum.
Sohbet ettiğimiz o kısacık süre sonrası bana güçlü ve zayıf yanlarımla ilgili yaptığı yorum da, en az uçurumdan kendini atışı kadar etkilemişti beni. Dahası, korkusuz bir aptal mıydı yoksa kötü niyetli biri miydi ben onu bile anlayamamışken o benim hakkımda oldukça kendinden emin tahminlerde bulunmuştu.
"Ne düşünüyorsun böyle filon yanmış gibi?" buruşturduğum suratımla William'a diktim gözlerimi. O da aynı rahatlıkta kıyafetler giymişti. Uzun kollu siyah bir üst ve beyaz bol kesim bir eşofman. Bana bir tık siyahi rapçileri andırmıştı üzerindekiler.
"Ona gemilerin batmış gibi denir. Filon yanmış gibi değil!" karşımdaki koltuğa yerleşirken gülümsedi.
"Ne önemi var? Başına kötü bir şey gelmiş gibi demek olmuyor mu ikisi de?" Bu kez ben de gülümsedim ve ona anlatıp anlatmamak arasında gidip gelmeye başladım. İrade olayından sadece William ve Cam'in haberi vardı. Yani en azından, bu sabaha kadar öyleydi.
Kendimle bir savaş verdiğimi gören William beni cesaretlendirmek istedi.
"Kızsal sorunlar mı yoksa? Bak burada kız arkadaşın olmadığını biliyorum ama benimle her şeyi konuşabilirsin, gerçekten!" gülümseyerek mavi gözlerine baktım. Oldukça kendinden emin ve samimi bakıyordu. Ondan biraz daha yaklaşmasını istedim ve olan biteni vazgeçmeme olanak vermeden hızlıca anlattım. William'ın yüzünden onlarca farklı duygu geçmişti. Ne hissettiğini tam olarak anlayamıyordum. Tam ağzını açacaktı ki Chris şöminenin arkasında belirdi. O bizim aksimize, daha günlük bir kıyafetin içerisindeydi. Koyu mavi bir kotu ve gri bisiklet yaka bir üstü vardı.
O geldiğinde susmak sanki gizli bir şeyler konuşuyormuşuz gibi görünecekti (ki öyleydi). O yüzden her panik olduğumda olduğu gibi, saçmalamaya başladım.
"Öyle işte. Çok sevdim kendisini. Çok da iyi anlaştık. İyi çocuk. Baya normal bir çocuk yani. Bana da normal biriymişim gibi davrandı. Üstelik, beni de hemen çözdü sanırım. Ben onu tam çözemedim ama. Gerçi bir iki fikrim var gibi. Gelmeyerek büyük hata ediyorsunuz, benden söylemesi." Kafası karışmış bir ifadeyle beni izleyen iki oğlana da gülümsemeye çalıştım. Susmak bilmeden konuşmuş, kafalarını çorba karıştırır gibi karıştırıp ufak bir girdap yaratmıştım. William ne diyeceğini bilemez bir şekilde gevelerken Chris konuşmaya başladı.
"Kim o? Kimi sevdin?" Chris'in de böyle bir huyu vardı işte! Dan dan laflar edip beni dumur ediyordu. Hiç konuşmayıp konuşmayıp, konuştuğunda da beni zora sokuyordu! Ne yapacaktı ki kimi sevdiğimi? Evrenin sırrını çözdüğümü söylesem, neymiş o sır demezdi ama yok şu elbiseyi niye almadın, yok şu saatte buluşmayacak mıydık demeye bayılıyordu işte.
"Derreck. Bir Territer. Düello kulübünde tanıştık." Chris kaşlarını önce kaldırdı, sonra da gece kadar siyah gözlerini kısarak beni koltukta ufacık kalmaya zorladı. Sanki, içimi görüyordu ve biliyordu saçmaladığımı. Sanki, onu asla kandıramazdım.
"Bir soyadı var mı bu Derreck'in?" Gözlerini kısma sırası bendeydi şimdi. Bu konuyla neden ilgilendiği hakkındaen ufak bir fikrim yoktu.
"Jenkins. Derreck Jenkins." Chris, kıstığı gözlerine bir de gerilmiş çenesini ekledi. Elleri hafif bir yumruk halindeydi ya da ben uyduruyordum. Belli ki, Derreck'i tanıyordu ve belli ki ondan hiç haz etmiyordu. Daha da ilginci, neredeyse bir haftadır benden kaçan Chris, bugün benim hayatım dünyadaki en ilginç şeymiş gibi davranıyordu. Onu neden hiç ama hiç anlayamıyordum? Dünya üzerinde daha zor bir insan var mıydı acaba? Yumruk yaptığı elini hafifçe gevşetti. Bakışlarını da benden çekmiş, şömineye vermişti.
