

🔮
"Salvia Splendens
Hypericum Perforatum
Posiut Somnum!" Bir çift sinirli gözle karşılaşana kadar, öğrendiğim tüm savunma sochrularını peş peşe tekrarlamaya devam ediyordum. Chris, bellalara ayrılan salonun girişinde, devasa tahta kapının pervazına yaslanmış beni izliyordu. Aklımı kaçırdığımı falan düşünüyor olabilirdi ancak bazılarımızın onun aksine bir şeyleri çalışarak elde etmesi gerekiyordu.
Hafta içi şöminenin önünde, odamıza dönme vakti gelene kadar Tara ile birkaç kez ders çalışmıştık. Sochrular 1 dersini bir türlü kimseden öğrenemediğim için, adeta o derse kafayı takmıştım. Arkadaşım olacak üç oğlandan bir fayda göremeyeceğime emin olduğumda, çözümü Tara'da bulmuştum. Oldukça ılımlı, hoş bir insan olduğu için anlaşabileceğimize emindim. Hatta öyle ki, onu Bellalar kulübüne sokabilmek için çok ısrar etmiştim ancak o naif bir insan olarak tercihini edebiyat ve tarih kulüplerinden yana kullanmıştı. Biz bugün burada, dövüşmek için hazırlıklar yaparken o bir yerlerde bir elementerin ya da bir insanın yazdığı anlam dolu bir romanı okuyordu belki de.
İç geçirdim.
Sanırım, yanlış insanlarla takılıyordum.
"Salvia Splendens
Hypericum Perforatum
Posiut Somnum!" Bir elimde Chris'in tiksindiği not defterim, diğer elimde ise bir şişe su vardı. Kendimi kütüphanelerde sürekli ders çalışan inek üniversite öğrencileri gibi hissediyordum ve bundan büyük bir haz duyuyordum!
"Bunu daha ne kadar yapacaksın?" Sonunda daha fazla dayanamayan Chris, sinirli bakışlarını üzerimden çekmeden konuştu.
Sevimsiz bir insandı işte.
Asla, ama asla sevimli olamıyordu. O böyleydi, olamazdı.
"Öğrendiğime emin olana kadar." Usul usul başını sallayıp dayandığı kapı pervazından doğruldu ve bana doğru adımladı. Gözlerimi telaşla kaçırıp Cam ve William'ı aramaya başladım. Belki onlar beni bu mendeburun gazabından kurtarabilirlerdi, ancak hayır. Üç kızdan oluşan bir arkadaş grubuyla sohbet etmekle çok meşgullerdi.
Erkeklerle arkadaş olmanın kötü yanı da buydu işte.
Sizi bir avuç kıza anında satarlardı.
Ah Aileen ve Marva ah! Burada olsaydınız, bu kendini beğenmişlere beraber kök söktürürdük!
İçime dolan heyecan elle tutulur bir hal aldı bu kez. Belli ki, birilerine kök söktürmek için yanıp tutuşan sadece ben değildim.
Senin derdin kimle peki? Ben kimi öldürmek istiyorsam onunla mı, yoksa apayrı düşmanların mı var?
Hey, senin hakkında gerçekten de çok az şey biliyorum!
Yaşayan başka Tulpar var mı? Yoksa tek misin? Yoksa kavgalı olduğun bir kabile Tulpara daha rastlayabilir miyiz?
Pegasus'a dilimizi öğretmenin bir yolu yok muydu acaba? Sorularıma nasıl cevap bulacaktım ki?
Ben kendi iç savaşımı verirken, Chris yanıma oturup kafasını bana doğru çevirmişti çoktan.
İşte geliyor diye düşündüm, geliyor gelmekte olan...
"Öğrendiğine emin olmak için yapabileceğim bir şey var mı? Kısaca, seni nasıl susturabilirim Jokey?" Elimdeki defteri alıp kafasına geçirmeyi öyle çok istiyordum ki!
Kendini beğenmiş suratsız geçimsiz mendebur!
"Benim yanımdan uzaklaşarak beni susturabilirsin. Henüz ses tellerim o kadar gelişmedi. Odanın diğer ucunda beni susturmuş olursun mesela. Ne dersin?" suratından bir gülümseme geçtiğine yemin edebilirdim ancak öyle çabuk yok olmuştu ki, hayal ettiğimi düşünmüştüm. Onun kahkahasına sadece bir iki kez şahit olmuştum ve o anlarda da donup kalmıştım zaten.
Ben ayağa kalkıp benden uzaklaşmasını beklerken, kollarını göğsünde birleştirip etrafa bakınmaya başladı.
Tam ağzımı açıp bir şeyler söyleyecektim ki, dünyanın en sevimsiz sesi kulaklarımı doldurdu ve ben tek kelime dahi edecek gücü kendimde bulamadım. O an tıpkı Chris'in beni susturmak istediği gibi, ben de o sesi susturmak istiyordum.
Emile cadısı.
"İşte en çok görmek istediğim insan!" tıslama benzeri bir ses çıkardım istemsizce. Daha o anda pişman oldum ancak çoktan yapmıştım işte. Chris'den bahsediyordu ancak hepimiz bunun doğru olmadığını biliyorduk. O, her erkeği görmek isterdi çünkü. Ya da belki de sadece ben biliyordum çünkü bu oğlanların zekasından şüphe ediyordum. Ancak, biliyordum işte.
"Ve onun neyi olduğunu bilmediğim bu garip insan. Sana da merhaba." Demek, artık hislerimizi gizlemiyorduk.
Biliyordum.
Ben nasıl ondan hiçbir zaman hoşlanmamışsam, o da benden hiçbir zaman hoşlanmamıştı.
Seçilme töreninde bana güldüğünden beri uyuz oluyordum ona zaten!
"Arkadaşı. Onun arkadaşı." Cam gülümseyerek sohbete(!) dahil oldu ve havadaki kasveti dağıtmak istedi. Bir yandan da benim yanımda olduğunu hissetmiş, bu küçük ayrıntıyla deli gibi mutlu olmuştum.
Tabii ki benim yanımda olacaktı! Beni ondan çok daha uzun süredir tanıyordu! Birkaç haftacık daha uzun!
"Ah, ikinci en çok görmek istediğim insan! Bu durumda, sen de üçüncü oluyorsun William." William gülümseyerek kolunu Emile'in omzuna attı.
"Oysa ben senin favorin olduğumu düşünüyordum." Az önce Chris'in kafasına indirmek istediğim defteri, bu kez William'ın ağzına sokmak istiyordum.
Bu ne gereksiz bir samimiyet!
Pegasus'un beni sakinleştirmek yerine benden daha çok sinirlenmesi ise gerçekten hiç yardımcı olmuyordu.
Bu nasıl bekçiydi böyle? Derslerde öğrendiğim her şeye ters düşüyordu! Ben kızgınken sebebi ne olursa olsun beni nötrlemeye çalışmalıydı!
İnan bana, ben de senin gibi önümdeki bu sevimsiz grubu yakıp kül etmek istiyorum ancak bunu yapamayız... o yüzden beni sakinleştirmeye çalışsan iyi edersin!
Emile, William'ın omzundan dolanmış kolunun üzerine elini koydu. Daha samimi olabilirler mi diye düşünmüştüm oysa ki!
"Ne yazık ki beni epey boşladın. Eski ilgi ve alakayı göremiyorum. Seni bu şartlar altında nasıl favorim yapabilirim ki?" Hah! Sanki Chris seninle bir gram ilgileniyordu da onu favorin yapmıştın.
Ne kadar da anlamsız biri diye düşünmeden edemiyordum. Ben hiçbir şekilde ondan nefret etmeye çalışmıyordum, o bunun için elinden geleni yapıyordu!
Madem favorin falan değil, ne diye elini koymuşsun koluna dememek için adeta dudağımı dişleyip yumruklarımı sıkıyordum ki, o anda aklımda parlak bir fikir cereyan etti.
Bu ortamda durmak zorunda değildim ki? Burada mutlu değilsem, uzaklaşırdım olur biterdi.
Bunun sahibi ben miydim, Pegasus mu bunu bilmiyordum ancak hiçbir önemi de yoktu zaten. Biz birdik.
Kimseye hiçbir şey söylemeden oturduğum koltuktan kalktım ve defterimdeki sochruları bir kez daha tekrar ederek salonun diğer ucuna doğru yürümeye başladım.
Bir taşla iki kuş, hem o Emile denilen cadı benden kurtulmuştu hem de Chris.
Şimdi sarılıp öpüşüp bayram edebilirlerdi.
Salonun diğer köşesinde, tanıdık bir yüz arama zahmetine dahi girmeden, her zaman olduğu gibi yine tek başıma oldukça mutlu bir biçimde adımlıyordum ki, bu dünyada huzurun bana haram olduğuna bir kez daha şahit oldum.
"Ver bakayım şu defteri, ben sana sorayım sen de hangi sochrunun ne işe yaradığını söyle." Duyduklarıma inanamaz bir biçimde usul usul arkamı döndüm. Beni nasıl her seferinde bir şoktan başka bir şoka sürükleyebilirdi? Nasıl vücudumdaki her bir hücrenin başka bir şey hissetmesine sebep olabilirdi?
Ondan bu kadar hoşlanmayıp, aynı zamanda da ona bu kadar tanıdık nasıl hissedebilirdim?
Sanki biz birbirimizin kız ve erkek versiyonu gibiydik. Dün benim hakkımda yaptığı tespitten beni oldukça iyi çözmüş olduğunu bir kez daha anlamıştım. Benim panik olduğumda saçmaladığımı, o an konuyu değiştirmek için ağzımdan çıkanı duymadan sürekli konuştuğumu, ondan bir şeyler sakladığımı anlayacak kadar çözmüştü üstelik beni. Bugün ise Emile'e katlanamayışından aslında ne kadar benzediğimizi de daha iyi görebilmiştim. Ancak yine de, ondan gram hoşlanmıyordum işte.
"Yine defterimde yazanları görmeye çalışacak mısın?" Yine gülümsediğine emin olduğum ancak sonradan hayal mi ettim diye kendimi sorguladığım bir an yaşandı ve sonrasında hiçbir şey söylemeden eliyle defteri ona vermemi işaret etti.
Burada böyle tek başıma kolay lokma gibi görülmek yerine, defteri ona uzatmayı tercih ettim. Defteri sayfalarca sochrularla doldurmuştum, hemen hemen hepsi de elementer aleminde işime yarayacak ufak tefek numaraları içeriyordu. Bir şeyleri güç gerektirmeden taşımak, kaybettiğin bir şeyin yerini bulmak, karanlık ortamları aydınlatmak için var olan bir nesneyi kısıtlı bir süre için ışıklı bitkilerden birine çevirmek... Birkaç tane de savunma sochrusu. Defterimdeki faydalı sochrular arasından birkaç savunma sochrusunu tekrar ederek ezberlemeye çalışıyordum.
Primuslar, bizim şuan konuştuğumuz gibi İngilizce konuşmuyorlardı. Bu yüzden bütün sochrular beş Primus'un icat ettiği o garip dildeydi. Doğru telaffuz ederek sesimizi onlara duyurmak zorundaydık, diğer türlüsü oldukça tehlikeliydi. Yanlış bir şey söyleyip başımızı belaya sokmamız işten bile değildi. Derste bunlar bize onlarca kez tembihleniyordu. Eh, bu dile çok yabancı olduğumuzdan, bize de onlarca kez tekrar etmek düşüyordu.
"Sadece şurada yazanlara bak. Onları tekrar ediyorum." Elimle defterin sağındaki savunma sochrularını gösterdim. Oraya baktıktan sonra gözlerini sol tarafta da gezdirdi.
"Neden sadece savunma sochrularını yazdın bu deftere? Saldırı sochruları nerede?" Bir an için bunun cevabını nasıl bilmediğine şaşırıp kaldım. Herkes böyle yapmıyor muydu? Amacımız, kendimizi savunmayı öğrenmek değil miydi? Kaşlarımı kaldırdım. Yoksa, saldırmak zorunda mıydım? İyi ama, bir elementere neden saldırayım ki, eğitim için bile olsa?
"Kendimi savunmak için?" Chris'in kahverengi gözleri kısıldı. Bir süre cevap vermeden o kısık gözleriyle gözlerime baktı. Ortamdaki sesler yavaşça azalarak kayboldu ve ben de hipnoz olmuş gibi bakmaya devam ettim. Kafasından neler geçtiğini deli gibi merak ediyordum. Hayatımda onun kadar değişik birini hiç tanımamıştım.
Çok netti ve çok sadeydi. Aynı zamanda da rubik küpten farkı yoktu. Hem siyahın en koyu tonunu andırıyordu hem de günbatımı gibiydi.
Onu gerçekten ama gerçekten hiç çözemiyordum.
Tek bildiğim, kimsenin arkasından iş çevirmeyecek, olduğu gibi görünen biriydi. Bu yüzden, ona saygı duyuyor ve dediği şeyleri yapmaya özen gösteriyordum. Özellikle, ormanda bana benim doğuştan bir elementer olduğumu ve bazı şeylerin benim içimde var olduğunu hatırlattığından beri, bu dünyaya ve sochrulara daha kolay adapte olmuştum.
"Buradaki elementerler, kendilerini savunmayacaklar Jokey. Saldıracaklar. Bu sadece bir öğrenci kulübünden daha fazlası. Bu kulübün en iyileri akademimizi diğer akademilere karşı temsil etme şansı bulur hatta Kurula seçilme ihtimalini artırır. Buradaki herkes gözü dönmüş gibi birbirini elemeye çalışacak. Sen de kendini savunmak için onları hareketsiz hale getirme sochruları falan çalışıyorsun. Üstelik, saldırı sochrularını nasıl bir ortamda pratiğe dökmeyi düşünüyorsun? Bunun için Bellalardan daha iyi bir ortam olabilir mi? Ya da Düello kulübünden? Açıkçası senin değiştiğini düşünmüştüm, daha çok çabaladığını ve eksiklerini kapatmak için uğraştığını." Ağzından çıkacak birçok şeye hazır gibi hissediyordum aslında kendimi. Ama nedense, duyduğum hiçbir şeye hazır değilmişim aslında. Kalbimin bir an için sıkıştığını hissedip elimi usulca göğsüme götürdüm. Evet, gerçekten de eksiklerimi kapatmak için uğraşıyordum ancak belli ki hiçbir zaman başarılı olamayacaktım. Ben onlar gibi, bu alemde doğup büyümemiştim. Onlar Kurul ne demek, akademi ne demek, Bellalar ne demek bunu çok iyi anlıyorlardı. Bense üniversitede bir öğrenci topluluğuna katılmış gibi hissediyordum. Yeni arkadaşlar edinip iyi bir öğrenci olmaya çalışıyordum. Her şey teorideymiş gibi geliyordu hala bana. Sanki üniversitede matematik alanında uzmanlaşacak ve evren üzerine birkaç şey çalışacak gibiydim.
Oysa ki, burada öğrendiğim her türlü saldırı ve savunmayı bir gün bir yerlerde kullanmam gerekecekti...
Belki insanlara, belki sapkınlara, belki yaratıklara karşı. Ya da, hiç bilmediğim bir şeylere karşı. Bunların hiçbiri sadece teori değildi, her şey gerçekti.
Mesele iyi bir öğrenci olmaktan ziyade, iyi bir elementer olmaktı. Kendi alemimize ve dünyaya bir fayda sağlamak, önemli olmaktı. Önemli işler başarmak, iyi biri olmak...
Ben, bu yarışı asla kazanamayacaktım ya da asla arayı kapatamayacaktım. Bunun sebebi yavaş koşmam değildi, biz farklı parkurları koşuyorduk. Ben, yarışı çok yanlış bir yerde tamamlamaya çalışıyordum.
Ben güzel bir ot falan değildim...
"Merhaba Çaylaklar ve kendini Çaylak hissetmeyen egoistler! Hepinizin popolarının bir güzel tekmelenmesine hazır mısınız? Bugün eşleşmelerinizi bizzat ben yapacağım ve eşlerden birinin diğerini yiyeceğinden emin olacağım." İçerisine girdiğim transtan zorlukla çıkıp gözlerimi konuşan profesöre doğru çevirdim ve elimi usulca göğsümden çektim. Kalbimdeki sıkışma hiçbir yere kaybolmasa da dikkatim bir nebze olsun başka bir şeye yönelmişti.
Psikopat profesörümüze.
Psikopat ama muhteşem profesörümüze.
Bu nasıl bir akademi böyle? Ya öğrenciler psikopat oluyor ya profesörler...
Pegasus bir yandan homurdanıp bir yandan uyuklarken onu daha fazla rahatsız etmeme kararı aldım. İç sesimi bir süreliğine susturmam gerekiyordu.
Bari birimiz huzur bulsun, değil mi?
Pegasus bu kez de sinirle kıpırdanınca, iç sesimi gerçekten susturup önümdeki tabloya odaklandım. Salonun tam ortasında, arkası tamamen ayna olan bir duvardan yaklaşık altı yedi metre mesafede, normalden daha uzun sayılabilecek Profesör duruyordu. Kendisini seçilme töreninden anımsamıştım. Bir Bukrası olduğunu da seçilme töreninde Cam söylemişti. O gün mesafeden dolayı seçemediğim fiziksel özelliklerini inceleme fırsatım vardı şimdi. Koyu renk, siyaha yakın saçları ve ela gözleri vardı. Saçları ensesine gelecek şekilde uzundu ve yapılı omuzlarının üzerinde oldukça şık ve bakımlı duruyordu. Bir Profesör olduğuna inanmak neredeyse imkansızdı. Fernando'yla yaşıtmış gibi duruyordu ancak Tanrı bilir kaç yaşındaydı. Vücudu uzun boyuyla orantılı bir irilikteydi ve üzerinde oldukça hoş bir takım vardı. Halbuki ben, beden eğitimi öğretmeni tarzında bir manzara bekliyordum. Çok yanılmıştım doğrusu.
"Ağzını kapatacak mısın artık?" William avucuyla hafifçe çeneme dokundu ve gülmeye başladı. Aman ne komik.
"Hey, beni kendinle karıştırma." Bir yandan gülümsemesine karşılık verip bir yandan bakışlarımı saniyelik olarak Emile'e çevirerek mesajı aldığından emin oldum. Çatılan kaşlarıyla birlikte bir şeyler söylemek için ağzını açmıştı ki, Profesörün o kalın ama güzel sesiyle fırsat bulamadı.
"Kuralları hepinizin bildiğini varsayacağım. Bellalar için bir kitap almıştınız dönemin başında. İhtiyaç duyacağınız her şey onda mevcut. Oradan okumuşsunuzdur herhalde. Bilmiyorsanız da artık yapacak hiçbir şey yok. Eh, en azından hepiniz koruyucu kıyafetlerinizi giymişsiniz o yüzden çok da sorun olmasa gerek. Hem, revir diye bir şey var, öyle değil mi?" Ses tonu ne kadar güzel olursa olsun, söyledikleri bende arkamı dönüp koşarak kaçma isteği uyandırıyordu. Resmen, bizi horoz dövüştürür gibi dövüştürecekti belli ki. Chris gerçekten de haklıydı. Öğrenciler kaos istemiyorsa bile, bu Profesör istiyordu!
"Adı neydi, Profesörün?" William'ın duyamayacağından emin olduğum kadar kısık bir sesle Cam'e sormuştum bu soruyu. Kimsenin diline düşmek istemiyordum. Asıl benim onlarla dalga geçmem gerekirdi! Bir avuç ergen gibi davranıyorlardı.
"Bren Barnore. Ateş elementeri Profesörü. 45 yaşında. En taze Profesörlerden. Ama inan bana, sanki yüz yıldır Profesörmüş gibi yapar bu işi." Belli dedim içimden, oldukça sakindi ve kendi doğal ortamında gibi rahat davranıyordu.
Çevremdeki öğrencilere göz gezdirdim, salonda tahmini yüz kişi vardı. Gözümde canlanan manzara adeta midemin ters taklalar atmasına sebep oluyordu. Birazdan sanki herkes birbirine girip bir köşede dövüşmeye başlayacak, sağa sola insanlar uçacakmış gibi hissediyordum. Yutkunarak, dışarı çıkmaya çalışan midemi olması gereken yere geri gönderdim. Ben belli ki Bellalara ait değildim. Belki de haftaya katılmazdım. Asıl düello kulübü beni çok korkutmuştu ama onda hiç sorun yaşamamıştım(Derreck'le yaşadığım ufak sorunu saymazsak!).
"Hadi bakalım. Şov zamanı. Hemen şuan olduğunuz yerde yüz seksen derece dönün ve koşun bakalım, çabuk!" bir anda herkes deli gibi hareketlendi ve söylenileni yaptı. Ben o anın verdiği korku ve şokla yüz seksen derece dönmek beni hangi konuma getirir bunu bile hesaplayamamıştım. Büyümüş gözlerle sağa sola giden insanlara bakarken bir el beni tam arkama dönecek şekilde çevirip çekiştirmeye başladı.
"Yürüyecek misin artık?" Kolumu Chris'in elinden kurtarıp onu takip ettim ve aynalı duvarın çaprazında, kapının ise tam karşısında kalan duvara çekildik. İlk durduğumuz konumlar sebebiyle, salon ikiye bölünmüş gibiydi şimdi. Bir grup tam kapının olduğu köşeye doğru koşmuşken, biz de onlara zıt köşedeydik. Ve yine tam ortada, aynalı duvarın önünde Profesör duruyordu.
"İki, dört, altı, sekiz..." oldukça uzun bir süre bir bizim tarafı bir de karşı tarafı sayıp sayıları eşitlemeye çalıştı. Ben de o sırada sayıları eşitlemek için grubunu değiştireceği talihsiz öğrencilerden olmamak adına küçülebildiğim kadar küçülmüş, üç oğlanın arkasına saklanmıştım. Bir yandan da karşı grupta kimlerin olduğuna bakıyordum. Tam o sırada, cadıyla gözlerimiz kesişti.
İşte profesörün istediği gibi, beni çiğ çiğ yiyecek insan tam da karşımda beni süzüyordu şimdi.
Sonra dedim ki, onun bir Bukrası varsa benim Tulparım var!
Bu alemde onun gibi yüzlerce insan varsa, benden bir tane daha yok.
Kendi kendime gerçekleştirdiğim gaza getirme seansı sonrası, dudaklarıma küçük bir gülümseme yerleşti ve Emile gözlerini kaçırana kadar gözlerimi ondan kaçırmadım. Bir süre öylece birbirimize baktık durduk. Sonrasında, başını diğer tarafa çeviren ise o oldu.
Eh, tulparın bana bu salonda bir faydası yoktu ama napayım yani, kendimi ancak böyle gaza getirebiliyordum.
"Sen şuraya, sen de şuraya. Ve işte, oldu! Hazırız. Öyleyse, başlıyorum." Az önceki küçük seansımın etkisi yerini derin bir endişeye bırakırken dudaklarımı kemirmeye başladım. Bende öyle bir şans vardı ki, elementer aleminin bir sonraki Kurul üyesi olacak kapasitede biriyle eşleşir buradan doğruca revire sevk olurdum. Kendimi sakinleştirmek adına Pegasus'tan yardım istemeyi deli gibi istiyordum ancak öyle güzel uyuyordu ki(gördüğümden değil, hissettiğimden) onu uyandırmak istememiştim. Biliyordum ki aklımdan sakinleşmem gerektiğini geçirsem anında hissedecek ve uyanacaktı.
Belki beni sakinleştirmek yerine daha beter edecekti ama olsun yine de uyanacaktı.
Bu yüzden hızlıca düşüncelerimin yönünü başka tarafa çevirebilmek adına sağıma dönüp William ve Chris'i dinlemeye başladım. Birbirleriyle eşleşmelerinin oldukça güzel olabileceğinden falan bahsediyorlardı. Onları dinlemeye başladığımı fark eden William tıpkı Emile'e yaptığı gibi kolunu omzuma doğru atıp konuşmaya başladı.
"Seninle de eş olmak oldukça zevkli olurdu doğrusu. Gerçi, sana kıyıp da sochru yapamazdım." Yüzümde bir gülümsemeyle kolunu nazikçe indirip kolunun altından çekildim.
Sözlerin içimde bir yerlere dokunsa da ben Emile değilim William bey!
"İnsanların bir atasözü vardır eminim benim gibi sen de biliyorsundur. Acıma yetime diye başlayan bir şey. Yani kısaca, eğer bir gün eşleşirsek bil ki sana iltimas göstermeyeceğim William Gippons." Cam ağzından bir şaşkınlık nidası çıkarırken, Chris ender rastladığım kahkahalarından birini attı. Her zaman olduğu gibi bu sefer de, işimi gücümü bırakıp onun kahkahasına şaşırarak öylece bakakaldım. William da gülümsüyordu ancak bana sinir mi olmuştu yoksa hoşuna mı gitmişti tam olarak çözememiştim.
"Sirina ve Greg, sizle başlayalım mı?" böylece ilk eşleşme de açıklanmış oldu. Seçilme töreninden territer olduğunu hatırladığım, bekçisine thor adını koyan kız ile kim olduğunu bilmediğim bir çocuk eşleşmişti. Ancak çocuk, Poseidon'a ait olduğunu bildiğim üç dişli bir mızrak dövmesine sahipti. Bu da sırtındaki dövmeyi göremesem de bir aquasar olduğuna neredeyse emin olmamı sağlıyordu. İlk eşleşmede ismim söylenmediği için kendimi şanslı saydım ve Chris'in tiksindiği defterimi çıkarıp not almak için hazır bekledim. Benden önce birkaç kişinin eşleşmesini izlersem, kendi eşleşmem için daha az korkardım belki.
"Ortaya geldiğiniz andan itibaren size hiçbir müdahalede bulunulmayacak. Kurallara uygun bir şekilde mücadeleyi başlatmanızı bekliyorum. Kural dışı bir harekette anında diskalifiye olursunuz. O halde, buyurun." Eliyle öğrencileri salonun ortasına davet etti ve bizlerden en uzak köşeye çekilip beklemeye başladı. Şimdi tüm gözler bu iki öğrencinin üzerindeydi.
Karşı karşıya geçip sol ellerini göğüslerine koyup reverans yapar gibi eğildiler ve kalkar kalkmaz odayı yüksek sesle çağırılan sochrular doldurdu. Ne oldukları hakkında hiçbir fikrimin olmadığı sochruların çağırılmasıyla bir anda ortamın ısısı arttı ve herkes heyecanla olan biteni izlemeye başladı. Anlık pompalanan adrenalinle sersemlemiştim. Bir an için tutunacak bir yer ya da oturacak bir koltuk ihtiyacı hissetmiştim. Önümdeki mücadele öylesine gerçek, öylesine çetindi ki, benim burada ne işim vardı anlam veremiyordum doğrusu. Ben bu şekilde mücadele edemezdim ki!
"Laganeria!" Onca sochru çağırılıp karşılıklı savunmalar yapıldıktan sonra, mücadeleyi bitiren Sirina'nın çağırdığı sochru olmuştu. Greg bir anda sochru çağırmak için kaldırdığı elleriyle birlikte öylece kalakalmıştı. Ne olduğunu bilmediğim bu sochru beni endişelendiriyordu. Ölmediğine emindim, yani elbet kurallardan biri de bu olmalıydı. Ancak ne olduğunu anlayamamıştım. Greg öylece hareketsiz kalmıştı.
Usul bir alkış başlattı Profesör ve ardından iki taraf da deli gibi alkışlamaya başladı. Bu kez gerçekten reverans yaparak geldiği yere çekilen Sirina'yı izlerken bir yandan hayranlık bir yandan da korkuyla dolmuştum. Bu salondaki herkes, benimle aynı yaşta birer elementerdi ancak hepimiz birbirimizden farklıydık. Ve ben, neye bulaştığımdan pek haberdar değildim belli ki.
Kapı bir anda açıldı ve içeriye üzerindeki önlüklerden inferiora olduğunu anladığım iki erkek girdi. Hala hareket etmeyen Greg'in kollarının altından tutup onu kaldırdıkları gibi götürdüler. Muhtemelen birkaç saniye içerisinde ona yapılan sochrunun tedavisi her neyse o uygulanacak ve kendine gelecekti ancak yine de içimdeki korkuyu bir türlü atamamıştım.
"Öğrendiğin savunma sochruları hakkında ne düşünüyorsun şimdi?" Chris, yine gözlerimin içine beni delip geçmek ister gibi bakarken ilk kez ne diyeceğimi bilememiştim. O hazır cevaplarımdan birini patlatıp onu susturmayı deli gibi istiyordum ancak belli ki haklı olan oydu. Gözlerimi kaçırıp bakışlarımı defterime indirdim.
Laganeria...
Hızlı olup bunu yapabilirsem, belki bir şeyler başarabilirdim.
Peki ya, bu sadece Territerlere özelse? İşte o zaman tanrı yardımcım olsun.
William ve Cam bir köşede sohbet ederlerken Chris dikkatini bana vermiş, seninle ne yapacağız biz der gibi dertli dertli bakıyordu.
Onun gibi gamsız dertsiz tasasız bir insanı bile çileden çıkarmayı başarmıştım.
Belki de sandığım kadar umursamaz değildi.
Ya da sandığım kadar nefret etmiyordu benden.
"Laganeria'yı kullanamazsın. Bu territerlere ait bir taşlaştırma büyüsü. Toprak enerjisinden geliyor. Deneyebileceğin bir sochru var. Zararsız bir saldırı sochrusu. Başarılı olmaya çalış, "Dicentra Eximia". Odaklanman gerek. Bu sochruyu neden çağırdığını, niyetinin ne olduğunu iyi bilmen gerek. Bir tempersitar olduğunu unutmaman gerek." Hızlıca başımı sallarken söylediği sochruyu not defterime yazdım ve bütün dikkatimi ona verdim.
Sonra, bir anlığına düşündüm.
Cam ve William da benim arkadaşımlardı. Üstelik suratımdaki dehşete kapılmış ifadeyi belki yüz metre öteden bile herkes görebilirdi. Ancak bana yardımcı olacak hiçbir eylemde bulunmamışlardı.
Belki de benim ne hissettiğimi fark etmemişlerdi bile.
Bu aleme yabancı olduğumu, her şeyden habersiz olduğumu ve bu derste çuvallayacağımı biliyor olmalıydılar. Ama ya umurlarında değildi ya da bunun benim için ne kadar önemli olduğunu göremiyorlardı.
Oysa Chris...
İsteyerek ya da istemeyerek bir şekilde bu akademiye geldiğim günden beri bana yardımcı oluyordu.
Chris, gerçekten de göründüğü kadar soğuk biri değildi.
Bunu yavaş yavaş anlıyordum.
"Teşekkür ederim. Gerçekten." Yüzümde bir gülümsemeyle ona minnetimi göstermek istedim ve o yine her zamanki Chris olup hiçbir şey söylemeden başını diğer tarafa çevirdi.
Soğuk biri değildi mi demiştim?
O bir derin dondurucuydu.
"İlk karşılaşmayı atlattığımıza göre, toplu eşleşmelere başlayalım artık. Aynı anda beş on mücadele birden yapabilecek kadar kapasitemiz var. Haydi bakalım sırayla çağırıyorum." Kalbim tekrar ağzımda atmaya başlarken, bir bir okunan isimleri gözlerimle takip edip kimler olduğunu görmeye çalıştım. Ve tam da o anda, tanıdık bir isim kulaklarımı doldurdu.
Kendi ismim.
"Helena ve Lidian." Gözlerim deli gibi Lidian ismini bir yüzle eşleştirebilmek için kalabalığı tarıyordu ancak kendimde ilerleyecek gücü bir türlü bulamıyordum.
Beni bu kadar korkutan neydi, bir türlü anlayabilmiş değildim. Ölecek halim yoktu, en kötü o çocuk gibi donar kalırdım. Öyleyse, neden vücudumdaki her bir kan hücresi beynime pompalanıyordu?
"Hadi bakalım, görelim hünerlerini. Sana güveniyoruz!" Cam ve William gülümseyerek beni hafifçe iteklediler ve harekete geçirmeye çalıştılar. Geri geri giden ayaklarım birkaç adım atınca, ben de devamını getirmek zorunda kaldım. Nedense, dönüp Chris'in gözlerine baktım. Yapar yapmaz pişman olmuştum. Ancak o beni bir kere daha şaşırttı ve hiçbir tepki vermemek yerine başını usulca salladı. Ben de ona karşılık verdim ve önüme döndüm.
Korkunun ecele faydası yok, değil mi?
Başım hafif soluma dönük, benim gibi kalabalığın arasından sıyrılıp salonun ortasına ilerleyen Lidian'a bakıyordum.
Lidian oldukça esmer, orta boylarda bir erkekti. Beni asıl endişelendiren şey ise, üzerindeki koruyucu kıyafeti tek hamlede çıkarıp kalabalığın orada bırakması olmuştu. Şuan üzerinde hiçbir şey yoktu ve sırtındaki üçgenin içerisinde duran yatay çizgi dövmesi net bir biçimde görünüyordu.
O bir Metallumdu.
Harika.
Üzerindeki koruyucu kıyafeti çıkarmış olmasından, ona hiçbir şey yapamayacağıma inandığı sonucu mu çıkıyordu?
Eh, haklıydı.
Ayaklarım bir kez daha geri geri gitmeye başlarken durup saniyelik olarak soluklandım.
Pegasus, çok üzgünüm ama uyumanın hiç sırası değil! Bana yardım etmen gerek!
Ona kıyamamak buraya kadardı işte. Hala kıyamıyordum ancak benim de bir canım vardı! Şuan ona ihtiyacım vardı ve onun desteği olmadan tam olarak bir elementer olmadığımı derslerimde net bir biçimde öğrenmiştim.
Bütün endişem yerini bir anda huzura bırakırken suratıma büyük bir gülümseme yerleşti. Biz, gerçekten de bir takım olmuştuk. İradesinin olması bazen başımıza büyük sorunlar açıyordu. Normal bir bekçi her koşulda ve şartta elementerini nötrlerken pegasus beni bazen daha da alevlendiriyordu. Ama öylesine muhteşem bir canlıydı ki, iradesi bizi belki daha da güçlü kılıyordu.
Diğer on kişiyle birlikte salonun ortalarına bir yere karşılıklı olarak yerleştik. Şimdi herkes mücadele için hazırdı. Herkes birbirine kısa kaçamak bakışlar attı ve aynı anda sol ellerimizi göğsümüze koyup eğildik. Doğrulduğum saniye ise ellerimi göğe çevirip var gücümle bağırdım.
"Dicentra Eximia!" Kelimeler ağzımdan dökülür dökülmez salonda devasa bir hava akımı oluştu ve sanki ciğerlerimizdeki her bir damla oksijen de dahil olmak üzere ne kadar molekül varsa bir araya gelip Lidian'ın etrafında birikti. O daha ağzını bile açamadan bir hava topunun içerisine hapsolmuş, yavaş yavaş havada süzülmeye başlamıştı. Yaptığım şeye inanamadan gözlerimi onlarca kez kırpıştırdım. Gerçekten ama gerçekten, başarmıştım. Karşımdaki Metallum, olanca siniriyle bir hava topunun içinde süzülüyordu şimdi. Diğer mücadeleler daha yeni başlarken bizimki sonlanmıştı ve salonda muhteşem bir alkış koptu. Bakışlarımı hemen arkadaşlarımın olduğu yere çevirip üçünün de beni coşkuyla alkışladığını gördüm.
Üçünün de.
İki buçuk olan arkadaş sayım gerçekten de üç olmuştu sanki. Chris sayesinde, bu mücadelenin üstesinden gelmeyi başarmıştım.
Gülümseyerek bakışlarımı Profesör Barnore'a çevirdim.
"Olağanüstü, Helena. Olağanüstü." O da herkes gibi alkışlarken bu kez Lidian'ın etrafına hapsettiğim hava moleküllerine herkesten çok ben ihtiyaç duyuyordum şimdi. Ciğerlerim yanıyor, yanaklarım kızarıyordu.
Pegasus, bu sabah senden son isteğim, söz, sonra seni kendi haline bırakacağım!
Bıkkınlıkla beni tekrar sakinleştiren güzel kanatlı huysuz Tulparıma teşekkür ederek yerime geçtim.
"Sen bu sochruyu nereden öğrendin? İnanılmazdı. Daha ağzını bile açamadan onu etkisiz hale getirdin! Ama baya kızgın gibi görünüyor. Gel şöyle, seni yanımıza alalım da öldürücü bakışlarını sönümleriz belki." Cam'e gülümsemekle yetindim ve ben de o bakışlara maruz kalmak istemediğimden ortalarında bir yere sıkıştım. Tahmin ettiğim gibi yine iki inferiora salona girip hava topunun içerisine hapsolmuş Lidian'ı elleriyle yönlendirerek salondan çıkardılar.
Günü tek bir mücadele ile kapatacağım için, Chris'ten öğrendiğim numara işe yaramıştı. Ancak bir sonraki rota belliydi, Bellalar kulübüne tekrar gelene kadar geçmişte bu kulüpte kullanılan ne kadar sochru varsa öğrenecektim! Ya da, tekrar gelmeyecektim.
Yaklaşık bir yarım saat daha elementerlerin mücadelesini izleyip notlar almıştım. Bu süre içerisinde Emile, William, Chris ve Cam de mücadelelerini tamamlamışlardı. Hepsi tanımadığım insanlarla eşleşmiş, hepsi de kendi mücadelelerini kazanmışlardı. Dersin sonuna yaklaşırken son mücadeleleri izliyorduk. Chris ve Cam bir köşede mücadeleler hakkında konuşurken Emile de William ile sohbet ediyordu. İki taraf da beni sarmadığından, ortalarında bir yerlerde tek başıma mücadeleleri izliyordum.
Ne yazık ki, Emile'in itici ses tonunu ve William ile delicesine flört edişini duyamayacağım kadar uzak bir mesafede değildim.
"Mutlaka seninle de eşleşmeliyiz. Daha ilk ders diye ısrar etmeyeceğim. Ancak sana İgniser ateşinden bir parça tattırmak istiyorum." Kusuyormuş gibi bir hareket yapıp bir yandan da istemsizce öğürdüğümde, ikisinin de bakışları bana çevrildi. Bense o tarafa bakmamak için büyük bir mücadele verip sağa sola bakınmaya başladım.
"Hey, kötü mü hissediyorsun yoksa?" William yanıma gelip elini sırtıma koydu.
"İyiyim, biraz midem bulandı sadece." Ah bu erkekler, hiçbir şeyden anladıkları yoktu. Oysa şeytan Emile, ne için böyle bir tepki verdiğimi saniyeler içerisinde çözmüştü. Kollarını göğsünde birleştirmiş, bakışlarıyla o İgniser ateşini bana tattırıyordu. Ancak belli ki, bununla yetinmeye niyeti yoktu.
"Profesör Barnore, Helena ile sohbet ediyorduk da, gönüllü bir mücadele vermek istediğimize karar verdik. Sizin için sakıncası var mı? İki arkadaş, ve günün mücadelelerinden galip çıkmış iki elementeri olarak, belki zevkli bir mücadele izletebiliriz, ne dersiniz?" Bütün gözler bize dönerken, bu kez gözlerinden alev saçan bendim.
Beni alt etmek istiyordu. Üstelik tek sochrumu da kullanmıştım. Ona karşı nasıl mücadele edecektim ki? Lidian üzerinde kullandığım sochruya hazırlıklı olacaktı. Gözlerim kucağımdaki defterime kaydı. Not aldığım sochrulara göz gezdirdim hızlıca. Ne yapacaktım şimdi? Deftere yazdığım tüm sochrular aklımda, asla unutamayacağım bir kütüphanede birer birer bekliyordu. Ancak, sochruyu hatırlamak sochruyu yapabilmek için yeterli değildi. İletişim, sadece sözcüklerle kurulmuyordu. Mimiklerin, hareketlerin, niyetin, hepsinin önemi vardı. Öylece bir sochru okuyup böylesine bir karşılaşmada çat diye onu yapamazdım. Ya kendime ya da Emile'e ve hatta belki bütün salona zarar verirsem? Bu çok tehlikeliydi, çalışmadığım bir sochruyu kullanamazdım.
Peki, ne yapacaktım şimdi? Beni gerçekten de çiğ çiğ yemesine izin mi verecektim?
"Hey! Bunu ne ara kararlaştırdınız? Resmen arkamızdan iş çeviriyorsunuz. Ama kabul ediyorum, izlemesi gerçekten de çok keyifli olacak." William gülümseyerek bize bakarken, bazen ne kadar salak olabildiğine hayret ettim doğrusu. Emile ve benim birbirimizi bir kaşık suda boğmak istediğimiz aşikardı. Tabii ki de oturup bunu kararlaştırmamıştık. Beni rezil etmek istiyordu ve o bunu anlayamayacak kadar sığ bakıyordu her şeye. Gözlerimi ondan çekip Cam ve Chris'e çevirdiğimde, onların neler döndüğünü anladıklarını gördüm. Cam oldukça endişeliydi ve her zaman ifadesiz olan Chris'in yüzünde bile hoşnutsuz bir ifade vardı.
Eğer itiraz edersem, korkak gibi görünecektim. Eğer kabul edersem, Tanrı bilir bana neler edecekti.
Eğer bu teklifi haftaya yapsaydı, bir saniye düşünmeden üzerine atlardım hatta belki kendim teklif ederdim! Ancak salak gibi, kulübe süslü defterim ve renkli kalemimle, birkaç savunma sochrusuyla gelmiştim! Ve Chris'ten öğrendiğim ufacık avantajı da Lidian ile yok etmiştim.
Pekala, toparlan toparlan toparlan! Dersin başında düşündüklerini ne çabuk unuttun? Senin bir Tulparın var. Şuan titremesi gereken sen değilsin, O!
"Elbette! Gönüllü iseniz, neden olmasın? Zevkle izleriz. Öyle değil mi?" dönüp bütün salona seslendiğinde, yeni bir alkış dalgası koptu ve biz de bütün salonun kaosa ne kadar aç olduğunu bir kere daha görmüş olduk.
"Salvia Splendens
Hypericum Perforatum
Posiut Somnum!" Ezberlediğim savunma sochrularını sessizce mırıldanarak salonun ortasına doğru yürümeye başladığımda, tıpkı ilk mücadelemde olduğu gibi kendime hakim olamadım ve arkamı dönüp Chris'e baktım. Neden her başım sıkıştığında soluğu onun gözlerinde alıyordum bilmiyordum ama onun bana güven vermesi herkesten daha etkili oluyordu. Belki de en zoru ondan güven almak olduğu içindi. Gözlerine bir kedi yavrusu gibi baktığımı gören Chris hareketlendi ve bana doğru yürümeye başladı.
Biliyordum ki, bana basit bir sochru daha söyleyip yardımcı olacaktı.
Beni bu kötü niyetli İgniserin elinden kurtarmayı deneyecekti.
Ne yazık ki, Emile sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi ani bir hareketle koluma girip beni çekiştirmeye başladı. Ben de daha aciz görünmemek adına hala Chris'e kilitli olan gözlerimi önüme çevirmek zorunda kaldım.
Yalnız başımaydım.
Onunla başa çıkmanın bir yolunu bulmak zorundaydım.
"E hadi o zaman. Uzatmaya gerek yok. Başlayalım." Cümlesini tamamlar tamamlamaz sol elini göğsüne koydu. Ben de yutkunarak göğüs kafesimi zorlayan kalbimi yatıştırmayı denedim. Elimi göğsüme koyup bütün vücudumda dolanan adrenalini her bir hücremde hissettikten sonra hafifçe eğildim ve daha ben doğrulmadan yükselen çığlıkla birlikte kendimi aynalı duvarda buldum.
"Hypericum Perforatum!" aynalar büyük parçalar halinde kırılmış, bir kısmı üzerime düşerken bir kısmı sırtımın ve başımın değdiği yerde tuzla buz olmuştu. Doğrulmak için elimi yere koyduğumda ise daha büyük bir hata yaptığımı sonradan fark ettim. Cam parçaları elime batarken o an acıyı bile hissedememiştim. Salonun bir kısmı coşkuyla alkışlarken diğer kısmı bağırarak itiraz etmeye başlamıştı.
Ancak ne denildiğini, ne anlatıldığını seçemiyordum. Kelimeler bana ulaşmadan önümde bir yerde yok oluyor gibiydi. Başımı gerçekten de sert çarpmış olmalıydım.
Arkadaşlarım ve tanımadığım birkaç kişi daha koşarak bana geldiğinde ben sanki dakikalardır buradaymışım gibi hissetmiştim.
Kendime bir türlü gelemiyordum.
"İyi misin? Beni duyabiliyor musun?" Cam bir elini yüzüme koyduğunda usul usul salladım başımı. Bu kez kelimeler havada kaybolmamış, bana ulaşabilmişti.
Saniyeler önce huzurla uyuyan Pegasus, şimdi Septi Ferarumu yıkıp buraya gelmek için adeta tepiniyordu. Şuan isteyeceğim son şey, kalenin üçüncü katına sığmaya çalışacak bir tulpardı. Eğer açık alanda olsaydık, beni dinlemeyip anında buraya gelecekti bundan emindim.
Bu, bir gün başımıza bir iş açacaktı.
Kapalı alanda olduğumuza şükredip Pegasus'a adeta yalvardım.
Lütfen sakin ol, hiçbir şeyim yok. Buradan çıkınca ilk iş yanına geleceğim...
Elimden ve başımdaki bir noktadan kanlar süzülürken William kalkıp bağırarak inferioralara seslenmeye başladı. Cam yüzümdeki elini ellerime indirmiş, kanayan yaralara belli ki bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Elimden bakışlarımı çekip gözlerimi bu kez Chris'e çevirdim.
Yine yüzünden geçen ifadeleri okuyamamış, yine neler hissettiğini anlayamamıştım. Ancak sessizlik çok sürmedi.
"Ben de seninle eşleşmek istiyorum." Chris ayağa kalkıp arkasını dönmüştü ve Emile ile konuşuyordu. Emile kollarını göğsünde birleştirmiş, yüzünde iğrenç bir gülümsemeyle bana bakarken bakışlarını usulca Chris'e çevirdi ve gülümsemesi daha da büyüdü.
"Sana ona yaptığımı yapamayacağımı, kıyamayacağımı düşünüyorsun. Eh, haksız da sayılmazsın." Chris bir şey diyemeden, Profesör Barnore konuşmaya başladı.
"Bunu gelecek haftaya bırakmaya ne dersiniz? Emile kuralları ihlal ettiği için onunla cezası üzerine konuşmam lazım üstelik." Emile göğsünde birleşmiş olan kollarını çözüp iki yanında yumruk yaptı ve bir şeyler söylemek için ağzını açtı ama Chris daha hızlı davranmıştı.
"Ceza alırsa muhtemelen gelecek hafta derse katılamayacak. Eminim uzun sürmez Profesör Barnore." Chris'in söylediğini bir süre değerlendirdikten sonra usulca başını salladı profesör. Açıkçası, ona da inanamıyordum! Yeterince olay çıkmamış mıydı? Neden bu eşleşmeye müsaade etmişti ki? Bu ders artık burada bitmeliydi. Üstelik, Chris bunu neden yapıyordu? Yendiğinde veya yenildiğinde eline ne geçecekti ki? Gerçi, yenilmeyeceğinden emindim.
İki inferiora odaya girdiğinde, Chris ve Emile yerlerini almışlardı.
"Bana iki dakika daha veremez misiniz? Bunu izlemem gerek." Cam ve William da dahil çevremdeki herkesin onaylamaz bakışları ışık hızında bana döndüğünde omuz silktim.
Chris'in onu yok edeceğine güvenim tamdı.
Bu mücadeleyi onaylamasam da, asla kaçıramazdım. Başımdan ve ellerimden kanlar süzülse bile.
Inferioralar çaresizce başlarını salladıklarında onların da bu karardan memnun olduğuna emindim. Zira vakit kaybetmeden bakışlarını Chris ve Emile'e çevirdiler. Biri kısa, diğeri oldukça uzun iki esmer erkekti inferioralar. İkisi de heyecanla kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu.
Belki de bahse girmişlerdi.
Ben olsam girerdim.
"Hazır olduğunuzda." Profesör Barnore yanlarından çekilip yanıma geldi.
"İyisin, değil mi?" Gülümseyerek başımı sallayıp tüm dikkatimi mücadeleye verdim. İkisi de ellerini göğüslerine koyup eğildiklerinde, nefesimizi tutmuş bekliyorduk.
Ancak, bu zamana kadarki mücadelelere zıt bir şekilde, ikisi de ayağa kalktı ve ikisinden de ses çıkmadı.
Direkt birbirlerine bakıp, hamleleri ne yönde olacak tahmin etmeye çalışıyor gibilerdi.
İlk kim saldıracaktı, kim savunacaktı?
Bekledik, bekledik bekledik.
Dakikalar geçtikçe kanım zeminde süzülmeye devam ediyordu ancak buna aldıramayacak kadar heyecanlıydım. Üstelik Pegasus, Emile'in yerle bir olduğunu görmek için benden daha da heyecanlı olduğundan, birbirimizi yükseltip duruyorduk.
Bekleyiş ne kadar sürdü, ne kadar süre kanım öylece heba oldu bilmiyordum ancak asırlar gibi gelen bir süre sonra Chris ağzını açtı ve Emile onu durdurmak için çok geç kalmıştı.
"Phlox Divericata!" Herkes Chris'in ne yaptığının bilincindeydi belli ki, ben hariç. Emile'e fiziksel hiçbir zarar gelmezken, Greg gibi donup kaldı mı acaba diye baktım ancak uzun bir duraksamanın ardından yürümeye başlamıştı. Üstelik bana doğru. Yüzünde başına silah dayanmış gibi bir ifadeyle ve bembeyaz bir ten rengiyle.
Usul usul, ayakları geri gide gide yürüdü ve yanıma ulaştı. Hafifçe eğilip direkt gözlerimin içine baktı.
"Özür dilerim. Sana zarar verdiğim için ve kurallara uymayıp adil savaşmadığım için." Ben sanki mümkünmüş gibi, küçük dilimi yutmuş öylece bakıyordum suratına. Benden özür mü dilemişti?
Bu nasıl olabilirdi ki?
"Ve özür dilerim, zamanında yetişemediğim için." Kafam karman çorman olmuş bir biçimde öylece baktım. Neye yetişememişti? Neden benden özür dilemişti? Artık birbirimizden nefret etmiyor muyduk?
Gerçekten de kafam patlayacak gibi hissediyordum. Üstelik bir miktar kan kaybetmiştim ve ellerimin soğumaya başladığına da emindim. Gözlerimi açık tutmakta zorlanmaya başlamıştım.
Belli ki kafasını vuran ve kan kaybeden birine, ani bir şok iyi gelmiyordu.
Emile sanki bir transtan çıkmış gibi silkelenip arkasını döndü ve hiçbir şey söylemeden salonu terk etti. Profesör gülümseyerek yanımızdan ayrılıp Emile'in arkasından adımlarını hızlandırdı. Belli ki yaptığı adaletsiz davranış yüzünden ceza alacaktı. Benim doğrulmamı beklemeden mücadeleye başlamış, ben daha ağzımı açamadan beni aynalı duvara yapıştırmıştı! Amacı hiçbir zaman mücadele etmek değildi, amacı benim canımı acıtmaktı.
Salondaki öğrenciler birer birer salondan ayrılmaya başladı.
Chris de arkalarından salonun çıkışına doğru ilerlediğinde, kalabalığın içinden, territerler arasında görmediğim bir kız ona seslendi.
"Chris! Tebrikler. Ben diyecektim ki, beni çalıştırabilir misin? Boş vakitlerimizi bu şekilde değerlendirirsek ikimiz için de faydalı olur. Ben de sana İksirler konusunda yardım edebilirim. İksirlerde baya iyiyim." İksirlermiş. İksirlerde herkes iyiydi.
Ben bile iyiydim.
Chris'in onu reddedeceğine neredeyse adım gibi emindim ve dört gözle vereceği cevabı bekliyordum. Ancak o bir cevap vermek yerine düşünüyordu.
Ne demek düşünmek?
Neyi düşünüyordu tam olarak?
Düşman kabileyle birlik olup başka topluluktan birini eğitmeyecekti herhalde, değil mi? Kendi topluluğunda bunca düşkün, bunca muhtaç varken?
Birkaç saniye daha geçti, ancak Chris'in olumsuz bir cevap vereceğine dair olan inancım o kadar da diri değildi şimdi.
Ve ben de her zamanki gibi panik olduğumda yaptığım şeyi yaptım.
Bir kez daha, her şeyi mahvettim.
"Chris benimle çalışacak. Çoktan sözleştik." Chris gözlerini sabır diler gibi yumdu ve sonra bana çevirdi.
"Ben böyle bir şey hatırlamıyorum." Ben nasıl yine saçmaladıysam, o da yine aynı şeyi yapıyordu. Öyle ki bir an için araya girip, her şeyi mahvedeyim diye beklemiş olabileceğini bile düşündürdü bana.
"Kafasını çarpan benim Chris sen değil. Ne çabuk unuttun? Beni çalıştıracaksın. Gördüğün gibi, oldukça ihtiyacım var." Daha fazla benimle uğraşacak gücü olmadığını gösterircesine ellerini havaya kaldırdı ve sonra da hızlıca kapıdan çıkıp gitti.
Arkasında birbirini öldürecek gibi bakan iki kız bırakmıştı.
Tabii ki de Tempersitarların en iyi elementerlerinden birinin düşman kabileyle dostluk kurup onlara faydalı olmasına izin vermeyecektim. Ne de olsa bu kulüp rekabet için vardı.
Bu konu çözüme kavuştuğunda, Emile konusu tekrar gün yüzüne çıkmıştı. Neler olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Cam ve William'a baktım.
"Neydi bu? Ne oluyor? Hiçbir şey anlamadım. Chris ona ne yaptı?" William gözleri hala salonun çıkışındayken konuşmaya başladı.
"Emile'in kontrolünü ele geçirmişti. Bir irade sochrusuydu. Yani kısaca, senden özür dileyen Emile de olsa, o sözlerin sahibi Chris'ti." William kaşlarını çatmış kapıya bakmayı sürdürürken ben olanları anlamlandırmaya çalışmaya devam ettim.
Neden her şey bu kadar zordu ki? Chris'i asla çözemiyordum. Emile'e güzel bir ders vermek istemişti ve bunun için ona minnettardım, ancak Emile'in özrü benim için hiçbir şey ifade etmiyordu.
Üstelik geç kaldığıyla alakalı kısım ise tamamen saçmalıktı. Emile'in ne için geç kaldığını düşünüp bu sebeple özür diletiyordu ki?
Bu kez benim fikirlerimin bir önemi olmadığını belirtmek ister gibi iki inferiora kollarımdan tutup beni sürüklemeye başladı. Bir kez daha, soluğu revirde alacaktım belli ki.
Bir haftada ikinci kez.
Gelen inferioralar Tempersitarlara aitlerdi.
Beni merdivenlere sürüklediklerinde şaşkınca onlara baktım.
Tüm yolu yürüyecek miydik gerçekten de? Ben bu haldeyken hem de?
"Şey, gerçekten yürüyecek miyiz? Evet ben iyiyim tabii, çok bir şeyim yok yani biraz kafam kanıyor sadece ama... O yolu yürüyebileceğimi sanmıyorum. Ellerim soğumaya başladı." Kısa olan ve uzun olana göre daha sevimli olan inferiora kahkaha attı.
"Tabi ki yürümeyeceğiz. Delirdin mi? Seni o yol boyunca nasıl sürükleyelim? Aytaşı kullanacağız elbette." Usul usul başımı salladım ancak hala merdivenlerden aşağı sürükleniyordum.
E niye kullanmıyorduk o zaman?
Bir sonraki basamakta, sürüklenme hızıma ayak uyduramadım ve ayağım burkuldu.
"Ah! E neyi bekliyoruz o zaman?! Işınlansak ya?! Ya da her ne yapıyorsa bu taş onu yapsak?" Acı içinde sızlanmış, uzun boylu inferiora tarafından esir alınmış sağ kolumu zorlukla elinden kurtararak ayak bileğime götürmüştüm.
Zaten o pespaye Emile kafamı kırmıştı, bir de bileğim kırılacaktı.
"Bayan Dagora'sın da bizim mi haberimiz yok? Anlamadım ki?" bir kez daha şaşkınlıkla bakışlarımı sırayla iki inferiora üzerinde gezdirdim.
Suratıma bir kez bakmaları, hiçbir şey anlamadığımı görmeleri için yetmiş olacak ki, uzun olan diğerine oranla çok daha sert bir tonla açıklamaya başladı.
"Kalede taş kullanamazsın, sadece akademi müdürü ve profesörler kullanabilir. Eğitim salonları bu kuralın dışında kalıyor." Şaşkınlığımı gizlemek için üstün bir çaba sarf etmem gerekiyordu ve ben bunu yapamayacak kadar kan kaybetmiştim.
"Bu ne saçma bir şey böyle? Neden sadece onlar kullanabiliyor?" Uzun ve huysuz inferiora bir kez daha gergin gergin konuşmaya başladı.
Seni hiç sevmedim uyuz adam.
"Bunu babana sormaya ne dersin? Zira, isyan sonrası Kurul tarafından alınmış bir karar." Utana sıkıla, başımı öne eğdim.
Bir kez daha bilmiş bilmiş konuşup, ona cevap verebilmeyi çok isterdim ancak buna yüzüm yoktu.
Suç benim olmasa da ceza benimdi. Bu hep, böyle olacaktı.
O da bana sinir olmuş olacak ki, eski yarı nazikliğinden eser kalmadan, beni hızlıca merdivenlerde sürükleyerek indirdi ve kaleden çıkmamızla yerleşkenin önüne gelmemiz bir oldu.
Kendimi bir kez daha revirde, tatlı bir revir inferiorası olan Bayan Mirita'nın yanında bulmuştum.
Geçen sefer de onun uyguladığı şifalı bitkiler tedavisi sonucu hızlıca iyileşmiştim. Emin ellerde olduğumu biliyordum.
"Seni burada biraz sık görmeye başladık sanki güzel kızım. Kendine dikkat etmiyor musun yoksa?" sesindeki şefkat, bir an için kalbimi sızlatırken ne diyeceğimi bilemedim. Elbette herkes şefkate muhtaçtı ancak ben değişik bir açlık içerisindeydim bu duyguya karşı. Hayatımda bir gün bile, bu duyguyu tam anlamıyla hissettiğimi hatırlamıyordum. Gözlerim dolarken kendime kızdım.
Hiçbir şey dememişti ki! Sadece bir kızım kelimesinden bu kadar etkilenemezdim!
Pegasus acı içerisinde benim iyileşmemi beklerken, şimdi de benimle birlikte şefkat eksikliği çekiyordu Septi Ferarum'da tek başına.
Sen ne şefkatinin eksikliğini çekiyorsun acaba tam olarak? Beni nötrlemen gerekmez mi?
"Umarım bu son olur Bayan Mirita." Güzel gülümsemesine karşılık ben de gülümsedim ve başımı merdivenlere, sesin geldiği yere doğru çevirdim. Chris merdivenleri yavaş yavaş indikten sonra yanımıza doğru yürümeye başladı.
Elbet görüşeceğimizi biliyordum ancak bu revirde işim bittikten sonra olur diye düşünmüştüm. Beni burada görmeye geleceğini düşünmemiştim.
Bayan Mirita dikkatli bir şekilde şifalı bitkileri bir beze serdi ve o bezle elimi sardı. Aynı işlemi yaralarımın olduğu diğer elime, alnıma, başıma ve omzuma da yaptı. Diğer kesiklerim oldukça küçüktü, onlara da merhem gibi bir şey sürmüştü.
"Bayan Talose senin için telaşlandı. Ona iyi olduğunu söyledim o da git bir bak dedi." Neden geldiğini açıkladığında taşlar yerine oturmuştu. Kendiliğinden gelip beni burada kontrol etmeyeceğini biliyordum. Evet, artık daha arkadaşça yaklaşıyordu bana ancak yine de o görünmez duvarları aşmış değildik.
Bir şeyler söylemek istiyordum ancak ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sormak istediğim onca şey varken, hepsi çok saçma geliyordu ve bir türlü dökülmüyordu dudaklarımdan. Daha düşünürken hepsinden bir bir vazgeçiyordum.
"Yine yaptın. Geçen sefer Emile'e yapmıştın. Bu kez o adını bilmediğim kıza yaptın. Senin kızlarla derdin ne?" Bir anda tüm sinir beynime hücum ederken, Bayan Mirita bizi yalnız bırakması gerektiğini hissetmiş olacak ki sevimli gülümsemesiyle bizi yarıda kesti.
"Bir kişiye daha bakmam gerek. Birazdan döneceğim." Kibarca bizi yalnız bırakıp yanımızdan ayrıldı ve revirin sonu görünmeyen uçsuz bucaksız koridorunda kayboldu. Ben verecek bir cevap düşünürken gözlerimden ateş fışkırttığıma emindim. Ancak, verecek bir cevabım yoktu işte!
"Rakiplerimizi eğitecek değilsin! O iki kız da rakipti! Tempersitardan birilerine yardımcı olman daha doğru olur diye düşündüm. Seni de onları reddetme zahmetinden kurtardım işte. Teşekkür edeceğine söyleniyorsun. Kızlarla falan bir derdim yok benim. Bu kulüplerin tüm amacı rekabet değil mi? Madem bu kadar meraklısın git Tempersitarlardan birilerini eğit."Mesela ben?????
Kollarımı göğsümde birleştirirken dudaklarımdan kısık bir inleme kaçırdım. Açıkta kalan birkaç ufak yara canımı yakmıştı.
Bayan Mirita'nın komodine bıraktığı muhteşem merhemi alıp koluma sürmeye çalıştım. Kolumun arkasında kalan ve tam göremediğim yaralarla uğraşırken Chris merhemi elimden sertçe aldı. Sesli bir şekilde iç çekti ve eline bir miktar sürdü.
Birazdan olacakların gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu anlamak adına kendimi cimciklemek istiyordum.
Bana, merhem sürmeyecekti değil mi?
Kolumu istemsizce arkama doğru çektim.
"Huysuzluk yapma. İki saniye sürecek." Bir süre daha hiçbir şey yapmadan beklediğimi gördüğünde kaşlarını kaldırdı. Tereddüt ederek kolumu arkamdan çıkarıp uzattım. O sırada tekrar konuştu.
"Cumartesi ve Pazar akşamları, akşam yemeğinden önce birer saat." Ne kadar huysuzluk yapsa da bir noktada orta yolu buluyor, bana yardımcı oluyordu. Ben usulca başımı sallarken o da merhemi koluma sürmeye başladı. Sürdüğü yerde ufak bir yanma baş gösterirken tekrar hafifçe inledim.
"Bayan Mirita sürerken hiç böyle acımıyordu." Alev alev gözleri tekrar gözlerimi bulduğunda susup bakışlarımı kaçırdım. Sağdaki soldaki komodinleri izliyordum şimdi. Yerdeki halı desenini izlemek gibi bir şeydi bu. Tam o sırada merdivenlerde yeniden bir hareketlilik oldu ve dikkatimi oraya verdim. Cam, William ve Tara merdivenlerdeydi. Cam de William da kısık gözlerle bize doğru ilerlerken ben kolumu Chris'ten çekmeye çalışıyordum o ise bir türlü bırakmıyordu. Gözlerine bakıp kaş göz yaptım ancak hiçbir tepki vermedi. Hala dünya üzerindeki en ciddi iş o merhemmiş gibi onu sürmeye çalışıyordu.
"Sizin olayınız ne tam olarak?" Cam'in gülerek sorduğu soru karşısında Chris'in kolumu tutan eli sertleşti. İstemsizce kolumu sıktığını biliyordum ancak zaten kesiklerle dolu olan kolumu sıkması benim için işleri kolaylaştırmıyordu. Huzursuzca kıpırdandığımda yaptığı şeyin farkına vardı ve anında elini gevşetti. Cam'e cevap vermeden birkaç saniye daha merhemi sürdü. Benim zaten, sesim sonsuza kadar sürecek bir tatile çıkmış gibiydi. Ağzımı dahi açamıyor, bakışlarımı Chris'ten çekip yüzlerine bile bakamıyordum. Nedense, hava bir anda buz gibi olmuştu.
"Bizim bir olayımız falan yok. bir daha bu tür bir imada bulunma." Chris'in sözleri üzerine Cam'in de bir iki adım gerilediğine şahit oldum. Herkes gerilmiş ve ne yapacağını bilemez bir hale gelmişti. Üstelik ben de, bu imadan hiç hoşlanmamıştım. Ne gerek vardı ki böyle bir şeye? Cam'in ciddi bir biçimde o soruyu sormadığını fark etsem de iş işten geçmişti.
Chris kimseye bakmadan merhemi komodine koyup merdivenlere yürüdü. Cam'in daha şimdiden pişman olduğuna emindim ancak bir kere söylemişti. Şimdi herkes huzursuzca kıpırdanıyordu olduğu yerde.
Merdivenleri bir iki adım çıktıktan sonra sesin kesilmesiyle başımı o yöne çevirdim tekrar. İlerlemeyi bıraktı ve derin bir nefes aldı Chris.
"Helena zaten, William'dan hoşlanıyor." Kalan merdivenleri adımlamak üzere yoluna devam etti ve arkasında onu yok etmek isteyen beni ve şoka girmiş üç diğer elementeri bıraktı.
Merhaba, kritik yerlere giriş yapmaya başladık... kitabın ortalarındayız artık!
Ne düşünüyorsunuz?
Chris'e kızanlar var mı?
Favori karakteriniz kim?
Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...
Instagram : aykusagi.serisi
KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.
KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR
Instagram: byk.literatur
Tiktok: buseninkurgulari
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
164 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |