16. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 15. BÖLÜM - TATSIZ KEŞİF

15. BÖLÜM - TATSIZ KEŞİF

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

🔮

Kelimelerin hepsinin belirli bir etkisi vardı üzerimizde. Duyduğumuzda hissettiklerimiz, fiziksel bir reaksiyon sonucu vücudumuzda oluşan tepkiler... Hepsi gerçekti ve hepsi kanıtlanabilirdi.

Ama bir kelime vardı ki, duyduğumda ne hissedeceğimi bilememiştim hiçbir zaman.

Hissedecek, hatırlayacak o kadar çok şeyim vardı ki. Hangi birini hissedeceğimi, hangi ana döneceğimi seçemiyordum adeta.

Bir süredirse... o kelimeyi duyduğumda aklıma gelen tek şey kırmızı güller oluyordu.

Oysa ne kadar güzel bir çiçekti gül... Benim için de bir zamanlar, tutkunun sembolünden başka bir şey değildi.

Ama şimdi, tek bir şeyle bağdaşıyordu sadece. Korku.

Katıksız, tarifsiz, salt bir korku. Kırmızı güller, bana bir gün mezar olacaktı.

Kalenin camında adamı görmemle, camın önünden çekilmem bir oldu. Ne onunla yüzleşecek cesaretim vardı, ne de bakmayı sürdürecek cesaretim. Delirecekmiş gibi hissediyor, göğsümü zorlayan kalbime söz geçiremiyordum.

Pegasus'un Septi Ferarum'da saniyeler içerisinde ayaklandığını, buraya gelmeye hazır olduğunu anlar anlamaz korkum ikiye katlandı.

Sakın! Bunu asla ama asla açıklayamayız.

Biliyorum, benim için endişelisin, ben de kendim için endişeleniyorum. Ancak buraya gelmen her şeyi sadece daha kötü yapar...

Pegasus Septi Ferarum'da dönüp dolaşmaya devam etse de, buraya gelmemeye ikna olmuştu. Bana kızdığını hissedebiliyordum. Ona sürekli engel olmam, hoşuna gitmiyordu. Ancak bu akademide kalmaya devam etmek istiyorsak, dikkat çekmemek zorundaydık.

Uzunca bir süredir kabus görmemiştim. Ya Tempersitar yerleşkesi korunuyordu, ya da bana bunu yapan her kimse, bir tempersitar değildi ve bana orada ulaşamıyordu. Ancak bu teorim de bir noktada çürüyordu çünkü Alderwild'deki ilk kabusumu, odamda geçirdiğim ilk gece görmüştüm.

Aklım durmuş, beynim çalışmaz olmuştu. Tekrar camdan bakıp adamın hala orada olduğunu görmeye de tahammül edemezdim, orada olmadığını görmeye de...

Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadan, kütüphanede ileri geri yürümeye başladım. Geri dönme vaktim gelmişti, bir şekilde korkumu bastırmam, güvenli bölgeme geri dönmem gerekiyordu. Tek yapmam gereken, kalenin bir milim önüne adım atmaktı. Sonra, aytaşı ile saniyeler içerisinde odamda olabilirdim.

Kale içerisinde ay taşı kullanamama, sochru yapamama saçmalıklarının beni böylesine sinirlendireceğini hiç düşünmezdim.

Bazı şeyleri ilk duyduğumuzda hmm demek öyle deyip geçiyorduk sadece.

Ne demek olduğunu, aslında anlamadan bilmeden, öylece geride bırakıyorduk. Ama kalede ay taşı kullanamamak, sochru yapamamak benim canıma mal olabilirdi.

Bayan Dagora, isyan sonrası getirmişti bu kuralı. İsyandan sonra, ne kadar çok şey değişmişti bu alemde kim bilir.

Benim canımı yakan her şeyin sonu elbet bir şekilde isyana, babama bağlanıyordu. Beni en çok sevmesi gereken insan benim dönüp dolaşıp felaketim oluyordu. Üstelik, beynim sadece buradan çıkmaya odaklanmaktan çok daha fazlasını yapıyordu ve ben engel olamıyordum. Düşüncelerimi kontrol edip tüm enerjimi kurtuluşuma veremiyordum.

En az kurtuluşum kadar beynimi kurcalayan o diğer soruyu bir türlü geri plana itemiyordum.

Bu konuyu kime anlatabilirdim? Kime güvenebilirdim?

Kütüphanede çalışmaya devam etmek zorundaydım, ancak her gün bu korkuyla yaşayamazdım. Birine güvenip, bu durumu anlatmak ve bir çözüm bulmak zorundaydım. Bayan Dagora'ya bundan bahsetmek, intihar olurdu. Beni yeni bir plan yapmakla, tuzak kurmakla, hain olmakla ya da daha birçok şeyle suçlayabilirdi. Üstelik, ben olsam ben de aynısını yapardım.

Bayan Talose ile konuşup cezayı iptal ettirmek, sorunu kökten çözmezdi.

William, Cam ve Chris benim gibi birer çaylaktı. Bana bir faydaları dokunmazdı.

Klaer ve Fernando, Akademiye bağlılardı ancak burada yaşamıyorlardı. Sürekli sahada, görevdelerdi.

Bu işte tek başıma, yapayalnızdım. Bu işte tek başımıza, yapayalnızdık.

Pegasus ve ben.

Yine de ilk fırsatta Klaer ve Fernando ile konuşacak, tecrübelerinden faydalanıp bu işten sıyrılmanın bir yolunu bulacaktım. Tek istediğim huzurla bitkileri, hayvanları okumaktı!

Benim neyime, değil mi? Bundan sonra ne huzur vardı ne de kaytarmak. Gerekirse, kafam ortadan ikiye yarılana kadar bu isyanı, metallumları ve gülleri araştırmak zorundaydım. Bana akademi sınırları içerisinde zarar veremezlerdi. Öyle umuyordum. Beni sadece korkutmaya çalışıyorlardı. Başka bir açıklaması olamazdı.

Akademi içerisinde beni öldürmek ya da kaçırmak için, kafayı yemiş olmaları gerekirdi.

Gerçi, hiç de aklı başında elementerler olduklarını sanmıyordum...

Yüzümü iki elimle yavaş yavaş tokatlamaya başladım. Bir yandan Pegasus da içimdeki korkuyu ve adrenalini emmeye çalışıyordu.

Sakinleşmem ve odama dönmem gerekiyordu. En azından, bilinçaltımın oyunu olabilecek bir kabus dışında güvende hissetmemi engelleyecek bir şey yaşamamıştım henüz.

Henüz.

Kütüphaneden çıkmadan önce, düzenlediğim kitaplar arasından üç tane tarih kitabı bir tane de genel sochrular kitabı alıp merdivenlere yöneldim. Kendimi bir an önce geliştirmem, içimdeki bu korkuyla savaşmam gerekiyordu.

Cesur olmam gerekiyordu.

Merdivenleri hızlı hızlı inip Kale kapısının girişinde durdum. Adamın hala orada dikiliyor olabilme ihtimali midemdeki her şeyi ağzıma getirse de bu kaleden çıkmak zorundaydım.

Kapıdan adımımı atmadan hemen önce, onu gördüm.

Tam karşımda, benden yaklaşık on beş yirmi metrelik bir mesafede, aynı karanlık siluet duruyordu.

Zorlukla yatıştırmaya çalıştığım kalbim tekrar ayakta, ağzımdaydı. Midem deli gibi bulanıyor, başım dönüyordu. Dizlerimin bağı yavaş yavaş çözülürken, beni sakinleştirmeye çalışan Pegasus'u da birinin sakinleştirmesi gerektiğini fark ettim. Benim korkum onda buraya gelme isteği uyandırıyordu. Hiçbir şey için olmasa bile, bunun için sakinleşmek zorundaydım.

Zorlukla yutkundum.

Ateşim çıkmıştı.

Tek yapmam gereken, kaleden bir adım atıp yerleşkeme dönmekti. Odama, güvende olduğum yere.

Beni nasıl böyle açık açık tehdit edebilirdi aklım almıyordu. Burada önümde, hiçbir şeyden çekinmeden dikiliyordu.

Çekinmiyordu çünkü kimsenin bana yardım edemeyeceğini, etmeyeceğini biliyordu.

Yalnız olduğumu biliyordu.

Bir kez daha, soy adımdan da yalnızlığımdan da nefret ettim. Beni sahipsiz görüyordu. Diğer herkes gibi, o da benim en kolay hedef olduğumu biliyordu. Ben birine bu durumu açıklamak için ağzımı açtığım saniye, beni tekrar bir isyanla ya da ihanetle suçlamaları an meselesiydi. Bir tuzak kurduğumu, bir işler çevirdiğimi düşüneceklerdi. Ben hiçbir suç işlemeden, kredimi sıfıra indirmiştim.

Ve o, bunu biliyordu.

Ancak ilginç bir şekilde, bu bana o adımı atma cesaretini verdi. İçimi kaplayan sinirle birlikte karşımdaki adamın yüzüne baka baka adımımı kaleden dışarı attım.

Evet, kredim yoktu.

Evet, sahipsizdim, kimsesizdim, yalnızdım, üzgündüm, kırgındım ve kızgındım.

Ancak, nefes aldığımız sürece umut vardı, değil mi?

"Movere inium acio!" kendimi saniyenin onda birinde yerleşkenin önünde buldum ve hızla geçitten aşağı bıraktım.

Güvendeydim, şimdilik.

Yerleşkeye inmemle birlikte, gözyaşlarına boğulmam bir oldu.

Sanırım, kriz geçiriyordum. Ne olduğunu anlayamadım. Kütüphaneden getirdiğim kitapları yere bırakmış, geçidin altında ellerimi yüzüme kapatmış sarsılarak ağlıyordum.

Bu kadar kısa sürede, ikinci kez ağlamak, üstelik hıçkırıklarla ağlamak hiç bana göre değildi. Ben duygularını ağlayarak ifade eden biri değildim. Ben susardım.

Gerçekten de, kriz geçiriyor olmalıydım. Kendi bedenimde hiçbir söz hakkım, hiçbir kontrolüm olmadan dizlerimin üzerinde, ellerimle yüzümü kapatmış bir vaziyette sarsılmaya devam ettim.

Bir süre orada öylece ağladıktan sonra, burnum vanilyayla karışık sedir ağacı kokusu ile doldu. Bedenim mümkünmüş gibi daha da kasıldı ve soğuk parmaklar cüppemin açıkta bıraktığı boynum ile temas etti.

"Neler oluyor?" Chris tepemde, endişeli bakışlarla dikiliyordu.

İkinci kez, bu kadar yakınıma gelmişti.

Bir ormanda bu kadar net almıştım kokusunu, bir de şimdi, burada.

Ona çevirdiğim bakışlarımı tekrar yere çevirip elimin tersiyle gözlerimi sildim. Çömeldiğim yerden doğruldum ve üzerimi silkeledim.

"Bir şeyim yok, duygu patlaması yaşadım sanırım. İyiyim." Chris gözlerini Bayan Mirita'nın iyileştirdiği kafamda ve kendi iyileştirmeye çalıştığı kollarımda gezdirdi.

"Canın mı yanıyor? Revire götüreyim mi?" gözlerim gözlerinde takılı, birkaç saniye daha suratına baktım ve tekrar ağlamaya başladım.

Bana ne oluyordu böyle?

Sesindeki şefkat, içimde bir yerlere dokunmuştu. Bu yalnızlık artık gerçekten canımı acıtıyordu belli ki.

Üstelik kendimi öyle sıkmıştım ki, sonunda patlamam kaçınılmazdı.

Anneme ağlıyordum, babama ağlıyordum, haksız yere çektiğim cezalara, güllere, kabuslara, William'ın kabalığına, Chris'in ahmaklığına, Cam'in umursamazlığına, Emile'in şeytanlığına ağlıyordum.

Derreck'in uçurumdan kendini bırakmasına, Pegasus'un iradesine, Bayan Dagora'nın bana alttan alttan sürekli bir şeyler ima etmesine ağlıyordum.

Tara çok tatlı bir kız diye ağlıyordum.

Bellalar kulübünde herkesin önünde cama yapıştım diye ağlıyordum.

Aileen ve Marva'dan uzaktayım diye ağlıyordum.

Chris'in beğendiği o siyah elbiseyi almadım diye ağlıyordum...

Chris'in şefkatine ağlıyordum.

Chris'in kokusuna ağlıyordum...

Chris elini usulca kaldırıp omzuma koydu. Parmakları cüppenin üzerinden o kadar da soğuk değildi. Hatta öyle ki, dokunuşu sıcaktı aslında.

"Biri bir şey yaptı, değil mi? Sen durduk yere böyle ağlamazsın, Jokey." Bu dediği beni gülümsetti.

"Beni tanıyorsun yani, öyle mi?" bu kez Chris de gülümsedi.

"Seni tanımıyorum, ama senin hakkında çok şey biliyorum." Aynı tonlamada, aynı tavırla söylemişti yine.

Beni William'a ve diğer herkese rezil ettikten sonra, ormanda yaptığımız o kısa konuşmada söylemişti bana bunu. Üstelik, beni buna ikna etmişti.

Benim hakkımda çok şey bildiği, belli ki doğruydu. Kimse benim ne derece korkmuş olabileceğimi umursamazken, bana mücadele öncesi hızlı hızlı bir iki sochru öğretmeye çalışan oydu. İlk yarışmamızda, defterimde bir şeyler olduğunu bilen ve onu almak için oyunu kaybetmeyi göze alan oydu.

Bugün burada, benim durduk yere ağlamayacağımı bilen de oydu.

Beni tanımasa da, benim korktuğumu biliyordu.

Belki de beni tanıyordu...

Bir cevap vermediğimde, tekrar konuştu.

"İlla her gün beş dakika şunu yaparsın bunu yapmazsın diye şov mu yapayım sana? Anlatmıyorsan, odama geçeceğim. Yorgunum." Eh, Chris Chris'di işte. Belli ki, ben de onu tanıyordum.

Pardon, hakkında çok şey biliyordum.

"Anlatsam da bana yardımcı olamazsın." Chris omzumdaki elini indirip başını hafifçe salladı. Belli ki o da benimle uğraşmaktan sıkılmıştı. Birkaç adım atıp şöminenin oraya doğru yürüdü.

"Belki kendi kendine karar vermek yerine bana sorarsan, daha kolay iletişim kurabiliriz." Dedi. Günler önce Tempersitar yerleşkesinin önünde kurduğu cümlenin birebir aynısıydı yine bu.

Bunları nasıl kelimesi kelimesine hatırlayabiliyordu ki? Resmen bana önceden söylediği şeyleri dönüp dolaşıp tekrar söylüyordu. Bu da, kendimi aptal gibi hissetmeme sebep olmuştu.

Sanki, gizlice bana, ilk söylediğimde anlamıyorsun salak demek istiyordu. Sanki benim, bir şeyleri anlamam için ondan ikinci kez duymam gerekiyordu. İç geçirdim, hem sinirliydim hem de iki söylediğinde de haklı olduğundan, ağzımı açamıyordum.

Üstelik, onunla tartışamayacak kadar tükenmiştim de. Düşünmeye başladım, yardımcı olamayacağını varsaymak yerine ona anlatabilir ve sonucu gözlerimle görebilirdim.

Beni engelleyen neydi, bilmiyordum.

"O gün ormanda duyduğumuz, ne sesiydi?" Yüzünü görmeden bile, gözleri kapalı hafifçe gülümsediğine emindim. Adım gibi hem de.

"Tehlikenin sesiydi, Jokey. İyi geceler."

Cümlesini bitirdikten sonra yürümeye devam etti. Ona anlatmamak için direnen tarafıma tutunup sessiz kaldım.

Kitapları elime alıp oldukça eski ve narin olan kitapların üzerindeki tozu sildim. İçlerinden biri öylesine eskiydi ki, el yazmasıydı ve muhtemelen tek kopyaydı. İlk ondan başlamak istiyordum.

Kitapları narince tutup odama yöneldim. Kabus görmeyeceğimi umarak güzel bir uyku çekmek ve önümdeki tempoya hazırlanmak istiyordum. Beni artık, yoğun günler bekliyordu.

Şuan olduğundan çok daha yoğun.

***

Önümde "İksirlere Giriş" defterim, yanında onlarca renkli kalemim, cebimde hala vıcır vıcır öten, gelen mesajı dinlemediğim Nyx'im ve kafamda da yüzlerce cevapsız sorum vardı.

Element Hakimiyeti ve Alderwild Tarihi derslerini geride bırakmış, öğle arasından sonra günün son dersi olan İksirlere Giriş dersine kadar canlı gelebilmeyi başarmıştım. Bendeki durgunluğun herkes farkındaydı ve birkaç kez sormuşlardı. Ancak, cevap hep aynıydı.

Yorgunum, bir şeyim yok, biraz hasta gibiyim, Emile kafamı kırdığı içindir belki...

Cevaplarım onları tatmin etmiş olacak, sormayı bıraktılar. Bir yandan bundan memnun, bir yandan da kırgındım.

İyi değildim ve iyi olduğumu söylediğim halde iyi olmadığımı anlasınlar istiyordum. Ancak beni birkaç haftadır tanıyan insanlardan bunu beklemek büyük bir saçmalıktı, bunu da biliyordum.

Üstelik, erkekler işte. Ne söylerseniz onu anlayıp, altındaki anlama asla kafa yormayan canlılar... İster elementer, ister insan.

Öğle arası sonrası, İksirlere Giriş dersinden önceki bir saatlik boşluğumda, Chris, Cam ve William ile ortak alanda şöminenin önündeki koltuklarda otururken kütüphaneden aldığım tarih kitabına göz gezdirmiştim. Alderwild tarihi dersi, benim için henüz yeterince kritik bilgileri içermiyordu. Sürekli akademiyi kuran elementerleri, sık sık orjinal kurucu denilen Thomas Berkley'i, neden bu arazi üzerine kurulduğunu ve diğer akademilere oranla olumlu olumsuz yanlarını anlatıp duruyorlardı.

Neden yer altında yaşadığımızı, Kara Çağ'ı, isyanları bir türlü anlatmıyorlardı.

Evet, henüz okul başlayalı sadece bir hafta olmuştu ve bu daha ikinci dersti, ancak benim ne vaktim vardı ne de sabrım.

Bir yandan Chris, Cam ve William üçlüsünün beni ara ara sohbete dahil etme çabalarına gülümsüyor, bir yandan da "Büyük Felaket" isimli tarih kitabının sayfalarını kurcalıyordum.

Kitaptan çok, bir günce gibiydi. Sanki 600 yıl yaşamış bir elementer, hayatı boyunca gördüklerini hikayeleştirip bu kitaba dökmüştü. Oldukça sürükleyici, ancak bir o kadar da ürkütücüydü benim için.

Bu kitapta bulduğum ve bulamadığım her şey başka bir soruna yol açabilirdi.

Hem bir şeyleri öğrenmek için bu kadar yanıp tutuşmam, hem de öğreneceklerimden deli gibi korkmam bundandı.

"Sen ne diyorsun Helena?" ismimi duymamla birlikte onlara dönüp tek kaşımı kaldırdım.

"Neye ne diyorum?" Cam gözlerini devirdi, William ise yanındaki yastıklardan birini bana fırlattı. William tam karşımda, Chris'in yanında oturuyordu.

"Bırak şu kitabı artık! Havamızı bozuyorsun! Çete diyorum, çete! Kendimize çete diyelim, ne dersin?" elimi alnıma vurup, ortamı terk etmemek için kendimi zorladım, zorladım, zorladım.

Ben canımın derdindeyim, siz çete derdindesiniz.

Kafayı yiyeceğim.

Bakışlarımı sırayla Will, Cam ve Chris'in üzerinde gezdirdim. Chris cüppesini çıkarmış, koltuğun kenarına koymuştu ve üzerinde beyaz gömleğiyle duruyordu şimdi. Gömleğin düğmeleriyle oynuyordu. Cam ise cevabımı bekliyordu.

"Şaka, değil mi? Sabırla birinin kalkıp şakaydı demesini bekliyorum." William bu kez de Chris'le arasında duran yastığı bana fırlattı. İkinci kez yastığı yakalayıp yanımdaki boşluğa, diğerinin yanına koydum.

"Şaka falan yok. Bir lakabımız olsa kötü mü olur? Böyle şeyler Akademide oldukça yaygındır. Biz de kendimize çete diyelim işte, ne olacak?" Kafamı tekrar önümdeki kitaba çevirip bıkkın bir ifadeyle William'ı cevapladım.

"Siz kendinize çete deyin. Ben çete ve Helena olarak hayatıma devam etmekte kararlıyım." Chris'in belirli belirsiz gülümsediğini görüp bakışlarımı ona çevirdim. Hala gömleğiyle oynuyordu ve bana bakmıyordu.

Sal şu düğmeleri artık.

"Oyunbozan. Çete artı oyunbozana ne dersin? Ah buldum! Senin zaten bir lakabın var. Çete artı Jokey olalım o zaman." Kitabımla başbaşa kalmamı engelleyen bu saçma sohbet sonucu kimseyi terslememek adına üstün bir çaba sarf etsem de, içimdeki aksi Helena'yı daha fazla tutamadım. Bana fırlattığı ve yanıma koyduğum yastıklardan birini ona iade edip başımı yana eğdim.

"Jokey artı atları olsun o zaman. Oldu mu? Kabul mü?" Chris kahkaha attı. Bir kere daha.

Bu onu, üçüncü kez böyle gülerken görüşümdü. Ben yine kahkahasına kilitlenmiş, öylece bakakalmıştım. Neden ne zaman kahkaha atsa kilitlenip kalıyordum? Nadir görülen bir doğa olayıymış gibi davranmayı bırakmam gerekiyordu.

Saniyeler sonra bakışlarımı Chris'ten alıp kitaba çevirdiğimde, tekrar odaklanmaya hazırdım.

Kitabın girişini(ki bu en az altmış sayfa demekti) atlaya atlaya okuduktan sonra nihayet can alıcı kısımlara gelebilmiştim. El yazması kitabın eski sayfasını narince çevirip, yeni sayfanın satırlarını ilginç bir şeyler görmek adına taramaya başladım.

İsyan,

Kaos,

Yıkım...

Ve bir kez daha, kalbim ağzımda atmaya başlamıştı.

Tulpar?

Eğer şaşı olmadıysam, kağıtta tulpar yazıyordu...

"...düzenin alt üst olmasının ardından, yeni düzenin korunmasının yolu, Primuslardan geçiyordu. Elementer alemi kendi içerisinde düzeni sağlamadan, insanları da düzene sokamazdı. Primus, bekçisini Dünyaya gönderdi ve isyanı başlatan tempersitarları muma çevirdi. Öyle ki, o Tulpar sadece tempersitarları değil, tüm elementer alemini muma çevirirdi." Bu ne demek oluyordu? Tulpar, bir Primus'un bekçisiydi. Ve bundan tam dört yüz yıl önce, tempersitarların başlattığı büyük bir isyanı, bir yıkımı durdurmak üzere Primus tarafından dünyaya gönderilmişti.

Eğer Tulpar bir Primus bekçisiyse, benim Tulparım neydi?

Benim neden bir Tulparım vardı?

Kafam gerçekten de patlamak üzereydi.

"Hey? Neyin var böyle? Bir şeyim yok deyip duruyorsun ama bizi duymuyorsun. Ders başlamak üzere diyoruz, gitmemiz gerek." Cam ellerini birkaç kez gözümün önünde sallamış, beni bu eski ve eşsiz sayfalardan çıkarıp ortak alana geri döndürmüştü. Vücudumdaki uyuşukluk, kalbimdeki sızı, başımdaki ağrı beni şuan gerçekliğe bağlayan yegane şeylerdi.

Üstelik, içimde saçma bir huzur vardı.

Bana ait olmadığına adım gibi emin olduğum bir huzur.

Pegasus, neden bu kadar huzurluydu ki? Ona dair bir şeyler öğrenmiş olmam, onu rahatlatıyor.

Benim bilmediğim, benim anlamadığım bir şeyler oluyordu ve ben gerçekten aklımı korumakta zorlanmaya başlamıştım.

Ne derse girmek istiyordum, ne de herhangi bir şey yapmak.

Burada saatlerce bu kitabı okumak istiyordum. Ancak böyle bir lüksüm yoktu. Derslerin bitmesini beklemek zorundaydım. Kitabı yavaşça kapatıp defterlerimle birlikte elime aldım ve gönülsüzce "çete"nin peşine takıldım. Chris adımlarını yavaşlatıp ona yetişmemi sağladı.

"Hayalet görmüş gibisin. Madem bilinmesini bu kadar istemiyorsun, bari biraz daha iyi rol yap. Soranlara bir şeyim yok diyorsun. Ama bir şeyin olduğunu biliyorum. Bunu anlamamak için kör olmak gerekir." Başımı çevirip Chris'e baktım. Bir şekilde beni hem umursamıyor hem de diğerlerinden daha fazla umursuyordu. Hem kendine en uzak beni görüyor, hem de en çok o değer veriyor gibi.

Onu asla, asla çözemiyordum. Üstelik ben karmaşık şeylerden nefret ederdim. Ancak, ondan etmiyordum işte.

Bir şeyim yok dediğimde, ikna olduklarını düşünmüştüm. Belli ki o olmamıştı...

"Biri beni takip ediyor. Bana tulpar gelmesinin altında çok daha başka sebepler olabilir ve annemi babam öldürdü." Bir çırpıda söylediklerim, ağzımdan çıkar çıkmaz somut damlacıklara dönüşüp ikimizin arasında asılı kaldı. Ortak alanın rengi birkaç ton koyulaştı sanki. Chris'in gözleri de öyle.

Durdu, sonra ise dikkat çekmemek adına tekrar yürüdü. Bir süre önüne baktı, sonra tekrar bana baktı.

İlk kez, ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Kaşları sonuna kadar çatık, yüzü karanlıktı. Sanki benim içimdeki bütün yükün yarısını ona yüklemiştim ve şimdi beraber taşıyorduk.

"Dersten sonra, şöminenin önüne gel." Başımı sallayıp yanında yürümeye devam ettim. Hem söylediklerime lanet ediyor, hem de içimdeki anlamsız rahatlama hissine sıkı sıkıya sarılıyordum.

Şimdi ise, İksirlere Giriş dersinde, önümdeki defterle ve renkli kalemlerle bakışırken tek düşünebildiğim, Tulpardı.

Profesör Kyra, bir elementer için iksirlerin ne kadar önemli olduğunu anlatırken, kendisi buna pek de inanmıyor gibiydi.

Oldukça hoş görünümlü ancak soğuk bir kadındı. Sürekli gergin görünüyordu ve onunla iletişim kurmaya çalışanlarla çok ilgilenmiyordu. Sadece dersi anlatıp, hızlıca sınıftan çıkan değişik bir profesördü. Geçen hafta ilk kez dersine girdiğimde, ders bitiminde ona iyi günler demiştim ve bana cevap vermeyip sadece suratıma bakmakla yetinmişti.

E iyi madem, kötü geçsin o zaman günün.

Şimdi çok da ilgimi çekmeyen şeyler anlatırken ve aklım ders dışı onlarca şeyle doluyken, kendimi not almak için deli gibi zorluyordum. Normalde bir derste on sayfa not alan ben, daha yarım sayfa şey yazamamıştım. Kalemi elimde yavaş yavaş döndürüyor, dersi dinlemek için çabalıyordum. Nihayet sonuna gelmiştik.

"Şu vıcırdayan Nyx her kiminse sustursun artık. Daha fazla dayanamayacağım." Hafifçe silkelenip sağa sola bakındım. Kimin Nyx'i vıcırdıyor acaba diye düşünürken, Profesör Kyra ile göz göze geldim. Delici gözlerini bir saniye çekmeden baktı baktı ve sonra hafifçe aşağı, cebime çevirdi. Ah, benim Nyx'im tabii...

Aslında Nova, vıcırdamaktan yorgun düşmüş ve oldukça sessiz bir biçimde mırıldanır hale gelmişti ancak belli ki Profesör onu yine de duyabiliyordu. Üstelik ben iki gündür bu vıcırtıyı dinlediğimden, artık bu sese sağır olmuştum sanki. Neyin inadıydı bu onu da anlamıyordum? Neden bu aptal mesajı dinlememeye yemin etmiştim ki?

Utana sıkıla elimi cebime atıp Nova'nın içerisinde olduğu krizantemi hafif hafif okşadım. Belki uyuyakalırdı, belki bir mucize olurdu ve susardı!

Sesi biraz daha azalsa da, mırıldanmaya devam etti. Profesör Kyra'nın sert bakışları gözlerimi birkaç saniye için tekrar buldu, ardından diğer elementerlere çevrildi.

"Bu arada, balonun duyurusu henüz yapılmadı diye biliyorum. Bu sene Tempersitar teması bana ait. Hafta sonuna gelmeden temayı duyurmuş olurum. Şimdiden eş aramaya başlasanız iyi olur. İyiler hep ilk gidiyor." Söylediklerinden hiçbir şey anlamamış olan ben, başımı istemsizce sağa, Chris'e doğru çevirdim. Ben bakışlarımla ona ne diyor bu kadın diye sorarken, o da bana bakıp başını hafifçe aşağı eğdi.

Sonra konuşuruz, demekti bu. Nasıl anlıyorum ki? Ama eminim, öyle demekti işte.

Duyurunun bitmesiyle herkes yavaş yavaş ayaklandı. Ben de hızlıca masamı toparlayıp sınıfın çıkışına yöneldim. Chris'le aynı anda çıkıp, ortak alana beraber yürümek istemiyordum. Alnımıza "bir şeyler karıştırıyoruz" yazan bir kağıt asmak daha kolay olurdu.

"Hey, nereye?" Cam arkamdan seslendi, adımlarımı yavaşlattım. Arkadaş, müthiş bir şeydi tabii. Ancak, sorumluluk demekti bazen. Üstelik çoğunlukla beni umursamayan, halden çok anlamayan bu öküz arkadaşlarım bile bazı temel insani duygulara sahiptiler. Merak mesela.

Her zaman ders çıkışı birlikte yürüdüğümüzden, bugün neden apar topar çıktığımı merak etmiş olmalıydı Cam. Hadi bakalım, uydur kızım. Uydur bir şey acilen. Acilen.

"Biraz hasta gibiyim, Bayan Mirita'ya bir görünsem iyi olacak gibi. Akşam yemeğinde görüşürüz."

***

Şömineni önündeki koltukta, ayağımı ritmik bir biçimde yere vurarak bekliyordum. Nova cüppemin cebimde hala bir mesajım olduğunu belirtir şekilde parlamaya devam ediyordu ancak şükürler olsun ki mırıldanmayı bırakmıştı. Onu dinlemem gerektiğini biliyordum ancak neden bunu bir türlü yapmadığım hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Başta mesajın William'dan olduğunu varsayıp dinlemeyi reddetmiştim ancak Chris şaka yaptığını söyleyip o konuyu kapattığına göre duymaya korkmamı gerektirecek bir şey yoktu mesajda.

Bakışlarımı ortak alanın duvarlarına çevirip derin bir nefes aldım. Düşünceler arasında bir oraya bir buraya savrulmaktan yorgun düşmek üzereydim. Beynim ışık hızında bir sorundan diğerine atlıyordu. Odak noktam yeniden Chris'e içimi döküşüme çevrilmişti.

Bir yanım Chris'e bunları söylediğim için deli gibi pişmandı, diğer yanımsa adeta nefeslenmişti. Birine söylemek beni inanılmaz rahatlatmıştı ama bu "biri" Chris mi olmalıydı gerçekten?

Seçenekleri düşününce, çok da bir şansım yoktu gerçi. Cam, muhtemelen deliye dönerdi. Babasını öldüren isyancının kızına, Tempersitarların Primus'unun bekçisinin türünden bir bekçi gelmişti. Bu onu dehşete düşürmeyecekti de ne düşürecekti?

William? Aklı beş karış havadaydı onun da. Bana dağlar kadar gelen dertler ona sinek ısırığı gibi geliyordu. Beni asla, tam anlamıyla anlamıyordu. Hallederiz Helena, endişelenme deyip geçeceğine adım gibi emindim.

Tara? Onu bu kaosa sürüklemek için çok, çok erkendi... Üstelik bunlarla uğraşamayacak kadar kibar ve tatlı biriydi o. Bellalara değil edebiyat kulübüne katılıyordu. Nasıl anlatacaktım ki?

Eh, Chris otomatik olarak elimde kalan son seçenekti zaten. Üstelik hakkını yiyemezdim, beni gerçekten dinliyordu. Bana bir sochru yapıyor falan olabilir miydi? Niye hiç söylememem gereken en saçma şeyleri pat diye onun yanında söylüyordum ki?

Ah, işte yine vanilya ve sedir...

Bu ne büyülü bir karışım böyle?

"Tulpar... Buradan başla." Ne zaman geldiğini anlamadığım Chris, sanırım bizi başkaları duymasın diye (normalde asla bu kadar yakınıma oturmaz) yanıma oturdu ve gözlerini şömineye dikti.

Üzerinde yine boğazlı, lacivert bir kazak vardı. Boğazlı kazaklarla arası oldukça iyiydi belli ki. Üstelik vücut yapısına çok yakışıyordu.

Altında açık renk bir kot pantolon vardı. Ayakkabıları beyaz, spordu. Bir eli bacağının üzerinde, diğeri ise koltuğun sırt dayama kısmındaydı. Neredeyse, kolunu omzuma atmış gibi duruyordu. Neredeyse.

Burnum tamamen o yumuşak kokuyla dolarken, gözlerimi bu kokuya delice zıt olan yüzüne çevirdim. Kemikli yüzü gergindi, gözlerini hafif kısmıştı. Tepemizdeki bitkilerin loş ışığı, siyaha yakın kahverengi gözlerini birkaç ton açmıştı şimdi.

Gözlerime bakmıyor oluşu, sebebini bilmediğim bir şekilde işimi kolaylaştırıyordu.

Ancak bu yakınlık, her ne kadar gizli iş çevirme yakınlığı da olsa, işimi kesinlikle kolaylaştırmıyordu... Kafamı sağa sola sallayıp toparlanmaya çalıştım.

"Öğleden sonra okuduğum kitap, el yazması eski bir kitaptı. 1600'lü yıllarda, tempersitarların başlattığı bir isyanı durdurmak için Primus'un kendi Tulparını gönderdiğinden bahsediyor... Tulpar, Primus'un bekçisiymiş. Tempersitar Primus'unun. Bu nasıl olabilir? Benim neden bir Tulparım var o zaman?" Chris şömineye sabitlediği gözlerini kapattı. Uyuyor gibi görünüyordu, öyle uzunca bir süre bekledi ki gerçekten uyuduğunu düşündüm.

Ne düşündüğünü deli gibi merak ediyordum.

"Bayan Kyra'nın bahsettiği balo, Açılış balosu. Her sene, Akademi yeni yılına başladığında Kale'de, Alderwild'e bağlı tüm elementerlerin katıldığı bir balo düzenlenir. Her topluluk bir tema seçer ve bu temaya uygun giyinir."

Balo mu? Dakikalardır gözleri kapalı bir biçimde duran ve beni meraktan deliye döndüren Chris, baloyu mu düşünüyordu? Ah, ona anlatmak gerçekten büyük bir aptallıktı. Az önce düşündüğüm her iyi şeyi geri alıyorum!

"Ne balosu? Tulpar diyorum! Bana bir Tulpar geldi! Ve anladığım kadarıyla en son dört yüz yıl önce bir tempersitar isyanını bastırmak için gelmiş! Tempersitar Primus'unun bekçisiymiş! Ne demek oluyor bu, bunu bulmaya çalışıyoruz!" Chris şömineye sabitlenmiş bakışlarını bana çevirdi. Hafifçe gülümsüyordu.

Tanrım, beni delirtecek.

Bana kafayı yedirtecek.

Neden tatlı tatlı gülümsüyorsun şimdi?

"Biz? Bulmaya çalışıyoruz? Benim neden bundan haberim yok?" birazdan, ellerimi yumruk yapıp ağzıma sokacak ve koparana kadar ısıracaktım. Evet, bunu kesinlikle yapacaktım ya da Chris'in kafasını koparacaktım. Başka seçenek göremiyordum. Gerçekten.

"Hobi olsun diye mi şöminenin orada buluşalım dedin? Ben, bana yardım etmek için söylediğini sanmıştım. Salak kafam." Koltuktan aniden kalkıp, önünden geçmek için adım attım ancak dün gece boynuma dokunan soğuk eller, bu kez de bileğimin etrafına değdi. Saniyeler içerisinde benim gibi ayağa kalkarak beni durdurmak için bileğimden çekmişti, yüzlerimiz birbirine dönük, vücutlarımız birbirine yakındı.

Bu parfümü acilen değiştir çünkü sana hiç ama hiç uymuyor!

Acilen!

Sen vanilya değilsin, sen karabiber gibisin.

Sen sedir ağacı da değilsin, senden olsa olsa çam olur!

"Bugün kütüphaneye birlikte gidiyoruz. Tulpar konusunda bakmamız gereken birkaç şey var. Takipçi konusunu anlat şimdi." Bileğimi usulca elinden çektim. Gözlerimi kapatıp kendimi sakinleştirdim. Beni çıldırtsa da, bana yardım edecekti belli ki. Bunu anlamıştım artık.

Kendimi zorlayarak koltuğa geri oturdum. Gurur yapmanın hiç zamanı değildi. Üstelik, daha fazla o şekilde kalmak da istemiyordum. O da benim yanıma tekrar oturdu. Bu kez kolu koltuğun sırt kısmında değildi. Bir tık daha uzaktık şimdi.

Rahat bir nefes alabilirdim.

"Akademiye erken gelmemin sebebi buydu. Uzunca bir zamandır takip ediliyorum. Sürekli benzer kabusları görüyorum. Dün, kısa bir süre kütüphanede uyuyakaldım ve yine kabus gördüm. Hava almak için cama yöneldim. Aşağıda yine aynı şekilde bir siluet vardı. Elinde gül olan bir adam... Önceki iki kabusumda da uyanır uyanmaz pencereden bakıp yine bir silüet görmüş ve deliye dönmüştüm. Kalede gördüğüm kabuslarda kalkıp pencereden bakmaksa hiç aklıma gelmedi... Tempersitar yerleşkesinde de öyle. Orada olmasına ihtimal vermedim sanırım. Ancak belli ki, ne zaman bu kabusu görsem, biri bir yerlerde beni bekliyor." Chris hala aynı derecede tepkisizmiş gibi görünse de, merakının ve endişesinin kokusunu almıştım adeta. Burnuma vanilya ve sedirle birlikte, endişe geliyordu şimdi.

Her daim sakin olan kahverengi gözlerinde ufak bir elektriklenme vardı. Merak mıydı yoksa benim için endişelenmiş miydi? Ya da, kendi için mi endişelenmişti? Çünkü bu anlattıklarım, sadece beni değil tüm elementer alemini ilgilendiriyordu.

Merak ediyordum, acaba Bayan Dagora, daha önce bir Tulpar'ın kime ne amaçla gelip gelmediğini biliyor muydu? Tulparın, Tempersitar Primus'unun bekçisinin cinsi olduğunu biliyor muydu? Benim yanımda, benimle bir olan, benim ruh ikizim olan bekçinin, nasıl bir güce sahip olduğundan haberdar mıydı?

Daha da önemlisi, ben bunu idrak edebiliyor muydum ki? Bu, evrenin ne kadar büyük olduğunu bilip, asla hayal edememek asla kavrayamamak gibi bir şeydi. Söylemesi kolaydı. Tulpar, Primus'un bekçisinin cinsiydi. Peki bu, aslında ne demekti?

"Gül, ne demek, biliyor musun?" sorusuyla birlikte, şömineye bakma sırası bana geçmişti sanki.

Bu kahverengi tuğlalarla süslenmiş şömine yanmıyordu bile, neden buraya bakıyorduk ki? Gül'ün ne demek olduğunu tam olarak bilmesem de, oldukça güçlü tahminlerim vardı. Ancak, Chris sorana kadar bu konuyu enine boyuna kendi kendime hiç düşünmediğimi şimdi fark ediyordum. Oturup da gül ne demek, bu adamlar kim olabilirler diye yeterince kafa yormamıştım.

Hep isyanla bir bağlantısı olduğunu bilmiş, hiç derinlemesine düşünmemiştim. Hep korkmakla, gerilmekle geçmişti vaktim. Gül, ne demekti?

Rebelrosa.

Asi gül.

Başımı usulca sallayıp bir tahminim olduğunu belli etmeye çalıştım ona. Derin bir nefes aldım.

"İsyancılar. Bilmiyorum, karşıtlar? İsimleri her neyse artık. Benden ne istiyorlar?" Şömineye bakmayı bırakmış, birbirimize bakıyorduk artık. Gözlerini gözlerimden çekmeden, her zamankinden daha da sakin bir biçimde konuştu.

Bu sakinliği beni gerçekten ürkütüyordu. Üstelik, ben de en az onun kadar sakindim. Ben de onu ürkütüyor muydum? Hiç sanmıyorum.

"Birçok şey. Belki bir şah istiyorlar. Belki de bir piyon. Bunu bilemeyiz. Sana akademide hiçbir taraf zarar veremez. Merak ettiğim şey, nasıl her kabus gördüğünde orada olmayı başarıyor bu takipçi? Aradaki bağlantı ne?" Denkleme yeni bir bilinmeyenin eklenmesiyle, düşüncelerim o yöne kaydı. Kabuslarımın peşine uyandığımda, elinde gül olan bir adam görüyor olmam elbette tesadüf değildi. Bir çeşit sochru ile rüyalarımı kontrol ediyor olmalıydı bu siluet.

Fernando ve Klaer ile görüşmem gerekiyordu. Bir şeyler bildiklerine emindim ve artık "sana bunu söyleyemeyiz" saçmalığını cevap olarak kabul edemeyecek kadar da korkmuş vaziyetteydim. Benim iyiliğim için, prensiplerini bir kenara bırakıp bildiklerini anlatmak zorundaydılar.

"Birkaç arkadaşıma bu konuyu soracağım. Bir şey öğrendiğimde sana da söylerim." Chris, gözlerini kısarak baktı bana. Bir şey söylemesini bekledim ancak bakmaya devam etti. Gözlerine daha fazla bakamayacağımı hissettiğimde bakışlarımı ellerime indirdim. Gerginlikten ellerimle oynamaya başlamıştım.

"Birkaç arkadaşın? Bizden başka arkadaşın yok sanıyordum." Gülümsedim. Dün ve bugün, eski konuşmaları tekrar etme günüydü belli ki. Fernando'nun ismini ilk andığımda ve bana kim diye sorduğunda, bir arkadaşım demiştim. O da bana aynen bunu söylemişti.

Bizden başka arkadaşın yok sanıyordum

Eh, var işte.

"Sürprizlerle doluyum, Chris." Chris, güzel isimdi aslında. Birçok kez telaffuz etmiştim. Ancak ilk kez ona söylüyordum. Bir an için, onun da aynı şeyi düşündüğünü hissettim nedensizce. Ama o bunu fark edecek biri değildi. Daha doğrusu, buna takılmış olamazdı.

Ben niye takılmıştım ki? O da takılmış olabilir miydi?

"Rüyaları hatırlıyor musun?" Başımı yavaşça salladım.

"Gördüğüm hiçbir şeyi unutmam." Chris alaylı bir gülümseme gönderdi bana.

"Rüyalarını görmüş sayılmazsın." Bu kez ben alayla gülümsedim.

"Duymuş mu sayılırım?" Gözlerini devirdi. Sağlıklı iletişim, dayanışma, yardımlaşma buraya kadardı işte. Didişmeye başlamıştık.

"Bir kağıda yaz ve bana ver. Yarın kütüphanede bu konuyu araştırmaya başlayacağım. Sen de o kitabı okumaya devam et. Belki de her şey birbiriyle bağlantılıdır. Ve şu "arkadaşlarınla" bir görüş bakalım. Ha bir de, Cumartesi düello kulübünü ekmek zorunda kalabilirsin. Hollypad'e gitmemiz gerekiyor." Kaşlarımı çatarak, hayatının en uzun cümlesini kurmuş olan Chris'e baktım.

"Hollypad mi? Neden ki?" Chris oturduğu yerden kalkıp koltuktan birkaç adım uzaklaştı. Sağ elini pantolonunun cebine koyup gözlerini gözlerime dikti. Keskin bir bakış vardı yüzünde. Sesi sakin ancak tedirgin çıkıyordu.

"Balo kıyafeti seçmemiz gerekiyor." dedi tepkimi ölçmek ister gibi. Sessizliği, onun beni şaşırtan bir diğer cümlesi takip etti. "Uyumlu giyinmemiz gerek." Daha fazla konuşmadan yürümeye başladı.

Ne demek oluyordu bu? Afalladım. Bir şey demek istedim ama konuşamadım. Aptal durumuna düşmek istemiyordum. Ama, neredeyse emindim de. Sanki, birlikte gitmekten bahsediyordu.

Sanki fazla kalır, düpedüz birlikte gitmekten bahsediyordu?

Şimdi gidip ona, birlikte mi gideceğiz? diye soracaktım ve o da ne saçmalıyorsun Jokey? diyecekti sanki... Ama sormak zorundaydım.

"Neden uyumlu giyinmemiz gerek?" ofladığını duyar gibi oldum. Yavaşlayıp bana doğru döndü. Ben hala koltukta çakılı kalmıştım.

"Uyumlu giyinmezsek nasıl eş olacağız?" gözlerimi belki on kez kırpıştırdım. İstemsiz aralanan ağzımı zorla kapattım. Ağzıma gelen midemi yutkunarak geri ittim. Sıcak basmıştı.

Şömineyi kim yaktı?

"Eş... olacağız? Eşli balo? Balo eşli mi? Ya Cam'e ayıp olursa? Ve şey William'a? Hem o Emile Pesp-, Seninle gitmek isterse?" Bir kere daha, kapatma düğmeme muhtaç olduğum dakikalardan birindeydim.

Kimle eş olduğumun ne önemi vardı? Üç erkekle arkadaştım. Elbet biriyle giderdim. Hem başka kimseyi tanımıyordum da.

Ne var bunda? Ne var bunda?! Öyleyse neden, nefes alamıyordum?

Hem sanki, Emile pespayesi Chris'le gitmek için bir hamle yapsa, bunu bozmak için kırk takla atmayacakmışım gibi konuşmuştum bir de.

"Şansını zorluyorsun Jokey. Bu arada, daha fazla bekletme beni." dedi yaramaz bir ses tonuyla. Gözleri usulca aşağıya, pantolonumun cebine kaydı. Başını hafifçe yana eğdi. "Mesaja cevap ver." Bu kez bir şey sormama ya da söylememe izin vermeden hızla arkasını döndü.

Mesaja cevap ver mi?

Hangi mesaja?

Kafam karışmış, alnım kırışmaktan küçücük kalmıştı. Beni sürekli karman çorman etmeye bayılıyordu. Onunla vakit geçirdiğim her saniye, tutulup kalmam garantiydi adeta. Bana mesaj falan göndermemişti ki.

Göndermiş miydi?

Ah!

Nova...

 

Merhaba!

Yine uzun bir bölüm, bir şeyler olmaya başladı...

Shiplerinizde bir değişiklik var mı?

Helena'nın takipçisinin kalede de kendini göstermesi sizce ne ifade ediyor?

Helena bu olayların içerisinden nasıl çıkacak peki?

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Instagram : aykusagi.serisi

Bölüm : 14.09.2025 17:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...