"Neydi ilk oyun?" benden şüpheleniyor muydu yoksa gerçekten merak mı ediyordu asla çözemiyordum. Beni merak edecek biri değildi, ama benden şüphelenmesi için de hiçbir sebep vermemiştim ki ona!
"Birbirimizin güçlü ve zayıf yanlarını bulmaktı. Herkes bunu sochrularla yapmayı denedi. Açıkçası, hangi sochruları kullandılar ne denediler hiçbir fikrim yok. Derreck sohbet etmeyi önerdi ve ben de kabul ettim. Bu şekilde bulmaya çalıştık. O baya isabetli tahminler yaptı aslında, ancak ben onu çözebildiğimden tam emin değilim." William tamamen bizden kopmuştu. Muhtemelen Pegasus'un iradesi üzerine kafa patlatıyordu. Zira, Chris'in sorularından beni kurtarmamasının başka bir açıklaması olamazdı diye düşünüyordum. Ben ecel terleri dökerken, o öylece oturuyordu koltukta.
"Neymiş senin güçlü ve zayıf yanların?" koltukta aşırıya kaçan hareketlerle William'ın dikkatini çekmeye çalıştım ancak William çoktan Chris'in sorusuyla dikkat kesilmişti. Gerçekten de, derdimiz bu olamazdı değil mi? Madem ona derdimi anlatmıştım, derman bulmak için kafa patlatmalıydık! Burada benim güçlü ve zayıf yanlarımdan daha büyük dertlerimiz vardı.
Ya gerçekten kalın kafalıydı, ya da merakı ağır basıyordu. Ah o mavi gözleri beni cezbetmese ben onu kendisine getirmeyi iyi bilirdim ancak heyecan gözlerindeki mavi koltuklara yayılmış öylece beni bekliyordu. İstemeye istemeye sorguya devam ettim.
"Şey, güçlü yanım iyi kalbimmiş ve zayıf yanım da özgüven eksikliğim." William bir süre şömineye baktıktan sonra başını usul usul salladı.
"Aslında, ilk izlenime göre oldukça tutarlı tahminlerde bulunmuş. Belli ki seni gözlemlemiş. İyi bir kalbin olduğu kırk metre öteden bile anlaşılırken, Lincoln oluşunun seni özgüven eksikliğine sevk etmesi de kolay bir tahmin tabii." William, Derreck'in söylediklerini onaylarken Chris'ten alaylı bir gülümseme sonucu tıslama benzeri bir ses yükseldi. Bakışlarımı William'dan alıp Chris'e çevirdim. Belli ki, bu tahminlere katılmıyordu.
"Yanılıyor. Sen, özgüveni eksik biri değilsin Jokey. Sadece, kendini buna inandırmışsın. Senin en büyük zayıflığın, inan bana, panik olduğunda saçmalayıp her şeyi batırman. Az önce yaptığın gibi. Ben gideyim artık, siz de rahat rahat konuşun." Kalbim bir anda on saniyelik kan ihtiyacını tek seferde pompalaması gerekiyormuşçasına çalışmaya başlarken, açık kalan ağzımı kapatabilmek için üstün bir çaba sarf etmem gerekmişti.
"Ha bir de, Derreck'ten uzak dur." Bakışlarım geldiği gibi şöminenin oradan uzaklaşan Chris'ten bir an olsun ayrılmadan onu izledi.
William bile, Chris'ten çok daha fazla vakit geçirdiğim halde, beni tam olarak çözememişken Chris adeta ciğerimi görmüştü. Nasıl olup da benim eylemlerimi böylesine açık ve net görmüştü, anlayabilmiş değildim. Üstelik, Derreck'ten uzak dur da ne demek oluyordu? Sırf o öyle dedi diye uzak duracak değildim. Bana bunun için sağlam bir sebep vermesi gerekirdi. Neden beni sürekli çileden çıkarıyordu ki? Onlarca soru işaretim yokmuş gibi, bir o kadar daha soruyu kucağıma bırakmış ve beni bu şöminenin alevine mahkum etmişti. Orada yanıp kül olan birkaç odun parçasından hiçbir farkım yoktu. Ağır ağır tükeniyor gibi hissediyordum. Aklım da kapasitem de ne bu aleme ne de bu insanlara yetmiyordu. Sanki, hiçbir şey bilmiyordum...
Tek bildiğim, geride nefes almakta zorlanan bir ben bırakarak şömineni sıcağını da alıp ortak alandan ayrıldığıydı.
Christoper Duphore bir, Helena Lincoln sıfır.
Bir bölümün daha sonu...
Bölüm sonu düşünceleriniz neler?
Bu irade olayının sonucu ne olacak sizce?
Derreck'e güvendiniz mi?
KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.
KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR
Instagram: byk.literatur
Tiktok: buseninkurgulari
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
164 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |