18. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 17.BÖLÜM - CADI KAZANI

17.BÖLÜM - CADI KAZANI

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

Hikayeye beğeni sınırı getirmeye karar verdim arkadaşlar. Bunun tek bir sebebi var o da kurguyu daha büyük kitlelere ulaştırmak. Saçma sapan tonlarca kurgunun milyonlarca okunduğunu görmek iyice sinirlerimi bozmaya başladı... Kurgumuz daha çok insana ulaşsın ve bir kitlesi olsun istiyorum. Daha çok okunmasını, yıllarımı verdiğim bu hikayenin daha tanınır olmasını istiyorum :)

Bu bölüm için oy sınırı 5.

5 oy gelmeden, yeni bölümü paylaşmayacağım...

🔮

Hiç aşık oldunuz mu?

Bana kalırsa... Olmadınız.

Olmak istediniz, kendinizi olduğunuza inandırdınız belki ama olmadınız.

Tabii eğer, aşk kitaplardaki ya da filmlerdeki gibi bir şeyse...

Kitaplarda, filmlerde aşk öylesine yoğun, öyle tarifsiz ve öyle büyük görünüyordu ki gözüme, onunla kıyaslandığında gerçekten yaşayan, nefes alan birinin böyle duygular hissedebileceğine inanmakta güçlük çekiyordum.

Aşk, Bella Jacob'ı öptüğü halde onunla olmaya devam etmek gibiyse Edward,

Dimitri Belikov bir Strigoi'ye dönüştüğünde bile asla ondan vazgeçmemek gibiyse Rose,

Bir avuç zehirli yemişi birlikte yiyip ölmek pahasına Peeta'yı arenadan kurtarmaksa Catniss, ya da Will öldükten(kendini öldürdükten) sonra Sam ile tanışıp mutlu mesut hayatına devam etmekse Louisa... Ben hiç, aşık olmamıştım.

Daha önce kimse için zehirli bir yemiş yemek istememiştim mesela, kimse başkasından hoşlandığı halde onun uğruna canımı ortaya atmamıştım ve kimseyi bir Strigoi olsa dahi sevmeye devam etmemiştim. Etmezdim.

Eh, sonuçta benim karşımda bir Dimitri yoktu. Hiç olmamıştı. Olsaydı, durum değişebilirdi belki. Ama kötü haber şuydu ki, Dimitri bir kitap karakteriydi ve hiçbir erkek onun kadar mükemmel olmayacaktı.

Ya sevilmeye değer birine denk gelmemiştim ya da içlerindeki Dimitri'yi göremeyecek kadar kördüm.

Üstelik, bu zamana kadar böyle şeylere hiç kafa yormamıştım daha önce...

İlkokuldaki havalı çocuklara da kibar olanlara da, devam edemediğim lisede de, çalıştığım iş yerlerinde de, mahallemde de...

Hiçbiri Dimitri değildi. Hiçbirine, Dimitri olup olmadıklarını anlayacak kadar uzun bakmamıştım. Şimdi ne olmuştu da, kafam sürekli bunlara çalışıyordu? Üstelik, hayatım daha önce hiç bu kadar karmaşık olmamışken...

Bunca derdin, bunca sıkıntının arasında kafam neden aptal gibi Dimitri'lere, Edward'lara çalışıyordu?

Alderwild, Midvale'dan gelen bir kız için korkunç bir büyüklükteydi. İlk geldiğimde, burası beni yutacakmış gibi hissetmiştim. Şimdi ise, kaçacak hiçbir yerim yok gibiydi. Bir şeyden, birinden saklanmak istediğimde çırılçıplak kalıyordum. Ortadaydım, açıktaydım. Koca akademi, Helena burada diye bağırıyordu sanki. Küçücük geliyordu, dar geliyordu her yer.

Kafesin içindeki bir kuştan farkım kalmıyordu...

Niye kaçıyordum?

Çünkü ben Helena'ydım...

Küçük, çocuk Helena.

Sorunlarını kaçarak çözen, utanan, neyden utandığını dahi bilmeyen ve sonra daha çok kaçan Helena...

Hiçbir ebeveyninin, sorunlarını nasıl çözmesi gerektiğini öğretmediği, kendini hala dört yaşındaymış gibi hisseden Helena.

Kaçmanın daha kolay olduğuna inanan Helena.

Eh, ancak benim gibi biri, şuan olduğum konumda, ormandaki ufak bir kulenin tepesinde, gökyüzünü izliyor olabilirdi.

Bu da korkaklığımın küçük bir artısıydı. Hayat bir yerden alırken bir yerden veriyordu.

Sonsuz büyüklükteki akademide, Chris'ten kaçabileceğim hiçbir yer yoktu... Akademi sınırlarını da aşamazdım. Bu sebeple, ormandaki bu kuleyi keşfetmeyi başarmış, en tepesinde gökyüzündeki eşsiz yıldızları izliyor ve bir yandan da düşünüyordum.

Dimitri'yi.

Dimitri kim, Helena?

Kafayı yemiştim, evet. Başka bir açıklaması olamazdı.

Dünya alt üst olurken, her gün öğrendiğimiz başka bir bilginin altında ezilirken, Septi Ferarum'da bir Tulpar varken, hem insanlar hem de elementerler çok büyük bir fırtınanın eşiğindeyken ben Dimitri'yi düşünüyordum!

Kendimden nefret etmeme ramak kalmıştı. Kafayı yemiştim ve bir türlü kendime gelemiyordum.

Daha birkaç gün önce, bu ormanda karşısına dikilip gözlerinin içine baka baka meydan okumasını kabul ettiğimi söylemiştim. O günden beri de bu kulenin tepesinde adeta saklanıyordum. Akademiye döndüğümüz gibi ortamı terk edip kendimi ormana atmış, akşam yemeğine bile gitmemiştim. Karnım da aç değildi zaten. Karnım da, aklım da saçma sapan şeylerle doluydu. Bir an önce kendime gelmek ve durumun ciddiyetini fark etmek için ne yapmak zorundaydım bilmiyordum ama, çok yanlış bir yerlerde süzüldüğümü hissedebiliyordum.

Yönünü şaşırmış, freni patlamış bir kamyondan hiçbir farkım yoktu. Duvara toslamama saniyeler kalmıştı ancak ben yolculuk nasıl da heyecanlı, nasıl da adrenalin dolu ama diye kendimi avutuyordum!

Duvara toslamadan nasıl dururdu peki freni patlamış bir kamyon? Duramazdı... Bazı şeyler, sadece olurdu. Ve siz buna engel olamazdınız.

Tıpkı benim, burada bu kulenin tepesinde, Dimitri'ye engel olamadığım gibi. Aptal Rose...

Yattığım yerden doğrulup derin bir nefes aldım. Hafif esen rüzgardan saçlarım bir miktar karışmış, göğsümdeki ağırlık ve karmaşa kulenin tepesinden süzülüp ormana dağılmıştı.

En kötü ve çaresiz hissetmem gereken zamanda, en karmaşık ancak heyecanlı olduğum dakikaları yaşıyordum.

Ve bu heyecanın, dünyanın sonuyla bir ilgisi yoktu.

Bu karmaşa, benim kendi sonumla ilgiliydi...

Bir gün biri gelir ve sizin sonunuz olur. Ve bunu bile bile ona en baştan teslim olursunuz.

Baloya kadar günlerim öyle yoğun ve öyle gergin geçmişti ki, muhtemelen bir iki kilo kaybetmiştim çoktan. Pazar günü Chris ile yaptığımız bir diğer eğitim de dahil olmak üzere, her günümüz araştırma yapmaya devam etmekle, sürekli dip dibe olmakla ve bir yandan da birbirimizden kaçmaya çalışmakla geçmişti.

İlginç bir şekilde, bu meydan okuma muhabbetinden beri kaçan sadece ben değildim.

O da kaçıyordu.

Sanki o günden sonra, ikimiz de bir şeylerin farkına varmıştık. O varmadıysa bile, ben gün geçtikçe, en derinlerimde bile hissediyordum bazı şeyleri. Hissediyordum, ama kabullenemiyordum.

Kabullenecek cesaretim yoktu. Hiçbir zaman, hiçbir şey için doğru düzgün cesaretimin olmadığı gibi, bu kez de bunun için yoktu. Belli ki Chris de aynı durumdaydı ki, eskisinden çok daha fazla görüşmemize rağmen, çok daha az görüşmeye özen gösteriyorduk.

Ancak, evren buna çok da müsaade etmiyordu. Öyle ya da böyle bir şeyler bizi bir araya getiriyordu.

Balo eşi olmamız gibi...

Yarın, yani neredeyse tam yirmi bir saat sonra, balo salonuna birlikte girecek, bütün gece birlikte olacaktık. Kafamı bir kez daha sağa sola sallayıp dikkatimi toplamaya çalıştım. Her akşam olduğu gibi, bu akşam da kulenin tepesinde, gökyüzüyle baş başaydım. Tulpar'ımı saymazsak.

O hep, benimleydi. Bana ait olmayan, benim en büyük parçam...

Chris'le çalıştığımız, kendimizi geliştirdiğimiz ve araştırma yaptığımız bu iki haftalık süreçte, pegasus'la muazzam düzeyde artırmıştık ilişkimizi. Tek bir engel vardı aramızda, o da benim elle tutulur korkumdu.

Pegasus'un bana ait olmadığını, Primus'a ait olduğunu ve görevini tamamladığında gideceğini bilmek, kelimenin tam anlamıyla beni mahvediyordu.

Onun bir gün gidecek olduğunu bilerek, onunla bir bütün olmak çok zordu.

Diğer elementerler ve bekçiler, biri ölene kadar sürecek bir bağ ile bağlanıyorlardı. Biz ise, kaderin önümüze çizdiği yolda kesişen amaçlarımızla bağlanmıştık birbirimize. Ve ne yazık ki, bekçi-elementer bağı gibi bir bağ değildi bu...

Bir gün bitecekti.

Bir gün Pegasus, görevini tamamlayıp asıl elementerinin yanına dönecekti.

Bana ne olacaktı, hiçbir fikrim yoktu. Tekrar bir bekçiyle bağlanacak mıydım yoksa sonsuza kadar yalnız mı kalacaktım bilmiyordum ama önemi de yoktu...

Hiçbiri bir pegasus olmazdı zaten.

Bir kez daha iç çektim hüzünle.

Benim acım, benim sıkıntılarım, Pegasus'ta karşılık bulamıyordu. Benim aksime o sakindi. Aynı acıyı çekmiyor, benim kadar üzülmüyordu. Belki de görev bir an önce bitse de elementerime, Primus'uma dönsem diye bekliyordu...

Uzandığım yerden doğrulup bakışlarımı kolumdaki saate çevirdim. Yasağın sınırlarını daha fazla zorlamamalı ve odama dönmeliydim. Her akşam burada Pegasus'u düşünmek, Dimitri'yi düşünmek, annemi düşünmek bana hiçbir şey kazandırmıyordu ancak son günlerde başka hiçbir yerde huzur bulamaz olmuştum. Öyle bir fırtına gelecekti ki biz hepimiz altında kalacak, un ufak olacaktık. Bunu yalnızca iki kişi biliyordu ve bu yükü taşımak sandığımdan daha da ağırdı. Kafamı dağıtmak, dinlenmek zorundaydım. Eh, en azından Akademi de buna katkıda bulunacak bir etkinlikle geliyordu.

Yarın büyük gündü. Yarın, balo günüydü.

Usulca kulenin merdivenlerine yöneldiğimde, aşağıda, kulenin merdivenlerinin çaprazında kalan bir karaltı dikkatimi çekti. Gözlerimi kısarak baktım ancak ne olduğunu seçemedim.

Düşkünlerden biri olabilir miydi?

Düşkünler...

Ne kadar da acı, değil mi?

Biz başarısız olduğumuz için düşmüşler sanki... Kaldırılmaları gerek. Düzelmeleri gerek.

Eh, şimdi onlar için üzülmenin sırası değildi çünkü söz konusu olan benim canımdı! Elimi üzerimdeki ekose ceketin cebine götürüp ay taşımı kontrol ettim. Oradaydı, bu da demek oluyordu ki birkaç saniye içerisinde burayı terk edebilir ve güvende olduğum topraklara geri dönebilirdim. Nefes alış verişim düzene girerken, elim ay taşının üzerinde beklemeye devam ettim.

Bekledim, bekledim, bekledim.

Hiçbir şey olmadı.

Dakikalar geçti ve karaltı hiç kıpırdamadı.

Cansız olabilir miydi?

Ama hayır, buraya çıkarken onu görmemiştim.

O zaman, oraya gelip ölmüş olabilir miydi?

Panik tekrar vücudumu ele geçirirken, elime ay taşını alıp adımımı tahta merdivenlere attım. Merdiven bir ağaç ev merdiveni gibiydi, bu sebeple aşağı inerken önümü net biçimde göremeyecektim çünkü ellerimle merdivenlerin basamaklarından destek almam ve ayaklarım aşağı bakacak şekilde inmem gerekiyordu.

Yutkundum.

Bir adım atıp, aşağıdaki karaltının tepkisini ölçmek üzere hızla aşağı çevirdim başımı. Hiçbir hareketlenme olmadı. Gerçekten orada ölmüş olabilir miydi?

Bir adım daha atıp aynı şeyi tekrarladım.

Hareket yok.

Bir adım daha, bir adım daha derken neredeyse zemine değecek kadar yaklaşmıştım ki karaltıdaki ufak kıpırtı kalbimi ağzıma getirdi.

Panikle sıçradım ve ay taşını düşürmemek için sol elimle bir hamle yaptım. Ancak bu, merdiveni bırakmama sebep oldu ve saniyeler içerisinde kendimi yerde buldum.

Ya da, yerde bulacağımı sandım. Çünkü, belli ki biri buna izin vermemişti.

Bir çift güçlü kol, iki kolumu birden tutmuş beni güvenli bir mesafede yerle buluşturmuştu. Kollarında değildim, göz göze değildik. Sadece, düşmemi engellemişti.

Sinirlendim. Kokusu burnuma dolar dolmaz tüylerim diken diken oldu.

"Sen kafayı mı yedin? Senin sorunun ne? Neden böyle manyakça şeyleri bir tek sen yapıyorsun nede-" Bütün gücümle ormanı inletirken, uzun ince parmaklar ağzımın üzerine kapandı ve sesimi içime hapsetti.

"Hangimiz kafayı yedi tartışmayalım istersen. Ormanda ne kadar canlı varsa başımıza toplamaya mı çalışıyorsun?" sinirle elini indirip ağzımın üzerinden çektim.

O sedir ve vanilya bile işlemezdi şuan bana.

Sinirden deliye dönmüştüm.

Beni korkuttuğu yetmezmiş gibi hala bana kızıyordu! Neden normal bir insan gibi, "Ben geldim Helena." Demiyordu?!

Kahretsin, nasıl eli bile parfümü gibi kokabilirdi ki?

Sakinleşme!

"Senin burada ne işin var!" söylediği sözlerden bir gram etkilenmemiş, kokusuna direnmiş, aynı sinirle bağırıp çağırmaya devam ediyordum. Ne de olsa buradan saniyeler içerisinde gitme özgürlüğüne sahiptim.

"Asıl senin burada ne işin var? Günlerdir neden burada saklanıyorsun?" gözlerini kısarak gözlerime bakmış, beni adeta sorguya çekiyordu.

Sana ne! Diye bağırmak istedim o an suratına.

Nerede saklandığımdan sana ne? Neden saklandığımdan sana ne?

Yapamadım, yutkundum. Ellerimle saçımı düzeltip, yere düşmemiş olmama rağmen üstümü de silkeledim...

"Burayı nereden buldun?" Chris gözlerini sabır diler gibi kapattı. Birkaç saniye sakinleştirdi kendini. O da ben de sorular soruyorduk ancak cevabını kimse vermiyordu. Kim verecekti, düşkünler mi?

"Neden bana cevap vermiyorsun? Burada ne işin var her akşam? Yapılacak onca işin arasında, neden buraya kaçıyorsun?" söyledikleriyle birlikte sabır dileme sırası bana geçmişti.

Ben açık bir kitap mıydım? Beni nasıl büyüteçle gazete okurmuşçasına kolay okuyabiliyordu? Nasıl bu kadar isabetli olabiliyordu?

"Sen neden bana cevap vermiyorsun? Senin burada ne işin var dedim? Benim bir şeyden kaçtığım yok. Ben... burada sochru çalışıyorum." Chris bir kahkaha attı. En olur olmadık zamanlarda yaptığı gibi, bir kahkaha atıp beni yüzüne hapsetti. Gözlerimi çaldı, beynimi çaldı birkaç saniyeliğine. Düşünmeme izin vermedi.

Beni böyle oyun dışı bırakıyordu hep. Önce koku, koku işe yaramazsa kahkaha, kahkaha olmazsa kimsenin yapamayacağı isabetli bir tespit... Bir şekilde hep, Chris bir Helena sıfırdı!

Bir kez daha çıldırıp tepinmeye başladım. Chris'in ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu ve belli ki Pegasus benim gönül işlerimi gram umursamıyordu! Gönül işi mi?

Sinirle söyledim. Arkadaşlık ilişkileri olacaktı.

Chris gözlerini kısıp neden tepindiğimi anlamaya çalıştı. Anlayamazdı. Nereden anlayacak? Her şeyi de bilemez ya?

"Sana cevap verirsem, bana neden kaçtığını söyleyecek misin?" ayağımı bir kez daha sinirle yere vurdum.

"Sana kaçmıyorum dedim! Çalışıyorum! Sochru ve doğa çalışıyorum! Tempersitar oluyorum anladın mı beni?!" Chris bu kez ufak bir gülümsemeyle kıvırdı dudaklarını. Şükürler olsun ki kokusunu alacak mesafede değildim. Gerilemiştim, güvenli bir bölgedeydim.

"İçine mi söylüyorsun sochruları? Ben hiçbir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Daha çok, uyuyakalmış gibiydin. Hem de hemen hemen her buraya gelişinde." Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp söylediklerini idrak etmeye çalıştım.

Saatlerdir burada olduğunu ima ediyordu. Beni daha önce de burada izlediğini ima ediyordu. Ne diyordu bu çocuk?

Kaşlarım çatılmış, dudaklarım istemsizce mühürlenmişti. Bir an ne diyeceğimi, ne için tartıştığımızı, neyi çözmeye çalıştığımızı unuttum. Beni neden burada izliyordu günlerdir? Neden bu konuyla alakalı hiçbir şey söylememişti? Daha da önemlisi, neden yanıma gelmek yerine aşağıda durmayı tercih etmişti? Ve kalbimi nasıl susturabilir, nasıl durdurabilirdim?

Yerinden çıkmak için doğru zaman değildi.

Bir süre suratına öylece çatık kaşlarla baktım. Ve yemin ederim, aklımdan geçen bütün soruları bir bir okuduğuna adım gibi emindim. Ben öyle kolaydım ki onun için, beni uykusunda bile okurdu.

Biliyordu, sormak istediğim her şeyi biliyordu ancak bana söylemek istemediği hiçbir şeyi, söylemek istemediği bir zamanda asla söylemiyordu!

Doğru zamanda, doğru yerde olacak sabır da bende yoktu.

Ağzımı açıp bir şeyler söylemek zorundaydım.

Tam konuşacağım sırada, onun duru sesi bana engel oldu.

"Seni yalnız bırakamam... İçinde bulunduğumuz olayın ciddiyeti çok büyük. Bunu sadece ikimiz bildiğimizi sanıyoruz, ancak yanılıyoruz. O kitabı daha önce okumuş olan ve bundan sonra okuyacak olan herkes bunu bilecek. Hedef olacaksın Jokey. İki taraf için de... Çünkü ikisi de, Tulpar kimi yok etmek için geldi bilmeyecek." Nefeslendi. Anlattıklarının ağırlığı altında ezilen bir tek ben değildim belli ki. O da eziliyordu... Kendini toparlamaya, güçlü durmaya çalışıyordu ama o da korkuyordu...

"İkisi de, risk almak istemeyecek. Sen, iki tarafın da hedefi olacak, bu çatışmanın ortasında kalacaksın. Seni yalnız bırakamam, ama yanına da gelemem..." Bir nefes daha... Konuşmanın ağırlığı iki tarafın omuzları için de fazlaydı. O da benden farksızdı. Söylediklerini duymak istediğime emin miydim peki?

Yanına da gelemem... Neden gelemezsin?

Bakışları yıldızlar ve yüksek, kırmızı parlayan ağaçlar arasında gidip geldi. Yeterince nefes almış mıydı? Tekrar bana döndü kahverengileri. Şöminenin başında olduğu gibi açık renk değildi şimdi. Neredeyse siyahtı. Gece gibiydi.

"Çünkü biliyorum. Benden kaçtığını biliyorum. Benden neden kaçtığını da biliyorum. Aynı şeyden kaçıyoruz." gözlerim gözlerinde, nefes almayı unutmuş, kulaklarım uğuldar bir şekilde dinledim onu. Gözlerimin hafifçe dolduğunu hissettim. Bakışlarımı gecenin dipsiz kuyularını andıran gözlerinden çekip yıldızlara çevirdim bir kez daha. Günlerdir orada bulmuştum huzuru. Şimdi de bulsam olmaz mıydı? Biraz daha kalsam, bunları hiç duymamış gibi yapsam...

İç çektim istemsizce. Chris sabırla bekledi beni. Kendimi toparlamam zaman aldı. Akmak isteyen yaşları usulca olduğu yere gönderip bir nefes daha çektim. Umudu çekmeye çalıştım o an içime. Her şeyden çok buna ihtiyacım vardı. Umuda.

Gerçekten bu kadar çabuk tepetaklak olmak zorunda mıydı her şey?

Hiçbir suçum yokken, tüm kaosun ortasında kalmak zorunda mıydım? Pegasus'la bağlandığım için pişman değildim, hiç olmamıştım... Ama, diğer elementerler gibi yarınki balonun heyecanıyla yanıp tutuşmaktan başka derdim olmasın da isterdim.

Chris'le didişelim, işleri yoluna sokalım, aramıza tüm elementer alemini sokmayalım isterdim...

"Ne yapacağız?" dedim bir anda. İstemeden, planlamadan.

Ne yapacaktık? Biz kimin yanındaydık? Tulpar kimin yanındaydı? Ben kimden kaçmalı, kimden korkmalıydım?

Aynı şeyden kaçıyoruz Jokey...

Boğazımdaki yumru beni tırmalamaya başladığında, duru sesi endişeden çok uzaktı her zamanki gibi. Ama kalbinin korku dolu olduğuna da emindim.

"Bir arada kalacağız. Bu işi çözene kadar, bunun içinden çıkana kadar, Tulpar'ın hangi tarafı durdurmaya geldiğini ortaya çıkarana kadar bir arada kalacağız." Başımı usulca salladım. Bunu ben de tahmin edebiliyordum aslında... ama öğrenmek istediğim, daha fazlasıydı.

"Sonra?" gökyüzünde asılı kalmış olan bakışlarım usulca ona döndü. Vereceği cevap, belki de günlerdir kaçtığım her şeydi. Ancak, biz de böyleydik işte. Günlerce birbirimizden kaçıp sonra üç saniyede ne var ne yok ortaya döküyorduk.

Chris dünyanın hem en zor, hem en kolay insanıydı.

"Sonra," dedi. Durdu biraz. Sanki, o da bilmiyordu ne olacağını tam olarak. Ya da ne demesi gerektiğini... Benden, çekiniyor muydu? Üzerinde bir tedirginlik vardı ve bir şeyler canını sıkıyordu ama çözemiyordum. Sonrasında olabileceklerden korkuyor gibiydi.

"Sonra sen ne istersen onu yapacağız."

***

Huzursuzca kıpırdandım bir kez daha yatağımda. Hiç uyumadan sabahı etmiştim, bir süre de uyuyamayacaktım belli ki. Kafam dolu, hislerim allak bullaktı.

Günlerdir kaçtığım şeyin kucağında olduğumu öğrenmemle birlikte, Chris'le hayatımızın en ciddi konuşmasını yapmıştık ve ben o zamandan beri, kaçmayı bırakmıştım sebepsizce.

Belli ki, Alderwild yuvarlaktı ve ben dönüp dolaşıp kendimi onun merhametine kalmış bir biçimde buluyordum.

Her şeyi biliyor, ne hissettiğimi benden iyi anlıyor, beni düpedüz, apaçık okuyordu hep. Eh, ben de kaçmayı bıraktım. Ne olacaksa olsundu artık.

Dünya yansın, iki taraftan biri yok olsun, ortalık birbirine girsin, pegasus görevini tamamlayıp beni yalnız bıraksın...

Ne olacaksa olsun.

Belli ki, kaçsam da kaçmasam da hiçbir şeyi değiştiremiyorum.

Yatağımda doğrulup duşa yöneldim. Bugün, balo günüydü.

Bugün bütün kaosu bir kenara bırakıp, normal bir elementer olmak istediğim ilk ve tek gündü. Liseyi tamamlamamış ve üniversiteye gitmemiş bir öğrenci olarak, hiç baloya da gitmemiştim... Bunca sorunun içinde sorunlarımın en küçüğü, daha önce baloya gitmemekti belki ama benim için anlamı büyüktü. Kendimi biraz olsun normal hissetmek istiyorsam, normal şeyler yapmalıydım. Baloya gitmeli ve Chris'le dans etmeliydim.

Tanrım.

Kafayı yiyeceğim.

Chris'le dans etmek mi? Ben nasıl olmuştu da onunla eş olmuştum ki?!

Nasıl bayılmadan, ruhumu teslim etmeden dans edecektim onunla? Kesinlikle, soğuk bir duşa ihtiyacım vardı. Bu soğuk Ekim günlerine rağmen...

Duşumu alıp, kahvaltıya inerken yanımda İrina ve Dianne vardı. Balo eşlerinin isimlerini söylemiş, elbiselerinden bahsetmiş ve ne kadar heyecanlı olduklarını anlatıp durmuşlardı. İstemeden gülümsedim. Akademiye geldiğimden beri, normal geçirdiğim gün sayısı bir elin parmağını geçmiyordu. Bunun kıymetini bilmeyi, tadını çıkarmayı çok istiyordum...

"Ne gülüyorsun sen öyle? Sana bir şey soracağım ama kızmak yok, tamam mı?" İrina'nın tepkisiyle birlikte merdivenlerdeki adımlarım yavaşladı. Ne sorabileceği ile alakalı binlerce şey geçti kafamdan ve sonra hepsini def ettim saniyeler içerisinde.

Paranoyak oluyordum. Usulca kafamı aşağı yukarı sallayıp sorusunu dinlemeye başladım.

"Baloya gerçekten, Chris'le mi gidiyorsun?" Evet, onlarca şey geçmişti kafamdan ama hiçbiri bu değildi. Gülmeli miydim, kızmalı mıydım? Bir yanım rahatlamış, bir yanım huzursuz olmuştu. Ah, içime konuştuğum kadar dışıma da cesur olabilseydim keşke! Ama ne yazık ki, iki yüzlü bir insandım.

Sana ne diyemedim. Onun yerine gülümsedim.

"Evet... Chris'le gidiyorum." İrina tavana çevirdi kafasını birkaç saniye için. Ve nefes aldı. Az önce benim kızmamdan endişeleniyordu, ama şimdi kendi kızmış gibiydi.

Senin derdin ne?

"Chris senin adını bile bilmiyor, farkında mısın? Sana "Jokey" diyor. Gidecek başka birini bulamadın mı?" gözlerimi kırpıştırdım peş peşe, hızlıca. Chris, gerçekten benim adımı unutmuş olabilir miydi?

Beni ilk gördüğü günden beri, bir kez olsun adımı kullanmamıştı. Bir kez.

Kaşlarımı çattım. Unutmuş olamazdı, değil mi? Elbet çevremdekilerden duymuş olurdu. O sadece bana böyle seslenmeyi seçiyordu. Bu bir samimiyet göstergesiydi. Evet evet, samimi olduğumuz içindi!

İrina'ya kızmam gerekirken, odağım yine aptal Chris'in aptal sözleri olmuştu. Öyle mendeburdu ki, her hali başıma bela olmak zorundaydı sanki. Çatık kaşlarımı tavanı izleyen İrina'nın üzerinden çekmedim.

"Bu bir samimiye-" ben daha cümlemi tamamlayamadan, ne olduğunu anlayamadan bir el kavradı sağ kolumu.

"Biraz konuşalım mı, Helena?" adımlarım birbirine dolandı, merdivenleri inemez hale geldim. Üstelik Chris de merdivende olduğundan, beni tutmakta çok zorlandı. Birlikte merdivenlerin kalan son iki basamağını adeta düşer gibi tökezleyerek indik ve resmen bir yumak haline geldik. Chris'i, bizi aşağıda bekleyen Cam tuttu. Chris de beni tutmuş oldu böylece. Herkes birbirine şaşkınlıkla bakarken, benim az önce neredeyse merdivenlerden yuvarlanmış olmam umurumda bile değildi.

Bana Helena demişti.

İlk kez.

Adımı, ilk kez ağzından duymuştum.

Benim adım bu kadar güzel miydi gerçekten de?

"İyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu? Hazırlıksız yakalandım..." Gözlerim yeterince açık değilmiş gibi, daha da açıldılar ve yuvaları acımaya başladı. Dilim tutulmuş, öylece kilitlenip kalmıştım. Bakışlarım istemsizce İrina'ya gitti. Merdivenlerde dikilmiş, bizi izliyordu. Aşağı inmek yerine koridora geri döndü.

Bingo, İrina Chris'ten hoşlanıyor. Yaz bunu bir kenara.

Eh, şuan umurumda bile değildi. Bana Helena demişti!

"Bana neden Helena dedin?" Chris güldü. Gülümsemedi, kahkaha atmadı ama dolu dolu güldü. Biliyordu, ne sorduğumu, ne demek istediğimi her zaman herkesten çok daha iyi biliyordu!

Sağına soluna baktı. Merdivenin ağzında, girişi tıkamış, insanların içerisinde öylece dikiliyorduk. Bana bunun cevabını şuan vermeyecekti. Anlamıştım. Belki de hiç vermeyecekti hatta.

"Adın bu olduğu için olabilir mi? Başını mı çarptın?" Elini başıma doğru götürdüğünde kafamı hızla çekip merdivenin ağzından çekildim. Yüzündeki gülümseme yerli yerinde duruyordu. Beni sinir etmeye bayılıyordu!

Ben de ona cevap vermeden Cam'e doğru döndüm.

"William nerede? Kahvaltıya gitmiyor muyuz?" Cam Chris'e döndü, sonra tekrar bana döndü.

"Senin, haberin yok mu?" başımı usulca sağa sola salladım. Onu en son dün kahvaltıda görmüştüm ve o zamandan beri gelişen herhangi bir şeyden haberim yoktu. Cam tekrar Chris'e baktı.

Neden ona bakıp duruyorsun? Chris William'ı yedi mi yoksa?

Cam koluma girdi. Merdivenden uzağa, yemek salonuna doğru yönlendirdi beni. Chris de arkamızdan geliyordu.

"William cezalı. Bir... sıkıntı olmuş." Adımlarım yavaşladı. Cam'e döndüm hızlıca. Kalbime bir huzursuzluk çöktü. Kötü bir his.

"Neden? Ne sıkıntısı?" Chris adımlarını hızlandırıp sağımdaki yerini aldı. Cam bizi yemek salonunda yine geniş bir masaya oturttu. Tara da bize katılacak olmalıydı.

Chris yanıma, Cam karşıma oturmuştu.

"William... Hırsızlıkla suçlandı. Üstelik, kalenin kütüphanesindeki, bizim erişmemizin yasak olduğu, üst düzey el yazması kitaplardan birini çalmakla suçlanıyor. Kulağa küçük bir şey gibi gelebilir... Ama belli ki, cezası bir tık ağır. " Cam sesini olabildiğince alçak tutmuş, fısıltıyla konuşmuştu. Demek ki, kimse bilmiyordu?

"Ne zaman?! Ne kitabı? William böyle bir şey yapsa, bize söylerdi..." kurduğum cümlenin saçmalığı, bir an için beni bile şaşırttı. Birinin bir şeyi çalıp da birilerine söylemesi kolay değildi elbette. Ancak, bir şekilde William'ın böyle bir şey yaptığına inanmıyordum. Chris'e döndüm. Onun da bir savunma yapmasını, beni desteklemesini bekledim. Ancak bana doğru bakmıyordu. Önündeki boş tabaktaydı kahverengi gözleri.

"Geçen hafta Cumartesi... Öyle yemeğinden sonra." Geçen hafta cumartesiyi düşünmeye çalıştım.

Sabahına elbise seçmeye gittiğimiz gün.

Chris'le ormanda çalıştığımız gün.

Emile ile William'ı, gördüğümüz gün!

"Ne zaman?! Saat kaçta Cam!? Geçen hafta Cumartesi saat kaçta?" kalbim göğüs kafesimin içinde hızlanmış, sağa sola çarpmaya başlamıştı kendini. Bir şeyler vardı, bir yanlış vardı ortada. Chris'e döndüm tekrar. Hala başını boş tabaktan kaldırıp bir şey dememişti.

"Bilmiyorum işte saat 3-4 gibi sanırım! Bir fikrim yok! Neden soruyorsun?" derin bir nefes aldım önce. Bir şeyler yapmak zorunda hissettim kendimi.

"Bu, olamaz." Chris anında bana döndü o zaman. Gözleri gözlerime kilitlendi. Neden bahsettiğimi çok iyi biliyordu. Bir şey söylemedi, sadece baktı.

"Neden olamaz? Neyden bahsediyorsun?" Cam'in kafası karışmıştı çünkü haberi yoktu. Chris ona söylememişti belli ki. Neden?

"William'ı... gördük. Cumartesi günü. Chris'le birlikte, onu gördük. Hırsızlığı o yapmış olamaz." Cam bir bana, bir Chris'e baktı. Sinirlenmiş gibiydi. Sakinleşmek adına bir iki saniye durdu, öyle konuştu.

"Bunu bana neden söylemedin?" Bakışları direkt Chris'i hedef almıştı o an. Aynı sorunun cevabını ben de çok merak ettiğimden, ben de ona döndüm.

"Bunu bilemeyiz. Onu sadece beş dakikalığına gördük. Öncesi ve sonrası hakkında bir bilgimiz yok. Üstelik... onu yaparken gördüğümüz şey daha büyük bir ceza almasına bile sebep olabilir. Onun hırsızlık yapmadığını kanıtlamak adına yaptığı yanlışları ortaya döküp, sonra da hiçbir şeyi kanıtlayamadan başını daha çok belaya sokmak istiyorsanız, durmayın." Derin bir nefes aldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Bu aleme onlar kadar hakim değildim... Belli ki, William ve Emile'in yaptıkları şey yanlıştı. Bunu söyleyerek William'ı aklamak yerine, daha beter duruma sokabilirdik. Üstelik her ne kadar bundan hoşlanmasam da, Chris yine haklıydı. Onu sadece beş dakika görmüştük. Ama bir şekilde...

"Biliyorum." Dedi Chris. Bakışlarım ondayken, gözlerimden okuyordu yine aklımdan geçenleri. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

"Ben de onun yaptığına inanmıyorum. Kitaplarla arası bile yok. Ancak, onu aklayacağız diye daha beter batırmak istemiyorum. Düzgün bir plan yapmamız gerek." Cam, aramızdaki çaresiz bakışmayı böldü hızlıca.

"Ne halde gördünüz onu? Ne yaparken?" tekrar birbirimize baktık, bunu söyleme işini ona bıraktım. Ben, söylemek istemiyordum. Ama, o da söylemedi. Klasik Chris! Öylece önüne bakmaya devam etti. İş yine bana düşüyordu belli ki.

"Emile ile, bir tık yakın bir münasebet içerisindeydiler." Cam elini alnına vurdu. İç çekti bir kez daha.

"Niye elli yaşında teyzeler gibi konuşuyorsun? Yiyişiyorlar desene!" Elimi hızla Cam'in ağzına kapatıp sinirli gözlerle baktım ona. Megafon da verseydik de tam olsaydı keşke!

"Pekala, şöyle yapacağız. Gidip o Emile cadısı ile konuşup, ne kadar süre birlikte olduklarını öğreneceğiz ve eğer uzunca bir süre birlikteydilerse, ondan detayları atlayarak şahitlik yapmasını isteyeceğiz. William'ın adını temize çıkaracağız. Ama eğer, kısa süre yan yanaydılarsa, o zaman William'ı nasıl kurtarırız bilmiyorum... Belki bayan Talose ile görüşüp bir konsül talep ederiz. Tabii, gerçekten suçsuz olduğuna eminsek..." Konsül? Kafam karışmış bir biçimde Cam'e baktım tekrar.

"Bir sorgu işte. Elementerler alemindeki adı. Yalan makinasına bağlanmak gibi düşün. Bir iksir sayesinde, sadece doğruları söyleyebildiğin bir sorgu." Kafamı salladım usulca. Eh, William'ı konsüle sokmadan önce, hiçbir şeyi çalmadığından emin olsak iyi olurdu. Yoksa elveda William.

"Emile'in detayları anlatmayacağından nasıl emin olacağız ki? Her şeyi yapar o şeyt-" İstemsizce ağzımdan çıkanların farkında vardığımda, kendimi zar zor susturdum. Cam kahkaha atarken, Chris bakışlarını yukarı çevirip usulca güldü. Eski arkadaşına neredeyse şeytan demem onu pek de kızdırmış gibi değildi.

Eh, hep biliyordum zaten.

Chris Emile'den hiç hoşlanmıyordu! Kalistolar servise başladı. O sırada Chris tekrar konuştu.

"Detayları atlamak zorunda. Kendi başı da yanar yoksa." Usulca kafamı salladım. Eğer ormanda yaptıkları şeyleri açık açık söyleseydi, kendisi de ceza alırdı. Akademide bu denli yakınlaşmak kesinlikle yasaktı. Sevgili olmanıza kimse bir şey demiyordu, ancak fiziksel temas hoş görülmüyordu belli ki. En azından, o düzeyde bir temas, hoş görülmezdi. Bunu ben de tahmin edebiliyordum. Ama belli ki, kuralları daha detaylı öğrenmem gerekiyordu.

Genel kültür olsun diye...

"Asıl sorun detaylardan ziyade, onu William'a yardım etmek için ikna etmekte bence." Şaşkınca baktım Chris'e. Şaka mı yapıyordu?

"Dalga mı geçiyorsun? Sevgililer. Birbirlerini seviyorlar belli ki. O yardım etmek istemeyecek de ben mi isteyeceğim?" Chris, çenesini sıktı bir an için. Sinirlenmişti. Ancak sinirlenmesinin yersiz olduğunu da biliyordu. Benim William'la hiçbir alakam olmadığını biliyordu. Yine de sinirleniyordu.

O bile, bazen çocuk gibi davranabiliyordu demek ki.

Yoksa, kıskanıyor musun sevgili mendeburcuk?

"Asıl sen dalga mı geçiyorsun? Gerçekten bu kadar saf mısın? Birbirlerine deli gibi aşık oldukları için mi ormanda buluşuyorlar sanıyorsun? Seni gerçekten anlamıyorum Jokey. Fanusta büyümüş gibi davranıyorsun." Ah! Tebrikler! Helena faslı kısa sürdü ve tekrar Jokey oldum! Ne mutlu bana.

Sinirle baktım suratına. Yüzünü delip geçmek ister gibi.

"Helena'ya terfi ettik sanıyordum ama yanılmışım! İnsan ilişkilerindeki tecrübesizliğimi mazur gör. Belli ki senden öğrenecek çok şeyim var. Size afiyet olsun, ben aç değilim. Gidip şu Emile'i bulacağım!" masadan hızla kalkıp arkamı döndüm. Yemek salonuna yüzünde tatlı bir gülümsemeyle gelen Tara'ya hayatımın en ruhsuz gülümsemesini gönderip kızların yatakhanesine doğru yöneldim. Tara da belli ki salona girmekten vazgeçip peşimden geliyordu.

"İyi misin? Neyin var?" yere çöküp ağlamak istedim o an. Şefkat eksikliği ara sıra beni yokluyordu. Ve bunun fitilini ateşleyen her seferinde Chris oluyordu.

"İyiyim... Teşekkür ederim Tara. Sen kahvaltını yap, sonra konuşalım olur mu? Benim ceketimi alıp çıkmam lazım." Tara usulca başını sallayıp yemek salonuna yönelmişti ki salondan kalkmış olan Chris ve Cam'i görünce adımlarını yavaşlattı. Onları görmemle ben de hızlıca yatakhaneye yöneldim.

"Bekle! Hazırlan ve çıkalım. Biz de geliyoruz." Adımlarımı yavaşlatıp onları dinledim ve sonra cevap vermeden yatakhaneye yöneldim. Hollypad'den aldığım kahverengi deri ceketi üzerime geçirip geri indim. Beni ortak alanda bekliyorlardı. Tara da yanlarındaydı ve belli ki beni beklerken durumu ona özet geçmişlerdi. Bir şey söylemeden geçide yürüdüm ve kendimi arazide buldum. Birer birer yanıma geldiler. Chris ay taşını çıkardı.

"Hadi." Dedi. Kendi ay taşımla gitmek istiyordum ama, çocukluk yapmanın sırası değildi. Hep birlikte ay taşına dokunduk ve kısa bir süre sonra kendimizi haritada igniserlere ayrılmış olan ve kalenin aşağısında, tempersitarların çaprazında bulunan geçidin girişinde bulduk.

"Ee, şimdi Emile bir yerlerden fırlasın diye dua mı edeceğiz? Akademide süzülmeyi kullanamıyoruz, geçitten de giremiyoruz. Ne yapacağız?" gözler Chris'e döndü istemsizce. Belli ki herkes onun bir plan yapmış olmasını bekliyordu. Sinirlendim, bizim beynimiz yok muydu? Neden ondan bekliyorduk?

Eh, beynim varsa da tecrübem yoktu. Gururu susturup geriye itekledim.

Keşke şu aptal kızın Bukra'sı ile iletişim kurabiliyor olsaydın Pegasus...

Pegasus hayalimde bana bir kez daha omuz silkti ve yemeğini yemeye devam etti.

İrade sahibi bir bekçi, bazen kabus olabiliyordu. Harika, şimdi de alındı.

Sana demedim! Ben öbür irade sahibi bekçilere diyorum!

Ve şimdi, daha da sinirlendi çünkü onu aptal yerine koyuyordum.

Tamam tamam, özür dilerim. Şaka!!

Pegasus tekrar yemeğine döndü, ben de Chris'e döndüm.

"Bir igniser çıktığında, Nyx'i ile Emile'e ulaşmasını rica edeceğiz. Yapabileceğimiz başka hiçbir şey yok." Usulca başımı salladım ve etrafı izlemeye koyuldum. İgniser yerleşkesi, orman sınırındaydı. Bunun bir tehlikesi var mıydı acaba?

Orman çok yakınımızda, kırmızı yeşil parlayarak selamlıyordu bizi. Ekim olmasına rağmen aldatıcı bir kış güneşi vardı. Üşüyor, ama güneşe bakarken gözlerimizi kısıyorduk. Ürperen tüylerimi yatıştırmak için kollarımı sıvazladım. Tara yanıma geldi.

"Şimdi daha iyi misin?" yüzündeki şefkat, yine içimde bir yerlere dokundu. Ah, anne... Keşke buna bu kadar muhtaç olmasaydım...

"William'a üzülmüştüm. Bir şeyim yok, umarım onu başındaki dertten kurtarabiliriz." Kafasını salladı Tara. O da benim gibi etrafına bakmaya başladı. O sırada geçitten bir igniser fırladı ve bizi karşısında görmesiyle birlikte şok oldu.

"Ne oluyor burada? Baskın mı bu? İsyan mı?! Helena burada!! İsyan mı oluyor? İgniserleri basıyorlar!" kendini bizim hiçbir şey dememize fırsat vermeden hızla geçide bıraktı tekrar ve bizi orada şok olmuş bir biçimde bıraktı. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeden öylece bakakaldım. Şaka mıydı bu?

İsyan çıkarmaya geldiğimizi sanmıştı.

Onları basacağız sanmıştı.

Kafayı yiyeceğim.

Tanrım, bana yardım et.

Pegasus, neden kahkaha atıyormuşsun gibi hissediyorum?

Ya da neden, keşke ben de orada olsaydım ve çocuk altına etseydi diyormuşsun gibi hissediyorum?

Pegasus, bir kez daha bana hayalimde omuz silkip bölmesinde turlamaya başladı. Eh, sıkılmıştı ama en azından huysuzluk yapmıyordu.

"Ne yapacağız şimdi?" dememle birlikte üçü de kahkaha attı. Sinirlerim bozulmuştu. Gözlerim Chris'in gülüşünde, bir kahkaha da ben attım. Daha saçma bir şey yaşayabilir miydim?

Saniyeler içerisinde, onlarca igniser birer birer geçitten fırladı. Aralarında Emile de vardı. Şükürler olsun ki yaptığımız şey öyle ya da böyle işe yaramıştı.

Suratıma bakan onlarca yüzle birlikte ne yapacağımı bilemedim.

Elimi alnıma vurup arkamı döndüm. Bakmaya katlanamıyordum daha fazla.

"Gerçekten bu kadar kişiyle mi isyan yapacaksınız?" Cam bir kez daha kahkaha attı. Tara yanıma gelmiş gülüyordu. Chris ne yapıyordu bilmiyordum.

"İsyan falan yok. Emile ile konuşmak için gelmiştik. Bir igniserin geçitten çıkmasını bekliyorduk ki Nyx'i ile haber gönderebilelim. Ama arkadaş, bizi görür görmez konuşmamıza fırsat vermeden geçide döndü." İgniserlerden de birkaç kişi gülmeye başladığında bir cesaret onlara doğru döndüm. Emile'in kaşları çatılmıştı.

"Siz geçin, geliyorum." Dedi onlara. Herkes bir bir geçide geri dönerken Emile yanımıza doğru yürüdü.

"Dört kişi anlatacak kadar önemli neyiniz var?" sana da merhaba, cadı.

"William'ın başı dertte. Yardım etmeni umuyoruz." Suratına bir hüzün yerleştirdi. Tanrım, neden hiçbir yaptığına inanmıyordum? Neden her şeyi sahte geliyordu?

"Ne oldu? Ederim, tabii." Eminim edersin, ruh hastası.

"Cumartesi... William'laydın. Ne kadar süre, saat kaç aralığında, bunu bize söyleyebilir misin?" Gözleri kocaman oldu Emile'in. Bunu biliyor olduğumuza inanamıyor gibiydi. Biliyoruz tabii, seni sinsi yılan. Gördük sizi!

"Ben... Ben hatırlamıyorum. Akşam, sanırım." Gözlerimi kısıp baktım suratına. Daha fazla tutamadım kendimi.

"İyi düşün Emile. Önemli." Emile yılan bakışlarını bana çevirdi.

Ben de senden nefret ediyorum, merak etme!

Dişlerini sıktı.

"Akşam sanırım dedim ya." Dedi dişlerinin arasından. Sabır dilendim o an, primustan ya da her kim beni duyuyorsa.

"Yanlış sanmışsın o zaman, Emile. Öğleden sonraydı çünkü." Yutkundu bu kez. Diş sıkma sırası bendeydi şimdi. Bize doğruyu söylemek niyetinde değildi belli ki, başından savmaya çalışıyordu. Şimdi anlamıştı ama, bir şeyler biliyorduk ve konuşmak zorundaydı.

"Ne kadar süre birlikteydik bilmiyorum... Bir süre, birlikteydik." Chris devraldı tekrar bu kez.

"Hatırlasan iyi olur. William işlemediği bir suçtan dolayı ceza aldı. Onu aklamak için Bayan Dagora ile görüşmen gerekiyor." Emile'in gözleri büyüdü, kalbi hızlandı. Onda bir sorun vardı, emindim ancak bir türlü çözemiyordum.

"Nereden biliyorsunuz işlemediğini?" dedi önce çatık kaşlarla. Sonra şok olmuş suratlarımızı gördü ve boğazını temizledi, toparlandı.

"Ne ceza aldı, iyi mi o?" Bakışlarım bir Cam'e bir Chris'e gitti. William onu seviyor muydu bilmiyordum ama, Emile'in William'ı sevmediğine emindim. Sanırım, Chris bir kere daha haklıydı...

"Yapacak mısın, yapmayacak mısın?" Chris, belli ki bir tek benim sorularıma soruyla cevap vermiyordu.

"Tabii, yaparım." Dedi Emile. Herkes derin bir nefes aldı. Ben hariç.

Ben hala, çok huzursuzdum. Hala ona güvenmiyordum.

"Hadi o zaman." Dedim. Hepsinin bakışları bana döndü.

"Şimdi mi?" Emile yine gözlerini kocaman açıyordu.

Bu kız bir şeyler çevirmiyorsa ben asla Helena değilim!

Chris de bana baktı. Anlamıştı ona güvenmediğimi. Ve belli ki bana hak verdi.

"Şimdi." Dedi gözlerini benden çekmeden Chris. Emile sağına soluna baktı. Kurtuluşu olmadığını anlamış olacak, usul usul salladı kafasını.

"Detayları atlarsan... daha iyi olur sizin için." Emile başını kaldırdı dimdik. Gördüklerimizi anlamıştı belli ki ama herhangi bir şeyden utanmıyordu. Daha çok, bizim karışmamızdan rahatsız oluyor gibiydi. Yaptıklarından değil. Başını sallayıp bize bir iki adım yaklaştı. Chris'in ay taşı ile kendimizi kalenin önünde bulduk birkaç saniye sonra. Emile kaleye ilerledi ve inferioralardan birine, acil bir konuda Bayan Dagora ile görüşmesi gerektiğini bildirdi. Birkaç dakika sonra da yukarı çıktı.

Biz aşağıda gergince bekliyor, suspus olmuş öylece duruyorduk. William için bir şeyler yapmak istiyorduk. Üstelik, yapabildik mi bunu da bilmiyorduk. Emile ne anlatacak, hangi aralıkta birlikteydiler, kitabın çalındığı saatle çakışıyor muydu hiçbirinden haberimiz yoktu. Ancak yine de, elimizden geleni yapmıştık.

Bir süre sonra Emile aşağı indi.

"Halloldu. William özgür." Çatık kaşlarla baktık ona. Sevinmeliydik hepimiz ancak bir tek Tara zıplıyordu. O hariç hepimiz, hala şüpheyle bakıyorduk Emile'e. Nasıl bu kadar çabuk özgür kalabilirdi? Onun sözü yeterli mi olmuştu gerçekten de?

"Ne?" dedi buruşuk bir suratla. Neden hala mutlu değilsiniz demek istiyordu aslında belli ki.

Sen, kendinle tanıştın mı Emile?

"Teşekkürler." Diye mırıldandı Cam. Chris başını salladı, teşekkür eder gibi. Ben de Tara'ya döndüm ve gülümsedim. Ben ona teşekkür etmeyecektim.

"Şimdi beni rahat bırakabilirsiniz. Tschüss!" kendi taşını cebinden çıkardı. İgniserlerin taşının adı neydi bilmiyordum ama zümrüte benziyordu. Eh, mantıklıydı. Kıpkırmızı bir taştı avucundaki. Taşa dokunup saniyeler içerisinde kayboldu.

"Emile Alman mı?" dedi Tara. Ben kahkaha attım, Chris kaşlarını çattı.

"Sence konumuz bu mu?" Cam Tara'ya gülerek cevap verse de, Tara bir tık üzülmüştü sanki. Cam'e gözlerimi kıstım. Omuz silkti.

"William'ın yaptığını düşünmelerinin sebebi neydi peki? Durduk yere bunu kesin William yapmıştır demediler herhâlde. Bir sebebi olmalı." Bunu herkes düşünmüştü belli ki, ancak kimse cevabını bilmiyordu. Bir şekilde öğrenirdik nasılsa...

Aklımızda sorularla, hep birlikte Tempersitar yerleşkesine döndük. Bir tek Tara mutluydu. Hepimiz hala buruşuk suratlarla ve karışık kafalarla birbirimize bakıyorduk.

Herkes baloya hazırlanıyor olacak, ortak alan boştu. Şöminenin önüne kurulduk günler sonra. Burayı özlemiştim... İlk günlerimizdeymişiz gibi hissetmiştim bir an için.

"Neden böylesiniz?" Tara, kendince bize anlam veremediğinden, haklı bir serzenişte bulundu.

"Henüz, idrak edemedik sanırım... Bu kadar kolay olmasını beklemiyorduk. Şimdi bir şey yapmamız gerekiyor mu? Yoksa öylece bırakacaklar mı William'ı? William, nerede ki?"

"Odasında. Cezanın kesinleşmesini bekliyordu. Balodan sonraya kalmıştı. Ancak eğer ceza ortadan kalktıysa... muhtemelen Bayan Talose'un da haberi vardır ve birazdan William'a güzel haberi verirler." Cam cümlesini bitirir bitirmez, yatakhanenin oradan inen merdivenlerde William göründü. Biraz, çökmüş duruyordu. Doğruca yanımıza geldi. Haber, bizden önce gelmişti sanki yerleşkeye. Üstelik oyalanmamıştık bile.

William, mutlu değildi. Neden mutlu değildi?

"Emile'i tehdit mi ettiniz?" dedi sakin bir sesle. Herkes birbirine baktı o an. Kimse cevap veremedi. Cam konuştu bir süre sonra.

"Tehdit mi? Hayır, birlikteymişsiniz. Sadece bunu söylemesini ve seni aklamasını istedik, o kadar." William kaşlarını çattı ve ayakta, tepemizde dikilmeye devam etti. Oturmadı.

"Bir şeyler anlatmış. Hırsızlıktan olmasa da, bir şeylerden yargılanacağım kesin. Bütün öğleden sonra birlikte olduğumuzu, benim hiçbir suçumun olmadığını, birlikte fiziksel şeyler yaptığımızı söylemiş. Tehdit etmediyseniz, bunları niye anlatsın? Salak mı? Neden ikimizin de ceza almasını göze alsın?" elimi alnıma vurup sinirle kapattım gözlerimi.

Ona güvenmekle en başından beri hata yapıyorduk ama denize düşen yılana sarılırdı. Dişlerimi sıktım. Yakında döküleceklerdi, az kalmıştı.

"Biz ona detayları atlamasını söylemiştik William..." dedim umutsuzca. Başını salladı usul usul. Ama siniri de üzüntüsü de geçmemişti. Ne ceza alacaktı, bu fiziksel temas sonucu?

"Yani Emile salak diyorsun..." Ne diyeceğimi bilemedim. Ama evet, Emile tam bir salaktı. Neden böyle bir şey yapmıştı ki? Ruh hastası diye boşuna demiyordum işte! Şimdi ikisi birden ceza alacaklardı.

Hangisinin cezası daha ağırdı peki, hırsızlığın mı yoksa sağda solda yiyişmenin mi?

Kalbim hırsızlık dese de, Alderwild benim uzmanlık alanım değildi sonuçta. Bir fikrim yoktu. Chris'e döndüm. Yine, bakışarak anlaştık. Hiçbir şey dememe gerek kalmadan aklımdaki soruyu cevapladı öylece.

"Daha hafif bir ceza alacaksın. Yapmadığın bir suçtan ceza almaktan iyidir. En azından, yaptığın bir şeyin cezasını çekeceksin." William, Chris'e sinirle döndü bir kere daha. Bir türlü mutlu olmuyordu. Kafayı mı yemişti? Onu yapmadığı bir hırsızlık suçundan aklamıştık!

"Senin başının altından çıkıyor değil mi bu, Chris? Emile bir daha benimle konuşmadığında, mutlu olacaksın. Değil mi?" kaşlarım çatık bir biçimde, istemsizce ayağa kalktım. William'ı ortamdan uzaklaştırmak, sakinleştirmekti niyetim. İhtiyacımız olan son şey, bu iki eski arkadaş arasında bir gerginlikti.

"Sinirle istemediğin şeyler söyleyebilirsin. Biraz hava almaya ne de-" Cümlemi bitiremeden William'ın aynı sinirli tonlamasıyla bölündüm.

"Sen karışma, Jokey." Dedi imalı bir biçimde. Jokey... Ne zamandan beri, Jokeydim William için? Birkaç adım geri attım. Bu jokey olayı ciddi anlamda sinirlerime dokunmaya başlıyordu.

"Derdin ne? Sana iyilik yaptığımızı sanmıştık." William gülümsedi. Bakışlarını önce tavana çevirdi sabır dilenir gibi, sonra tekrar bana baktı.

"Ne o, rahatsız mı oldun? Chris sana jokey dediğinde de bu kadar rahatsız oluyor musun?" William'ın, bambaşka biriymiş gibi konuşmalarına bir türlü anlam veremedim. Kırılmıyor, aksine kızıyordum. Sanki onunla değil de tanımadığım, saçma sapan bir insanla konuşuyordum. Ne olduğuna anlam veremeden ağzım hafif açık bir biçimde öylece baktım. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir şeyler demeye hazırlandığımda da, Chris lafa girmişti çoktan. Ve o da ayaktaydı şimdi.

"Emile benim umurumda bile değil, William. Kendine gel, olur mu? Eğer hırsızlıktan ceza alsaydın, Akademiden bir süreliğine uzaklaştırılacaktın. Şimdi en azından birkaç hafta serbest vaktin kısıtlanır ya da septi ferarum'da falan çalışırsın. Toparlan. Herkes senin iyiliğin için uğraşıyor." William bir kere daha güldü tıslar gibi. Hepimizi, dalgaya alıyor gibiydi. Söylediklerimizi bir türlü algılayamıyor, kafasına sokamıyordu. Burada kötü olan neydi? Emile'e bu kadar mı aşıktı gerçekten? Yoksa kafayı mı yemişti?

"Ne zamandan beri umurunda değil Emile tam olarak? Çünkü ben öyle hatırlamıyorum." Yutkundum. Derin bir nefes aldım. Ve bir kez daha yutkundum. Bu cümlenin altındaki anlama kafa yormamaya çalıştım. Başka şeylere odaklanmaya çalıştım. Şömineye, Cam'e, Tara'ya... Ama yapamadım...

Chris, bana bakmıyordu. Bu da içimdeki endişeyi büyüttü. Chris, Emile'den hoşlanıyor olabilir miydi gerçekten? Asla, asla ihtimal vermediğim bir şeydi bu üstelik.

"Sınırı aşıyorsun." Dedi Chris. İnkar etmedi... Aksine, bir sırrı ortaya döktüğünü ima eder gibiydi. Korktuklarım, başıma gelir gibiydi.

"Sizin gibi mi?" William merdivenlere geri döndü ve uzaklaştı. Chris sol çaprazımda öylece duruyordu. Cam ve Tara, ufalıp yok olmuş gibilerdi. Ben, ben ne halde olduğumdan pek emin değildim. Hepimiz dağılmıştık çünkü böyle bir tepki beklemiyorduk ama ben aynı zamanda çökmüştüm de. Ne yapacağımı bilemedim.

"Ben kalkayım artık, balo için hazırlanmam gerekiyor. Beş buçuk gibi görüşürüz, olur mu Cam?" Tara Cam ile konuşup yanımızdan ayrıldı. Belli ki baloya beraber gidiyorlardı. Gülümsedim. Bu onlar için iyi bir şey demek olabilirdi. Chris ve ben içinse, iyi bir şey var mıydı bunu merak ettim.

"Ben de geliyorum. Çıkalım hadi." Cam de Tara ile birlikte ayaklandı ve merdivenlere yöneldi. Ortamda sadece ikimizin kalacağını fark etmemle birlikte hiçbir şey demeden peşlerine takıldım ancak Chris'in eli bana engel oldu. Elini koluma uzatıp beni durdurdu. İstemsizce kolumu geri çektim ama ona doğru döndüm yine de.

"William'ın dediği gibi bir durum yok. Bunu açıklamam bile çok saçma, inan bana. Ama bu bahsedilen şey, hatırlayamayacağım kadar eski bir zamandaydı." bakışlarımı yüzüne kaldırdım. Bir yanım, bana açıklama yaptığı için oldukça mutluydu. Diğer yanım ise hala bir miktar tatsızdı. Eskiden de olsa, bir zamanlar ondan hoşlandığını bilmek canımı sıktı. Daha da kötüsü, ne cevap verecektim şimdi? Panik olup saçmalamamak için dua ettim.

"Önemli değil. Açıklamak zorunda değilsin." Tekrar döndüm merdivenlere. Usulca çıkmaya başladım. En azından saçmalamadım diye avuttum kendimi.

"Biliyorum. Ama açıklamak istedim." O da arkamdan yürümeye başladı. Tekrar ona dönmedim. En azından, içim biraz olsun rahatlamıştı. Yatakhanelerin ayrıldığı noktaya geldik.

"Beş buçukta o zaman..." başımı salladım ve odama yöneldim. Odama geldim ama, bunca saat ne yapacaktım ki? Baloya daha dört saat vardı. Giyinmek, saçımla uğraşmak ve makyaj yapmak ne kadar sürerdi? Eh, dört saat sürmezdi. Yatağa oturdum, günlerdir aklımı meşgul eden onlarca şeyin bir kez daha zihnime dolduğunu hisseder hissetmez ise geri ayağa kalktım. Benim, odada yalnız kalmam çok sağlıklı değildi. Benim yalnız kalabildiğim (yalnız olduğumu sandığım) tek yer o kulenin tepesiydi. Şimdi burada, birazdan diğer oda arkadaşlarımın gelebilecek olduğunu bilerek derinlere dalamazdım. Merdivenlere yöneldim tekrar. Aklımı uzunca bir süredir meşgul eden önemli bir konuya odaklandım o an yine.

Annem... Annem ve Bayan talose'un ilişkisi.

Bayan talose'a ulaşmak istediğimizde ne yapıyorduk ki? Öylece bekliyor muyduk bir köşede? Acaba ona mesaj gönderilebilir miydi Nyx ile? Üstelik, ben daha önce Nyx ile bir konuşma başlatan taraf da olmamıştım hiç. Sadece cevap göndermiştim. Eh, istemsizce tabii.

Tereddütle cebime yönelip günlerdir sessiz olan krizantemi elime aldım. Parola ile Nova'yı çıkartıp korku içinde gevelemeye başladım.

"Şey, sizi rahatsız ettiğim için gerçekten çok üzgünüm Bayan Talose... Bu doğru bir iletişim yolu mu bilmiyorum ancak size nasıl ulaşacağımı bilemedim. Yatakhane katındayım ben, görüşmemiz mümkün mü?" susup birkaç saniye Nova'ya baktım. Gözlerini kırpıştırarak beni izliyordu. Öyle sevimliydi ki, onu oradan her çıkardığımda yemek istiyordum.

"Bayan Talose'a iletebilir misin mesajımı?" Beni anlamıyordu, biliyordum. Çünkü avucumda öylece gözlerini kırpmaya devam ediyordu. Bu da hala mesajı kaydediyor demekti...

Bayan Talose'un yeterli olacağını düşünmüştüm.

"Sidney Talose." İsmini tam olarak söylememle birlikte Nova yine bir asker selamı verip krizanteme oturdu ve ben de onu tekrar parola ile kapattım. Şimdi, burada böyle salak gibi bekleyip bayan talose'a ulaşmış olmayı ummak zorundaydım.

Yaklaşık bir saat orada dikildikten, muhtar gibi herkesle selamlaşıp iki üç kelime ettikten ve hoşnutsuz bakışlara aynı şekilde karşılık verdikten sonra üst katta bir hareketlenme hissettim. Profesörlerin katıydı burası. Zirve.

Lütfen bayan talose olsun.

Lütfen bayan talose olsun.

Lütfen bayan talose olsun.

Saniyeler içerisinde sanki ay taşı kullanmış gibi bizim katta belirdi bayan talose. Üzerinde oldukça koyu bir gri, hatta antrasit gibi bir elbise vardı bir kez daha. Bu kadın her gün baloya gider gibi giyiniyordu. Akşam ne giyinecekti o zaman?

"Bayan talose, ben çok üzgünüm. Sizi rahatsız etmek gerçekten isteme-" geçen sefer yaptığı gibi elini yine zarifçe kaldırarak beni yarıda kesti.

"Beklettiğim için üzgünüm Ma Petite. Yaramaz elementerlerle meşgulüm bu ara. Gerçi sen de aşinasın. Onlardan biri de William çünkü. Yakın arkadaşın, değil mi?" başımı salladım usul usul. Artık o kadar da emin değildim gerçi.

"Heyecanlı mısın?" dedi. Kafam karışmış bir biçimde baktım yüzüne. Hiçbir şey anlamadığımı fark etmiş olacak, açıklamaya devam etti.

"Seni odama çıkarıyorum. Bu herkese nasip olmaz tabii." Gülümseyerek kıpırdandım. Heyecanlanmıştım gerçekten de. Benimle odasında görüşmek istediğini söylediğini hatırlamıştım ama gerçek anlamda Zirve'ye çıkabileceğimi düşünmemiştim.

"Dokun bakalım bana. Hadi, çekinme." Uzattığı eline dokundum ve kendimi saniyeler içerisinde oldukça geniş bir odada buldum. Grinin yüzlerce tonuyla döşenmiş, karmakarışık ancak huzurlu bir odadaydım. Oda oldukça kalabalık ve uyumsuzdu ve bu onu uyumlu yapmıştı. Bir duvar boydan boya kitaplıktı. Kim bilir burada ne kitaplar vardı... Yutkundum. Acaba bana kitap ödünç verir miydi?

Diğer duvara ilişti gözüm. Önünde koyu gri ve altın rengi işlemeli bir üçlü koltuk, arkasında da Alderwild'in uzaktan resmedildiği bir tablo vardı. Odanın tam karşı duvarı Bayan Talose'un devasa masası ve yine gri, altın işlemeli koltuğu ile döşenmişti. Masanın önünde bir sehpa, sehpanın iki yanında yine işlemeli berjerler vardı. Yerde İran halısı benzeri bir halı ve halının en ucunda da uyuyan bir kedi vardı!

Sevinçle kediye koştum. Oldukça küçüktü ve o da griydi. Cins bir kedi gibi değildi ancak inanılmaz güzeldi. Tüyleri pamuk gibiydi ve uyuduğu için gözlerini de görememiştim. Usul usul sevmemle birlikte gözlerini açtı yavaşça. Yemyeşil bir çift gözle bana hafifçe miyavladı. Onu keşke yiyebilseydim!

"Ciri çok miskindir. Onu mazur gör lütfen. Henüz bir yaşında bile değil ancak iki yüz elli yaşında bir elementer kadar miskin davranıyor!" gülümsedim. İki yüz elli yaş demek.

Alışacaksın Helena, yakındır kızım!

"Odanız büyüleyici Bayan Talose. Sizi olduğunuz gibi yansıtmış." Bayan talose gülümseyip berjerlerden birine oturdu ve karşısındakini eliyle işaret etti. Masasına oturmak yerine, tam karşıma oturmuştu. Gülümsedim. Dünyanın en kibar insanı benim profesörümdü. Belki de, annemin de arkadaşı...

"Ben..." yutkundum. Söze nasıl gireceğimi bilemedim. Boğazımı temizleyip tekrar denedim.

"Ben nedense, sanki siz..." Bayan Talose gülümseyerek bakışlarını kedisi Ciri'ye çevirdi. Ciri onun ayaklarının dibine dolanmış, sehpanın önüne kurulmaya niyetleniyordu.

"Annenle ben... Düello kulübünden tanışıyoruz Ma Petite. O zamanlar sadece bir profesördüm. Annen de akademideki son senesindeydi. Düello kulübüne yeni katılmıştı. Biliyor musun? Onu daha görür görmez kanım kaynadı ona! Hayat doluydu... Capcanlıydı. Açılması epey zaman aldı. Kendinin farkında değildi, hep geri duruyordu. Onu açabilmek için oldukça çaba sarf ettim! Ama bir kez başardıktan sonra, bir daha durduramadık onu. Çok başarılıydı, çok iyi bir kalbi vardı. Akademiden mezun olmasıyla birlikte, Alderwild'de eğitim vermeye başladı. O kadar başarılıydı ki onu kaybetmek aptallık olurdu..." bir nefes aldı ve gözlerini benden çekip Ciri'ye odakladı tekrar. Gözlerim dolmuştu, bana zaman vermek istiyordu. Hissetmiştim. Ağladığımı görmemek istiyordu. Bakışlarımı tavana çevirip nefeslendim ben de. Daha sonra ağlayacaktım, şimdi değil. Birkaç damla yaşı silip tekrar ona odaklandım. Ciri bu kez de benim bacaklarımın etrafında dolanıyordu.

"Profesör olur olmaz, görüşmeye başladık. Profesörler öğrenciler gibi değil, biliyorsun... Biz, birbirimizle çok daha az kısıtlamalarla görüşebiliyoruz. Beraber yemek yedik, alışverişe gittik, izinli olduğumuz günleri beraber geçirdik... İki yakın arkadaş olduk. Kısa süre sonra da, annen babanla tanıştı... Bana onu anlatmaya başladı." Ellerimi yumruk yaptım istemsizce. Annemin öldüğünü çok uzun zaman önce kabullenmiştim. Bunu aştığıma inanmıştım hep. Yıllarca ağlamamıştım mesela. En son ne zaman annem öldü diye ağladığımı hatırlamıyordum bile.

Hep üzülmüştüm, hep sızım sızım sızlamıştım ama ağlamamıştım. Kabullenmiştim.

Ta ki onu öldürenin babam olduğunu öğrenene kadar.

O gün yaralarım en baştan deşilmiş, kabukları bir bir koparılmış, acım tekrar dağlanmıştı. Bu defter tekrar açılmış, yaşlar tekrar dökülmüştü.

Onu yeni baştan kaybetmiştim. Yeni baştan gömmüştüm.

Şimdi, onun böylesine hayat dolu biri olduğunu öğrendikçe, bir kere daha mahvoluyordum. Onunla büyüseydim... onunla bir gün bari geçirebilseydim...

Bir kere alabilseydim kokusunu.

Bir kez olsun gözlerini görebilseydim.

Neye benzediğini bile bilmiyordum. Hiç görmemiştim ki...

Yaşlar göz pınarlarımı talan etmiş, beni çaresiz bırakmıştı. Yumruk yaptığım ellerimi gevşetip hıçkırdım istemsizce. Gözlerimi silip toparlanmaya çalıştım.

"O adamı... Es geçebilir miyiz? Sadece annemi konuşsak, olmaz mı?" Bayan Talose'un kaşları çatıldı. Ondan o şekilde bahsetmeme şaşırmış gibiydi. Bunda şaşıracak ne vardı?

"İsyan için ondan böylesine nefret etmeni elbette anlıyorum Ma Petite... Ama o yine de senin baban." Ayağa kalktım istemsizce. Kalbim yine içerisinde olduğu kemik yığınına huzur vermemeye ant içmişti. Sinirlerim boyumu aşmıştı ancak bunun bayan talose ile hiçbir ilgisi yoktu. Sakin olmak zorundaydım. Nefes almak, kendimi yatıştırmak zorundaydım.

"İsyan için mi... Babam... Yani, ben ondan sadece bu yüzden nefret etmiyorum. Yani, tabii ki bu yüzden de nefret ediyorum! Ama, ben... Bunu en iyi sizin bilmeniz gerekir Bayan Talose. Siz de ondan nefret etmiyor musunuz? Hayat dolu öğrencinizi, yakın arkadaşınızı sizden çaldığı için?" Bayan Talose da ayağa kalkıp karşıma geçti. Yüzü öyle allak bullaktı ki, hiçbir şey okuyamıyordum. Neler olduğu hakkında en ufak bir fikri yok gibiydi.

"Bu onun suçu değil ki... Annen isyana katılmayı kendi seçti Ma Petite..." gözlerimi kısıp, ne diyeceğimi bilemez bir biçimde bakmaya başladım. Kalbim ağzıma geldi bir kez daha. Midem bulanmaya başladı yine. Yutkundum.

"Bayan Talose... Sizin, haberiniz yok mu? Ben, anlamıyorum. Annemin neden öldüğünü biliyor musunuz?" Bayan Talose da aynı benim gibi, kurumuş bir boğazla ve zor alınan nefeslerle dikiliyordu karşımda. Elini usulca kaldırıp koluma koydu. Bana destek olmak istiyordu ama kendi de benden farksızdı.

"Seni birine yönlendireceğim, olur mu? Adı Tiran. Hollypad'e yakın bir kasabada yaşıyor. Stormak'ta. Hüması, isyan zamanında öldü ve Kelpie oldu. Onun bekçisinin gözünden, isyan zamanlarını görebilirsin... Anneni. Ve babanı. Hatta belki..." Tamamlayamadı cümlesini ama ben tamamladım aklımda.

Hatta belki ölümünü.

İç çektim bir kez daha. Elbette annemi görmek istiyordum, hem de her şeyden çok. Ancak nasıl öldüğünü görmeyi kaldırabilir miydim? Bundan emin değildim.

Yine de, bir an önce Tiran denilen adamla görüşmem ve beni yiyip bitiren onlarca şeyden birkaçına açıklık getirmem gerekiyordu.

Chris, bana çok kızar mıydı?

Anlayış gösterirdi. Konu benim annemdi. Bekleyemezdi. Baloya seneye katılabilirdim.

"Tabii. Sevinirim Bayan Talose. Teşekkürler. Gitsem iyi olacak..." Gitsem iyi olacak, çünkü gücüm kalmadı.

Gitsem iyi olacak, çünkü bazı şeylerle başa çıkamıyorum artık...

Gitsem iyi olacak, çünkü görmem gereken bir geçmiş var.

Bayan Talose usulca başını salladı ancak birkaç saniye sonra yine o yumuşak sesini duydum.

"Bir isteğim olacak senden... Hatta Profesörün olarak buna bir ödev de diyebiliriz sanırım, ha? Baloya katılmadan Tiran'ın yanına gitmeni istemiyorum, olur mu Ma Petite? Geçmiş hiçbir yere kaçamaz..." durakladım ve saniyeler içerisinde yine tüm odağımı insanların (özellikle de Chris'in) beni nasıl bu kadar kolay okuyabildiğine verdim. İç çektim istemsizce.

Birkaç saat... sadece birkaç saat gecikecektim geçmişime, o kadar.

"Baloda görüşürüz, Bayan Talose." Yüzündeki ufak gülümsemeyi gördüm ve daha ne olduğunu bile anlamadan kendimi yatakhane koridorunda buldum.

Nedense, bu konuşma onu da yıprattı gibi hissetmiştim.

Duşumu aldım, saçlarımı örüp yarım bir biçimde topladım, hafif bir makyaj yaptım, ağladım.

Yüzümü silip tekrar makyaj yaptım.

Tekrar ağladım...

Bütün makyajımı silip yatağa uzandım.

Saçım bozuldu, tekrar yaptım. Ağladım, ağladım, ağladım...

Saatlerce düşüp, tekrar ayağa kalktım ve tekrar düştüm. Yıkıldım, toparlandım, sonra bir kez daha enkaza döndüm. Balo öncesi Bayan Talose ile konuşmak çok da iyi bir fikir değildi belli ki...

Hızla ayağa kalktım bir kez daha. Son iki saattir yaptığım gibi, yine bir umutla kalkmıştım ancak bu kez bir kere daha enkaza dönecek gücüm de yoktu vaktim de. Bir kez daha yüzümü yıkayıp sabırla, saçımı da makyajımı da tekrardan yaptım. Dolaptan elbisemi çıkarıp uzun uzun baktım. Chris'le birlikte, rüya gibi bir ziyaret sonucu almıştık bu elbiseyi. Biraz olsun heyecanlandım.

Ben canım acıdığında akşam yatağımda ya da kulede çekmeye alışmıştım bunu, bunda sorun yoktu. Ancak böyle güpegündüz, görülme ihtimali olan bir yerde bunu yaşamak istemiyordum. O yüzden elbiseye odaklandım tekrardan. Gerçekten ama gerçekten, olabilecek en güzel elbiseyi seçmiştik...

Giyindim ve saate baktım. Buluşma saatimiz gelmişti. Koridora çıktım, Chris bizim koridorun en sonunda, erkekler yatakhanesinin koridorunun girişinde bekliyordu. Bana doğru bakmıyordu ancak ben bu mesafeden dahi seçebiliyordum onun kahve gözlerini. Üzerindeki siyah takım, içindeki beyaz gömlek, parlak ayakkabıları, kahve gözleri...

Nefes kesici görünüyordu.

Kelimenin tam anlamıyla, muazzamdı. Gecenin en yakışıklı erkeği olacağını bütün hücrelerimde hissedebiliyordum. Diğer hiç kimseyi görmeme gerek yoktu. Ayaklarım istemsizce ona yöneldi, yürümeye başladım.

Chris sanki geldiğimi biliyor, bilinçli olarak bana bakmıyordu. Gözü ayakkabılarında, saatinde gidip geliyordu. Bakışları uzunca bir süre bana dönmedi. Yanına ulaşmama birkaç metre kala, bana döndü bakışları. Adım atamadım o an. Olduğum yerde kaldım. Onun için de zaman dondu benim için de. Onun kıyafeti, delici gözleriyle tamamlandı. Bense saçım ve makyajımla tamamdım şimdi.

Benim yürüyemediğimi fark etmiş olacak, bana doğru yürümeye başladı. Yüzünde en ufak mimik oynamıyordu. İkimiz de başka hiçbir yere bakamıyor, hiçbir şey yapamıyorduk. Yutkundum. O da yutkundu. Bana çok, çok yaklaştı ve tam karşımda durdu.

"Şiddetle başlayan hazlar şiddetle son bulurlar." Dedi fısıltı gibi bir sesle. Zaten öyle yakındı ki, duymakta zorlanmamıştım.

Bütün hücrelerim kokusuyla bayram ederken, günler sonra sigara içen tiryaki gibi hissetmiştim kendimi. Ciğerlerim yine bana ihanet ediyordu. Ne zaman alışacaklardı buna?

"Ölümleri olur zaferleri." Dedim ben de ona... Chris hafifçe gülümsedi, yanıma geçti. Sağ kolunu uzattı bana. Koluna girdim, yürümeye başladık. Yerleşkenin dışına çıkar çıkmaz da kalenin önünde bulduk kendimizi. Hiç konuşmadık.

Bahçe oldukça kalabalıktı, birçok elementer balo için hazırlanmış, eşleriyle beraber bir sohbete dahil olmuştu bile çoktan. Biz hala konuşmuyor, sadece yutkunabiliyorduk. İkimiz de, temel bazı refleksleri unutmuş gibiydik. Diğerleri gibi bahçede boş bir köşeye geçip beklemeye başladık. Birazdan herkes, salona ilerleyecekti. Kalenin altıncı katı, balo ve etkinliklerin yapıldığı devasa bir alandı. Orayı ilk kez görecektik çaylaklar olarak.

Etrafıma bakınmaya başladım. Onlarca yüzün arasında tek tük tanıdığım insanlar vardı. Çaktırmadan kızların elbiselerini inceleyerek oyalıyordum gözlerimi. Tara ve Cam'i fark etmemi sağlayan ise, Tara'nın heyecanla salladığı eli oldu. Ben de ona gülümsemeyle karşılık verdim ve bize doğru gelmeye başladılar. Tara simsiyah, kısa bir elbise giymişti. Geceye gerçekten çok uygun görünüyordu. Cam de Chris gibi siyah bir takımın içerisindeydi. İkisine de gülümsedim. Çok yakışmışlardı...

"Muhteşem görünüyorsun! İnanılmaz olmuşsun Helena!" Tara bana hafifçe sarıldı. Ben de ona aynı şekilde karşılık verdim. Kendi aramızda bir sohbete girdiğimiz sırada görüş alanıma bir çift girdi ki, bütün dikkatimi söküp almaya yeterdi.

Emile ve William.

Baloya gelmişlerdi.

Belli ki, William'ın bize çemkirdiğine değmemişti. Emile onu bırakmamıştı. Üstelik, sayemizde dört duvar arasında olmaktansa onun yanında, kolundaydı. Daha ne istiyordu?!

Gözlerimiz kesişti William ile. Hızlıca beni süzdü baştan aşağı. İstemsizce gözlerimi kıstım.

Chris önüme geçti bir anda. Bir şeyler söylemeye başladı. Ancak benimle değil Cam ile konuşuyordu.

Arkasından çekilip sağa geçmeye çalıştım çünkü William ile henüz bitmemiş bir hesabımız vardı! Ona ters ters bakacak, kendini kötü hissettirecektim! Ancak, bir kez daha önüme geçen Chris'le birlikte görüş alanım tekrar kapandı. Sinirle ofladım.

"Çekilsene bir saniye!" Chris kaşlarını çattı. Ben onun cüsseli vücudu üzerinden sağa sola bakmaya çalışırken, o birkaç ufak hareketle sürekli önümü kapatıyordu.

"Cam seninle konuşuyor, ona mı baksan?" dedi hızlı hızlı. Sola döndüm, Cam'e baktım. Tara'nin yakasındaki siyah çiçeği tutturmaya çalışıyordu.

Tekrar Chris'e döndüm. Hala aynı çatık kaşlarla bana bakıyordu. Bir kez daha arkasından çekilip karşıma baktığımda, William ve Emile çoktan oradan ayrılmışlardı. Kollarımı göğsümde topladım sinirle. Chris güldü. Bir şeyler söylemek için ağzımı açmıştım ki, çevremizdeki derin sessizlik beni de susturdu. Sağa sola baktık ve herkesin odağının bir yerde toplandığını gördük. Bayan Dagora kalenin girişinde, üzerinde saks mavisi, uzun kuyruklu, saten bir elbise ile duruyordu. Öyle heybetliydi ki, ona yaklaşmak bile belli bir cesaret gerektirirdi...

Tekrar küçük grubuma döndüm. Herkes konuşmaya başlamıştı bir kez daha. Ancak bu sefer de benim grubum susuyordu yine. Neden sustuklarını anlamak için baktıkları yere baktım ve Bayan Dagora'nın ve yanında da uzun boylu bir adamın bize doğru geldiğini gördüm. Ellerim titremeye, midem yine ağzıma gelmeye başladı. Bunca insanın içerisinde, benim yanıma gelmeyecekti herhâlde, değil mi? Yanındaki kimdi peki? Tulparla alakalı olmalıydı...

"Çocuklar, Helena'yı bir saniyeliğine çalabilir miyim?" herkes nutku tutulmuş bir biçimde, konuşmadan usulca başını sallayıp uzaklaştı yanımızdan. Yutkundum. Chris bile uzaklaşmıştı...

"İyi akşamlar bayan dagora. Size de iyi akşamlar." Bayan daograya ve yanındaki adama zar zor, bir selam verdim içime kaçmış sesimle. Boğazımı temizleyip bir sonraki konuşmaya hazırladım kendimi.

"Büyüleyici görünüyorsun Helena. Gece'ydi, değil mi?" başımı salladım yavaş yavaş. Ben daha çok, gün doğumundaki o mavi gökyüzü gibiydim aslında...

"Ivan burada. Uzunca seneler bekçi tarihi çalışan nadir insanlardan... Tulparlar hakkında da bildiği birkaç şey var. Bir süre seninle birebir çalışacak. Pratik ve teorik dersler yapacaksınız. Ivan, Helena oldukça parlak bir öğrencidir. Onunla çalışmaktan zevk alacağını umuyorum." Hafifçe gülümsedim ancak göğsüm huzursuzlukla doluydu. Kaynağı Pegasus'tu aslında. Bayan Dagora'yı sevmediğini hissetmiştim hep, şimdi de Ivan'ı sevmemişti belli ki çünkü huzursuzluğunda değişen bir şey yoktu.

Tulpar, Bayan Dagora'yı korumak için gelmiş gibi değildi pek...

Bir anda panik sardı bedenimi. Pegasus en başından beri Bayan Dagora'dan hoşlanmıyordu. Bunu hissediyordum. Bu, ne demekti?

Nefes alamıyorum.

Odaklan, odaklan, odaklan!

Bunu nasıl kaçırmıştım?

Aptal gibi Rose, Dimitri, Edward diye düşünüp durmasaydım böyle bir şeyi asla kaçırmazdım!

Pegasus, en başından beri Bayan Dagora'dan hoşlanmıyordu. Bunun bir anlamı olmalıydı.

Midem kasıldı.

Pegasus, isyanı mı destekliyordu?

Nefes almak zorundaydım yoksa bayılacaktım.

Bir şeyler yapsan iyi olur pegasus...

Vücudumdan çekilmiş olan kanın yavaş yavaş yerine döndüğünü hissetmeye başladım ve derin bir nefesi ciğerlerime oldurdum. Geçen sürede Bayan Dagora'nın söylediği hiçbir şeyi duymamıştım. Bir şeyleri duyabilir hale geldiğimde de Ivan ilk kez konuştu.

"Memnun oldum Helena. Yarın akşam bir araya gelelim. Bir program yapalım." Tabii, yarın akşam boşum. Sorduğun için saol Ivan. Ben de seninle tanıştığıma memnun oldum. Seninle çalışmak ve Bayan Dagora'nın sonunu getirmek için sabırsızlanıyorum...

Eh, iki yüzlü Helena olarak bunları yine dışımdan söyleyemedim...

Üstelik doğru düzgün konuşabilmem ve nefes alabilmem bile bir mucizeydi o an için. Gözlerim onca kalabalığın içinden Chris'le kesişti. Üç dört metre mesafeden o da beni izliyordu. Bir şeylerin ters gittiğini anlamış olacak, bize doğru yürümeye başladı. Ancak başımı hafifçe sağa sola salladım.

Odaklanmak, şüphe çekmemek zorundaydım. Boğazımı temizledim.

"Tabii. Görüşmek üzere o zaman." Başımı sallayıp yanlarından ve meraklı gözlerden uzaklaştım. Yeterince derdim yokmuş gibi, bir de merakla uğraşamazdım. Chris, Cam ve Tara üçlüsü biraz ilerde bekliyorlardı beni. Onlara zıt köşede de William ve Emile vardı. Emile'in aptal kıyafetini net bir biçimde seçebiliyordum sonunda. Onların teması neydi bilmiyordum ama palyaçoydu herhâlde. Çünkü üzerinde sarı, inanılmaz kısa ve ışıl ışıl bir elbise vardı. Gözlerimi ondan çekip William'a sabitledim. Chris yüzünden atamadığım o öldürücü bakışları atabilirdim şimdi. Baktım, baktım, baktım ve asla çekmedim gözlerimi. Sonunda, gözlerini çeken o oldu. Mahcuptu çünkü. Eh, olsundu zaten.

William'ı mahcup etmek bir nebze içimi rahatlatsa da, öyle büyük dalgalarla boğuşuyordum ki nehirde boğulacak değildim. Ancak bugün dalgalarla boğuşmak istediğimden de emin değildim...

Sadece bir gün, ara versem olmaz mıydı?

Chris diğerlerinden uzaklaşarak bana doğru birkaç adım attı.

"Neyin var? Ne dediler sana da böyle oldun?" kim bilir nasıl görünüyordum dışardan bakıldığında. Gülümsemeye çalıştım.

"Balodan sonra." Dedim zar zor. Başını salladı usulca. Ancak iyi olmadığımı görmüş olacak ki, kolunu uzattı girmem için. Başımı kaldırıp gözlerine baktım usulca. Başını hafifçe eğdi ve koluna girmemi istediğini belli etti. Kolunu hafifçe kavradım. Gerçekten de daha iyi, daha güçlü hissetmiştim şimdi.

"Hadi, içeri geçelim artık." Yanlarına ulaşmamızla birlikte, birkaç kişinin ardından kaleye girdik. Merdivenleri usul usul çıkıp altıncı kata ulaştık. Balo salonunun devasa bir kapısı vardı. Bu kalede birçok şey modern olsa da, kapılar 1800'lerden fırlamış gibi oluyordu hep. Bu da öyle bir kapıydı. İşlemeli, ışıltılı ve devasa.

Önce Tara ve Cam, sonra biz girdik içeri. Salon çoktan dolmaya başlamıştı. Her yer açık mavi ve grinin bir karışımı gibiydi. Tavan hariç. Tavan, bitkilerle kaplıydı. Işık saçan, sesleri yükselten ve bitki türleri dersleri sayesinde şarkı söylediğini bildiğim bitkilerle...

Salon da tıpkı kapı gibi devasaydı. Heybeti nefesimi kesti. Sandalye yoktu, yüksek masalar ve üzerinde çeşit çeşit ikramlıklar vardı. Bir anda acıktığımı hissettim onları görür görmez. Sol taraftaki masalardan birine geçtik ve dört kişi masayı kapattık. Herkesin salona gelmesini ve salonun yavaş yavaş dolmasını bekledik. Beklediğim kimse olmamasına rağmen sık sık kapıya bakıyordum. O sırada, içeriye giren çift beni olduğum yerde zıplatmaya yetti.

"Fernando, Klaer!" diye çığlık attım istemsizce. Kimseye bir şey söylemeden koşarak girişe yöneldim ve yanlarına ulaştım. İkisini de nefessiz bırakacak kadar sıkı sarılıp mızmızlanmalarını dinledim. Neredeyse ağlayacaktım! Onları o kadar çok özlemiştim ki.

Fernando'nun üstünde gözleriyle muhteşem bir uyum yakalamış olan koyu lacivert bir takım vardı. Klaer ise Peter Pan'daki perilere benziyordu. Kısa, koyu mavi ve ışıltılı bir elbise giyiyordu. Elbise tek omzunu açıkta bırakmış ve bütün bedenini sarmıştı. Çok uyumlulardı.

"Nerelerdeydiniz! Sizi çok özlemişim, ben bile bu kadar özlediğimi bilmiyordum." Fernando kocaman gülümserken, Klaer her zamanki gibi daha sakindi.

"Fernando biraz daha başarılı olabilirse, belki Akademide daha çok zaman geçirme şansımız olur." Ben kahkaha attım, Fernando gözlerini kıstı. Daha dakika bir, didişmeye başlamışlardı bile. Ama bunu bile çok özlemiştim!

"Bir dakika bir dakika, kız dayanışması mı bu? Ben Helena'nın balo eşini pataklayamayım diye konuyu bana mı çeviriyorsun yoksa?" bir kez daha güldüm.

"Balo eşimi pataklayabileceğinden pek emin değilim." Dedim boş bulunup. Sonra hızlıca Fernando'ya çevirdim bakışlarımı. Gözleri çoktan kısılmıştı.

"Kimmiş o? Ne demek bu açıkla bakayım. Kimle geldin sen?" Klaer elini Fernando'nun koluna koyup ufak bir otorite kurdu üzerinde. Fernando'nun bakışları gevşedi. O ufak temas bile onu yakıyordu, bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Sorunları her neyse, bir gün çözebilmelerini çok isterdim...

"Bırakın şimdi bunu, konuşacaklarımız var." Nefeslenip nereden başlasam diye düşündüm.

Ve hiçbir yerden başlayamadım.

Çünkü o duru ses, her şeyi alıp başka bir boyuta taşıdı bir kez daha.

"Fernando, değil mi?" dedi. Bakışlarım bir Klaer, bir Fernando'da geziniyordu. Chris elini hafifçe belime koydu. Elbisenin açıkta bıraktığı, o ufak kısıma...

Tanrım al canımı.

Yutkunmaktan gırtlak kanseri olacağım...

Fernando usulca başını salladı ama konuşmadı. Onu gerçekten pataklar mıydı yoksa?

"Chris. Helena'nın balo eşiyim." Elini uzattı. Belimde olmayan elini. Helena dedi bir kez daha...

On sekiz yıldır aldığım milyonlarca nefesi unutmak bu kadar kolay olmamalıydı.

Nefes almak bir refleks olmalıydı. Bir seçim değil.

Başım dönüyordu.

"Chris demek. Daha önce duyduğumu hatırlamıyorum." Fernando bana baktı. Ben de ne yapmaya çalışıyorsun der gibi ona baktım tekrar. Chris'in uzattığı elini tutmamıştı.

Chris hafifçe gülümseyerek başını önüne eğdi. Tekrar kaldırdığında, kahverengileri Fernando'ya kilitlenmişti. Elini ise çoktan indirmişti.

"Bundan sonra duyacağına eminim Fernando. Memnun oldum." Bu kez Fernando güldü. Başını salladı usulca aşağı yukarı.

"Ortak geçmiş mi çekiyor sizi acaba?" ortak geçmiş mi? Bir Chris'e bir de Fernando'ya baktım. Chris'in belimdeki eli sertleşti. Yüz hatları gerildi. Fernando neden bahsediyordu?

"Yanına geleceğiz Helena. Sonra görüşürüz." O da elini Klaer'in beline koydu ve onu hafifçe ilerletti. Neler olduğunu anlamayan ben ve Klaer bu olayın en masumlarıydık. İkimiz de yanımızdaki erkeklerin it dalaşına anlam verememiştik. Chris hala gülüyordu.

"Neydi bu şimdi? Ortak geçmiş de ne demek?" dedim ona dönüp. Belimdeki eli hala orda sert bir biçimde duruyor, orayı yakıp kavuruyordu. Vücut ısımı yükseltecek bir sıcaklık yayıyordu bana o noktadan. Sıcaklamıştım gerçekten de. Hafifçe kıpırdandım ama yine de çekmedi elini. O da Fernando gibi beni yönlendirdi ve salona geri çevirdi. Sorumu yine cevapsız bırakmıştı. Üstelik onlara sormam gerekenleri de soramamıştım onun yüzünden! Onlar tekrar ortadan kaybolmadan önce, acilen görüşmemiz gerekiyordu.

Chris'in bizi Cam ve Tara'nın yanına değil, başka bir yere yönlendiğini fark ettim. Anlamayan gözlerle baktım ona tekrar ancak konuşmadı. Ben de sormadım. Nasılsa söylemiyordu. Bir masanın önünde durduk. Masada yalnızca bir adam vardı. Gömleği de dahil olmak üzere simsiyah giyinmişti. Başka hiçbir renk yoktu üzerinde. Saçları da siyahtı üstelik. Tek rengi mavi gözlerinden alıyordu. Ürperdim. Belimdeki sıcacık ele rağmen üşümüş gibi hissettim.

Pegasus, sen mi ürperiyorsun ben mi?

Hangimiz hoşlanmadık ondan?

"Seni Aron ile tanıştırayım. Aron, çok güvendiğim insanlardan biri." Bana döndü bakışları. Sözlerinin altındaki hafif imayı aradım. Güvendiği biriyle beni tanıştırmasının sebebi, tulparla alakalı olmalıydı. Ve tüm bu olan biten çılgınlıkla. Ondan yardım mı isteyecektik?

Başını hafifçe aşağı eğdi, onay verir gibi. Bana güven vermek mi istiyordu yoksa aklımı okuyup sorularıma cevap mı veriyordu?

Arona döndüm, kabalık yapmamak adına.

"Memnun oldum. İsmini alabilir miyim?" Eh tabii, Chris bana mecbur kalmadıkça Helena demiyordu belli ki... Boğazımı temizledim fısıldamamak için.

"Helena. Memnun oldum Aron." Aron'u seçilme töreninde gördüğümü hatırlamıyordum. Üst sınıflardan mıydı?

Chris bir kez daha aklımı okumuşçasına konuşmaya başladı.

"Aron bir Mediora. Geçen sene mezun oldu. Alderwild'e bağlı olarak görev yapıyor. Bize, yardım etmesini umuyorum." Aron'un yüzüne döndüm hızla. Herhangi bir değişim olmadı. Konuyu biliyor muydu yoksa çoktan? Ama, Chris benimle konuşmadan bu konuyu kimseye açıklamazdı. Buna emindim. Yine de, böyle bir niyeti varsa dahi bunu önceden konuşmuş olmayı diledim o an. Şimdi burada, böyle donup kalmazdım en azından. Gerçi bana beni baloda biriyle tanıştıracağını söylemişti ama daha sonra bunun üzerine konuşmamıştık. En azından beni buraya yürütürken söyleyebilirdi!

Chris elini belimden çekti.

Bir şey dememi bekliyordu ancak ne diyeceğimi bilmiyordum. Chris ona güveniyorsa, ben de güvenmeliydim. Ama bir türlü dilim varmıyordu bir şeyler söylemeye. Aron bir şeylerin ters gittiğini anlamış olacak, hafifçe gülümsedi.

"Ne zaman yardıma ihtiyacınız olursa, buradayım. Chris benim için bir kardeşten farksızdır. Bundan sonra sen de benim için öylesin Helena." Gülümsedim zar zor. En azından o an orada bir şeyleri konuşmadığımız için minnettardım. Bunu daha sonra kendi içimizde konuşup, bir şeylerin kararını verip bu konuyu öyle açmalıydık.

O sırada Bayan Dagora'nın sesi her zamanki gibi tavandaki yeşil bitkiler aracılığı ile doldurdu salonu. Salon dolmamıştı ancak belli ki daha büyük etkinliklere de ev sahipliği yapabilecek büyüklükte tasarlanmıştı. Balonun başlama zamanı gelmişti artık.

"Hoş geldiniz. Pek bir şey söylemeye gerek yok. Bu bizim, tanışmak ve kaynaşmak için her sene yaptığımız bir etkinlik. Tanışın, kaynaşın. Evinize alışın. Birbirinizi sevin ve anlayış gösterin. Görevinizi, kim olduğunuzu unutmayın. Her zaman, daha iyisi için çabalayın. Ve şimdi de, dans edin! Hadi bakalım!" gülümseyerek sözlerini noktaladı ve konuşması biter bitmez tavandaki şarkı söyleyen bitkilerden muazzam bir müzik yayıldı salona. Sözleri yoktu ancak piyano ve kemanın eşsiz uyumu bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi.

Chris elini tekrar belimle buluşturdu. Beni salonun ortalarına yönlendirdi. Dans edecektik... Ciğerlerimin bana yine ihanet etme zamanı geldi demekti bu. Ben onun kokusunu aldığımda bile nefes almayı unutuyordum, şimdi onunla dans edecektim. Ayaklarım ağırlaştı ve geri geri gitmeye başladı. Bu Chris'i güldürmüştü.

Salonun ortasına geçtik, birçok insan gibi karşılıklı durduk. Dans eden başka çiftler de olduğunu görüp biraz olsun rahatladım.

Çiftler.

Odaklan odaklan odaklan!

Tekrar nefes alıp gözlerimi kahverengi gözlerine tırmandırdım. O da dikkatle benim yeşil gözlerimi süzüyordu. Elini uzattı. Ben de uzattığı elini tuttum ve zarifçe birleşti ellerimiz. Diğer eli hala belimdeydi. Ben de sağ elimi omzuna çıkardım. Hafifçe sallanmaya başladık.

Biz sallandıkça, çevremizdekiler bir bir silindi ortamdan. Geriye bir tek Chris'in gözleri, kokusu ve elleri kaldı. Öylece birbirimize baktık, hiç konuşmadan. Şarkı bitti, bir diğeri başladı. Dans etmeyi bırakanlar oldu, dans etmeye başlayanlar oldu.

Hiçbir şey, gözlerimizi ayırmadı.

Gözlerimizi daha çok kilitleyen bir şey oldu ama.

Chris belimdeki eliyle beni bir adım daha kendine çekti. Aramızdaki mesafe öyle azaldı ki, onun ceketinin düğmelerini, elbisemin üzerinden hissedebildim...

Beni öldürmeye mi çalışıyordu?

Vücudumdan dermanın çekildiğini hissettim o da. Yığılıp kalmamak için mücadele verdiğimi, zar zor açık tuttuğum gözlerimden görüyor olmalıydı. Hem belimdeki elini, hem de elimdeki elini sıkılaştırdı. Beni öyle sıkı öyle güçlü tutuyordu ki, canımın nasıl yanmadığına anlam veremiyordum.

Belki de yanıyordu, ama hissedemeyecek kadar uzaklardaydı ruhum çoktan.

Adımlarımız durma noktasına gelmişti ve hala çevremizi algılayamayacak kadar başka alemlerdeydik.

Kaç dakika geçtiğini anlamadığım, ayakta duramayacak bir noktaya geldiğim anda, Chris dudaklarını hafifçe araladı. Öyle yakınımdaydı ki, nefesi benim yüzümü yalayıp geçiyordu. Eğer boylarımız biraz daha denk olsaydı...

O zaman...

"Öpüşürken yok olan, ateşle barut gibi..."

 

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

Eveeettt, biliyorum ki hepinize hala kitabın başlarıymış gibi geliyor. Ama sona yaklaşıyoruz...

Ay kuşağı, 5 kitaptan oluşacak uzun bir seri. Ve yepyeni bir dünya. Bu dünyayı tanıtmak, anlatmak o kadar uzun sürüyor ki, ilk kitabın bu kadar uzun olmasını ancak kaos üzerine kaos olmamasını anlıyorsunuzdur umarım. Çünkü elimde değil, hiçbir şeyi havada bırakmak istemiyorum ve bu evreni en ince ayrıntısına kadar hayal edebilin, benim gördüğüm gibi görebilin istiyorum. Siz bu bölümü okurken ben neredeyse finale gelmiş olacağım. Ve hiç üzülmüyorum çünkü daha çok yolumuz var!

Umarım benimlesinizdir, okuyor ve keyif alıyorsunuzdur...

Balo burada bitmedi! Bir sonraki bölüm, muhteşem şeyler olacağının sözünü veriyorum şimdiden!

Emile ve William hakkındaki düşüncelerinizi de merak ediyorum.

Karakterlerimiz artmaya başladı, çünkü artık olaylar iyice karışıyor.

Sapkınlar, düşkünler, isyancılar ve Dagora... Bu alemde olan biten çok fazla şey var! Bu konudaki düşüncelerinize de buraya yazabilirsiniz. Teorileriniz var mı? Düşkünler nasıl oluştu? Bu kitapta tanışmayacağımız, ancak diğerlerinde hikayeye dahil olacak çok fazla fantastik türle tanışacağız...

 

Bölüm : 22.09.2025 19:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...